Ahmet Çürük bir gün beni yemeğe götürdü. Evlerinin üstü otla örtülü, etrafı çalıdan çitlerle çevrili ve üzeri çamurla sıvalıydı. Evin her yan ise portakal bahçesiydi. Ahmet Abi beni “huğ” denilen evin içine götürdü. İçerde, bembeyaz saçlı, uzun boylu, nur yüzlü, zayıf vücutlu bir kadın vardı. Bizi görünce:
“Geldiniz mi oğlum?”
“Geldik ana geldik.”
“Öyleyse yemeğinizi vereyim.”
“Bak ana, yanımda bir de arkadaş getirdim.”
“Daha iyi ya oğlum.” dedi o nur yüzlü kadın.
O, bembeyaz saçlı, uzun boylu teyze hem konuşuyor, hem de sofra hazırlıyordu. Az sonra ortaya pamuk ipliğinden dokunmuş bir sofra açıldı. İçinde iştah çekici bembeyaz yufka ekmek vardı. Teyze, büyük bir sahanda yemek getirdi.
Ahmet Abi’yle yarışırcasına yemek yiyorduk. O teyze de bir tarafa oturmuş beni seyrediyordu. Canavar gibi, yemeği bir hamlede bitirdik. Teyze de sofrayı toplayıp yanımıza oturdu. Anlaşılan beni tanımak istiyordu:
“Hoş geldin oğlum.” dedi.
“Hoş bulduk teyze”
“Nerelisin sen oğlum?”
“Teyze ben Tokmanaklı köyündenim.” dedim.
Benim köyümü öğrenince kadın iyice ilgilenmeye başladı.
“Bak şu işe, peki kimlerdensin oğlum?”
“Teyze, anamı babamı hiç görmedim. Ben küçükken ölmüşler. Babama ‘Zöhre Ahmet’, anama da ‘Sarı Iraz’ derlermiş.”
Kadın bir hoş oldu. Şaşkın bir şekilde:
“Ne..? Sen Iraz’ın oğlu musun?”
“He ya teyze. Anama Sarı Iraz, dedeme Halil Kahya derler.”
O bembeyaz saçlı, nur yüzlü kadın boynuma sarıldı. O güzel gözlerinden damla damla su boşandı. Ben de şaşkın şaşkın baktım kadına.
Kadının göz yaşı bezelerinin suyu bitmiş olmalı ki, sakinleşip gözlerini sildi. Ardından da niçin ağladığını anlattı:
“Kuzum ben Asiye Ahmet’in bacısıyım. Kardeşimin avradı ise senin öz teyzen. Adına ‘Asiye Elif’ derler. Ananı çok severdim. Sen benim çok yakınımsın. Yeğenim sayılırsın” dedi.
Ben de şaşkınlaştım. Buna rağmen kalkıp onun elini öptüm. O da tekrar beni kucaklayıp, yine göz yaşı dökmeye devam etti. Biz okula gidip tenefüse çıkmıştık. O uzun boylu, ak saçlı kadın, evin köşesinde durmuş beni bekliyordu. Hemen yanına çağırıp, kaldığım yeri, ne yiyip ne içtiğimi sordu. Ben de durumumu anlattım. Çok üzüldü. “Vah yavrum vah. Bundan sonra öğle yemeklerini bizim çocuklarla ye”.
“Teyze, çok teşekkür ederim. Fakat utanırım gelemem.
O nur yüzlü kadın hiç seslenmedi. Ama her öğlen vakti kapıda beni bekledi. Sonra da elimden tutup eve götürdü.
Tanrım! Ne kadar yücesin! Bilmediğim, tanımadığım yerlerde bana bir ev veriyorsun.
Bir güç benim elimden tutuyordu. Buna kesin olarak inanmıştım. Artık kendime güven gelmişti. Öğlen vakti, ablanın vereceği kokmuş yemekleri beklemiyordum. Ama, Elif Hanım çağırırsa gidip orda karnımı doyuruyordum. Ağanın hanımı sorarsa da “Elif abla gilde yemek yedim.” diyordum. Çünkü, ablaya çok kırgındım. O evinde bal ve tereyağıyla kahvaltı yaparken, benimle alay edercesine çay bardakları çıngırdatırdı. Ben de ahırda, kokmuş yemek bekliyordum. Bu durum da beni ta derinden yaralıyordu. Buna karşın, sabah kahvaltısı problemini çözmüştüm. Çay yerine portakal kullanıyordum.
Asiye Teyzem, okul bitene kadar aç olduğum her gün karnımı doyurdu. Bir ana gibi sevdi. Belki de analık güdüsünü doyuruyordu.
O güzel Asiye Teyze’min hiç çocuğu olmamış. Bu yüzden kocası, üstüne bir de evlenmiş. Yanındaki Ahmet, Fazlı ve Kemal ikinci karısının çocuklarıymış. Onlara da öz çocuklarıymış gibi davranıyordu. Üstelik kocası Ahmet Ağa da çok iyi bir insandı. Ona da alışmıştım. Karabıyıklı, esmer ve iri yarı bir adamdı. Muhterem Asiye Teyze’mi gördüğüm zaman içim ürperir, ona ana sevgisi duyardım.
Zaman ağır akıp gidiyordu. Fakat şimdi daha da mutluydum. Sınıftaki arkadaşlarım çok seviyordu. Çünkü matematik dışındaki bütün derslerim çok iyiydi. Bu mutlu zamanıma yeni bir mutlu zaman katılmak üzereydi. Çünkü çok yakında karne verilecekti. Şimdiye dek hiç karne almadığımdan, heyecanla karne gününü bekliyordum. Nihayet o gün de geldi, ilk kez karne alacaktım...
Bir Cumartesi günüydü. Son dersten sonra karneler verilmeye başlandı. Öğretmen, herkesin ismini okuyor ve karnesini veriyordu. Fakat hem öğrenci bitti, hem de karne... ama benim ismim okunmadı. Kalbim heyecanla çarpmaya başladı. Yerimde duramıyordum. Hemen müdürün odasına gittim. Müdüre:
“Efendim, bana karne verilmedi. Niçin?”
“Oğlum, senin okulda kaydın yok. Eski okulundan naklini istedik. Hala gelmedi. Bu sebeple seni okula kayıt yapmadık.”
Müdürün odasından ağlayarak çıktım. Çok şaşkındım. Ne yapacağımı bilemiyordum. Kitaplarımı alıp, çaresizce okuldan ayrıldım. Bağıra bağıra ağlamak istiyordum. Fakat gözlerim sabredemeyip sessizce ağlamamı sağladı. Uzun süredir biriktirdiği suları bir çağlayan gibi bırakıverdi.
Bir behlül gibi yürüyerek, o mektubu suya attığım yere geldim. Sırdaşım olan o çalıların içine girip, uzun bir vakit ağladım. Bu süre içinde göz yaşlarım bitmiş ve sinirlerim bir hayli yatışmıştı. Bu yüzden düşünebiliyor, fikir yürütebiliyordum.
Ansızın bir ümit doğdu içime. Benim derdime çare olsa olsa ilk öğretmenim olabilirdi. Çünkü o beni çok seviyordu. Şayet o da olmazsa öğrencilik hayatım biterdi. Ya köleliğe devam eder, ya da köyüme döner çobanlık yapardım.
Bu umutla, defterimin orta sayfasından bir kağıt çıkardım. En duygusal bir şekilde mektup yazmaya başladım. Kağıdın üzerine bazen mürekkep, bazen de göz yaşlarım damlıyordu. Dilimin döndüğü kadar derdimi satırlar arasına serpiştirip, mektubumu bitirdim. Sıra bir zarf bulmaya gelmişti. Zarf da ancak dükkanda bulunurdu. Bu yüzden, olduğum yerden kalkıp Derendeli Hacı’nın dükkanına gittim. Hacı Emmi’den bir zarf alıp mektubumu içine koydum. Sonra da değirmenlerin olduğu yere gittim.
“Değirmenler” dediğim yerde tam dört tane su değirmeni vardır. Çukurova köylülerinin çoğu buraya buğday öğütmeye, bulgur çektirmeye gelir.
Burada büyük bir su vardır. Diniker Dağı’nın ovayla birleştiği eteğinden çıkar. Sıtır Kalesi de bu suyu ikiye ayırır. Yarısı doğusundan, diğer yarısı batısından akar. Geçtiği her yöre portakal bahçeleriyle kaplıdır.
Ben, ilk defa okula gittiğim köyden bir adam bulma umuduyla buraya geldim. Değirmenleri birer birer arıyordum. Nihayet “Ağzıbüyük” değirmeninde bir arabacı buldum. Ununu hazırlamış, arabasına yüklüyordu. Şansım varmış. Adam yola çıkmadan yakaladım. Hemen koşup, yanına vardım. Olayı kısaca anlatıp, mektubu eline tutuşturdum. Mektubu mutlaka vermesi için dilim döndüğünce yalvardım. Adam “Hiç merak etme aslanım. Mektubu bu akşam İsmail Hoca’ya veririm.” dedi.
Adam işini bitirip, arabaya bindi. Onu köyüne doğru uğurladım. O giderken, yaşlı gözlerimle uzun süre takip ettim. Çünkü o, geleceğimi de birlikte götürüyordu. Uçmak isteyen ama olduğu yerde çırpınan, kanadı kırık kuşlar gibi perişan bir halde ortada kaldım. Gök kubbe başıma yıkılmış, altından bir türlü kalkamıyordum. Bir kurbanlık gibi yapayalnızdım.
Bir müddet sonra kalbi kırık ve boynu bükük bir halde yola çıktım. Eve doğru geliyordum. Gökkubbeyi kaldırıp atamamış, onu da taşıyordum. Bu yüzden o kadar yorgundum ki adım atacak halim yoktu. Herkesin karnesini alıp, gülüp oynadığını düşündükçe daha da yoruluyordum. Ben yoruldukça da önüm kararıyor, meçhule doğru adım atıyordum. Bir batağa mı saplanacak, yoksa düzlüğe mi çıkacaktım? Öyle bir an geliyor ki, önüm kapkaranlık oluyordu. O zaman da “Nasıl olsa bir daha okula dönemezsin. Arkadaşlarınla oynayamazsın. Öyle olunca da en iyisi dön, köyüne git.” diyordum.
Bir ara bu karanlığı birazcık yırtıp, beklemeye karar verdim. “Kim bilir? Belki de tekrar okuyabilirim” diyordum.
Bir ara İbrahim Kılçık’a rastladım. O, Mustafa Hoca’nın oğluydu. Onlar ise benim akranımdı. İbrahim Abi!ye, Melek Anne’yi, Elif Abla’yı, yani o yer yüzündeki melek insanı sordum. Zira o, Elif Abla’yla sık sık görüşüyordu. İstediğim bilgileri bana veriyordu. Çünkü o, Halil Kahya’nın, yani dedemin yakın akrabasıydı.
Karne tatili benim için çok uzun sürdü. Bitmek, tükenmek bilmiyordu. Bir yıl kadar uzun geçen tatil, nihayet bir pazartesi bitti. Komşu arkadaşlarla birlikte ben de okula gittim. Kalbi kırık, boynu bükük bir halde okula geldim. Diğer arkadaşlarla aynı sınıfa girdim. Fakat “sınıfa girme” diyen yoktu. Ben de aynı sınıfa devam etmeye başladım. Bu durum bana bir umut veriyordu.
Yağmurlu bir gündü. Zil çalmış, yine dışarı çıkmıştık. Her taraf çamur deryasıydı. Karşıdan bir jeep geldi. Onun içinden biri bana el salladı. Olduğum yerde durup, merakla onları bekledim. Jeepten inenlerden biri ilk öğretmenimdi. Diğeri ise ilçe milli eğitim müdürü Hilmi İnal Bey’di. Arabadan inip, doğruca müdürün odasına gittiler. Ben onları beklerken, kalbim dışarı çıkmak ister gibi çarpıyordu. Biraz sonra dışarı çıkan öğretmenim beni çağırdı. Yanına gidip elini öptüm. O da benim yüzümü öpüp “Müjde oğlum, senin işini hallettik. Bundan sonra okulun kayıtlı öğrencisisin." dedi.
Öğretmenimin tekrar tekrar elini öptüm, teşekkür ettim. O da beni öpüp okşayarak “Hadi git, yolun açık olsun.” dedi. Ben de ona “Öğretmenim, Allah seni ömür boyu mutlu etsin.” dedim.
Evet, üzerimdeki gökkubbe kalkmış, karanlık aydınlığa, yolum düzlüğe çıkmıştı. Bu yüzden daha çok ders çalışmalıydım. Umuda doğru çalışarak koşmalıydım. Ama nasıl?
Bir yandan arkadaşlarla oynuyor, bir yandan da düşünüyordum. Evde hiç boş zamanım olmuyordu. Ev, tuvalet ve çevre temizliği uzun sürüyordu. Hele de koca kovalarla ta uzaktan su taşımak beni öldürüyordu. Küçücük çocuk, koca koca kovalar. Kollarım kırılıyor, belim ağrıyordu. Daha sora da ahır temizliği ve inekler, otlatmak. Zor ve yorucu bir çalışma. Ama ne olursa olsun bu zoru başarmalıydım. Bunun için ise tek yol vardı. O da hayvanları ahıra koyduktan sonra, gece vakti. Başka da çarem yoktu.
Öyleyse ahırda çalışmalıydım. Nasıl olsa ahırda yatıyordum ama nasıl? Ağanın hanımından lamba ya da lüks isteyemezdim. Önce niçin istediğimi sorardı. Sonra da “Yangın çıkarırsın” deyip vermezdi. Bu yüzden kara kara düşünüyordum. Nihayet bir çözüm buldum. Bu yüzden okul kapanınca Derendeli Hacı’ya gittim. Oradan bir şişe gaz yağı bir de idare lambası aldım. Bunları kimseye göstermeden ahıra getirdim. Karanlık olmadan idarenin gazını doldurdum. Herkes içeri çekildikten ve akşam yemeği yendikten sonra lambamı yaktım. İlk iş olarak da penceremin ağaç perdesini ve ahırın kapısını kapattım. Artık hiçbir yerden dışarı ışık sızmıyordu. Böylece, ahırda da olsa, rahatça ders çalışmaya başlıyordum. Bazen öyle çok çalışıyordum ki, uyumak aklıma gelmiyordu.
Arık düzenli bir şekilde ders çalışmaya başlamıştım. Kimse ne yaptığımı bilmiyordu. Ne var ki, idare lambası benim gözlerimi yoruyor, onun isi ağzıma ve burnuma doluyordu. Sabahları, ağzımı ve burnumu temizlediğim vakit, simsiyah is çıkıyordu. Ama yine de umursamıyordum. Tek bir korkum vardı. O da yakalanmak. Eğer yakalanırsam, çift suçtan aforoz edilirdim. Birincisi ahırda lamba yakmak, ikincisi ise daha korkunçtu. 5.sınıfta okuyor olmak. Ama bir gün bu korkulardan yavaş yavaş uzaklaşmaya başladım. Çünkü Allah bana, okulun tam yanında bir ev vermişti. Eğer yakalanır, evden kovulursam, Asiye Teyze’min yanına sığınırdım. Öyleyse aşırı bir şekilde korkmama gerek yoktu. Yine de saygısızlık yapmamak için gizli gizli çalışıyordum. Hele de ders kitaplarını eve hiç getirmiyordum. Sadece verilen ödevleri getirip, onlara çalışıyordum.
Okulda Ömer adında, gözünün biri kör bir arkadaşım vardı. O da yetimdi. Derslere hep onunla çalışıyorduk. Hele de coğrafya bilgimiz o kadar ileriydi ki, dünya üzerinde ne kadar dağ, ne kadar nehir, denizlerde ne kadar ada var, devletler önemli şehirler... Bunların hepsini biliyorduk. Benim sıkıntım, sadece matematiğin geometri bölümüydü. Alan ölülerini bir türlü kavrayamıyordum. Çünkü bu konuda hiç ders görmedim.
Günler, her şeye rağmen akıp gidiyordu. Bu gidiş, çok şükür pek çok acıları da beraberinde götürüyordu. Ben de kazasız belasız bir yılın sonuna ulaşıyordum.
Evet, acı ve tatlı anılarla bir yıl geride kaldı. Ara sınıflar için okul yılı sona erdi. 5.sınıfların sınava hazırlanması için bir hafta ara verildi.
Benim okuduğum yıllarda ilk okulu bitirmek için sınav yapılırdı. Sınavda kayırma olmasın diye de komşu okullardan öğretmen getirilirdi. Her dersten sınav yapılır ve bir hafta sürerdi. Bu sebeple çok çalışmak gerekirdi.
Bu yüzden okulun son günü kitaplarımı yanıma aldım. Onları hayvan otlattığım yere götürüp sakladım. Derslere çalışmak için erkenden kalkıyor, inekleri otlağa çıkarıyordum. Onlar yayılırken, ben de ders çalışıyordum. Her şeye rağmen, önüme yine bir engel çıkıyordu. İnekler. Bir hafta boyu, onları ne yapmalıydım? Bunun için tek umudum vardı. Elif hanım. Çünkü obir melekti.
Sınavdan önce Pazar günü, ondan bir hafta boyunca ineklere bakmasını istedim. Onun elini öpüp çok yalvardım. O da kabul etti. Böylece sınavlara rahat rahat girdim.
Pazartesi günü işimi erken bitirip evden çıktım. Çok heyecanlıydım. O yüzden verilen ekmeği bile yemedim. Hem heyecan, hem geç kalma korkusuyla erkenden okula geldim. Henüz hiç kimse gelmemişti. Ben de Asiye Teyze’me uğradım. O da karnımı doyurdu. Bu arada da, okul hareketlenmeye başladı. Bunun üzerine okula geldim. Burada hiç tanımadığım bir adam vardı. Onu soruşturdum. Bizi o imtihan edecekmiş. Çok uzak bir köyden gelmiş. Tabi ki bizim öğretmen de onun okuluna gitmiş.
O dönemlerde hep yazılı sınav oluyorduk. Çok uzaklardan gelen mümeyyiz öğretmen hazırladığı soruları yazdırıp sınavı başlattı.
Sınavlar bu şekilde devam ediyordu. Bir sabah ahırın kapısı erkenden çalındı. Etraf yeni aydınlanmıştı. Merakla kapıyı açtım. Abla, elinde bir oklava kapıda beni bekliyordu. Elindeki sopayı ikide bir yere vuruyor, ve bağırıyordu. Ben korkudan sinmiştim. Bir ara çok hiddetlenip “pezevengin oğlu” diye bağırdı. Buna dayanamayıp, “Abla ne olur küfretme” dedim. Bunun üzerine o da yapacağını yaptı ve “Siktir git, defol git. Bir daha bu eve gelme.” dedi.
Neye uğradığımı anlamamıştım. Meğer ablam, Elif Abla’dan okula, sınavlara gittiğimi öğrenmiş. Bir daha uşaklık yaptıramayacağını anlamış. O yüzden kovmuş.
Ağanın ahırından kovulunca, eşyalarımı alıp yola çıktım. Doğruca Asiye Teyze’me gidiyordum. Önüme Mehmet Abi çıktı ve elimden tutup eve götürdü. Eve geldiğim vakit, Hatice ve Emine Teyze ağlıyordu. Onlar, sabahın köründe benim kovuluşumu seyretmiş. Ona ağlıyorlarmış. Çünkü onlar da çok eziyet çekmiş.
Emine ve Hatice Teyze gile “Çolaklar” diyorlar. Altı yıl önce kadınların kocası ölmüş. Dört çocukla birlikte kadınlar dul kalmış. Evin reisliğini Mehmet Abi yapıyor. O askerliğini yapmış. Kardeşlerine ve annelerine sahip çıkıyor.
Beni bu aile eve aldı. Buradan sınavlara girip okulu bitirdim. Burada çalışmaya başladım.
Havalar iyice ısınmış ve Çukurova’nın işi çıkmıştı. Buranın en önemli işi ise tarla çapalamaktı. Mehmet abi de bana göre bir çapa verip, tarlaya götürüyordu. Çap vakti bitip, eve döndüğümüz zaman da her gün iki buçuk lira veriyordu. Ben, hem hür olduğum hem de para kazandığım için seviniyordum.
Bir akşam, işten eve dönmüş yemek yiyorduk. Yemeğin bitim vakti Emine Teyze, içerden çıkıp ağlayarak yanımıza geldi.
“Kuzum, kuzum! Sen bu akşam bizden gideceksin” diyor, benim elimden de yemek kaşığı düşüyordu. Zira bu cümle beni yıldırım gibi çarpıyordu. Mehmet abi:
“Neden ana!” diye bağırdı.
“Oğlum, ağanın hanımı haber gönderdi. ‘o çocuğu hemen kovun, yoksa evinizi yakarım’ demiş.”
Bu cevap karşısında herkes sustu. Sanki dilini yutmuş gibiydi. Bazıları da benim gibi ağlıyordu. Akşam yemeği herkese zehir olmuştu. O gece vakti eşyalarımı alıp merdivenlerden ağır ağır iniyordum. Bu duruma o iyi aile hep birden ağlıyordu.
Ben şok olmuş, ne yapacağını bilmeyen ve meçhule giden bir gemi gibi ayaklarımın götürdüğü yere doğru gidiyordum. Akşam çoktan olmuş ve bu gece vakti nereye gideceğimi bilmiyordum. Sonunda bir ağaç başına çıkıp kuşlar gibi yatmaya karar verdim. Zira toprakta yatamazdım çünkü yaz gelmiş, toprak ısınmış, her yer yılan, çıyan olmuştu. Bu sebeple mutlaka bir ağaç başı olması şarttı. Aklıma ilk gelen yer koca bahçe oldu. Çünkü ordaki ağaçların hepsini biliyordum.
Ay gökyüzüne çıkmış, pırıl pırıl parlıyordu. O haliyle benimle alay eder gibiydi. Ne var ki benim gecemi aydınlatıyordu. Bu ayın ışığında koca bahçeye geldim. Ağaç ağaç dolaşarak uygun bir ağaç buldum. Ağacın çotulunda tam beş tane çatal vardı. Eşyalarımı uygun bir şekilde ağacın muhtelif yerlerine yerleştirdim. Altıma oturacak yer ve uyurken başımı dayayacak yer yaptım. Bu işler bitince ağaca çıkıp biner gibi oturdum. Yoruldukça ayağımın birini topluyordum. O dinlenince sarkan ayağımı yukarı çekiyor, dinlenen ayağımı yukarı çekiyordum. Ben bu işlerle uğraşıp yorulurken, hiç yorulmayan bir organım vardı. O da gözlerim. Gözlerim durmadan su akıtıyordu. Ama o kadar suyu nerden buluyordu bilmiyorum.
Her nedense bir türlü kaderi çeviremiyordum. Mustafa Arif Arık’ın
“Kaderi çevirmek elinde değil
yek geliyor hep attığım zar işte” dediği gibi kader her zaman önüme bir engel çıkartıyordu. Bu engeller yüzünden de hep ağlıyordum. Bu gecem de yine ağlamakla geçiyordu. Dakikalarım yıl, saatlerim ise asırlar gibiydi. Gökteki ay, doğudan batmaya geçmiş ve yapraklar arasından beni gözetleyip çileli hayatıma güler gibiydi.
Ayın, benimle alay edişini izlerken bir süre uyumuşum. Uykumda o esmer güzeli Emine teyze’yi, Mehmet Abi ve diğer ağlayanları görüyordum. Bunların içinde Hatice Teyze özel bir yer tutuyordu.
Hatice Teyzem kısacık ve küçücük bir kadındı. Saimbeyli’den kaçarken yolda bırakılan bir Ermeni çocuğu imiş. Onu birileri bulup yanına almış. Büyütmüş, ergenlik çağına gelince de kocaya vermiş.
O zamanlar iki üç evlenmek moda mıymış, gelenek miymiş? Bilmiyorum. Çolak Emmi, Emine Teyze’nin üzerine onu da almış. O küçüktü ama çok güzeldi. Sapsarı saçları, sarı ve çilli yüzü ona bir güzellik veriyordu. Çocukların hepsi de Hatice Teyze’nin dönme olduğunu biliyor, fakat saygıda kusur etmiyorlardı. Ben, uykumda bu aile ile haşır neşir olurken ayağımdan bir çeken oldu ve “ağaç kuşu, ağaç kuşu” sesleriyle beni uyandırdı.
Uyandığım zaman her tarafım uyuşmuştu. Sanki çot çenetir olmuştum.
“Ağaç kuşu, ağaç kuşu” diyerek beni uyandıran adam, kollarını bana doğru uzatıyordu. Ben adama bakıp kollarına atılırken kaynar su gibi taşıyordum. O beni bir bebek gibi kucağına alıp göz yaşını tutamadı.
O gece ağacın başına yuva yaparken kitaplarımı ağacın dibine sermiştim. Mecbur kalırsam inip yatacaktım. Güneş kitaplara vurunca, ışık yansımış, adam da yansıyan ışığı görüp, onlara bakmaya gelmiş. Tam o sırada ise beni görmüş.
Adam kucağına alıp beni yere indirdi. Fakat ayakta duramıyordum. Çünkü bacaklarım felç olmuş gibiydi. Bu halime üzülen adam
“Ee, anlat bakalım ağaç kuşu. Sen bu ağacın başında ne geziyorsun?”
“Ben Çolaklar’da çalışıyordum. Ağanın hanımı gece ordan kovdurdu. Gidecek yer bulamadım. O yüzden bu ağacın başında sabahladım”
Adam çok üzülmüştü. Ağaya da, olaya da küfretti. Sonra da eşyalarımı toplayıp bir eline aldı. Öbür eliyle de beni elimden tutup sürükler gibi götürdü. Çünkü bacaklarım adım atamıyordu. Beş on dakika sonra adamın evine geldik. Adam,
“Hayriye, Hayriye” diye bağırdı. İçerden bir ses:
“Ne diyon Niyazi” dedi.
“Çabuk gel buraya, şu çocuğun haline bak. Sabaha kadar ağacın başında yatmış. Önce karnını doyur. Sonra da bir yatak ser, yatıp uyusun.” dedi.
Niyazi abinin isteği üzerine hanımı dışarı çıktı. Kucağında da minicik bir bebek vardı. İki sarı adamın, bir de sapsarı bebekleri vardı.
Hayriye hanım, bebeği Niyazi abiye tutturdu. Sonra da geri dönüp mutfağa daldı. Ben hala geceki ızdırabın uyuşukluğunu çekerken Hayriye Hanım bir siniyle geri döndü. Ben de kah ağlayarak, kah teşekkür ederek karnımı doyurdum. Kahvaltımın bitiminde yatacak bir yer gösterdiler.
Ben yatağın yanına vardığımı hatırlıyorum. Orada uzun bir süre uyumuşum. Uyku arasında bir ses
“Ağaç kuşu, ağaç kuşu” diye bağırıyordu. Uyandığım vakit bu sesin bir rüya değil de gerçek olduğunu gördüm. Niyazi Abi baş ucuma oturmuş, “Kalk ağaç kuşu kalk, yemek vakti.” diyordu. O gün portakal bahçeleri arasında bol bol dinlendim. Bu ağaçların türlü renkli çiçekleri olur. Bu çiçekler de çevreye çok güzel koku yayar. O kokuları gün boyu teneffüs ettim.
Niyazi Abi bu bahçeye bekçi olarak girmiş. Bahçenin sahibi de adamı çok sevmiş ve ona inanmış. Bu yüzden de bahçeye çok güzel bir ev yaptırmış. Bu gariban bekçiden memnun olduğu için, ona Hatice adından bir kızla da evlendirmiş. Ayrıca bahçenin tüm işlerini de ona devretmiş. Ekimi, dikimi, bakımı, sulaması ve toplanıp satılması gibi...
Beni ağacın başında bir bebek gibi sımsıcak kucağına alan bu gariban aile önüme yeni bir umut açıyordu. O sıcacık elleriyle elimden tutup kendisinin kontrolündeki bahçeyi gezdiriyordu. Gezdirirken de açtığı su arklarının etrafını, havuzladığı ağaç diplerini ve ektiği sebze bahçelerini gösteriyordu. Bu yüzden epeyce gezmiştik. Niyazi Abi dinlenme ihtiyacı duymuş olmalı ki güzelce bir yere oturduk. O gerçek bir abi şefkatiyle yüzüme bakıyordu. Merakla
“Ağaç kuşu, bundan sonra ne yapacaksın, nereye gideceksin?” dedi.
O bana bir isim koymuştu bu yüzden ismimi sorma ihtiyacı duymuyordu. Ben de uzun uzun iç çektim.
“Bilmiyorum Niyazi Abi.”
“Öyleyse sen bir süre bizde kalsan, şu ağaçları sulayıp bana yardım etsen olmaz mı?”
“Olur abi, olmasına olur da, ağanın hanımının haberi olur da beni bir daha kovarsa o zaman ikimiz de üzülmez miyiz?”
“Sen bahçeden dışarı çıkmazsın. Ben de senin bizde olduğunu hiç kimseye söylemem. O zaman da hanımın haberi olmaz”
“Sen bilirsin abi, istiyorsanız kalırım”
“Ağaç kuşu, senin kalmanı çok istiyorum. Hem bana yardım eder, hem de birkaç kuruş para kazanırsın. Başkasının alacağı parayı sen almış olursun.” dedi.
Bu iyi insanın iyi niyetlerinden ötürü elini öpmek istedim; fakat o elini öptürmedi.
Niyazi Abi’nin evinde ikinci gün işe başladım. Çok mutluydum çünkü Hayriye Abla ve Niyazi Abi tıpkı bir kardeş ya da evlat muamelesi yapıyorlardı. Ben de seve seve çalışıyordum. Bahçe çok büyük olduğu için ağaçları sulamak epeyce bir zaman aldı. Ben de bu süre içerisinde adamlara ve hatta minicik bebeğe sevgi ve saygıyla ısındım.
Bu sevgi ve sayı sıcaklığı içerisinde bir hayli zaman geçmişti. Bir gün sabah kahvaltısı yapıyorduk. Niyazi Abi:
“Ağaç kuşu, istersen sen bu günden sonra gidebilirsin.” dedi.
“Siz bilirsiniz abi, yoksa abla sizi de mi tehdit etti?”
“O tarafı karıştırma.”
“Peki abi” dedim.
“Hayriye, Hayriye, şalvarımı getir.” diye hanımını çağırdı. Hanımı da Niyazi Abi’nin şalvarını getirdi. O iyi insan şalvarın cebinden (100) yüz lira çıkarıp bana verdi. “Bu parayı al ağaç kuşu. Hakkını da helal et emi” dedi.
Niyazi Abi’nin verdiği parayı aldım. Verilen para hep on liralıktı. Onları şalvarımın cebine yerleştirdim. Sonra da istemeye istemeye eşyalarımı topladım. Ağaya ve o zalim kadına da kahredip, bu sevgi ve saygı duyduğum insanlarla vedalaştım.
Bu iyi insanların yanından ayrılırken ağlıyordum. Zira böyle sıcak bir aile ortamı artık zor bulurdum.
Hem ağlıyor, hem de yürüyordum. Bir süre sonra Çolaklar’ın oraya geldim. Hanım ağanın yüzünden bir daha bu yöreye gelemeyeceğimi düşünerek Çolaklar’ın evine uğradım. Hatice ve Emine Teyze ile helalleşip vedalaştım. Sonra da Yahya Kemal’in:
“Artık demir almak günü gelmişse zamandan
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.” dediği gibi karanlığa doğru umursuzca yola çıktım. Başka gidecek bir yerim olmadığı için mecburen doğduğum köye doğru yöneldim; fakat köyüm çok uzaktı. Ancak bir günde varabilirdim. Çünkü devamlı yokuş çıkmak gerekiyordu. Benim güzel köyüm, Toroslar’ın doruklarında bir yerdeydi.
Köye akşama dek varamam diye korkuyordum. Bu yüzden uygun yerlerde koşarak yürüyordum. Bir süre sonra da terliyor ve bir ağaç gölgesine oturuyordum. Bu hızlı yürüyüş ise hem bacaklarımı, hem de midemi iflas ettiriyordu. Bu yüzden de yürür halim kalmamıştı. Ama bu duruma katlanıp, yürümek zorundaydım. Zira geçen sene askerlerin karakola götürüp dövdüğü yerde, bir dükkan vardı. Canımı dişime takıp oraya kadar varmam lazımdı. Bu yüzden bütün gücümü toplayıp o dükkana ulaştım.
Dostları ilə paylaş: |