Bir tutam sevgi ariyorum II



Yüklə 1,27 Mb.
səhifə11/23
tarix31.10.2017
ölçüsü1,27 Mb.
#23469
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   ...   23

Zamanla bunlar ihtiyaca cevap veremez oldu. Çalışkan öğretmenler, çalışkan öğrenciler yeni binalar, yeni lojmanlar yapıp, şimdiki yere taşındılar. Bu bina yine boş kaldı. Bir kartal gibi Düziçi ovasına bakıp durur.”

Nasıf Emmi, hem mutluydu ve hem de üzüntülüydü. Çünkü bu muhteşem eserler yine boş kalmıştı. O, mutluydu; çünkü onun sayesinde bir okul açılmış, ülkeye yararlı pek çok öğretmen yetişmiş ve yetişmeye de devam ediyor.

Nasıf Emmi, sözlerini noktaladıktan sonra onun sigara kokan ellerini öpüp “Sağol be Nasıf Emmi. Senin sayende ben de okuyacağım ve ben de öğretmen olacağım” dedim ve onun ışıl ışıl eden gözlerine bakarak yanından ayrıldım.

Bir hafta kadar etrafı dolaşarak vakit geçirdim. Ayağımda eski, siyah ayakkabım, bacağımda gri renkli şalvarım vardı. Okula her gelen öğrenci bana garip garip bakıyor, ben de bu durumdan büyük eziklik duyuyordum. Ama kimseye sezdirmek istemiyordum. Fakat, ilerleyen günlerde benim gibi gılıksız epeyce çocuk geldi. Onlar da okulu yeni kazanmışlardı. Onları görünce üzüntüm bir hayli azaldı.

Okulun eski ve yeni öğrencileri toplandıktan sonra , bir pazartesi günü sabahın erken saatinde “dan dan” diye öten okul zili çaldı. Bu zil çok büyük bir çandı. Sanırım eskiden bir kilise çanıymış. Onu tüm binaların orta yerine asmışlar. Zil çaldığı zaman çok uzaklardan bile duyuluyordu. Bu çanın başında devamlı olarak bir öğrenci nöbet tutuyor, belli zamanlarda devamlı zil çalıyordu.

Biz, çan sesiyle yataktan kalkarken, önce öğrenci başkanı ardından da nöbetçi öğretmen yatakları dolaşıp, uyanamayan arkadaşları uyandırıyorlardı.

Yataklardan kalkma işi bitince, önce lavabolara gittik, ardından da sınıflara. Sınıflarda bir saat kaldıktan sonra da o büyük binaya, yemekhaneye gittik.

Biraz aradan sonra o büyük çan yine çaldı. Bu kez okulun açılış merasimine çağırıyordu...

Merasim bitimi, yeni gelen öğrencilerin birinci binanın önünde toplanması istendi. Birbirinden gılıksız bizler de orada toplandık. Nöbetçi öğretmen de isimlerimizi okuyarak sınıfa aldı. Ben de, böylece yeni bir hayata başlıyor, öğretmen okulu öğrencisi oluyordum.

Kısa bir sürede okula ve çevreye alıştım. Fakat , bizim sınıfa “hazırlık sınıfı” diyorlardı. Gerçekten, arkadaşlar bana göre çok geriydiler. Çünkü ben ortaokuldan gelmiştim. Bu durum beni çok üzüyordu.

Nevzat Ulukaya adında bir sınıf öğretmenim vardı. Benim durumum onun da ilgisini çekmiş ve bu durumu eğitim şefliğine bildirmiş. Bunun üzerine beni sınava soktular. Sonuçta ise birinci sınıfta okumam kararlaştırıldı. Çünkü sorulan tüm soruları cevaplamıştım . Böylece birinci sınıfa kaydoldum.

Uzun bir müddet birinci sınıfa devam ettim. Derslerim çok iyiydi. Zaten bu dersleri ortaokulda görmüştüm. O yüzden dersler çok başarılı geçiyordu.

İkinci karne dönemine yaklaşmıştık ki , günün birinde nöbetçi öğretmen sınıfımıza geldi. Yanında elinden tutup getirdiği kısacık ve küçücük bir çocuk vardı. “Çocuklar, bundan sonra Avni Çürük sizinle okuyacak. Yusuf Karakaş’ ı hazırlık sınıfına geri alıyoruz” dedi. Beni hemen dışarı aldı.

Ey insan! Ey eğitimci! Bu durumdaki bir öğrenciyi, bir insanı düşünün. Bundan daha büyük bir darbe olur mu ?

Bu ahlaksızlık ve şerefsizlik karşısında hayal hanem yıkılmış ve beynim viraneye dönmüş bir halde hazırlık sınıfına geri döndüm.

Efendim. Avni Çürük bir zengin çocuğu ve üstelik de partilinin oğluymuş. Çevresi çok genişmiş. Bu yüzden sınava bile sokulmadan birinci sınıfa alınıyor ve sınava sokulup birinci sınıfı hak kazanan ben, hazırlık sınıfına geri yollanıyordum. Adamlar haklıydı. Çünkü ben, sadece bir yetimdim. Tutunacak tek bir dalım yoktu.

Bu vahşi durumdan dolayı iyice yıkılmıştım. Kafam hiç çalışmıyordu. Rüzgarın oyuncağı olmuş bir yaprak, ya da bir kağıt parçası gibi, bir o yana , bir bu yana sürüklenip duruyordum.

Bir müddet sonra bu hayasızca işlemden kurtulmaya karar verdim. İlk işim okulu terk etmek olacaktı. Sonra da gidip eski okuluma kaydolup, kaldığım yerden devam edecektim. Bu düşüncemi uygulamak için de yarını beklemem gerekiyordu. Çünkü akşam olmak üzereydi.

Buna göre o gece okulda son defa yatıyordum. Ne var ki, yatak sanki bir yılan, sanki karaçalı dikeniydi. Diken batıyor, yılan sokuyor gibiydi. O yüzden de uyuyamıyordum. Çok uzun geçen bir gecenin sonunda sabah oldu. Kimseyi uyandırmadan kalktım ve valizimi hazırlamaya başladım. Bu arada okulun kampanası da “dan dan” diye ötmeye başladı. Ben de valizimi elime almış, yatakhanenin kapısından çıkıyordum. O anda öğrenci başkanı Veysi Eroğlu karşıma çıktı:

“Yusuf, bu valizle nereye gidiyorsun ?”

“Veysi Abi okuldan ayrılıyorum.”

“Niçin ?”

“Ben, birinci sınıfta okuyordum. Bir torpilli varmış. Onu birinci sınıfa alıp beni de hazırlık sınıfına indirdiler. O sebeple bu okulda okumak istemiyorum.”

“Yusuf, bunun için okul terkedilmez. Ben de hazırlık sınıfında okudum. Senin gibi ben de öksüzüm. O sebeple, bir yıl fazla okursun, kıyamet kopmaz.” diyerek valizimi elimden alıp beni yatakhaneye geri götürdü.

Valizimi yerine bırakan Veysi Abi, az sonra geri geldi. Benim elimi tutup, bütün yatakhaneleri dolaştırdı. Bu arada hem beni ikna etmeye çalışıyor , hem de uyuyan öğrencileri uyandırıyordu. Son yatakhaneyi dolaştık. Sınıflara doğru giderken nöbetçi öğretmene rastladık. Beni bir türlü okulda kalmaya razı edemeyen Veysi Abi nöbetçi öğretmene teslim etti.

Nöbetçi öğretmen beni bir süre hazırlık sınıfında okutan Nevzat Ulukaya idi. O, güzel bir bayandı. Herkes dershanelere giderken, biz onun evine gittik. Nevzat Hanım elimden sıkı sıkı tutuyordu. Az sonra onun evine geldik. Evde Yalçın adında bir oğlu ve eşi İsmet Bey vardı.

Nevzat Hanım bir yandan benimle ilgileniyor, bir yandan da kahvaltı hazırlıyordu. Olaya, eşi İsmet Bey de karıştı. İkisi birden bir anne, bir baba sıcaklığı gösteriyorlardı. Bu durum ise beni, okula yine bağlıyordu.

Nevzat Hanım, kahvaltıdan sonra beni alıp, kendinin okuttuğu hazırlık sınıfına götürdü. Ağa beni bir daha yıkıyor ve mağlup ediyordu. Ama ben, Nevzat Hanım’ın anne şevkati karşısında her şeyi yutuyordum.

Hazırlık sınıfı beni çok sıkıyordu. Çünkü , en az üç ay öğretmen okulunun birinci sınıfında, geçen yıl da ortaokul birinci sınıfta okumuştum. O nedenle hazırlık sınıfının dersleri beni doyurmuyordu. Ayrıca Nevzat Hanım da diğer öğretmenlerin seviyesinde değildi. Tüm bu olumsuzluklar beni usandırıyordu.

Her şeye rağmen dönem sonuna doğru yaklaşmıştık. Öğretmenimiz bir gün “İleri gidersen burnuna, geri gidersen kıçına vururlar.” dedi. Buna karşılık ben de “Her şeyin ortası makbuldür öğretmenim.” dedim.

Ben böyle söyler söylemez, Nevzat Hanım ayağa kalkıp, beni dövmek istedi. Ben sıraların aralarından ve üstlerinden kaçarak ona dövülmedim. O, hemen kapıyı açıp dışarı çıktı. Az sonra eğitim şefi Sırrı Özerdem’le içeri, sınıfa geldi. O an da hepimiz ayaktaydık. O iriyarı Özerdem ansızın öyle bir tokat vurdu ki, aklım başımdan gitti. Neye uğradığımı bilemedim.

Bu tokat beni iyice yıktı. Zira, suçumun ne olduğunu bilmiyordum. Onun üzerine Nevzat Hanım’ı bir düşman gibi görmeye başladım. O, ders anlatırken ayağa kalkıp, yanlışlarını, hatalarını söylüyordum. Bu sebeple de iki düşman kardeş olduk.

Artık, ders çalışmıyor ve dinlemiyordum. Sonunda bu acı dolu, o sıkıcı günler bitip yıl sonu geldi. Nevzat Öğretmen de, hazırlık sınıfını bitirip, birinci sınıfa geçenlerin, sınıfta kalıp da kovulacakların notlarını okudu.

Sayın Nevzat Öğretmen herkesi birinci sınıfa geçirip, sadece beni sınıfta bırakıp kovulmamı istemişti.

Okulda en iyi tanıdığım kişi öğrenci başkanı Veysi Eroğlu idi. Hemen O’na gidip durumu anlattım. Çünkü okulda kalıp, okumamı en çok o istiyordu. O da vakit geçirmeden eğitim şefine gitti. Ne anlattı, nasıl anlattı bilmiyorum. Okul idaresi bir sınav komisyonu kurup, beni sınava çağırdılar.

Komisyon, beni her dersten sınav yaptı. Sorular bana göre çok basit ti. O yüzden hepsini cevaplıyordum.

Komisyon üyeleri doymuş olmalı ki, soru sormayı kestiler.

Komisyon üyeleri arasında kısacık, küçücük bir bayan öğretmen vardı. Ahter Kansu. O, herkesin saygı duyduğu bir kişiydi. O, Nevzat öğretmene isyan edip, bol bol küfrediyordu. “Bu bir zalimliktir. Bu bir gaddarlıktır.” diyordu.

Sınav sonu beni tebrik ettiler. Ben de onların ellerinin öpüp hepsine teşekkür ettim. Çünkü onların sayesinde yeniden ve kesin olarak öğretmen okulu öğrencisi oluyordum.

Aradan kısa bir zaman geçti ve okulumuz yaz tatiline girdi. Böyle olunca da , aylarca anne ve baba özlemi çeken öğrenciler, evlerine döndü. Okulda ise benim gibi gariban olan, üç beş öğrenci kaldı.

Okulda bir hafta kalıp iyice dinlendim. Sonra da eşyalarımı toplayıp, memleketime döndüm. İlk etapta arkadaşım Nafız Erdem ’i buldum. Onunla birlikte birkaç gün şehri dolaştık. Sonra o, köyüne gitti. Ben de Mete Yavuz’un yanına gittim.

Mete Abi, gazoz çıkarmaya yeni, yani birkaç gün önce başlamış. Beni görünce bir hayli sevindi. Ben yine onun yanında işe başlayıp, bir yaz boyu çalıştım.

Mete Abi çok iyi bir insandı. Tüm yemekleri birlikte yiyor, akşam da evlerine gidip yatıyorduk. Bu yüzden, yaz boyu hiç para harcamadım. Öyle olunca da okul harçlığımı biriktirmiş oldum.

Ben, hayatımdan memnundum. O yüzden de zamanın nasıl geçtiğinin hiç farkında olmadan okulların açılış vaktine gelmişim. Böyle olunca da Mete Abi:

“Artık okul vakti geldi. İmalathaneyi kapatalım. İnşallah seneye bir daha açar ve yine birlikte çalışırız.” dedi.

Onunla sözleşip, vedalaştık.

Mete Abi’yle vedalaştıktan sonra köye gittim. Şakir Abim askere gitmiş. Köyde yalnız Ali Abim kalmıştı. Birkaç gün onunla köyde kaldım. Okul vakti gelince de köyden ayrılıp, okula gittim.

Okulda günlerim iyi geçiyordu. Çünkü, birinci sınıfı üçüncü defa okuyordum. Bu durum belki de bir şanstı. Zira, derslerde zorluk çekmediğim için okul kütüphanesine gidip, bol bol kitap okuyordum. Böyle olunca da zaman su gibi akıp gitti ve ders yılı sonu geldi. Okul kapanınca da hepimiz, toplandığımız gibi dağıldık.

Ben , iki yıldır gazoz imal ettiğimiz şehre geldim. İlk iş olarak ta Mete Abiyi ziyarete gittim. Çünkü tekrar çalışmak için onunla sözleşmiştik.

Vakit saat on sıralarıydı. Gazoz imal ettiğimiz yere geldim. Hayret imalathane kapalıydı. Oysaki şu an harıl harıl çalışıyor olmalıydı. Kapıda bir süre bekledim. Gelen, giden yoktu. Oradan geri dönüp, yakındaki bakkala:

“Bu gazozhane niçin kapalı?” dedim.

“Orayı çalıştıran adam öldü.” cevabını aldım.

Bu söz beni, can evimden vuruyordu. Neden tanrım neden. Tüm tuttuğum dallar kırılmak zorunda mı? Her zaman elimden tutan, çok sevdiğim bir insan, hayatının baharına ulaşırken yok oluyordu. O’nun yokluğunu günlerce unutamadım.

Okulumuzda okuyan ve benden üç sınıf önde olan Reşit Doğan adında bir abi vardı. Şehirde dolaşırken O’ na rastladım. Biraz gezindikten sonra evlerine gittik. Evleri, güzel bir bahçe içindeydi. Geceleri daha rahat yatmak için önüne yüksek bir çardak yapmışlardı.

“Abi, babanlar bir şey demez mi?”

“Hayır. Çünkü onlar yaylaya gittiler.”

Reşit abinin bu teklifini severek kabul ettim.

Artık, kalacak bir yer bulmuştum. Bunun üzerine hemen bir iş aramaya başladım. Neticede beni oyalayacak bir de iş buldum.

Adliye binasının çok yakınında bir çay ocağı vardı. Orayı yaşlı bir amca işletiyordu. O, sağa sola çay, kahve götürecek bir çocuk arıyormuş. Gidip, onun yanında çalışmaya başladım.

Amcayla iyice kaynaştık. O, bana çok güvenir oldu. Bu yüzden bazı günler gelmiyor, çay ocağını ben çalıştırıyordum.

Kahveci garsonluğum okulların açılış vaktine dek sürdü. Okul vakti gelince kahveci amcaya:

“Vahit Amca. Okul vakti geldi. Ben okuluma döneceğim. Kendine bir garson ara.” dedim.

Bunun üzerine Vahit Amca, çalıştığım süre için bana epeyce para verdi. Bir miktar da bahşiş param vardı. Bunlar birleşince bir sezonluk okul param birikti.

Bundan sonra Vahit Amca’nın elini öpüp, kahveden ayrıldım. Oradan da adliyeye gidip, bana yakınlık gösterenlere teşekkür edip, okula döndüm.

Okulumuzun büyük bir kütüphanesi vardı. Kayıtlı olan kitap sayısı tam on yedi bin adetti. Okul açılana kadar zamanımı hep bu kütüphanede değerlendiriyordum. Bu yüzden kitap okuma tiryakisi olmuştum. Şayet kütüphanenin dışına çıkmam gerekirse müzik odasına gidip, keman ve mandolin çalışıyordum.

Ben, bu güzel uğraşlarla vakit geçinirken okul açıldı. Herkes ders çalışırken büyük bir çaba içine girerken, ben hiç ders çalışmıyordum. Çünkü, okuduğum kitaplar hem konuşma yetimi ve hem de hayal ufkumu genişletiyordu. Onun için, öğretmenin dersi bir kere anlatması bana yetiyordu.

Aradan bir zaman geçmişti. Her branş öğretmeni kendi dersi ile ilgili bir kol başkanı seçtirmeye başladı. Ben de kütüphane başkanı seçildim. Zira kitap okumak çok hoşuma gidiyordu. Kısacası, raflardaki kara ciltli kitaplar en iyi arkadaşım, en sadık dostum olmuşlardı. Bu sebeple ikinci sınıftan başlayıp altıncı sınıfa kadar kütüphane kolu başkanı olarak kaldım.

Zamanın içinde yüze yüze kış günlerine ulaşmıştık. Bir sabah kalktığım vakit her yerin periler gibi beyaza bürünmüş olduğunu gördüm. Her yer bembeyaz kar olmuş, üşümeye başlamıştım. Çünkü hava çok soğumuştu. Sınıflarda soba yakılmadığından, kendimi korumam gerekiyordu. Onun içinde valizimdeki kalın, yün süveterimi çıkarıp giydim. Soğuk da artarak devam ediyordu.

Okulumuzdaki büyük sınıf öğrencileri, küçük sınıf öğrencilerine sevgi ile yaklaşırlar. Ben de gerideki öğrencilere aynı sevgiyi gösteriyordum. O yüzden sık sık onların arasına giriyordum.

Bir gün hazırlık sınıfındaki öğrencilerin yanına gittim. Orda Ali Eroğlu adında bir öğrenci vardı. O soğuktan tir tir titriyordu. O ’na:

“Ne oluyor Ali? Uçacak mısın?” dedim.

“Yusuf Abi vallahi donuyorum.” dedi.

Hemen üzerimdeki süveteri çıkartıp, Ali’ye giydirdim. Zira, yoksulluğun ne kadar kötü bir durum olduğunu çok iyi biliyordum.

Okulumuz birçok öğretmen yetiştirmiş ve yurdun en ücra köşelerine dağıtmıştır. Böylece de aradan uzun seneler geçmişti. Hani, “Dağ dağa kavuşmaz insan insana kavuşur” derler ya, biz de Ali Eroğlu ile karşılaştık. O, hemen elimi öpmeye kalktı:

“Hayrola Ali Bey? Ben tarikat lideri miyim.”

“Yok abi. Senin iyiliğini hayatım boyunca unutmadım.”

“Ali Bey. Vallahi bilmiyorum. Ben sana ne tür bir iyilik yaptım ki ?”

“Soğuk bir kış günüydü. Ben çok üşüyordum. Siz, benim üşüdüğümü görünce üzerinizdeki süveteri çıkarıp bana verdiniz. Bu iyiliği kardeşim bile yapmazdı.” dedi.

Ali Eroğlu’nun bu davranışı beni çok duygulandırdı...

Sabahları erken kalkıyor, doğruca kütüphaneye gidiyordum. Bu sebeple etüt saatlerine çok az katılıyordum. Ama , derslerimden de çok iyi notlar alıyordum. Sadece bir dersim çok kötü gidiyordu. O da dilbilgisi idi. Çünkü, dilbilgisine hiç çalışmıyordum. Fakat öğretmen benim gibi düşünmüyor, sözlüye kaldırıp inadına dilbilgisi soruyor, sonra da sıfır ya da bir veriyordu.

Yıl ortalarına doğruydu. Bir gün edebiyat dersimize genç bir bayan girdi. Onun altın renkli saçları, kocaman kocaman gözleri çok ince bir burnu, yusyuvarlak yüzü, ince ve uzun boyu ve de at kuyruğu yapılmış güzel saçları vardı.

Sınıfa girince , önce kendi özgeçmişini anlattı. Aslen göçmen kökenliymiş. Yurda geldiklerinde Konya’ya yerleştirilmişler. Bu yıl da edebiyat fakültesini bitirmiş. Vs.

Genç öğretmenimiz, kendini tanıtma işini bitirdikten sonra, ders konumuzu anlatmaya başladı. Zavallı kadın, konuşurken heyecandan tir tir titriyordu. Heyecanın da etkisiyle yanlış cümleler kuruyor, konuyu eksik anlatıyordu. Bir ukalalık yapmak için hemen parmak kaldırdım. O:

“Ne istiyorsun çocuğum.” dedi.

“Efendim. Anlattıklarınız hep yanlış. Ayrıca, konuştuğunuz cümleler dil kurallarına aykırıdır.” dedim.

Ben konuşmamı bitirmeden, genç öğretmen çantasını alıp dışarı çıktı. Bu olaya hepimiz üzüldük. Ancak, bir kardeşimiz kalkıp dersi işlemeye devam etti. Ne de olsa öğretmen okulu öğrencisiydik.

Biz ders işlemeye devam ederken, ansızın kapı açıldı. İçeriye önceki öğretmenle yeni öğretmen birlikte girdi. Önceki öğretmen benim elimden tutup dışarı çıkardı.

“Bu öğretmen yeni mezun olmuş. Eksik de konuşabilir, yanlış da konuşabilir. Onu hoş gör . Moralini bozma.” dedi.

O öğretmen dersine ben de sınıfıma girdim.

Bu olaydan sonra yeni öğretmene saygı duymaya başladım. Eğer başka bir öğretmen olsaydı, ya dövmeye kalkar, ya da notla tehdit ederdi. Fakat o, bu yolların hiç birini seçmemiş, benimle, ya da tüm sınıfla barışık olmak istemişti. Bu yüzden de kaldığı yerden derse devam ediyordu.

Ben kitaplarla iyiden iyiye arkadaş olmuştum. Onları bir türlü bırakamıyordum. Onlar beni çağırmış, ben de hemen kütüphaneye gitmiştim. Elime de “Ekmek Kadın” adında bir kitap almış, okuyordum. Kitap okumaya öyle dalmıştım ki, hiçbir şeyin farkında değildim. Okuduğum kitabın sayfasını çevirirken, başımda duran bir gölge fark et tim. Yüzümü çevirip gölgeye baktım. Edebiyat öğretmenim başıma dikilmiş , okuduğum kitaba bakıyordu. Onu görünce bir hayli şaşırıp kitabı kapatmaya çalıştım. Öğretmen kitabı kapattırmayıp:

“Oku çocuğum oku.” dedi.

“Hayır efendim.” deyip kitabı kapattım. Ayağa kalkarak:

“Buyurun efendim. Ne istemiştiniz?” dedim. O da:

“Hayır. Bir şey istemiyorum. Ancak, bundan böyle öğretmenleri temsilen ben de burada çalışacağım. Öğretmenler toplantısında beni, kütüphane başkanı seçtiler.”

“Çok güzel efendim, çok güzel.” dedim.

Sonra oturduğum masa ve sandalyeyi ona bıraktım. Ardından da kütüphane ile ilgili tüm bilgileri içeren dokümanları ona getirdim. Böylece kütüphaneyi öğretmene devir ve teslim ettim. İşimi bitirince kapıya doğru yönelmiştim ki , öğretmen:

“Nereye gidiyorsun çocuğum.” dedi.

“İşim bitti efendim. O yüzden gidiyorum.”

“Hayır. Hiçbir yere gitmiyorsun.”

“Burada kalmam için bir sebep kalmadı efendim.”

“Hayır, var. Bundan sonra burada birlikte çalışacağız. Ayrıca, boş zamanlarında yine buraya geleceksin. Tamam mı çocuğum?”

“Edebiyat ve kütüphane öğretmenimin isteği üzerine kitaplıkta çalışmaya daha yoğun bir şekilde devam ettim. Yılların ihmaline uğrayan defterleri ele alıp, kitapları yeniden tasnif ettik. Bu çalışmamız uzun bir süre devam etti.

Bizim bu uzun çalışmamız devam ederken günler akıp gitmiş ve okulun eylemli zamanını doldurmuşuz. Sıla hasreti çeken arkadaşlarımız da hazırlıklarına başlamışlardı. Herkes bir an önce baba ocağına, ana kucağına kavuşmak için can atıyordu. Hele de bir üst sınıfa geçenler var ya onlar, çift yönlü memleket özlüyorlardı. Çünkü, çok mutluydular. Ya ben ?

Evet, ben de bir üst sınıfa geçerek çok sevinmiştim. Ama sonra? Sonrası bir hiçti. Zira gidecek ve kalacak yerim yoktu. Üstelik de bir iş bulup, yaz boyu çalışmam gerekiyordu. Çalışacak bir yer bulamazsam. İşte o zaman işim bitikti. Bu nedenle kafam karmakarışıktı. Uzun bir süre düşündüm. Bir ara yaz boyu okulda kalmayı hayal ettim. Fakat, bu durumun, ileride bir çok riskleri olabilir sanısıyla tatile çıkmaya karar verdim.

Günün birinde kalbi kırık, boynu bükük bir halde yola çıktım. Uzun bir yolculuktan sonra her yaz çalıştığım şehre geldim. Başkaları gibi , sıcacık kucağına atılacak annem ve babam olmadığı için hemen iş aramaya başladım. Zira benim için saatin ve dakikanın çok önemi vardı. Oturup yemek yemeye bile vakit aramadan iş armaya koyuldum. Gittiğim yerlere öğrenci olduğumu, elimden tutacak kimsenin olmadığını söylüyordum. Fakat nafile, karnımı doyuracak bir iş bile bulamıyordum. Tüm umudumu yitirmiştim. Bir anda aklıma Vahit Amca geldi. Geçen yıl onun yanında garsonluk yapmıştım. Vahit Amca babacan bir adamdı. Son umutla onun yanına gittim. O, beni güler bir yüzle karşıladı ve elime bir çay tutuşturdu. Sonra bir vakit sohbet ettik. Sohbet sonu Vahit Amca:

“Yusuf, bu yaz ne iş yapacaksın?”

“İş arıyorum abi. Nasıl bir iş bulursam orada çalışacağım.” dedim.

“Yusuf, benim bir arkadaşım var. Ona ‘Deli Mehmet’ derler. Ama aslında deli değil. O, çok cömert biri. Bu yüzden hesabını , kitabını bilmez. Büyük bir servet harcadı. Onun için Deli Mehmet diyorlar.”

“Adamın serveti yokmuş. Beni ne yapacak ki?”

“Mehmet Abi, yaylada bir fırın kiralamış. Kendine yardım edecek birini arıyordu. Eğer şimdiye kadar bulmamışsa seni ona teslim ederim. Hem yayla yapar, hem de harçlık kazanırsın. Gerçekten O iyi bir insandır. İnşallah adam bulmamıştır.” dedi.

Bu sohbetten sonra Vahit Abi ile birlikte Deli Mehmet’in yanına gittik. Onunla bir süre konuştuktan sonra Vahit Abi:

“Mehmet Ağa, bir çocuk arıyordunuz. Buldun mu? dedi.

“Hayır, Vahit.”

“Ben sana bu çocuğu getirdim. Geçen yıl yanımda çalıştı. Ben memnundum. Yusuf ’tan sen de memnun olursun.”

“Peki Vahit. Yarın erkenden buraya gelsin. Birlikte yaylaya gidelim” dedi.

Her iki insana da çok çok teşekkür edip, oradan ayrıldım.

Ertesi gün Deli Mehmet’in yanına gittim. O da hazırlanmıştı. İkimiz birlikte yaylaya gittik. İlk iş olarak fırının her türlü düzenlemesini yaptık. Ayrıca da fırın için odun siparişi verdik. Böyle olunca da her şey ekmek çıkarmaya hazırdı.

Tüm işlerin bitiminden sonra bir kamyon un getirttik.

Biz bu hazırlıkları bitirirken epeyce de yaylacı geldi. Çünkü, Çukurova’ nın sıcağı her gün biraz daha artıyordu. Memmed Abi:

“ Yusuf, yarın bir fırın ekmek çıkaralım. Her halde satarız. Çünkü, epeyce yaylacı geldi” dedi.

“ Olur Memmed abi” dedim.

Bu karar üzerine ikinci gün bir fırın ekmek çıkardık. Benim görevim, bu ekmekleri satmaktı.

Ekmeği satmak çok kolay oldu. Onları hem yaylacılara, hem de gelip, geçen yolculara sattım. Çünkü fırın, üç, dört ilçeyi birbirine bağlayan bir yol kıyısındaydı. Böyle olunca da her gün daha fazla ekmek pişiriyorduk.

Gün geçtikçe yayla doluyordu. İnsanlar tıklım tıklımdı. Bu arada ilkokulu yanında okuduğum ağalar da gelmişti. Onların evi fırına çok yakındı. İlkokuldayken “Melek Anne” dediğim kadın , Elif Anne de gelmişti. O, her gün evden seslenir ekmek isterdi. Bende ona her gün taze taze ekmek götürürdüm. O, bir kolumdan tutup içeri çekti.

“Kuzum, sana bir şey söylemek istiyorum.”

“Peki efendim. Ne söyleyeceksiniz ? ”

“İlkokuldayken evinde kaldığın hanım burada. Seni görünce çok ağlıyor. “O benim oğlumdu. Çok haksızlık ettim. Ondan özür dilemek istiyorum.” diyor ve ağlıyor. Ne olur, bir gün bize gel. Ben de onu çağırayım. Elini öp de barışın , olmaz mı kuzum.”

Bir yeryüzü meleği bir istekte bulunacak da yapmayacağım. Hiç olur mu? Tanrım, neden bu melek hep karışıma çıkıyor?

“Peki efendim.” diyerek evden ayrıldım.

Bir öğlen vakti Melek anne beni çağırdı. Daha önce yaptığı gibi elimden tutup, içeri çekti. F. Hanım oradaydı. Hemen elini öptüm. O da boynuma sarılıp, bir süre ağladı. Kadın gerçekten ağlıyordu. Ağlamasının bitiminde:

“Yusuf, sen nerede yatıp kalkıyorsun?”

“Fırının müsait bir yerinde yatıyorum, efendim.”

“Fırın çok sıcak olur. Bundan sonra eve gel, yat.”

“Olmaz abla. Memmed Abi izin vermez.”

Ben, senin ustanla görüşürüm. Çok kere abin de evde olmuyor. Bu yüzden, çocuklarla korkuyoruz.”

“Ablacığım, usta izin verirse ben de gelir evde kalırım.”

Mesele anlaşılmıştı. Kadın beni gece bekçisi olarak kullanmak istiyordu. Ama olsun gözyaşları beni kandırmıştı bir kere.

“Yusuf, fırına varınca ustana söyle bize gelsin.”

“Peki abla” deyip ağanın evinden ayrıldım.

Kadın ustadan izin almıştı. Ben de evin alt katında yatıyordum. O günlerde “Cılbak Ömer” diye bir eşkiya türemiş. Bu yüzden benim yatağımı merdivenin dibine serer oldular ve beni bir daha yatırıp çiğniyorlardı.

Deli Memmed’le her şeye rağmen yayla sezonu sonuna dek birlikte çalıştık. İşimiz bitince ben, önce Melek Anne’ye, sonra da ağanın hanımına gidip “Allah’a Ismarladık.” dedim. Her ikisi de ayrı ayrı harçlık verdi. Sonra da Memmed Abi hakkımı verdi. Böylece okul harçlığım bol bol çıktı.

Yayla yöresinde işim biter bitmez okula döndüm. Çünkü kara ciltli dostlar beni bekliyordu, ben de onları çok özlemiştim. Ayrıca, okulumuz yatılı olduğu için “Niçin erken geldin?” diyen olmuyordu.


Yüklə 1,27 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   ...   23




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin