Çok sıkışık durumdaydım gençliğimin deli kanı vücudumun her yerine saldırıyordu. Bir bahane bulup kaçamıyordum. İşte bu çok sıkışık anımda kapı çalındı. Hemen kapıya koştum müdürün odacısı can simidi gibi kapıda bekliyordu.
“Hayrola Hamit ağa dedim.”
“Müdür seni çağırıyor Yusuf.”
Bu olay benim için kurtuluş çağrısıydı. Öğretmenime çok çok teşekkür ederek yanından ayrıldım. Kapıdan çıkınca derin bir nefes alıp, bu durumdan kurtardığı için ona içimden teşekkür ettim. Zira denize düşen ve yüzerken yorulup batmak üzere olan biri gibiydim. Hamit Efendi ise batarken elimden tutan biriydi.
Hamit Efendi ile müdürün odasına geldik. Müdür güler yüzle karşıladı.
“Gel bakalım Yusuf otur şöyle. Artık sende bizim gibi öğretmensin.” dedi.
Ben, henüz öğrenciliği üzerimden atamadığım için, gösterilen yere oturmayıp ayakta bekliyordum. Bu arada müdür bana bir kağıt uzattı. Kağıda istek formu deniyormuş. Müdür;
“Nerelerde öğretmenlik yapacağını bu kağıda yaz ve bana ver dedi.”
Ben müdürden aldığım kağıda sadece bulunduğum ilin adını yazdım. Çünkü başka illeri hiç bilmiyordum formu doldurduktan sonra da müdüre uzattım.
Müdür bey kağıdı alırken gözleriyle, bana bir şeyler söylemek ister gibiydi. Sanırım, odacının çıkmasını bekliyordu. Odacı dışarı çıkınca ben;
“ Buyurun efendim. Bana bir emriniz mi var?” dedim.
Müdür karşımda eziliyor ezildikçe de o dev adam küçüldükçe küçülüyordu. Fakat ben ısrar ettim. Eğer bir emri varsa mutlaka söylemesini istedim. O da bunun üzerine ;
“Yusuf, bakanlık müfettişleri epeydir burada. Anlaşılan benim için iyi bir rapor vermeyecekler. Bu durumu düşündükçe korkuyorum. Senin tanıdığın millet vekili acaba bir yardımda bulunmaz mı?” dedi.
O anda kendimi çok suçlu hissettim. Koca müdür şu an da ne kadar küçülüyor ve ne hale düşüyordu. Demek ki sınavlara girip, bana bol bol not vermesinin bir amacı varmış.
O koca adamın karşımdaki küçülüşünü umarım kimse yaşamaz.
“ İnanın elimden geleni yaparım efendim.” diyerek odadan ayrıldım.
Okulun bahçesine çıktığım zaman kafam hiç çalışmıyordu. Sanki beynim durmuştu. Müdürün ezilişi gözümden hiç gitmiyordu. Nereye gideceğimi ne yapacağımı hiç bilmiyordum. Aklıma ilk gelen şey gidip bir banka oturmaktı. Ben de öyle yaptım bir banka oturdum. Orada saatlerce kaldım. Bir ara kütüphaneye gitmeyi düşündüm. Sonra da korkup oraya gitmedim. Sanki oturduğum yere çakılmıştım. Orada uzun bir süre kaldım.
Bankın üzerinde kaç saat oturdum bilmiyorum. Uyuşmuş vücudumu yemek zili uyandırdı. O, “Yemek vakti geldi. Kalk yemeğe gel” der gibi “dan, dan”edip duruyordu. Ben zilin emrine uyup, kalktığımda ise ayakta zor duruyordum. Çünkü otura otura ayak ve bacaklarım uyuşmuştu. Bir süre yürüyemedim. Ayak ve bacaklarımın açılması için üç beş kere oturup kalktım. Sonunda yavaş yavaş yemekhaneye yürümeye başladım. Ama şuursuzca yürüyordum. Beyni kafatasından çıkmış bir iskelet gibiydim. Genç öğretmenlerimin kurduğu hayal dünyam yıkılmış, okul hayatım sona ermişti. Ayaklarım ruhsuz vücudumu iç güdüler yardımı ile yemekhaneye götürüyordu.
Uyuşmuş vücudumla yavaş yavaş yemekhaneye geldim. Tüm arkadaşlarım oradaydı son defa, hep birlikte yemek yedik. Yemeğin bitiminde vedalaşarak ayrıldık. Yıllar bizi kardeşleştirmişti. Kardeşlik de bizleri ağlatıyordu.
Arkadaşlarımın vedalaşarak ayrılması beni de bir uykudan uyandırdı. Hemen valizimi hazırlamaya gittim. Sonra da genç öğretmenlerimi aradım. Ama onlar çoktan gitmişlerdi. Onları bulamayınca ben de edebiyat öğretmenimin evine gittip kapısını çaldım. O kapıyı açınca da:
“Günaydın efendim” dedim.
“Gel Yusuf içeri gel”
“Hayır efendim vedalaşmaya geldim”
“Hemen gidiyor musun?”
“Evet efendim otobüs biletini aldım.” dedim.
Vedalaşmak için elimi uzattığımda tüm benliğim titriyordu. Onun gözlerinden yine inciler dökülüyordu. Ben acele ile oradan ayrılırken O, donmuş bir peri gibi kapıda ayakta duruyordu. Onunla bugünü ve dünü yaşayarak yatakhaneye geldim orada bir süre bekleyip anılarımı tazeledim sonrada valizimi alıp yola çıktım.
Okulun yukarı tarafında okula ait bir bina vardı. Okul oradan kuş bakışı görünürdü. Binanın balkonuna çıkıp beni hayata hazırlayan okula son olarak baktım. Buradaki tüm anılarım bir bir gözümün önünden geçti. İçim burkularak buradan ayrıldım. Otobüse binip buradan ayrılırken bu yöreye son bir kez el sallıyordum.
Otobüs büyük şehre giderken okulun cümle kapısı önünden geçer. Genelde de buradan yolcu alır. Ben de pencere önünden oraya bakıyordum. Orada yine bir yolcu vardı. Yolcuyu almak için otobüs kapıda durdu. Fakat o, otobüse binmedi. Sadece el salladı. O, eliyle kalbimi , gözleriyle de dünyamı sallıyordu. Onun masum masum kapıda duruşu, gözlerinde ürettiği inci taneleri, hep kalbimi sızlatır.
Otobüs, iki üç saat sonra kurtarıcımın bulunduğu şehre geldi. Ben de hiç vakit geçirmeden ona gittim. Öğretmen olduğumu söyleyip, “Size ömrümce teşekkür ederim abi” dedim. Refik Abim de benim alnımdan öpüp, beni tebrik etti. Vakit geçirmeden oradan ayrılıp, orta okulu okuduğum ve kardeşlerimin bulunduğu şehre gitmek için yola çıktım. İlk iş olarak garajlara uğradım. Hangi vasıta daha erken giderse onunla gidecektim. İstediğim aracı bulup, araca bindim. Araba da gideceğim yere hızla yol alıyordu. Şehre bu yıl getirdiğim kardeşlerime ve ağabeyime kavuşacağım için seviniyordum. Ama bu arada, kardeşlerimle arama birileri girip, sevinç heyecanımı elimden alıyordu. Ben ise ona ta kalbimden seslenip,”Ey peri kızı. Bırak peşimi.” diyordum. Fakat o kapıda bekleyen peri kızı nakşolduğu beynimi ve girdiği kalbimi asla bırakmıyordu.
Ben, hayal aleminde yüzerken arabanın durduğunu fark ettim. Şoförse bana “Geçmiş olsun” diyordu. Çünkü son durağa gelmiştik.
Arabadan kocaman tahta valizimi alıp, babamın asker arkadaşının evine, Rahime Anne’ye gittim. Zira o zaman Mahmut Amca evde olamazdı. O, iş yerinde olurdu.
Rahime Anne beni öz evladı gibi karşıladı. Onun elini öptüm. O da beni sevdi. Benliğime, ana sıcaklığı yaydı. Beni bırakmayarak evinde misafir etti. İkinci gün abimin evine gittim. Onlar yaylaya gitmişlerdi. Ben de geri dönüp çarşıya çıkıyordum. Yolumun üzerinde iki katlı bir ev vardı. Sahibine de “Çandır Ali” derlerdi. O evin yanından geçerken Çandır Ali’nin hanımı önüme çıkıp, “Oğlum Yusuf, gel yukarı çık. Sana bir bardak ayran vereyim” dedi. Yayık da balkonda kurulu görünüyordu.
“Peki, olur teyze” dedim.
Onunla birlikte ikinci kata çıktık. Bu kere de ;
“Ayşe içerde. İçeri gir de, kızım sana ayran versin,” dedi.
O anda korktum. Aklıma kötü şeyler geldi. “Teyze, ayranı başka zaman içerim. Şimdi işim çok acele. Hoşça kal,” diyerek oradan ayrıldım ve hemen Rahime annenin yanına gittim. Zira iki ev de birbirine çok yakın. Rahime anne beni görünce,
“Ne oluyor kuzum ? Bir gidip, bir geliyorsun.” diyerek şaka yaptı. Ben de ona,
“Güzel teyzem. Başımdan bir şey geçti. Sana onu anlatmak için uğradım.”
“Hayrola kuzum, kötü bir şey mi ?”
“Orasını bilemem. Ben anlatayım, sen karar ver.”
“Hadi anlat bakalım kuzum.”
“Bekçi Ali var ya, onun hanımı önüme çıkıp, ‘Yusuf, yukarı gel. Bir bardak ayran iç,’ dedi. Ben yukarı çıkınca da ‘Ayşe içerde. İçeri gir de ayranı o versin’ dedi. Ben de korktuğum için içeri girmeyip, oradan kaçtım.”
“Çok iyi etmişsin kuzum. Anayın alkışı başındaymış. O sebeple iyi bir tuzaktan kurtulmuşsun.”
“Rahime teyze, nasıl bir tuzaktı bu?”
“Kuzum o kadının arı değil karı. Büyük kızını da öyle bir planla birinin başına sardı. Sen o cadının kurduğu tuzaktan iyi kurtulmuşsun.”
Rahime Teyze ile hem sohbet ettik, hem de o güzel elleriyle hazırladığı kahvaltıyla karnımı doyurduktan sonra,
“Rahime Teyze, valizimi size bırakacağım. Ben bir süre dolaşıp, arkadaşlarımı ziyaret edeceğim.”
“Olur yavrum. Güle güle git.”
Sıcaklar iyice başlamış, durumu iyi olanlar hep yaylaya göçmüşlerdi. İlkokulu yanında bitirdiğim ağalar da yaylaya taşınmışlardı. İlk önce onları ziyarete gittim. Ağanın hanımı çok sıcak karşıladı. Bana, biraz değer verir gibi görünüyordu. Hayret ! İlk defa aynı masada yemek yiyorduk. Ben bu duruma inanamıyor, “ Yoksa bu işin ardında bir çapanoğlu mu var ?” diyordum.
Bir sabah kahvaltı yaparken ağanın hanımı ortaya ‘pat’ diye bir fikir attı:
“Yusuf, artık öğretmen oldun. Öğretmenlik iyi bir meslek. Ancak köylerde bekar öğretmenin okuluna kız öğrenci göndermezler. Zengin bir kız var. Seni onunla evlendireyim. İlerde rahat edersin,” dedi.
“Teşekkür ederim ablacığım. Ben şu anda evlenmeyi düşünmüyorum. Çünkü bir süre kendimi dinlemek istiyorum.”
“Sen bilirsin Yusuf. Bence bu fırsatı kaçırmasan iyi olur.”
“Sağol abla. İzin ver. Biraz düşüneyim. Olmaz mı ?”
“Peki olur. Kararını bana bildir.”
Evet, gelişim düşündüğüm gibiydi. Bu iltifatın bir bedeli hazırlanıyordu. Ama ben kesin karar vermiştim. Beni üçüncü sınıf bir vatandaş gören zihniyete asla ödün vermeyecektim. Ayrıca, zengin bir kadının varlığı altında ezilmek istemiyordum. Çünkü ben, her türlü zorluğu yenerek ayağının üzerinde duran biriydim. Öyle olunca da yaşam biçimime ortak olacak kişiyi kendim bulmalıydım.
Tüm bu konuşmaların ve kahvaltının bitiminde ağanın hanımından izin isteyip, evden ayrıldım. Bu kez yönümü baba ocağıma döndüm. Köyüm yaya olarak en az üç saatlik uzaktaydı. Ama ben yol yürümeye alışıktım. Ayrıca geçeceğim yerler çok güzeldi. Bu sebeple hemen yola çıkıp, dağları tepeleri aşmaya karar verdim. Tepelere çıkıp, derelere iniyor, yemyeşil ağaçların arasından geçiyordum. Buz gibi pınarlardan su içiyor, cıvıl cıvıl kuş sesleri arasında yol alıyordum. Bu güzellikler içinde yürürken geleceğimle ilgili çeşitli fikirler üretiyor, çeşitli hayaller kuruyordum. Bu fikirlerden en önemlisi ise belli bir süre için kesinlikle evlenmemekti. Hele de bir zengin kızıyla asla. Çünkü onların insanları nasıl küçümsediklerini çok iyi biliyordum. Bir kere de böylesi bir evliliğe kendim tanık olmuştum.
Kapısında ilk defa içeri girdiğim okulun bir öğretmeni vardı. Onun da Bahire adında bir hanımı. Bahire hanım bir zengin kızıydı. Kocası ise benim gibi bir köylü çocuğu. O kadının eşine nasıl davrandığını görmüştüm. Kocasını eşi değil, bir uşak gibi görmüştü. Devamlı olarak öğrencilerin önünde küçük düşürüyordu. Ben ise o bayanın davranışları karşısında kendi kendime utanç duyuyordum. Bu nedenle kesin olarak zengin biriyle evlenmemeye kararlıydım.
Ağanın hanımı da bir zengin kızıydı. Onun, bir kolunun dirseğinden aşağısı olmayan çolak ve çok güzel bir bacısı vardı. O kız aklıma geldikçe hem üzülüyor, hem de “asla olmaz” diyordum.
Yarınıma yönelik problemler kurup çözerek yürürken, Uzun Ali’nin evine geldim. Meşe ormanı arasında pırıl pırıl bir ev, önünde oldukça yüksek bir çardak ve çardaktan etrafı çınlatan bir ses;
“Ulan Yusuf, neden doğru geçiyorsun ? Hele biraz yukarı gel.” diyordu.
Kulağımın hiç yabancı olmadığı bu ince ve tiz ses Rukiye ablamın sesiydi. Ben çocukken, minicikken çok iyiliği dokunmuştu. Rukiye abla, o nur yüzlü Ayşe Nine’nin ve alim insan Kasım Hocanın kızıydı. Onu kırmayıp, çardağa çıktım. Bana sitemli ve kızgın bir şekilde,
“Ulan çocuk! Sen beni atlayıp, nasıl gidersin ? İnsan ablasına uğrayıp, karnını da doyurduktan sonra yoluna devam etmez mi?” diye söylendi.
“Kusura bakma ablacığım. Beni bilirsin biraz çekingenim. Seni rahatsız etmek istemedim.”
“Aferin Yusuf! İnsan ablasından çekinir mi ? Amma yaptın ha!”
“Tekrar özür dilerim. Bir daha olmaz. İzin ver de artık gideyim.”
“Karnını doyurmadan asla göndermem. Geç de biraz uzan çardakta. Ben bir yemek hazırlayım.”
“Peki abla.”
Rukiye Ablam mutfağa gidip, kızına gerekli talimatlar verdikten sonra yemek hazırlanana kadar onunla hoş beş ettik. Bana çocukluğumu, İsa Ali ve hanımının yaptıklarını anlatmaya başladı. Hoşça bir zaman geçiriyorduk. Bu arada kızı yemeğimizi getirdi. Yemekten sonra gitmek için izin istedim ve Rukiye abla da bütün sıcaklığıyla bana iyi dilekler dileyerek yolcu etti.
Ben küçücük bir çocukken Rukiye Ablam yetişkin bir kızdı. Beyaz ve oval yüzlü, kocaman ela gözlü ve simsiyah saçlı bir hanımefendi. Onu hep öz ablam gibi sevdim ve saygı duydum. Dilerim ömrünün sonuna kadar mutlu yaşar.
O güzel insanın evinden ayrılalı epey bir zaman olmasına rağmen onu hala yanımda hissediyordum. Ben yürürken, o da benimle yürüyor ve bana yoldaş oluyor gibiydi. Beni geçmişe öyle bir döndürmüştü ki; sıkıştığım zaman elimden tutuşunu, aç kaldığım zaman beni doyurduğu günleri yeniden yaşıyordum sanki.
Köyüme vardığımda hala çocukluğumun o buruk günleri gözümün önünden geçiyordu. Köyde üç abim vardı. Yol yorgunluğumu atıp, iyice dinlendikten sonra abilerimle birlikte ekin biçmeye gittik. Ekin biçme işimiz de bitince, “Abi, ben arkadaşlarımı ziyarete gideceğim. Herkes bana harçlık versin.” dedim.‘Damlaya damlaya göl olur.’ misali epeyce param oldu.
Bir sabah büyük abim kaldırdı,
“Hadi sıcak kızmadan yola çık. Şehre varınca babamın asker arkadaşı Cuma Emmi gile uğra. Sana sahip çıkarlar.” dedi. Ben de yaz gününün verdiği uyuşuklukla zoraki yataktan kalktım. Kahvaltıdan sonra abilerimle vedalaşarak yola koyuldum.
Dereleri, tepeleri geçerek çoban dağına geldim. Koca dağları yararak yüze çıkan buz gibi suyun başına oturup, biraz dinlenmek istedim. Yakındaki değirmende un öğütmek için gelen köylülerden biri sıcacık bir çörek ve taze domates verdi. Yurdumun bu cennet köşesinde, çınar ağaçlarının gölgesinde karnımı doyurduktan sonra tekrar yola çıktım.
Şehre geldiğimde henüz ikindi olmamıştı. Çarşıda birkaç kişiye Cuma Emmi’nin evini sordum. Burası fazla büyük bir yer olmadığı için bulmam pek zor olmadı. Çam ağaçlarının arasından yürüyerek eve vardım ve evin hanımına kendimi tanıttım. Kadıncağız çok sevindi. Bana sıcak bir ilgi gösterdi.
Burada onbeş gün kadar kaldım. Cuma emminin üç oğlu, bir de kızı vardı. Oğlanların ikisi büyük, biri benim akranımdı. Adı Uğur olan akranımla çok iyi arkadaş olduk. O, beni bırakmak istemiyordu. Uğur’la anlaşarak bir kamyon karpuz getirttik. Şehrin uygun bir yerine döküp, karpuzları sattık. Elde ettiğimiz karı da kardeş payı yaparak paylaştık. Böylece hayli param olmuştu.
Öte yandan, bu kadın milletine ne oluyor bilmiyorum? Nereye gitsem beni evlendirmeye kalkıyorlar. Cuma Emmi’nin hanımı Ayşe Teyze de bu konuda baskı yapmaya kalktı. Eve ne zaman gelsem, kapının önünden kızlar geçmeye başlıyordu. Anlaşılan, Ayşe teyze boş durmamış. Bir bahane uyduran eve geliyordu.
Bu durum benim huzurumu bozdu ve şehirden ayrılmaya karar verdim. Halbuki Uğur’la birlikte karpuz satmaya devam edip, para kazanacaktık. Ama olmadı. Bir mazeret uydurup, Ayşe teyzeden izin aldım. Ahmet, Ergün abi ve Uğur kalmam için çok ısrar etti ama kalmadım. Herkesle vedalaşarak ayrıldım.
İkinci bir ilçeye gitmek için yola çıkıp, beklemeye başladım. Bu ilçede birbirinden değerli üç arkadaşım vardı. Amacım onlarla buluşup, hoşça vakit geçirmekti. Ulu çınarın dibinde epeyce bekledikten sonra bir kamyon geldi. Kamyona binip,gideceğimiz yöne doğru yol almaya başladık. Ne var ki etraf çok güzel, yollar çok bozuktu. Yarabbim ne bozuk yollar bunlar ! Kamyon kayaların üzerinden geçiyor, taşlara çarpmasın diye kafalarımızı saklıyoruz. Şoför bir hata yapsa, yüz-yüzelli metre aşağıdaki Göksu’ya uçmak içten bile değil. İlçeye geldiğimizde bu korku dolu yolculuk bittiği için derin bir nefes aldım.
Bu ilçe karşılıklı iki dağın arasına kurulmuştur. Bazıları burayı ‘eşşek semeri’ diye tarif eder. Ama çok güzel bir yer. Dağlar, yemyeşil orman ve şarıl şarıl akan buz gibi sular, her yer bağ bahçe, başlı başına bir hayattı.
Bu ilçeye gelince altı yıl birlikte okuduğum Süleymanlar a gittim. Güzel bir ev yaptırmışlar bin bir emekle yaptırdıkları bu evin bir odasını da bana verdiler. Bende eşyalarımla odaya yerleştim. Odanın yola doğru bakan büyük bir penceresi var.
Ev sahibi Hamza Emmi ve hanımı Sultan Teyze iyi iki insan. Hamza Emmi ev için iki anahtar yaptırmış, Sultan Teyze de bu iki anahtardan birini bana verdi. “ kuzum bu anahtar sen de dursun. Eve geldiğin zaman belki biz evde olmayabiliriz. Çünkü arada bir köye gidiyoruz.” dedi.
Ben bir süre sabahleyin bir sürede öğleyin çarşıya çıkıyor, sıkıldıkça da eve dönüyordum. Evin etrafı sakin olunca da bol bol İngilizce çalışıyordum. Yaz mevsimi olduğu için yola bakan pencerem acıktı. Bir ara pencerede bir gölge belirdi. Başımı kaldırıp pencereye baktım. Pencerede çok güzel bir kız duruyordu üstelik çok güzel de giyinmişti. Eliyle işaret edip göğsüne vurarak “Beni alır mısın beni alır mısın?” diyordu. O anda benim dilim tutulmuştu, kertenkele gibi başımı salladım. O güzel kız ise “Mektup yaz, mektup” diyerek hızla uzaklaştı.
Ben bu durumdan hiçbir şey anlamadım. Kafam bozuldu. Tanrım hiçbir yerde huzur bulamayacak mıyım diyerek giyinip çarşıya çıktım. Kafam hep o kızın tavrına takılıydı ve bir kızın bu tavrı beni çok üzmüştü.
Akşam olunca herkes eve döndü. Sultan Teyze yemeğimizi verdi. Yemek bitince ben;
“ Bugün başıma bir olay geldi dinlerseniz anlatayım.”
Sultan Teyze merakla
“ Hayrola kuzum?”
“Öğlen sonu ben ders çalışıyordum pencereye bir kız geldi. Göğsüne vurarak, beni alır mısın beni alır mısın? dedi. Sonra da kaçıp gitti. O gittikten sonra bende pencereden baktım. Komşular geliyordu onlardan korkmuş”
Sultan Teyzem çok üzülmüştü.
“ Aman kuzum bizlerden birinin olmadığı zaman eve gelme.”
“ Niçin gelmeyeyim teyze?”
“ Yusuf, o ailenin kızları birer baş belasıdır. Onlar beş altı tane kız kardeş, her biri birilerinin başına bela oldu. Bu da sana bir tuzak hazırlamak istiyor.”
Hamza Emmi de Sultan Teyze’mi doğruluyordu.
Bunun üzerine ben de eve gelmeyi de ders çalışmayı da bıraktım.
Zamanım türlü olaylarla geçiyordu. Ben de önüme çıkan herkesi devre dışı bırakıyordum. Örneğin; ağanın hanımının bulduğu zengin kızını, Ayşe teyzenin organize ettiği kızları. Ama ne var ki çekirge bir sıçrar iki sıçrar ve üçüncüye düşer. Anlaşılan bu kez Sultan Teyze’yi ekarte edemeyeceğim. Zira O mantıklıca konuşuyor “ Yusuf sen de oğlum da evlenmelisiniz.” Aksi halde köylerde aç kalırsınız. Üstelik de bekar öğretmenlerin okuluna köylülerimiz kız çoçuğunu göndermez. Tüm bu sebeplerden dolayı evlenmeniz gerekir.” dedi.
Al sana bir kaya nerene dayarsan daya derler ya Sultan teyzede vurdu bir kaya.
Burası son durağımdı artık gideceğim yer kalmamıştı. Öyle olunca da “Sen bilirsin Sultan Teyze.” demek zorunda kaldım.
Bunun üzerine gece gündüz uzun uzun düşünmeye başladım. Sultan Teyzem gerçekten haklıydı. Ama evlenmek zor bir işti. Bunun içinde rezil olmak da vezir olmak da vardı. Öyle olunca da ince eleyip sık dokumak gerekti.
Günlerce düşündükten sonra baktım ki “Bütün yollar Roma dan geçiyor.” Ben de kafama uygun geleceğine inandığım birini bulursam evlenmeye karar verdim. Bu kararı da çok sevdiğim arkadaşım Eray’a açmaya karar verdim.
Geçmişte Eray’a çok yardım etmiştim. Bu nedenle Eray beni kardeşinden çok severdi. Ben de geleceğimle ilgili kararı Erayla paylaşmalıydım. O sebeple çarşıya çıkıp onu buldum.
Eray’ı bulunca başıma gelen olayları anlattım.“Eray tüm şartlar beni evlenmeye zorluyor. Ne yapmalıyım nasıl bir yol izlemeliyim? Benim karakterimi bilirsin bu yöre de bana uygun biri bulunur mu?” dedim. O da:
“Yusuf abi, burada senin kafana uygun iki tane kız var onlarda benim dayımın kızlarıdır. Eğer görmek istersen seni onlara götüreyim. Çünkü onlar dışarı çıkmazlar ve ayrıca çok üzgünler.
“Hayrola Eray niçin çıkmazlar ve neden üzgünler.”
“Bahar vakti anneleri öldü. O yüzden dayımla kalıyorlar.”
“Eray bu çok üzücü bir olay yapacağımız hareket yanlış olmaz mı?”
“Hayır olmaz çünkü onlar tahsilli kişiler. Biri bu yıl öğretmen oldu diğeri de okuyor, öğretmen olacak. Eğer bunlardan birini beğenirsen çaresine bakarız.”
“Peki Eraycım yiyip içmeyiz ya gidip görelim.” dedim.
Bir akşam vakti Erayla şehirden çıktık. Kırları dolaşıp manastırı gezdik.
Bağ ve bahçeleri dolanarak bir eve geldik. Ev bir caddenin kenarındaydı. Evde de esmer güzeli irı bir adam vardı. Eray:
“Merhaba dayı.” dedi.
“Merhaba yeğenim. Gel bakalım gel, seni çoktan beridir görmüyorum nerelerdesin? Biraz oturalım şöyle”
“Peki dayı” deyip ekledi.
“Abi sende gel bu benim dayım yabancı değil.” dedi.
Ben ve Eray dayının gösterdiği yere doğru yürürken dayı da “Kızlar buraya sandalye çıkarın.” dedi. Çağrıya uyan kızlar ikişer sandelye ile dışarı çıktı. Sandalyeleri uygun yere koyduktan sonra da bize sıra ile “hoş geldiniz” dediler.
Kızların ikisi de güzeldi fakat onlar bizimle hiç konuşmayıp hemen içeri girdiler. Bizde kızların babası ile biraz sohbet edip ayrıldık. Eray yolda bana;
“Yusuf abi doğru söyle kızları beğendin mi?”
“Eraycığım ilk bakışta ikisi de güzel göründü ama ben alıcı gözü ile bakamadım ki geldikleri gibi geri gittiler.”
“Pekala o zaman başka bir plan düşünelim.”
“Hayrola Eray, aklından neler geçiyor?”
“Ben kızlara, bir akşam yemek hazırlatırım. Yemeğe seni de çağırırım. Sen o zaman alıcı gözle mi, satıcı gözle mi bakarsın, nasıl bakarsan bak. Oldu mu ?”
“Eraycığım, sana çok teşekkür ederim. Benden istediğin bir şey var mı?”
“Elbette var. Yemeğe gelirken bol bol meyve alacaksın.”
“Emrin olur, meyvenin lafı mı olur?”
Konuşmalar ve planlarımız sona erdikten sonra birbirimizden ayrıldık. Eray baba evine, ben de Sultan Teyze’nin evine doğru yol aldık.
Sultan Teyze köydeki işini bitirmiş, genellikle evde kalıyordu. Ben de çarşıya gitmeyi azaltmış, boş verdiğim derslerime çalışmaya ve özlediğim kitaplarımı okumaya başlamıştım. Tam bir kitabın içinde kaybolmuştum ki, “Yusuf Abi, Yusuf Abi “ diyen bir ses duydum. İyice kulak kabarttığımda bu sesin Eray’a ait olduğunu fark ettim. Kalkıp, onu içeriye çağırdım. Ama Eray, “Sen dışarı çık, sana söyleyeceklerim var.” dedi. Heyecanla dışarı çıktım ve kolkola çarşıya doğru yürümeye başladık. Ben merakla,
“Eray, merak ettim. Nedir söyleleyeceklerin?”
“Ben dün dayımın evine gittim. Kızlarla konuştum, onlar yemek hazırlayacaklar. Akşama dayımlara gidiyoruz.”
“Peki benim meyve dışında yapacağım başka bir şey var mı ?”
“Biraz da tatlı alsan iyi olur.”
Bunun üzerine Eray’ı şehir parkına doğru yolladım. Ben de meyve alıp, onları bir dükkana emanet ettikten sonra tekrar Eray’ın yanına gittim. Eray’la bir müddet parkta oturduk. Sanki akşam bir türlü olmayacakmış gibi geliyordu. Heyecanla karışık endişe içinde vaktin gelmesini bekliyordum. Müezzin minareye çıkıp da akşam ezanını okumaya başlayınca çocuklar gibi sevinmiştim
Eray’la yavaş yavaş yerimizden kalktık. Önce çarşıya gidip, emanet etmiş olduğum meyveleri aldık ve dayının evine doğru yürüdük. Eve geldiğimizde kızlar karşıladı bizi. Sanki ne niyetle geldiğimizi anlamış gibi, güzelce giyinmiş ve nezih bir sofra hazırlamışlardı.
O akşam afiyetle bir yemek yemiş ve dayının kızlarını yakından tanıma fırsatını da elde etmiştik.
Öğretmen olan tam da hayallerimdeki gibiydi. Ondan çok etkilenmiştim.
Yemeğin ardından, dayının evinden ayrıldık. Arkadaşım Eray haklıymış. Ona teşekkür ederek, “Beni benden iyi tanıdığını biliyor musun?” dedim. O’da:
“Yusuf Abi, uzun yıllar bir arada olduğumuzdan, bırakın da sizi bu kadarcık tanımış olayım” dedi.
Eray’la bir süre yürüyüş yapıp, bol bol sohbet ettik. Fakat, gece yaklaştığı için ayrılıp, evlerimize gittik.
Sultan teyzem, sabah kahvaltısına uyandırdığı zaman, vakit bir hayli geçmişti. O bana kızgın bir tavırla;
“Yusuf Efendi, söyle bakalım. Akşam niçin geç kaldın?”
“Sultan Teyze bu bir sır. Eğer kimseye söylemezsen sana açıklarım.”
“Söz ulan. Elbette kimseye demem. De hele de.”
“Sen bana illaki evlen diyordun ya. Senin elinden kurtulmak için ben de kız görmeye gittim.”
“Gördün mü ya kuzum.”
“Evet gördüm.”
“Kız güzel mi? Onu beğendin mi.”
“Evet Sultan Teyze. Ama o beni beğenir mi bilmem.”
“Vay vay. Hangi kız seni beğenmez. Seni beğenmeyen kızın aklına şaşarım.”
Dostları ilə paylaş: |