Adamın bu yapısından adeta korktum. O nedenle hiç tanışma ihtiyacı duymayıp makamından ayrıldım.
Merdivenleri ağır ağır inerken kendi kendime “bu adamın yüzünde Rabbi yesir yok. İşim buna kalırsa asla iş bitirmez” diyor korku ve büyük hayal kırıklığı ile yıkılıyordum. Öyle olunca da aylaca dopdolu olan hayal dünyam boşalıyor, onun yerini dayının oğlu Önder’in kara hayali doluyordu.
Evet, bu durumdan sonra mahzun olmuştum. Kalbi kırık, boynu bükük yürüyordum. Tıpkı bir behlül gibiydim. Bu halimle akşam eve geldim.
Evde bir gece kaldım. Huzurum iyice kaçtığı için zaman hiç geçmiyordu. Halbuki sayılı gün tez geçer derler. Ben de bitmeyen bu zamanı bitirip, o kirli pasaklı ve o kadarda sevimli öğrencilerimin yanına dönmeyi karar verdim. Zira, onların yanında çok mutlu oluyordum.
Doğu illerinde görev yapanların bir hasta yada on beş gün rapor alıp, göreve geç döndüklerini biliyorum. Ama ben öyle yapmadım. Beni mutlu eden çocukların yanına iki gün önce döndüm. Getirdiğim eşyaları koymak için lojman kapısını açtım. İçeri girerken gözüme kapının altına itilmiş bir zarf ilişti. Zarfı yatağın üzerine attım. Çok yorgun hissettiğim için biraz dinlenmek istiyordum. Bir yandan üzerimi değiştiriyorum, öbür yandan da yatağın üzerine fırlattım zarfı merak ediyordum. Bu sebeple hemen kendimi pencerenin önünde beni bekleyen yatağın üzerine attım. Sonra da günlerce benim gelmemi bekleyen mektubu açtım. Zarfın içinde tebrik kartı çıktı. Kartın üzerindeki yazıyı hemen tanıdım. O da edebiyat öğretmenimden geliyordu.
Yatağa boylu boyuna uzandım. Sonra da muhterem öğretmenimin gönderdiği tebrik kartını okudum. Uzun bir süre sinema seyreder gibi geçmişin o güzel günleri yaşadım. Hani o büyük adam, o Türk devletinin kurucularından İsmet İnönü “Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer” demişti ya tıpkı öyle oldu. O munis öğretmenim kafamdaki kara hayalleri kovup yerine güzel hayalleri yerleştirdim. Teşekkürler sana iyi insan. Mümkün olsa da dünyayı ters döndürüp o güzel günleri geri yaşasam.
Aradan bir hayli zaman geçmişti. Tatlı bir rüyadan uyanır gibi kalktım. Üstüme çeki düzen verdim. Bucak müdürlüğüne gittim. Gelen yazıları kaydedip, dosyaladıktan sonra da karakola çıktım. Bir süre vakit geçirdikten sonra da evime döndüm.
Okulun açılmasına daha iki gün vardı. Bu boş zamanımı değerlendirmek için dağlara, kırlara çıktım. Önce geceleri pırıl pırıl yanan Garzan Dağı’nı sonra da merak ettiğim diğer yerleri dolaştım. Dolaştığım yerlerin en ilginci ise Şimiz’in güney yöresindeki meşe ormanlığı idi. Burada bir tarih yatıyordu. Meşeliğin altında o kadar çok yer altı evi vardı ki şaşakaldım. Tıpkı şu anın yeryüzü evleri gibiydi. Her evin iki-üç tane odası vardı. Evleri gezdikçe burada bir ordu gizlenir yada atom bombası tesir etmez diyordum.
Ben gezeceğim yerleri bitirmeden pazartesi geldi. Özlemle okulumu açtım. Ve hasret kaldığım çocukları sabırsızlıkla beklemeye başladım. Onlar ışıl ışıl gözlerle okula geliyor. Ve ben de her okula gelene yanımda getirdiğim hediyelerden veriyordum. Onlar hediyeleri alıp sevinince ben de mutlu oluyordum.
Bana sabah kahvaltısı gibi gelen bu hoş vakitten sonra tören yaptık. Törenin bitiminden sonra onları sınıfa aldım. Kural gereği de sabah yoklaması yaptım. Küçüğünden büyüğüne hepsi okula gelmiş. Yoklamanın bitiminde birinci sınıfların okutulması ile görevlendirdiğim tüm çocuklar yarışırcasına parmak kaldırdılar. Ben de merakla onlara:
“Hayrola çocuklar, gelir gelmez benden ne istiyorsunuz?”
“Öğretmenim biz alfabeyi bitirdik” diyorlardı. Öğrencilerimin bu haberi üzerine diğer sınıfları ödevlendirip, minik öğrencilerimle uğraşmaya başladım. Onları numara sırasına göre çağırıyor, alfabeden türlü yerler okutuyordum. Hepsi de gösterdiğim yerleri hatasız okuyorlardı. Bu duruma şaşırıp kaldım. Bir hafta içinde bir kitabı okuyup bitirmek gerçekten zor bir işti. Bir ara konu başlıklarını kapatarak okuttum. Bu arada tahtaya yazıp astığım fişleri okuttum. Onları da okuyorlardı.
Bu durum beni çok sevindirdi. Çocukların bu halinden şu anlam çıkıyordu. “Biz çözülmeye hazırız” diyorlardı. Böyle olunca da ben yeni bir karar verip, ayrı ayrı öğrencilere yine aynı minikleri verip, alfabeyi bu kez heceleyerek okutmalarını söyledim.
Aradan kısa bir süre zaman geçmişti. Okulun en akıllı çocuğu MAMO parmak kaldırdı. Onu ayağa kaldırıp:
“Güzel kızım, ne istiyorsun?” dedim. Hano:
“Öğretmenim çocuklar okumayı söktüler. İstediğimiz her şeyi yazıp okuyabiliyorlar.” Dedi.
“Hano, doğru söylüyorsun, değil mi kızım?”
“evet öğretmenim, istenen her şeyi yazıp okuyorlar.”
Bu çok güzel haber üzerine ilk dersi bu miniklere ayırıp, numaralarına göre tahtaya kaldırdım. Her birine az heceli kısa cümleler yazdırdım. Onlar cümleleri yazarken ben hayretle onlara bakıyordum. Ve gözlerime inanamadım. Bu durum karşısında sevincimden dilim tutulmuştu. Kendi kendime bu minikler beni ipnotize ediyor diyordum.
Bir süre düşündükten sonra kendimi toparladım ve onlara:
“Sevgili çocuklarım, mesleğimin ilk yılında siz bana, en büyük hediyeyi verdiniz. Hepinize sonsuz teşekkür ediyorum ve bu başarınızdan ötürü size yarına kadar izin veriyorum. İstediğiniz gibi gülün oynayın” dedim.
Onlara izin verdikten sonra evime çekilip uzun uzun düşündüm. Benim için bu bir mucizeydi. Evet, bu asıl oluyordu? Gerçekten eğitimin başı sevgi miydi? Yoksa başka etkenlerde var mıydı.
Kafama takılan bu düğümü çözmek için bir hafta düşündüm. Ardından da köyde bir inceleme yapmaya karar verdim.
Bir Pazar günüydü köye çıktım. Öğrencilerimden birini çağırıp, köy bekçisini arattım. Çünkü bekçi olmadan köyü gezemezdim. Zira, her evin yanında büyük kurt köpekleri vardı. Ayrıca köyden biri olmadan hiçbir eve giremezdim.
Bucak müdürlüğünde bir süre bekledim. Nice sonra öğrencim bekçiyi bulup getirdi. Adam gelince de öğrencim, bekçi ve ben üçümüz birden köyün içine daldık. Bu arada da öğrencime “oğlum önce birinci sınıftaki arkadaşlarını evlerine götür. Ben bilhassa onların yaşamlarını görmek ve öğrenmek istiyorum” dedim.
Köylünün mağara evlerini bildiğim için yanıma bir el feneri alıştım. Bekçinin yardımıyla da öğrencinin gösterdiği ilk eve girdik. O kapkaranlık evin içini görmek için feneri yaktım. İçeride ilk olarak gözlere bir sürü direk çarpıyordu. Bu direkler o karanlık mağarayı ayakta tutuyordu. Sonra bir duvar dibinde dolu dolu çuvallar ve çuvalların yanı başında kocaman bir küp duruyordu. Bekçiye bu küpün görevini sordum.
“Efendim, bu küpler bizim et ambarımız.” Ben şaşkın şaşkın:
“Allah, Allah! Et ambarda ne oluyor, bekçi?” dedim.
“Öğretmen bey, bu küpten her evde vardır. Sonbahar ayında bu küpleri dolduracak kadar koyun keseriz. Kesilen koyunların etlerini iyice kavurup bu küplere doldururuz. Kış boyunca küplerden çıkartıp, çıkartıp yeriz. Büyük küpün yanındaki şu küçük küpte de tereyağı bulunur. Onu da yemeklerimizde kullanırız.” Dedi.
Sanırım ağzım bir karış açık kalmıştı.
Sırayla diğer evleri de dolaştım. Hep aynıydı. Gezerek, görerek ve inceleyerek iki şeye tanık oluyordum. Birincisi, Miro ağa diğer ağalara benzemiyordu. Bu yüzden her köylü aynı şeylere sahip. Bana göre bu farklı bir inanışa sahip tek köy oluşlarıydı. İkincisi ise; çocuklar iyi besleniyordu. Ama besinleri; et, süt, tereyağıydı. Bu zekanın en büyük gelişme faktörüydü. Bu durumu gördükten sonra büyük üzüntü duymaya başladım. Eğer bu yörelere üvey evlat muamelesi yapılmasa ve de ağa buyruğundan kurtarılsa kimbilir ne beyinler ve ne zeki insanlar çıkar ortaya.
Artık kesin olarak şuna inanıyordum bu çocuklar hayvansal ürünlerle beslendikleri için çok zekiydiler. Bu zekaya sevgiyi de ekleyince yani, zeka+sevgi çifte kuvvet oluşup hedefe çok erken varılabiliyordu.
Çok mutluydum. Çünkü, çocuklarım çok çalışkandı. Zira, onlar verdikçe alıyorlardı.
Çocuklarımı ödüllendirmek için hafta sonu şehre gittim. Her çocuk için iki tane masal kitabı aldım. Kitapların toplamı 32 tane ediyordu tek amacım çocuklar isterken devamlı vermekti.
Pazartesi günü her öğrencime bir kitap verdim. Başlarına beşinci sınıftan birer öğrenci görevlendirdim. Minik çocuklara bir saat kitap okutacaklar, bir saat de oyun oynayacaklardı. Hatta, mutlaka her çocuğun kendi kitabını okumasını sağlayacaktım. Kitabı bitiren kişi ise kendinden sonrası ile kitap değişip, o kitabı da okuyacaktı. Eğer bu düşüncemi uygulayabilirsem birinci turda her çocuk on altı kitap okumuş olacaktı.
Büyük çocuklarım bu planımı miniklere başarıyla uyguladılar. Zira, minilerimi ayrı ayrı kontrol ettim. Ve hepside her kitabı güzel güzel okuyordu.
Bunun üzerine hiç vakit geçirmeden önceki dağıttığım kitapları toplayıp, tekrar birer kitap dağıttım. Verilen kitapları sevgiyle ve heyecanla alıyorlardı. Onlara yine aynı metodu uyguladım.
Netice olarak dağıttığım ikinci tur kitapları da herkese okutturdum. Sonunda ortaya müthiş bir tablo ortaya çıktı. Masal kitaplarıyla yetinmeyip, diğer sınıfların kitaplarından parçalar da okuttum.
Bu kirli pasaklı minikler birer afacandı. Çünkü mesleğimin ilk yılında harikalar yaratarak bana en büyük armağanı veriyorlardı. Çocuklarım okuma içlemini öğrendikten sonra özenle yazıp tahtaya astığım fişleri toplayıp kaldırdım. Çünkü artık fiş ile ilgimiz kalmamıştı. Bunun yerine miniklere Türkçe dersi baş olan diğer sınıfların kitaplarından dağıttım. Başarılarından dolayı kirli minikleri sevip onları kucaklamam diğer sınıfları etkiliyordu. Bu sebeple onlarda oldukça çaba harcıyorlardı. Sıranın onlara geldiğini fark ediyordum. Amacım ödüllendirerek onları daha da kamçılamaktı.
Bu fırsatı hiç kaçırmamak için uygun bir zaman bulup hemen şehre gittim. Şehirden ödül olarak verilecek kalem, defter ve kitap aldım. Güzel ödev yapana kalem, güzel problem çözene defter, iyi okuyana da kitap vererek ödüllendirmeyi planladım. Yada ben daha iyi ödev yaptım, sen defter aldın, ben ise kalem aldım tartışmaya meydan vermek istemiyordum. Bu düşüncelerimi de çocuklarıma açıkladım.
Bu plan çok iyi işliyor. Onların arasında büyük bir rekabet başlıyordu. Ve bu her sınıfı sınıf üstü düzeye taşıyordu.
Öğrencilerimle bu çalışmaları yaparken, ikinci karne dönemi yaklaşıyordu. Ben de büyük bir hazla öğrencilerimle çalışıyordum.
Durum böyleyken günün birinde ve erken saatte okula göbekli bir adam geldi. Gelen adam müfettişmiş. Kendini tanıttı. Adı Fikri Şendurmuş. Sonra da benim adımı sordu. Daha sonra ben de kendimi tanıttım. Ben ona daha sonra sınıfları tanıttım. Sonra arka köşeye çekilip bekledim. Müfettiş büyük bir gariplilik ile tahtaya baktı ve ansızın geri dönüp:
“Hocam, hani fişler?”
“Efendim, fişler önünüzde” dedim
“Hani fişler, hani” diye tekrar gürledi.
Bu durum karşısında yerinden kalkıp yanına gittim. Adamın şaşkınlığı hala üzerindeyken, ben yine arka tarafa varıp adamı takibe başladım. Adam, önce birer birer tahtaya kaldırdı. Çeşitli cümleler söyleyerek yazdırdı. Ne var ki bir boşluk bulamadı.diğer sınıflardan kitap alıp, okuttu. Herkes çok güzel okuyordu. Adamcağız bu konuda da bir boşluk bulamadı.
Sanırım çocuklar adamı iyice doyurmuştu. Adam çantasından kalın bir defter çıkardı ve özenle bir şeyler yazıp sınıftan ayrıldı.
O günün öğleden önceki son dersiydi. Zil alıp, çocukları evlerine gönderdim. Bizim müfettiş dışarıda tur atıyordu. Beni görünce:
“Hocam, çok acıktım. Yiyecek bir şeyler yok mu?” dedi.
“Var efendim. Fasulye yemeği pişirdim. Hoşunuza gider mi bilmem?” dedim.
O dışarıda tur atarken ben iki tabak fasulye hazırlayıp müfettişi çağırdım. Üç tabak fasulye yemeği yedi. Yeni benim iki günlük yemeğimi yedi ve sonunda “Hayatımda daha böyle daha lezzetli temek yemedim. Yusuf bey, sana teşekkür ederim” dedi.
Adam karnını doyurarak ayağa kalktı.
“Yusuf Bey, ben karakola doğru gidiyorum” dedi.
Ben de :
“Efendim, karakol hayli uzak. Yakında zil çalıp teftişiniz başlayacak” dedim.
“Teftişe gelmeyeceğim hocam” deyip, gitti. Garip bir şey adam gidiyor ama çantasını götürmüyordu. Çanta hem de apaçıktı. Çantanın içerisine bakarak not yazdığı defteri açtım. Aynen şöyle not düşmüştü: “Görülmedik bir şey. Çocuklar üç ay içinde hem Türkçe okuyor, hem de yazabiliyorlardı” diyordu.
Adam defteri keyfi bırakmış olmalı.ilk yılımdan böyle övücü bir not almış olmam beni mutlu etti. Aradan bir süre vakit geçmiş ve öğleden sonrası için ders zamanı gelmişti. Öğrenciler de zil çalmış ilk derse girmek üzereyken okula doğru bir asker gelmekteydi.
“Müfettiş bey Cinasker köyüne gidecekmiş. Komutanım ona bir at hazırlattı. Buradaki çantasını istedi.” Dedi. Ben de müfettişin çantasını getirip, askere vererek “komutana ve müfettiş beye selam söyle” dedim. Asker de çantayı alıp, götürdü. Müfettiş gittikten sonra çocuklarımla yine başbaşaydım. Onlar sanki birer parçam gibiydi. Derslere daha sıkı çalışıyorduk. Çalışmalarımız sırasında komutan bir gün okula gelip:
“Hocam, Aşağı Azik’in ağası yemeğe çağırıyor. Gelir misin?” dedi. “Cumartesi yada Pazar olursa gelirim.”
“Tamam hocam. Ben de o günlerden birini ayarlatırım” deyip gitti.
Bir akşam vaktiydi. Komutan bir asker yollamış:
“Hocam, komutanım sizi istiyor.” Dedi.
“Peki, siz gidebilirsiniz. Ben etrafı kilitleyip, gelirim.” Dedim.
Komutan,ben ve iki jandarma silahlanıp, akşama yakın yola çıktık. Ara
epeyce uzaktı. Hızlı hızlı yürüyerek ağanın evine vardık.
Ağa çok güzel bir sofra hazırlatmıştı. Sofrada her türlü yiyecek vardı.Aç kurtlar gibi hep birden yemeğe saldırdık. Çünkü hepimiz ev yemeğini unutmuştuk. Bizde tıka basa yiyip karnımızı doyurduk. Bir süre sohbet ettikten sonra nasıl oldu bilmiyorum bir ara boş bulunup seçerimin olduğunu anlattım. Ben seçerimden bahsederken gözüm ağaya kaydı. O da kulak kabartmış dinliyordu. Ben de bunun üzerine konuyu kapattım.
Komutan, planı programı olmayan hababam takımından biriydi. Ağanın evinden ayrılıp yola çıkınca:
“Hocam, biraz da kaçakçı avına çıkalım” dedi.
Komutanın bu teklifine şaşırarak:
“Olmaz komutanım. Ben korkarım. Siz mücadeleye falan tutuşursunuz. Benim de başım belaya girer” dedimse de adamı ikna edemedim. Ben de korka korka onlarla birlikte kaçakçılardan haraç koparmaya doğru yola çıktım. Ama kimseye rastlamadan köye geri döndük.
Aşağı Azik köyü ağsının sofrasından kalkalı henüz üç beş gün olmuştu. Ağa yanına aldığı üç beş kişiyle okula geldi.
“Muallim bey, şu seçerini merak ettim. Eğer izin verirsen onu görmek ve okumak istiyorum.” Dedi.
Belki ağa bana inanmamıştı.
“Peki ağa, hemen getiriyorum” deyip, valizimin içindeki küçük bir silindir içinde saklı olan şeceremi getirdim. Onu silindirin içinden çıkarıp, ağaya uzattım. Belge Arapça idi. Bitiminde tüm padişahların mühürleri vardı.
Ağa Arapça’yı biliyor olmalı ki şecereyi baştan aşağı okudu. İşi bitince de bana karşı olan tavrı değişti. Ben de bu duruma şaşırıp:
“Hayrola ağa, sana neler oluyor?” dedim.
“Muallim bey. Sen gerçekten Şıhsın. Bunu tanıdığım herkese söyleyeceğim.”
“Yapma be ağa. Ben şıhlıktan mıhlıktan anlamam.” Dedim.
Sohbetimiz bitince de adamlarla birlikte ayağa kalkıp gittiler.
Beni ağa yada paşa ilgilendirmiyordu. O minicik çocuklar var ya bana yeter de artıyordu.
Tek bir boş zamanım oluyor, o da Pazar günlerim. Fakat garip bir şekilde o günlerim de dolmaya başladı.
Güneş pırıl pırıldı. Hatta gökyüzüne doğru bir hayli yükselmişti. Amacım o meşelikler arasındaki yer altı evlerini bir kez daha gezmekti. Ama olmadı. Zira, okula doğru üç kişi geliyordu. Görünüşte kıyafetleri düzgün kişilerdi.
Adamlar gelip, efendice kendilerini tanıttılar. Bunlar pek büyük ağa sayılmazlarmış. Sadece on beşer köyleri varmış. Bana gelirken Aşağı Azik’in ağasına da uğramışla, selamını da getirmişler. Ardından da bir sürü övgüler yağdırmaya başladılar. Benim huzursuzluğum artarak devam ederken, adamlar tepeden inme bir öneri sundular.
“Muallim bey, sen memleketine hiç gitme. Temelli burada kal. Sen ne istersen yaparız. Eğer istersen milletvekili de yaparız” dediler.
“Çok teşekkür ederim. Beni mutlu ettiniz. Lakin henüz ben çocuk sayılırım. Durumum böyleyken hiç milletvekilliği hayali kurmadım.” Dedim.
Bir hayli uzun geçen konuşmalardan sonra adamlar ayağa kalktı. Ve: “Muallim bey, teklifimizi iyi düşün” diyerek okuldan ayrıldılar.
Adamlar gittikten sonra kafam karma karışık. Bu adamlar ne istiyordu? Neyin peşindeydi? Beni kime karşı kullanmak istiyorlardı?
Ağaların teklifini uzun bir süre kafamdan atamadım. İşin garibi düşündükçe de korkuyordum. Bu korkunun tek panzehiri ise öğrencilerimdi. Hemen onlara döndüm. Onlarla haşır neşir olarak ağaların manyetik alanlarından uzaklaşmaya çalıştım. Böyle davranarak ta bir süre zaman geçirmiştim. Bu sebeple kafam da bir hayli berraklaşmış ve ağaların istemlerine birer sünger çekmiştim.
Bir cumartesi günü dersi bitirip okulu tatil etmiştim. Sonra da hazırladığım yemeği masaya getirmiş, karnımı doyuruyordum. Komutan bir asker yollamış, elinde bir sürü evrak vardı.
“Afiyet olsun efendim. Yemek vakti sizi rahatsız ediyorum.”
“Hayır, Aydın. Hiç rahatsız olmuyorum. Gel, buyur birlikte yemek yiyelim.”
Hocam, biz öğlen yemeğimizi yedik.”
“Pekala sen bilirsin.”
“Hocam, komutanım şehre gitmişti. Bucak müdürlüğü ile ilgili bazı evraklar yollamışlar. Ben de onları size getirdim” dedi.
Gelen evrakları askerden teslim aldım. O da karakola geri gitti. Evraklarla ilgili gerekli işlemleri yaptım. Sonra da onları dosyaladım. Buradaki işlerim bitince de birazda karakola uğramak istiyordum.masamı toplamış, ayağa kalkmak üzereydim. O arada kulağıma at nalı sesleri gelmeye başladı. Ben de merak edip pencereden dışarı baktım.tam beş atlı geliyordu. Birer de silah sıkmışlardı. Zira, müdürlük köyün dış kıyısındaydı. Ayrıca karakola da her hangi bir bağlantı da yoktu. Çaresizce onların gelmesini beklemek en iyi davranıştı bende öyle yaptım. Gidip masamın başına sakin sakin oturdum. Hiç haberim yokmuş gibi onların gelmesini bekledim.
Fakat olay korktuğum gibi olmadı. Müdürlüğe girdiler ve uygun bir şekilde geldiler. Onların içerdeki halleri görülmeye değerdi. Kıyafetleri çok düzgün adam önde, diğer dört kişi onun arkasına sıralandılar. Bu durum tıpkı bir komutan ve onun erlerini andırıyordu.
Adamlar kendilerine göre nizami bir görüntü aldıktan sonra bir adım öndeki kendisini tanıttı. O bir şıh ağaymış ve 40 tane köyü varmış.
Adamın sunuş konuşması bitince buyur edip yer gösterdim. Kara bıyıklı ağa oldukça güzel konuşuyordu. Bir hayli uzun geçen konuşma sonunda dilinin altındaki baklayı çıkardı.
“Hocam, çok iyi bir geçmişin varmış. Bizimle hareket etmeni istiyoruz. Eğer bizimle birlik olmanı kabul edersen ilerde mebus olmanı bile sağlarız.” Dedi.
“Çok teşekkür ederim. İlginiz beni aşırı memnun etti. Geleceğim için sizlerle birlikte hareket edeceğimden asla şüphe etmemelisiniz.” Dedim.
“Bu konuşmalardan sonra Şehmuz ağa ayağa kalktı ve:
“Hocam, sizin gibi münevver insanlardan da bu beklenir. O yüzden size çok teşekkür ederim” derken bir göz işaretiyle de korucularını ayağa kaldırdı. Adamla gittikten sonra derin bir nefes aldım. Çünkü adamları kırmadan gönderdim. Bu sebeple herhangi bir açık vermeden ağanın ve silahların manyetik alanından kurtulduğuma çok seviniyordum.
İnsanlar beni ne sanıyor bilmiyorum, önce büyük ağa ve hanımı, sonra edebiyat öğretmenim. Ve şimdi de doğunun ağaları... Hepsi de beni kapı kulu olarak görmek isterler. Lakin benim mayamda kula kulluk etmek yoktur. Çünkü hayatımın hiçbir veçhesinde onurumdan fedakarlık yapmadım. Cümle içinde ‘’onur ‘’ kelimesi geçince aklıma unutamadığım bir olay geldi ; Beden Eğitimi öğretmeni Tevfik Yılmaz, ders saatinde futbol maçı yaptırıyordu. Kendisi bir takımın kaptanı, ben de diğer takımın kaptanıydım. Oyun oynarken topu ayağından almışım. Buna büyük bir tepki göstererek bana tokat atmak istedi. Elini kaldırırken kolundan tuttum. Bu yüzden beni dövemedi. Ama oyundan çıkarıp, ‘’ Git beni idare binasında bekle ‘’ dedi. Ben de bu emre uyup, idare binasında bekledim. Dersini bitiren öğretmen de gelip, beni öğretmenler odasına çağırdı. Orada başka öğretmenler de vardı. Tevfik Bey:
‘’Sen niçin benim kolumu tuttun ?’’ dedi.
‘’Ben hayvan değilim. Beni dövme hakkın yoktur.’’ Dedim.
‘’Sen orada benim kolumu tutarak, herkesin önünde onurumu kırdın. Bir tokat vursam ne kaybederdin ki?’’
‘’Onurumu kaybederdim efendim.’’ Dedim.
Bu konuşmaları dinleyen diğer öğretmenler de araya girip bizi barıştırmışlardı. İddiam şu ki: Yalakalık hayatta sevmediğim şey. Onurum ise her şeyden yüce.
Ağaların sık sık ziyarete gelmesi iyice huzurumu bozdu. Bunlar mutlaka bir plan kuruyordu. Yoksa boşu boşuna kapımı çalmazlardı.
Kafamın karma karışık olduğu bir sırada, askerin getirdiği mektup beni birazcık teselli etti. Çünkü mektup öğretmenimden geliyordu ve 16 Mart öğretmen okullarının kuruluş gününü kutluyordu.
Mektubu birkaç kere okudum. Lakin ona da kafam bozuldu. Bu kadın ne yapmak istiyordu ? Ağalar ve öğretmen mutlu dünyamı yıkmak için işbirliği mi yapıyorlardı ? Her şey öyle karışıktı ki kafam zonkluyordu.
Tüm bu karmaşanın üzerine bir sünger çekmem gerekiyordu. Ama nasıl ? Uzun bir süre düşündükten sonra bir karar verdim. Yaz tatilinde mutlaka memur bir bayanla evlenip, eş durumu sebebiyle bu yöreden naklimi yaptırmalıydım. Şayet, o zamana dek bir oyun içinde kaybolup gitmezsem . İşte o anda herkesin baskı alanından çıkıp, kurtulmuş olacaktım.
Uzun bir uğraş verip, yarına dönük artı ve eksileri hesapladıktan sonra kesin olarak bir evlilik yapma kararı aldım. Zira bunun dışında başka çıkış yolu yoktu. Aldığım bu karara kendi kendime seviniyor ve rahatlıyordum. Ayrıca da bu karar beni çocuklarıma döndürüyordu.
Günlerim çocuklarla geçip gidiyor, onlarla her şeyi unutuyordum. Böyle olunca da mutlu yaşam kendiliğinden geliyordu.
Ah ah.... işte böyle mutluyken yine bir mektup aldım. İçim burkularak mektubu açtım. Mektup uzak bir ilden adını duymadığım birinden geliyordu. Mektubu merakla okudum. Edebiyat öğretmenimin nişanlısı yazmıştı. Onunla duygusal bir ilişkim olup olmadığını soruyordu.
Adama, hemen bir cevap yazıp, böyle bir durumun asla olamayacağını, bir öğretmenin öğrencinin anne ve babası gibi olduğunu, sevgi ve saygının ise sadece bu sınırlar içinde olabileceğini sıralayıp postaladım.
Artık daha mutluydum. Zira problemin biri ortadan tamamen kalkıyordu.
Yaz tatili bir hayli yaklaşmıştı. Ben de okul, Bucak Müdürlüğü ve karakol arasında zaman geçiriyordum. Bu arada köye göbekli, karnı burnunda bir adam geldi. Bundan böyle bucak müdürlüğüne O nezaret edecekmiş. Bu durun da benim için hoş bir olaydı.
Ben her gün giderek rahatlıyordum. Tatilin de yaklaşıyor olması huzurumu iyice artırıyordu. Tam bu sırada öğretmenimden bir mektup geldi. Merakla mektubu açtığımda bir düğün davetiyesiyle karşılaştım. Buna çok sevindim çünkü onun mutlu olmasını istiyordum.
Mutlu olmak muhterem öğretmenimin hakkıydı. Bembeyaz gelinlik içinde kim bilir ne kadar güzel olmuştur ? Okul arkadaşlarımdan biri,’’Hayal eyler gönül geçmiş zamanı, Geçen günler değer misli cihanı’’ diye bir şarkı mırıldanırdı. İşte o şarkı geldi aklıma...
Hayal dünyam durulduktan sonra iyice rahatladım. Ancak okulların tatil anı da gelip çattı.
İnancıma göre sevginin açamayacağı kapı, çözemeyeceği problem yoktu. Bu yüzden çocuklarımın hepsini çok sevmiş ve hepsini de başarılı birer öğrenci yapmıştım. Hepsi çok çalışkan oldukları için hakkıyla sınıflarını geçtiler. O pasaklı canavarları öpe öpe karnelerini dağıttım. Nedense karnesini alan evine gideceği yere tekrar sıra olarak karne dağıtma işi bitene kadar beklediler. Daha sonra da sırayla elimi öperek benimle vedalaştılar. İşte o zaman dayanamayıp ağladım. Benim gözyaşlarımı gören o tertemiz, o entrikasız ve ayrı ayrı
Birer dünyam olan çocuklarım da ağlıyordu. Bir türlü evlerine gitmiyorlardı. Hem ağladılar hem de ağlattılar. Çünkü onlar beni bir daha görmeyeceklerini biliyorlardı. Biliyorlardı ki buraya hiçbir öğretmen iki yıl üst üste gelmezdi.
Onların güneşin altında daha fazla durmasına dayanamazdım. O benim dünyalarıma, en çok sevdiğim varlıklara yalan söylemeye karar verdim. Ve de en çok nefret ettiğim yalandan yararlanarak, ‘’ Yavrularım ! Size söz veriyorum. Seneye yine geleceğim. Hatta çok erken geleceğim. ‘’ diyerek onları evlerine yolladım. Onlar gittikten sonra bir öksüz çocuk gibi yapayalnız kaldım. Bulunduğum yere bir süre oturup, en arkadaki çocuğun da tepeyi aşmasını bekledim.
Dostları ilə paylaş: |