“Günaydın efendim” dedim.
“Günaydın Yusuf” dedi ve yolumu kapatırcasına tam önüme durdu. Sonra da gözümün içine bakarak:
“Yusuf, benden bir isteğin var mı?”
“Hayır efendim”
“Hiç mi yok?”
“Evet efendim. Hiç yok.” dedim. Sonra da “Hoşçakal efendim.” deyip, onun bir tarafından geçip yola çıktım. Eğer biraz daha kalırsam onun gözyaşlarına dayanamazdım.
Ben, cümle kapısına gelip, ona baktım. O, bir peri kızı gibi orada duruyordu. “Allah’a ısmarladık” der gibi ona el salladım. O da cevap verdi. Az da olsa biraz teselli bularak, çarşıya doğru yoluma devam ettim. Tatile kalbi kırık olarak çıkıyordum. Sanki bir dünya yıkmış gibiydim. Zira bir varlığın gözyaşları sel olmuş beni boğuyor gibiydi.
O peri kızı, otobüsün içinde uzunca bir zamanımı aldı. Çünkü, onun hayalini bir türlü kafamdan söküp atamıyordum. Zira onu, gözüm yaşıyor, kalbim yaşıyor ve beynim yaşıyordu.
Uzun bir zaman sonra okul müdürünün bana söylediği sözler aklıma geldi. Bu kere hayati bir korku çöktü üstüme. Bu korku duygusallığın üzerine bir sünger çekip, tüm benliğimden silip attı. Böylece önümde tek bir hedef kaldı. Bu hedef ise, müdür korkusunu önümden çekmekti.
Duygusallık devre dışı kalınca kafam daha detaylı çalışmaya başladı. Böyle olunca da hemen problemin çözüm çatısını oluşturdum.
İlk iş olarak, ikinci yaratanım olan kişiye gidecektim. O, çok iyi bir insandı. Üstelikt de avukattı. Bu kararı alınca da sakince ve umut dolu olarak büyük şehre doğru yol aldım. Kafam rahatlayınca otobüste bir süre uyumuşum bile.
Büyük şehre geldiğimde, gün öğlen olmuştu. Hemen kurtarıcım Refik Akcalı’ nın evine gittim. O, çok iyi ve çok güzel bir insandı. Pazar günü, iş günü olmadığı için o, evdeymiş. Refik Bey’ i evde bulunca çok sevindim. Ben kapıdan içeri girince o, güler yüzlü adam ayağa kalktı.
“Günaydın Refik Abi”
“Günaydın aslanım, hoş geldin.”
“Hoş bulduk abi.”
“Gel otur bakalım şöyle. Ne var, ne yok. anlat bakalım.”
“Abi, benim başımda bir problem var. Anlatırsam kızarsının diye korkuyorum.”
O, hem gülüyor ve hem de :
“Kerata. Ben sana şimdiye dek hiç kızdım mı? Hadi anlat bakalım, hadi anlat.”
Velime sonsuz güvenim olduğu için, müdürle aramdan geçen olayı ve olayın sebebini bütün detayı ile anlattım. O da baştan sonar dinledi. Sonra da:
“Yusuf, senin haklı olduğuna kesin olarak inanıyorum. Sen, benim ne yapmamı ve nasıl yapmamı istiyorsun?”
“Abi, Mustafa Abim yani amcanız Milletvekili. Onun ağzıyla buna bir mektup yazalım. Bu mektubu ona gönderelim. Mustafa Abi’me ya telefonla ya da ayrı bir mektupla durumu anlatalım. O da bu mektubu kendilerine ait özel bir zarfa koyup, benim adresime yollasın. Bu mektup bana yeter ve artar bile. Zarfın üzerindeki TBMM harfleri tüm problemi çözer.
“Olur be Yusuf. Bu çok güzel bir plan. Ben mektubu yazar amcama yollarım. Amcam da zarfı değiştirip, senin adresine yollar. Ben, mektubu postaya verip, sonra da telefon açıp, amcama gerekli açıklamayı yaparım. Tamam mı aslanım?”
“Evet abi. Size çok teşekkür eder, şükranlarımı sunarım.”
Bu oluşumdan sonra onun elini öpmek istedim. O, elini vermeyip, alnımdan öptü. Sonra da “Güle güle aslanım. Yolun açık olsun.” dedi.
Refik Bey’den ayrıldıktan sonra doğruca köyüme gittim. Köyüm kışın en güzel günlerini yaşıyordu. Her yer beyazlara bürünmüş; çam, katran ve galamak ağaçları kar tanelerini yüklenmiş; tıpkı kollarını açan bir gelin gibi süzülürken, onların arasından gözüken Hapla’ nın kızıl kayaları sıra sıra uzanmış ve sanki uzun kollarını açıp, beyaz gelinleri çağırıyor gibiydi.
Bu güzel köyümde bazı günler ava gittim. Ardıç toraklarının altından karların içine hoplayıp, kaçmaya çalışan tavşanların hali çok acıklıydı. Onlar, benden kaçmaya çalışıyor fakat, hopladıkça kara saplanıyorlardı. Bu acıklı halleri karşısında onlara tüfek sıkamadım. Çünkü tüfek sıkmama gerek yok, istediğimi elimle yakalayabilirdim. Ne var ki, canlarını kurtarmak için çırpınan onlar, duygusallığımı depreştirip, vicdanımı sızlatıyorlardı. Bu sebeple her gün eve boş dönüyordum. Buna karşın yine de ava gidiyordum. Öyle anlar oluyor ki, tavşan çırpınışının yerini öğretmenim alıyordu. Bembeyaz kar içinde karşıma dikilen bir peri kızı. Uzun bir süre yanımdan ayrılmıyordu. O, gözlerinden yine yaş akıtıyor, akan yaşlarla etrafındaki karı eritiyor gibiydi.
O, çok uzaktaki bir şehirdeydi. Ben ise Toroslar’ ın doruklarında bir köyde. Aramız çok uzaktı. Fakat o, güzel haliyle sık sık köyüme geliyor, oradaki uzaklığı devre dışı bırakıyordu. Bu hayal aradan çekilip, yalnız kaldığım zaman ise beynim elimi zorluyor, elim de kaleme gidiyordu. Beynim, elim ve kalem. Onlar da aşağıdaki satırları sıralıyorlardı.
SEN
Rüzgar olup esip gel
Buhar olup uçuver gel
Çağlayan ol coşuver gel
Sana canımı vereyim
Öperken gül yanağını
Sunuver kan dudağını
Kanıma kat al kanını
Sana dünyamı sereyim
Seni hep sever Karakaş
Yoluna koydum bir baş
Yaklaş yaklaş daha yaklaş
Sana kalbimi sereyim.
Ama bu satırlar bile beni oyalamıyordu.
Köyümde geçirdiğim kısacık tatil süresinde, içimden çıkaramadığım duygular gelip geçiyordu. Ben ise bu duyguların içinden bir türlü çıkamıyordum. Zira, öğretmenden ayrılırken onun gözlerinden dökülen yaşlar şimdi, sanki damlalarla kalbime akıyor gibiydi. Ben ona asla ümit vermedim. O halde ona acıyordum. Ama her neyse, işin içinden çıkamıyordum. İçinden çıkamadığım bu fikir çatışması ise beni yiyip bitiriyordu.
Tatil vakti henüz bitmemişti. Ama bir güç beni okula doğru çekiyordu. Ben de kafamdaki karmakarışık problemi çözerim ümidiyle köyümden iki gün önce ayrıldım. Yollarda hiç vakit geçirmeden doğruca okula geldim. En çok sevdiğim arkadaşlarım olan kitaplar okulda beni bekliyordu. Sırlarımı sayfaları arasında onlar saklıyordu. Yatakhanede biraz dinlenip hemen onların yanına koştum. Kitaplar beni çok iyi karşıladı. Ama karşılamayan biri, orda olmayan biri vardı. Ne garip, kendisi olmadığı halde gözleri kalbime, ılık ılık, damla damla su akıtıyordu. Bu sular orada kaynıyor ve kalbimi yakıyordu.
Bu durumu ve bu ne olduğunu bilmediğim acıyı günlerce yaşadım. Arkadaşlarımın ve okul ailesinin toplanmasıyla az da olsa acı yavaş yavaş benden uzaklaştı.
Pazar akşamı merasim alanına toplandık. Hep birlikte bayrak merasimi yaptık. Tüm öğrenciler ve öğretmenler oradaydı. Fakat, edebiyat öğretmenim orada yoktu. Öğretmenler arasına tekrar takrar baktım. Ama bir türlü göremedim. Bu durum ise beni iyice kaygılandırmaya başladı. Kendi kendime “Acaba başına bir iş mi geldi? Yoksa onun hem dünyasını hem de hayatını mı yıktım?” diye soruyordum.
Bu sorular beni iyice kaygılandırıyorlardı. Merakımı yenemeyip, herkes dağıldıktan sonra evine gittim. Fakat evde kimsecikler yoktu. Buna rağmen kapının önünde bir müddet bekledim. Ne var ki o, bir türlü gelmiyordu.
Kafam karmakarışıktı. İçimde türlü sorular doluydu. Ancak bu sorulara hiçbir cevap bulamıyordum. Sorular gece uykularımı, gece de derslerimi bölüyorlardı. Cevabını bulamadığım bu soruların yükü altında tam bir hafta boyunca ezildim
Aradan geçen bir hafta sonunda, yine merasim alanına giderken gözlerim hep birini arıyordu. Onu göremeyince de kalbim son hızıyla çarpıyordu. Merasim alanına geldiğimde aradığım yine yoktu. İçim kasvet dolu olarak, arkadaşlarımla merasim için, sıra sıra dizildik. İşte o an bir kıpırdama oldu. Arkadaşlarım birilerinin gelmediğini görmüş olmalıydı ki kendilerine bir çeki düzen vermeye başladı. Refleks olarak ben de toparlandım ve ayaklarımın üzerinde yükselerek onların baktığı yöne yüzümü çevirdim. Evet, biri geliyordu. O, az sonra önümüzden geçip, öğretmen arkadaşlarının yanına gitti. Ben de derin derin nefes aldım. Çünkü o gelen, merakla ve günlerce beklediğim edebiyat öğretmenimdi. İçime derin derin çektiğim nefes, ılık ılık kalbime akıyordu. Çünkü ağlayarak giden öğretmenim, gülerek geliyordu. Bu hali ise beni çok mutlu ediyordu. Zira, türlü düşünceler bundan böyle kafamda kavga etmeyecekti.
Okul yavaş yavaş planlı ve programlı çalışma dönemine başlıyordu. Ancak benim için düzlüğe çıkmak çok uzaktı. Zira o dev adam yani okul müdürü hayati bir tehlikeydi. Buna kütüphane arkadaşıma karşı davranışımı da eklersek, durum büsbütün çetrefilli bir hal alıyordu. Bu ise tüm yarınlarımı karartıyordu. Öyle olunca da korkuyla yatıyor ve korkuyla kalkıyordum. Tek umudum Milletvekili’nden gelecek mektuptu.
Kaygılı bir bekleyişin içine girmiştim. Geceleri sabaha dek uyuyamıyordum. Kafama türlü türlü korkular takılıyorlardı. Bu korkular sırtıma yüklenince gündüzün sonunda gece olmamasını, eğer olursa da sabahın tez gelmesini bekliyordum. Sabah olduğu zamanlar ise çok ama çok seviniyordum. Çünkü sabah oluca korkularımın bir çoğu dağılıp gidiyordu.
Kafamdan atamadığım düşünceler ise benim yakamı bırakmıyordu. Derslere girip, çıkıyor genç öğretmenlerle sohbet ediyordum. Ama edebiyat öğretmenimi bir türlü kafamdan çıkaramıyordum. “Tatilde neler yaptı, niçin bir hafta geç geldi? Benim için ne düşünüyor? Kütüphaneye yine gelir mi?”gibi sorular kafamı tırmalayıp duruyordu.
Bu soruların çözüm yerlerinin kütüphane olduğunu düşündüm. Öyleyse “Son dersten sonra kütüphaneye gitmeliydim” dedim. Öyle olunca da son dersin bitmesini bekledim. Amacım onunla açık açık konuşmaktı. İçinde yine de bir korku vardı. “Ya öğretmen gelmezse” diyordum ki “çık” zili çaldı. Ders zili çaldıktan sonra kitaplarımı toplayıp onları kitaplığıma yerleştirdim. Ardından da arkadaşlarımla dışarı çıktık. Onlar oyun sahalarına yönlenirken, ben kitaplığa doğru yürüdüm. Ayaklarım ağır ağır yürürken, kalbim hızlı hızlı çarpıyordu. Öğretmenim oradaysa “Acaba nasıl karşılayacak?” diye düşünüyordum. Kafamdaki türlü düşüncelerle yavaş yavaş yürüdüm. Merdivenleri ağır ağır çıktım. Gözlerim kitaplığın kapısına kaydı. Kapı açıktı. Anlaşılan öğretmenim gelmişti. Kapıya yaklaşıp, heyecanla içeri baktım. Evet, öğretmen gelmiş ve her zamanki yerinde oturuyordu. Ona yaklaşıp, selam verdim. O da hemen ayağa kalktı. Ben de “Hoşgeldiniz efendim.” dedim. Çok ama çok korktuğum öğretmen de “Hoş bulduk Yusuf. Gel otur yanıma.” diyor ve titreyen elini bana uzatıyordu.
Onun uzattığı ve titreyen elini tuttum. Parmağında bir yüzük vardı. Fakat, yüzüğü göstermek istemiyor gibiydi. Ama, elini kendi isteğiyle uzattığı için yüzüğü görmüştüm. Elindeki yüzüğü gördüğümü gören öğretmen, utanmış gibiydi.
Ellerimiz birbirine yapışmış gibi, karşılıklı olarak masaya oturduk. Adeta iki dilsiz gibiydik. Uzun bir süre lal olmuş, konuşmuyorduk.
“Tebrik ederim efendim. Hayırlı olsun. Mutlu olasınız.” dedim.
Benim iyilik dileklerimden sonra öğretmenimde de durumu kendince açıklık getirdi.
Memleketinde bir öğretmen varmış. İki tarafın anne ve babaları anlaşmış. Bu tatilden yararlanıp onları nişanlamışlar. Yaz tatilinde de düğün yapacaklarmış.
Ne var ki, onun açıklaması hiç de inandırıcı gelmiyordu. Ama olsun. Benim için vicdani bir kurtuluştu.
Öğretmenim olayı anlattıktan sonra onu tekrar tekrar tebrik ettim. Zira, artık ondan kurtulmuştum. Ama hayret. O konuşurken kalbim sızlıyor, o da tir tir titriyor ve dili dolaşıyordu. Garip şey. Sanki ben bir öğretmenim, o da öğrenci.
Bu heyecanlı sahne bir süre devam etti. Sonunda da o, bir öğretmen, ben de bir öğrenci oldum.
Öğretmenimle bundan böyle daha samimi olduk. Aramıza abla-kardeş havası girdi. Okul bitene dek devam etti.
Duygusallık mı, yoksa acımak mı? Her ne ise. Bu engel önümden kalkınca geride bir engel kalıyordu. O da okul müdürü.
Okul müdürü ile büyük kavga yaptık. Ondan çok korkuyordum. Bir ay sonra bitirme sınavları başlayacak. Adam, öğretmen olmamı çeşitli yollardan engelleyebilir. Böyle bir durum ise hayatımı mahveder.
Genç öğretmenler beni, sık sık çağırıyor, onlarla geleceğe dönük tüm konuları tartışıyoruz. Bana güven verip, yol gösteriyorlar. Ama olmuyor. Gösterilen yolda yürüyecek hayali kuramıyor, o güzel duyguları yaşayamıyordum. Çünkü, okul müdürü Çin Setti gibi önüme dikiliyor.
Kitaplarımla, kütüphane başkanım öğretmenlerimle, genç ve pırıl pırıl ilkeleri olan öğretmenlerle yaşama devam ediyordum. Ancak, bu tatlı yaşama bir el durmadan zehir karıştırıyor. Ben ise ondan bir türlü kurtulamıyordum. Kurtarıcıma bağladığım umudum da artık tükenmişti. Öyle ki, masa arkadaşlarım benden kaygı etmeye başlamışlar. “Yazık, bu gidişle Yusuf sınıfta kalacak. Sonucu çok kötü görünüyor.”diyorlardı. Onlar haklıydı. Zira, çok mahzunlaşmış arkadaş arasına giremez olmuştum. Öğretmenim de bu durumun farkına varmış. Bir gün zorla götürüyor gibi evine götürdü.
“Yusuf, nedir bu halin? Çok garipleştin. Yemekleri mi beğenmiyorsun? Başka bir derdin mi var? Hem zayıfladın, hem de çok mahzunlaştın.” Diyordu.
“Hayır efendim, hiçbir sıkıntım yok” dedikçe O:
“Yusuf. Bir sıkıntın olduğunu biliyorum. Hadi söyle.” diye ısrar ediyordu.
Sonunda onu derdime ortak etmeye karar verip:
“Efendim, sınavlar yaklaşıyor. Okul müdürüyle kavgalıyım. İmtihanlarda önüme bir set çekip, hayatımla oynar diye korkuyorum.” dedim.
“Yusuf, kaygılanmakta haklısın. Onun ne dostluğuna ne de düşmanlığına güvenilir. Biz, bazı arkadaşlarla, imtihanında bulunduğumuz derslerden senin hakkını yedirmemeye çalışırız. Ama, her dersin imtihanına da giremeyiz. “
“Durum gördüğünüz gibi efendim. Bu sebeple kaygılı, bu sebeple tedirginim.”
“Başa gelen çekilir. Sana tavsiyem kendini hiç üzmemen. Züra, üzüntü problemi çözmez.” dedi.
Öğretmenim, derdimi dinledikten sonra sık sık evine götürüyordu. Bir cumartesi günü yemeğimizi yemiş, merasim alanına geliyorduk. Arkadaşlar ise bizden önce toplanmıştı. Okul başkanı kucağında bir sürü mektupla selen direğinin yanına çıktı. Ben de yerimi alıp, umutsuzca beklemeye başladım. hayret, adam benim ismimi de okuyup, mektubu üzerime doğru fırlattı. Arkadaşlarımdan biri mektubu yakalayıp ban uzattı. Zarfın üst köşesinde matbaa harfleriyle TBMM yazısı vardı. Bu harfleri görünce çok ama çok sevindim. Çünkü, bu harfler hayatıma biber katan dilleri ve önüme set çeken elleri ortadan kaldıracaktı. Zira, mektup açılmış ve okunmuştu. O yüzden ben mektubu okuma gereği duymuyordum. Elbette ben, onun içeriğini biliyordum.
Bu mektup beni, yeniden hayata döndürmüş gibiydi. Kendi kendime yeni hayaller kuruyor ve günlerce sırtımda taşıdığım ızdırabı üzerimden atmaya çalışıyordum. Ansızın enseme bir ağırlık indi ve düşecek gibi sendeledim. Ve arkadaşlarım yardımıyla da düşmekten kurtuldum. Arkama dönüp baktığımda ise o dev adam, okul müdürü başımda dikiliyor:
“Merhaba Yusuf.” diyordu.
Ben onun “merhaba”sına cevap vermeyince de:
“Ne o oğlum, bana küstün mü yoksa?”
“Hayır oğlum, olur. Baba ile oğul arasında bazen küslük de olabilir.”
“Evet efendim. Olabilir” dedim.
Müdürle aramızda geçen bu kısa konuşmadan sonra o, öğretmenlerin yanına gitti. Ben de yeni gelen mektubu çıkartıp, üzerindeki o dört harfe (TBMM) teşekkür ettim. Çünkü çok çabuk darbe vurup, dev adamı sindirmişti.
Tören bittikten sonra, açılıp okunmuş mektubu bir de ben okudum. Mektup tamamen planladığım gibi yazılmıştı. Ancak velim avukatta iki cümle yerleştirmişti. “Öğretmen olur olmaz, hemen Ankara’ya gel.” “Herhangi bir sıkıntın olursa bana yaz, gereğini yaparım.”
Anlaşılan bu iki cümle okul müdürünün mat olmasına yetmiş ve soluğu benim yanımda almıştı ve aklınca kibarca özür diliyordu.
Müdüre olan kaygımı üzerimden attıktan sonra daha rahat davranmaya, genç öğretmenlerle daha sıkı ileriye dönük düşünceler üretmeye başladık. Onlar benden tek bir şey istiyorlardı.
“Yusuf, haziran döneminde okuldan mezun olma. Mutlaka bütünlemeye kal. Lise bitirmelere başvur.(O zamanlar öğretmenler üniversite sınavlarına giremiyorlardı.) Sana biz özel ders veririz. Sen liseyi bitirirsin. Sonra da üniversiteyi, hem de siyasal bilgiler fakültesine girersin. Bize göre öğretmenlik seni tatmin etmez.” diyorlardı.
Öğretmenlerimin bu önerileri ufkumu açıyor, hayal dünyamı genişletiyordu. O yüzden de kitaplığa daha sık gidiyor ve bulabildiğim kadar bilimsel kitaplar bulup, okuyordum. Ne var ki bu arada garip şeyler de oluyordu.
Kitaplığa geldiğim zamanlar eğer, o güzel öğretmenim oradaysa hemen ayağa kalkıyor, fırsat buldukça gözlerime bakıyor ve gözlerimden kalbimin ta derinliklerine iniyor, geçmişten kalma bir şeyler bulmak için karıştırıyordu. Hani eski insanların gözyaşı şişeleri olurmuş ya, tıpkı öyle. Sonra da kalbimin her odasını, o güzel gözlerinden çıkardığı tertemiz su damlalarıyla doldurup ve çıkıp gidiyordu. Ben de her şeye rağmen bir süre onun bu davranışının etki alnında kalıyordum.
Günlerim böylece devam ederken de imtihan günleri adım adım yaklaşıyordu. Bütünleme döneminde kolayca geçebileceğim dersleri ayırıp, diğer derslere bütün gücümle çalışıyordum. Bu arada da okulda garip garip insanlar görünmeye başladı. Bu durumu merak edip, uygun bir zamanda genç öğretmenlerimin yanına gittim. Onlardan yabancılar hakkında bilgi istedim. Onlar:
“Yusuf, okulda kazan kaynıyor. Senin haberin yok mu?”
“Peki içinde kimleri pişirecekler?”
“Kazanın içinde okulun en büyüğü ve çevresi pişecekmiş.”
Benim dikkatimi çeken yabancı insanlar ise bakanlık müfettişiymiş. Uzun bir süre okulda kalıp, genel bir teftiş yapacaklarmış.
Burada ilginç bir durum vardı. Milletvekilinden bana mektup geliyor ve akabinde de bakanlık müfettişleri. İnanın bu oluşuma çok üzülüyordum.
Okuldaki bu karmaşa devam ederken, son sınıfların imtihan günleri de gelmişti. Bu sebeple, okul idaresi her ders için ayrı bir sınav salonu ve ayrı ayrı mümeyyizler oluşturmuştu.
İlk sınav, haziranın ilk pazartesiydi ve tarih dersindendi. Bu sınav için de tarih ve coğrafya odası düzenlenmişti.
Sınavın başladığı gün ben den önceki arkadaşlar imtihana girip, girip çıktılar. Sıra bana gelmişti. Mümeyyizler beni de imtihana çağırdılar. İçeri girince de hazırladıkları soruları bana uzatıp, birazcık düşünme fırsatı verdiler. Ben arka sıralardan birine oturup, sorulara göz atıyordum ki, ansızın kapı açıldı. İçeri o dev adam, o koca müdür girdi. Sonra da mümeyyizlerin yanına varıp , ayakta durdu. Kafasında bir şeyler tasarlıyor olmalı ki oturmuyordu. Bunu üzerine, öğretmenlerden biri “Gel, soruları anlat.” dedi. İlk soru ise “Cumhuriyet Anayasasını anlatınız” diyordu. Ben de:
“Anayasamız yedi bölüm ve yüz beş maddeden oluşmuştur.” dedim. Benim cümlem biter bitmez müdür devreye girip:
“Aferin Yusuf, çok güzel, çok güzel.” dedi. Ardından da cebinden kalemini çıkartıp ve bana göstererek not çizelgesine on üzerinden on yazdı. Ardından da “Çıkabilirsin Yusuf” dedi.
Bu olay kafamı iyice karıştırdı. Acaba, müdür benden ne istiyordu? Yoksa, diğer öğretmenlere bir mesaj mı yolluyordu ?
Okulda hafta içi tam 23 tür ders görüyorduk. Öyle olunca da Cumartesi ve Pazar dışında her gün imtihan yapılıyordu.
Yine bir pazartesi günüydü. O gün botanik biliminden sınav vardı. Sıra bana gelmişti. Ben de imtihan salonuna girmiştim. Komisyon da bana soracakları konuları bir kağıda yazıp bana vermişlerdi. Ben, hem sınav halindeki arkadaşı bekliyor hem de verilen soruları inceliyordum. Bir anda kapı açıldı. İçeri bizim dev adam ve yanımda da dört kişi doldu.
Adamlar içeri girer girmez kalbim, yerinde duramayan atlar gibi hoplamaya başladı. Ben ise bütün gücümle onu sakinleştirmeye çalıştım. Ama olmadı. O, hala yerine sığmıyordu.
Kalbim yerinde hopur hopur hoplarken , benden önceki arkadaş soruları cevaplamış, dışarı çıkıyordu. O çıkınca jüri beni sınava çağırdı. O arada ben de soruları kafama göre planladım. Önce en iyi bildiğim sorudan başladım, yanıtlamaya karar vererek tahtaya geldim.
En iyi bildiğim konu, bitkilerde sarmal gövdelerdi. Soruyu hem yanıtlıyor hem de tahtaya şemalarını çiziyordum. Bu arada içeri girenlerden biri ayağa kalktı. “Çok güzel, çok güzel. Ahmet Bey, öğrencilerin hep böyle mi?” dedi. Ders öğretmenim Sayın Ahmet İpekli de “Evet efendim, hep böyle.” dedi.
Bu konuşmalardan sonra içeri girenler öğretmenimi kutlatıp, dışarı çıktılar. Ahmet Bey de bana teşekkür etti. Böylece ben de derin bir nefes aldım. Buluınduğum yere sığmayan kalbimde sakinleşerek hoplamaz oldu.
Bu olaydan sonra yine kafam karıştı. Müdür benden ne istiyordu? Yoksa bir hatamı mı arıyordu?...
Mümeyyiz öğretmenler de “Yusuf dışarı çıkabilirsin.” dediler. Ben de onları selamlayıp dışarı çıktım. Öyle görünüyor ki beni bu okuldan mezun edecekler. Halbuki benim gene öğretmenlere sözüm vardı. Mutlaka bütünlemeye kalacaktım. Çünkü onlara inanıyordum. Öyleyse ikmale kalmalıydım.
Salı günü de sosyolojiden imtihan vardı. Sıram gelince sınava girdim. Sosyoloji öğretmenim rehber öğretmenimizdi. Yine elime soruların yazılı olduğu bir kağıt verdiler. Sonra da birer birer cevaplamamı istediler. Rehber öğretmen;
“Yusuf tahtaya gel birinci soruyu anlat” dedi. Ben de kağıttaki birinci soruyu okuyup, bilmiyorum efendim dedim. “ikinci soruyu oku ve anlat”. Bilmiyorum dedim. Ya öbürleri. Öbür soruları da bilmiyorum efendim.
Adam yavaş yavaş ayağa kalkıp, “Ulan senin ağzına sıçarım, sen bu soruları bilmeyecek adam mısın?” diyerek üzerime yürüdü. Adam beni imtihan salonun da dövecekti. Dışarı çıktım kendi kendime bir oh çektim. Nasıl olsa bu dersten ikmale kaldım diyordum.
Çocuk edebiyatı ve müzikten hiçbir şey yapmadım.
Sınavlar 27 haziranda sona erdi. Bundan sonra hepimiz imtihan sonucunu beklemeye başladık.
28 Haziran günü kampana çaldı. Bizleri sabah kahvaltısına çağıyordu. Bizler de yatağımızdan kalkıp güle oynaya yemekhaneye gittik. Hazırlanmış masalara oturup, çaylarımızı bekliyorduk. Bir ara başımı kaldırıp giriş kapısına baktım. O dev yapılı müdür kapıdan içeri giriyordu. O anda kalbime bir şeyler oldu. Yine hızlı hızlı çarpmaya başladı, çünkü müdür bana doğru geliyordu. Aklıma gelen başıma geldi. Adım adım yaklaşıp, başıma dikildi. Sonunda elini enseme koyup “Müjde Yusuf pek iyi derece ile mezun oldun, yani öğretmen oldun” dedi.
İşte o an ne oldu bilmiyorum. Elimdeki çatal yere düştü. Durumun farkına varan müdür, “Ne o Yusuf sevinmedin mi?” dedi. “Hayır efendim sevinmedim” dedim. Müdür iyice bozulmuştu, geriye dönüp çıktı gitti.
Dev adamın ardından ben de ayağa kalktım. Kahvaltımı yapmadan çıkıp, sakin yerlerden yürüyerek bir hayli uzağa gittim. Uygun bir yer bulup, bir süre ağladım. Çünkü genç öğretmenlerimin kurdurduğu hayal denizinin üzerine müdür gök kubbeyi yıkıyordu. Ben de içinde eziliyor ve boğuluyordum.
Son defa oturduğum ve boğulmakta olduğum hayal denizinin içinden bir peri, bana elini uzatıyordu. Az sonra o el saçlarıma dokudu. Ağlarken daldığım ve beni boğan girdaptan uyandığımda ise kütüphane öğretmenim başımda duruyor ve beni boğulmaktan kurtarıyordu. Saçlarıma dokuna o sımsıcak el onun elleriydi.
Öğretmenimi başımda görünce hemen ayağa kalktım. Onunla gögöze geldim işte o zaman çok utandım. Zira gözlerim de yaş damlaları vardı. Ben ise onları silecek vakit bulamamıştım. Gözümdeki damlaların bıraktığı yaşları gören öğretmenim:
“Yusuf, erkekler ağlar mı? Sahi sen niçin ağlıyorsun?”
“Öğretmenim, ben ikmale kalmak istiyordum. En az üç dersten hiç konuşmadığım halde beni mezun etmişler.”
“Vay vay! Şunun ağladığı şeye de bak.” dedi. Sonra da
“Hadi eve gidiyoruz. Önce karnını doyur bakalım.”
Öğretmenim o gün nöbetçiymiş. Yemekhaneden yemek yemeden çıktığımı görmüş. O sebeple de beni takip etmiş. O iyi insanın iyi kalbi aç kalmama razı olmamış. Evine gitmek istemememe rağmen ısrarına dayanamayıp, gittim.
Öğretmenim bir şeyler hazırladı ve yedik. Ancak karşımda otururken, tıpkı bir elektro mıknatıs gibi çekiyor, beni manyetik alanına alıyordu. Ben ise bu alanın içinden kurtulmak için olanca gücümle çırpınıyordum.
O, dişiliğini bazen öyle etkili kullanıyordu ki, karşı koymak oldukça zorlaşıyordu. Zira güzel kokular sürdüğü at kuyruğu saçlarını, sarı bir gül gibi yüzüme sürüyordu. Tabi ki direk olarak değil, ama akıllıca yapıyordu. Masadaki kapları toplarken ya da masayı temizlerken.
O, böyle davranırken benim de ,” Havva nın kızı böyle yapma cahilim gencim.” demek geçiyordu aklımdan.
Dostları ilə paylaş: |