Bir tutam sevgi ariyorum II



Yüklə 1,27 Mb.
səhifə22/23
tarix31.10.2017
ölçüsü1,27 Mb.
#23469
1   ...   15   16   17   18   19   20   21   22   23

Kısa bir süre dinlendikten sonra teyzemin sorularını yanıtladım ve ‘’Teyzeciğim, bu sebeple hem çok yoruldum, hem de akşamdan köye varmam gerekiyor. Eğer onlar işimi bitirmezse vay halime !’’

Beni sabırla dinleyen teyzem ‘’vay kuzum, vay !’’ diyerek belindeki kemeri karıştırmaya başladı. Sonra da oradan üç tane On Liralık çıkardı. Paraları bana uzatarak ‘’Bunları al bebeğim. İnşallah abilerin de yardım edip, bütün ihtiyacını görürler.’’ Dedi

Ben teyzemin elini öperken o, en küçük oğlu Ali’ye ‘’Oğlum Ali, atı hazırla, teyzenin oğlunu köye getir de gel.’’ Diyordu.

Ali’yle birlikte ata binip, köye geldik Sonra o, hiç eğlenmeden geri döndü.

Şimdi kocaman bir köy evindeyim. Bu ev babamdan kalma son armağan. Büyük abim Ali Çavuş oturuyor burada. Hava bir hayli karardı. Az sonra kapıyı çalıp, içeri gireceğim. Hem korku, hem de heyecan içindeyim. Acaba abim beni nasıl karşılayacak ? Yarama merhem olacak mı ? Bu karmaşık düşünceler içinde kapıda bir süre bekledim. Evin kapısını çaldım. Ardından da onu açmaya çalıştım ama bir türlü açamadım çünkü kapı kilitliydi. Bir süre sonra kapıyı abimin hanımı açtı. Beni görünce de; ‘’Amanın ! Bu gece vakti ne geziyorsun burada ?’’ diyerek şaşkın şaşkın yüzüme baktı.

Ben yengeme selam verip, doğruca abimin yanına gittim. O, kızı Sunay ve oğlu Şevket’le eğleniyordu. Beni görünce çocukları bırakıp, ayağa kalkarak;’’Gel bakalım koca adam. Hayır mı, şer mi? Bu gece vakti ne geziyorsun?’’ dedi.

Abimin elini öpmek istedim. Fakat o, ‘’Hele otur bakalım’’ diyerek bana yer gösterdi ve abimle bir süre sohbet ettik. Yemekten sonra ise;

‘’Şimdi söyle bakalım. Bu gece vakti derdin ne senin ?’’ diye sordu abim.

‘’Öncelikle abilerimi düğünüme çağırmaya geldim. Bunun yanında biraz da para istemeye.’’

‘’Para için neden şimdiye kadar gelmedin de şimdi geliyorsun ?’’

‘’Abi, şu ana kadar paraya ihtiyacım yoktu. Fakat kız evi sonradan sonraya başıma böyle bir iş açtı.’’

‘’Peki ya ne kadar para istiyorsun?’’

‘’Sanırım 100 Lira yeter.’’

‘’Sen şimdi git yat. Çok yorulmuş gibisin. Biz de istediğin kadar parayı tedarik edelim.’’

‘’Teşekkür ederim abi. O zaman beni de çok erken kaldırın. Zira acele bitirmem gereken işlerim var.’’ Deyip yattım.

Bir günün yarı bölümünde dağları tepeleri aşan vücudum o kadar yorulmuş ki, koca bir gecenin nasıl geçtiğinin hiç farkında değildim. Ama, kulağımdan beynime rüya gibi giren bir ses ‘’Koca bebek uyan artık. Gün öğlen oldu.’’ Diye tekrarlıyordu. Ben de bu tatlı sese daha fazla dayanamayarak uyandım. Bu tatlı ses başucumda oturan Ali abimin dilinden çıkıyordu. O, eliyle saçımı, sesiyle de kalbimi okşuyordu. Gözümü açar açmaz onun yüzünü taradım. Gözleri ta derinden babam gibi bakıyor ve yüzündeki o tebessüm tüm benliğime haz dağıtıyordu. Bir ara gözümü başka yöne çevirdim. Ablam ve öteki abilerim de gelmişlerdi. Ve beşikte yatan minicik bir çocukmuşum gibi bana bakıyorlardı.

Çok mutluydum. Herkesin burada olması tüm yorgunluğumu unutturuyordu. Hep birlikte kahvaltı yaptık. Ali abim cebime para sokuşturuyor, hanımı da elime yiyecek bir şeyler tutuşturuyordu. Ben de, ‘’hepinizi düğüne bekliyorum’’ diyordum.

Köyümden çok mutlu bir şekilde ayrıldım. O hazla uzun bir süre yürüdükten sonra dinlenme ihtiyacı duydum. Uygun bir yer bulduktan sonra da oturup, hem karnımı doyurdum, hem de parayı saydım. Verilen para isteğimden bir hayli fazlaydı. Bu durum ise beni bir kez daha mutlu ediyordu ve ‘’Yarabbim, bu abim, bu Ali Çavuş ne kadar iyi bir insan. Böyle iyi insanları niçin daha çok yaratmıyorsun?’’ diyordum.

Karnım doyup ta dinlendikten sonra ayağa kalktım. Ama mutluluğum da yavaş yavaş yerini hüzne bırakmaya başladı. Çünkü problemin birinci bölümünü çözmüştüm ama önemli bölümü, ikinci ayağı duruyordu. Kara kara düşünmeye başladım. Çünkü işin en zor bölümü burasıydı. Kime gidip de ‘’hanımına izin ver, onu düğüne götüreyim’’ diyebilirdim ki?

Yahya Kemal’in limandan ayrılan sessiz gemisi gibi ağır ağır yol almaya başladım. Kafamın içi bomboş. Bir meçhule doğru yürüyorum. Yürüdükçe de bacaklarım bu kararsız gövdeyi taşımakta zorsunuyor. Ben de onların isteğine uyarak bir su başında konaklıyorum. Konakladığım yerden sık sık gelip geçenler oluyor. Eğer öyle olmasa bağıra çağıra dağların taşların duymasını istiyorum ama olmuyor.

Su başında epeyce kaldım. Suyun yukarıdan aşağıya oluktan akışını seyrettim. O, tekneye düşerken ağlar gibi garip bir ses çıkarıyordu. Bu oluşta teselli aradım kendime. Ve benim çeşmemde sessizce su akıttı döşüme doğru. Böylece bir hayli sakinlemiştim.

Sonunda bir karara varıp;’’Fatma ablaya gidip derdimi anlatayım’’ dedim.

Fatma ablaya doğru yol almaya başladım. Oraya çok erken varmam gerekiyordu. Çünkü zaman tükenmekteydi. Vaziyet böyle olunca da hızımı artırdım. Gün ikindi olurken Fatma ablanın evine geldim. Çocuklar beni görünce bana doğru koşmaya başladılar. Onları sevip okşadım, sonrada ikisini birden kucağıma alıp eve çıkardım. Fatma abla da dışarı çıkmış bizi seyrediyordu. Onun yanına gelinca çocukları indirip elini öptüm. Ben elini öperken o,’’hoş geldin Yusuf’’ diyordu. Bu arada beni biraz geri itip yüzüme iyice bakarak ‘’hayrola oğlum? Sen ağlamışsın!’’ dedi ve ekledi, ‘’hele otur bakalım şöyle,’’ diyerek masanın başına çekti.

‘’Hadi anlat bakalım sıkıntın nedir?’’

‘’Ablacığım, çok zordayım. Cumartesi günü düğünüm var.’’

‘’Hayırlı olsun oğlum. Bunun neresi zor ?’’

‘’Ablacığım, zorluğu şu: Kız evi oğlan tarafından bir bayan istiyor. Benim ise orada yüzümü ağartacak kimsem yok. Ne olur, bu derdime bir çare bulun ‘’ dedim.

Benim bu halimi gören ablam, yığılırcasına masaya oturup ağlamaya başladı. Biliyorum o da dertliydi. Çünkü üç ay önce kocası evi terketmiş. Kadın dört çocukla başbaşa kalmıştı.

Fatma ablamın bu hali beni çok yaraladı. Derdimi söylediğime pişman oldum ve utanarak evden biraz uzaklaştım. Benimle gelen çocuklarla oyun oynadık. Sonrada ablamın çağrısıyla eve geldik.

Muhterem ablacığım biraz gözyaşı döktükten sonra oldukça sakinleşmiş ve zoraki de olsa gülümsüyordu. Bana; ‘’ Yusuf ne olur kusura bakma. Biliyorsun, bir süredir ağadan haber yok. Çocuklarımla perişan durumdayım. Buna ilave senin derdin de ortaya çıkınca kendimi tutamadım.’’

‘’Ablacığım, aslında ben düşüncesizlik ettim. Lütfen siz beni bağışlayın, özür diliyorum’’ dedim.

Bu konuşmalardan sonra ikimiz de bir süre sustuk. Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Suskunluğu o muhterem insan bozup,

‘’Yusuf, benden sana hayır yok. Elif annenin durumu uygun. Derdini ona aç bakalım. İnşallah yardımcı olur.’’

‘‘Olur ablacığım. Teşekkür ederim’’ diyerek Fatma ablanın yanından ayrıldım.

Elif anne, hayal edilemeyecek kadar iyi bir insan. Onu tarif edecek bir kelime bulamıyorum. Olsa olsa o,’’yeryüzüne inmiş bir melektir’’ diyebilirsiniz.

Biraz yürüdükten sonra Elif annenin evine geldim. İçim umut doludur. O, beni görünce kollarını açıp boynuma sarılarak, ‘’aman da kimin kuzusu gelmiş !’’ diye boynuma sarıldı. Ben de bir fırsatını bulup elini öptüm. Bir süre hoş beş ettik. Sonra da çekinerek ona;

‘’Elif anne, sizden bir dilekte bulunmak istiyorum.’’

‘’Söyle kuzum, söyle bakalım ?’’

‘’Cumartesi günü düğünüm var. Oğlan tarafından bir bayan isteniyor. Sizden başka baş vuracağım kimsem yok. Acaba beni mutlu etmek ister misiniz ? ‘’

‘’Elbette kuzum, elbette. Seve seve düğüne gelirim. Ancak, Zeki abin ve kayınlarımdan izin almam gerekir.’’ Dedi.

Elif annenin bu cevabı karşısında hem sevindim, hem de üzüldüm. Sevindim. Çünkü düğüne gidecek bir kadın bulmuştum. Üzüntüm ise izin alacağım kişileri bulmak. Çok zordu, benim ise hiç zamanım yoktu. Elif anneye teşekkür edip,

‘’ anneciğim bu kişileri nereden bulabilirim ?’’ dedim.

‘’Bilmem kuzum, hiç bilemem ‘’ dedi ve benim belimi kırdı.

Adeta yere upuzun serilmiştim. Çünkü düğüne iki günlük bir zaman kalmıştı. Lütfen akıl verin yol gösterin. Ben ne yapayım şimdi ? Elif anne de haklı. Kocaman mebus hanımı. Her yere kendi başına gidemez ki.

Bu oluşum karşısında aklım kafamdan çıkıp gitti. Nereye gittiğini de bilmiyorum. Tek bildiğim bir şey var. O da bugün burada kalacağım. Zira akşam oldu. Gidecek başka bir yer de yok.

Elif anne kocaman bir yayla evinde kalıyor. Yanında hizmetçisinden başka kimse yok. Evlatları ve kocası arada bir gelip, birkaç gün kaldıktan sonra tekrar gidiyorlar. Çünkü her biri bir iş sahibi. Bunların içinden yaylaya en çok gelip gideni ise Dede beydir. Yani Elif annenin kayın biraderi.

Gece boyunca Elif anneyle sohbet ettik. Elif anne bir ara ana-babamı sordu.

‘’Elif anne, babama Ahmet Kahya (köy muhtarı) , dedeme de Halil Kahya derler. Zeki bey amca bir zamanlar göçmen evleri inşaatı almış. Babam da o zaman iyi bir inşaat ustasıymış. Sanırım Zeki bey amcayla babam iyi tanışırlarmış. O, inşaatın yaptırım işleri için babamı getirmiş ve birlikte göçmen evlerini bitirmişler. Belki hatırlarsınız... Bu evler Kırmıt bucağında yapılmıştır.’’

‘’Biliyorum kuzum, biliyorum ‘’ dedi Elif anne. Sonra da uzun bir süre daldı. Aklından ne geçti, hayalinde ne yaşadı bilemem.

‘’Vay, kuzum vay ! Demek sen halil Kahya’nın torunu ve Ahmet Kahya’nın oğlusun, öyle mi ?’’

‘’Evet Elif anne.’’

‘’Neden kendini daha önce tanıtmadın kuzum?’’

‘’Hayrola Elif anne ? Ne oldu ki ?’’

‘’Halil Kahya benim çok yakın akrabam. Öyle olunca da seninle de akrabayız.’’ Dedi ve nedense daha fazle detaya inmedi.

Sonradan Mehmet Kılıç’tan edindiğim bilgiye göre, Elif anne dedemin bacısının kızıymış. Tabi ki biz onları görmedik, bilmiyoruz.

Elif anne bir hayli durgunlaştı. Yoruldu mu, üzüldü mü, bilmiyorum. Bakıcı kızı çağırdı ve ‘’kızım, çardağa Yusuf abin için bir yatak hazırla. Yatıp, uyusun.’’ Dedi. Ben de çatının üzerine yapılmış olan çardağa gidip yattım.

Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Çardağın zelzele oluyormuş gibi sallanması beni uyandırdı. Gözümü açtığım zaman bakıcı kızın o uzun merdivenden yukarı çıktığını gördüm. Sabah olmuş ve kız beni uyandırmaya geliyordu.

‘’Yusuf abi kalk, ablam çağırıyor’’ dedi.

‘’Hayrola Edibe, Elif anne neden çağırıyor?’’

‘’Kahvaltı hazır, onun için çağırıyor.’’

Edibe çardağı sallayarak inerken ben de hazırlandım. Ve halatlarla yapılmış gibi sallanan merdivenden inip, Elif annenin yanına geldim. O, elinde tespih, sofraya oturmuş beni bekliyordu. ‘’Hayırlı günler Elif anne ‘’ diyerek elini öptüm. Anlaşılan sabah namazını henüz kılmıştı. Masaya ben de oturup onun duasını toplamasını bekledim. Okuduğu dualar bitmiş olacak ki;

‘’Hadi çabuk ol kuzum bugün çok işin var. Hemen şehre in abilerini ara’’ dedi.

Kahvaltımızı yaptıktan sonra yola inerek vasıta bekleme başladım.

Bu yayladaki insanların pek çoğu iş sahibidir. Akşam yaylaya gelip yatarlar. Sabahleyin de erken kalkıp işyerlerini açmak için şehre inerler. Elif anne bu sebeple beni erken kaldırıyordu.

Yolda bir süre bekledikten sonra bir araca bindim. Yol boyu kafam korku, kalbim heyecan doluydu. Zira, Zeki, Mustafa ve Dede beyleri bulmam gerekiyordu. Bu üç kişiyi bulamazsam işin nereye varacağını tahmin bile edemiyordum. Ayrıca bunlar yüce kişilerdi, saygın kişilerdi. Bu yüzden herkesin yanında bulunmazlardı.

Önce Dede beyi bulup, ondan alacağım bilgilerle diğerlerini aramak üzere bir plan yaptım. Dede bey ya bürosunda ya da evinde olurdu.

Dede beyi aramaya giderken içim heyecan ve korku doluydu. Ondan çok korkuyordum. Bir keresinde dayak yemekten kıl payı kurtulmuştum. Ortaokula başladığım seneydi. Dede bey de benim velimdi. Okul birinci karneyi dağıtmıştı. Karnemde bir zayıfım vardı. O da müzik dersiydi. Ben müzik dersimi umursamadığım için sevine sevine karnemi ona uzatmıştım. O da karnemi incelemiş ve ‘’ bu zayıf da neyin nesi ulan ? Şimdi seni ayağımın altında ezeyim mi ?’’ diyerek üzerime yürürken yanındaki arkadaşları engellemiş ve ben de dayak yemekten kurtulmuştum. O nedenle hala korkmaktayım.

Bu korku ve heyecanla once yazıhanesine vardım. Henüz gelmemişti. Sonra evine gittim. Evindeydi. Kalkıp giyinmiş, çarşıya çıkıyordu. Selam verip elini öpmeye kalkıştım. Elini öptürmedi. Birlikte çıkıp büroya geldik. Dede bey;

‘’Hayrola Yusuf ? Sabah, sabah ne arıyorsun ?’’

‘’Sizi aramaya gelmiştim abi ‘’ dedim. Fakat heyecan ve korkudan dilim dolaşıyordu. Adam heybetli biri. Yüzü hiç gülmez. Esmer ve güzel bir insan. Bana;

‘’Ne yapacaksın beni, niçin arıyorsun ?’’

‘’Abi, Cumartesi günü düğünüm var. Kız evi oğlan evinden bir bayan istiyor. Ben de ilk iş Elif anneye başvurdum. O gidecek ama sizlerin izni gerekiyormuş. Beni o yolladı ve sizlerden izin almamı istedi. Ben de o yüzden gelip, ilk olarak sizi buldum. Sonra da öbürlerinin yerini öğrenip, onları bulmaya gideceğim. ‘’

‘’Onların nerede olduğunu ben de bilmiyorum. Bu yüzden onları boşuna arama. Hepsinin adına ben izin vereyim de senin işin görülsün. Çünkü düğün günün de çok yakınmış ‘’ dedi.

‘’Çok teşekkür ederim abi. Ancak Elif anneyi düğün günü nasıl aldırabilirim ? Murat ustaya tembihlesek, o alıp gelse olur mu ?’’

‘’Tabi olur, tabi. Sen şimdi git onu bul. Buraya gelsin.’’

‘’Peki abi’’ diyerek mutlu bir şekilde Dede beyin yanından ayrıldım ve Murat ustayı aramaya koyuldum.

Murat usta aileden biri gibidir. Arabayla yapılacak tüm işler ona yaptırılır. Aileden herkesin ona tam güveni vardır. Onu nerede bulacağımı biliyordum. Doğruca oraya gittim. Onu bulunca ‘’ Dede bey sizi çağırıyor’’ dedim ve birlikte Dede beyin yanına gittik. Murat usta;

‘’ Dede abi beni istemişsin. Hayrola ?’’

‘’Hayırdır, hem de çok hayırdır. Yusuf’un düğünü varmış. Düğün günü yengeni alıp düğüne götüreceksin. Düğün bittikten sonra da geri getireceksin ‘’ dedi.

Dede bey Murat ustaya bu talimatı verdikten sonra ona teşekkür edip elini öptüm. O da beni tebrik edip gözlerimden öptü. Böylece de en zor problemi çözmüş oludum.

Murat ustayla Dede beyin yanından ayrıldık. Yolda ona biraz para verip, ‘’Cumartesi günü erken kalk. Yayladan Elif anneyi al ve düğün evine getir’’ dedim. O, düğün evini biliyordu. Çünkü onun arabasıyla çok kere dünürcü götürmüştüm.

Murat ustayla anlaştıktan hemen sonra yaylaya gittim. Elif anneye durumu anlatıp hürmetlerimi sunduktan sonra tekrar yola çıktım. Akşam olurken Dayı’nın memleketine geldim. Artık huzurluydum. Çünkü işin yüzde doksanını halletmiştim. Tek kaygım düğün günüydü.

Vasıtadan indikten sonra hemen eve gidip yattım. Zira çok yorulmuştum. O sebeple ikinci gün öğlen vaktine dek yattım. Benim bu durumum, yani iki-üç gün ortalarda görünmemem kız evini telaşa düşürmüş. Eğer öğlen vakti ortaya çıkmasam, beni aratmak için adam çıkaracaklarmış. Onlara görünmekle hem korkularını hem de sağa-sola adam göndermelerini önlemişim.

Öğlen vakti çarşıya inip, karnımı doyurdum. Sonra da geri eve dönüp yattım. Ne kadar yattım bilmiyorum. Etrafı davul zurna sesleri çınlatmaya başladı. Bu şamatayı merak edip dışarı çıktım. Hayret ! Davul kız evinin orda çalınıyordu. Merakla oraya kadar gittim. Davulcular bizim düğüne gelmişti.

Mahmut Polat adında çok sevdiğim bir arkadaşım vardı. O ve arkadaşlar bir davul tutmuş, bir de koyun alıp düğüne gelmişlerdi. Onları görünce çok sevinmiştim. Biraz çalıp oynadılar. Sonra da onları yemeğe götürdüm. Çünkü uzaktan gelmişlerdi. Aç oldukları belliydi.

Yemekten sonra parka gelmiş, çay içiyorduk. Karşıda bir kamyon durdu. İçinden de bir sürü adam indi. Adamlar aynı zamanda keçi ve koyun indiriyorlardı. Arkadaşlarımla birlikte merakla oraya vardık. Onların hepsi düğüne gelmişlerdi. Abilerim ve köylülerimdi. Çok sevindim. Sağolsunlar beni yalnız bırakmamışlardı. Üstelik de abilerim hanımlarıyla birlikte gelmişlerdi. ‘’Boşuna bayan aramaya gitmişim’’ dedim kendi kendime.

Akşam düğün erken başladı. Etraf oldukça kalabalıktı. Ne gariptir ki kızın ne erkek, ne de kız kardeşleri vardı. Bu duruma çok üzüldüm. Onlar olmayınca Dayı’yı yani kayınbabamı görmek istedim. Fakat o da yoktu. Onu bulup elini öpmek istiyordum. Ama yoktu. Aramaya çıktım. Ve onu bahçenin bir köşesinde buldum. Oraya çömelmiş ağlıyordu.

‘’Hayrola Dayı ? Niçin ağlıyorsun ?’’

‘’Ağlıyorum. Çünkü kızlarım ve oğullarım beni yalnız bıraktı.’’

‘’Bundan sonra sizi hiç yalnız bırakmayacağım. Hiç üzülme, hadi kalk da gidelim.’’ Deydikten sonra onu ayağa kaldırıp eve getirdim.

O dev adamın gözyaşlarını hiç unutamam.

Düğün günü erkenden kalkıp kız evine geldim. Burası düğün evi değil de yas evi gibiydi. Çünkü Karadayı üzgündü, gelin olacak kız üzgündü. Zira aileden hiç kimse yoktu. Bunlar melül, mahzun beklerken Zeynep hanım çıkıp geldi. Kız evine sadece o sahip çıkıyordu. Çünkü o, kızın dayısının hanımıydı.

Zeynep hanım ortalıkta dönerken Murat usta da Elif anneyi düğün evine getirdi. Elif annenin gelişi beni çok mutlu etti. Ancak, benim kadar kayınbabam da çok mutlu oldu. Onun hiç gülmeyen yüzü, Elif anneyi görünce ışıl ışıl oldu. Ayrıca bu duruma da çok sevindim. Zira, Karadayının yüzü günlerdir ilk defa gülüyordu. Sebepse bunlar akrabaymış ve birbirlerini çok iyi tanırlarmış.

Elif anne bir süre dinlendikten sonra işe koyuldu. Gelini hazırlayıp evden çıkardı. Sonra da bir süreliğine kiraladığım eve getirdi.

Ne oldu, neden oldu bilmiyorum, eve küme küme kadınlar gelmeye başladı. Sanki buraya bir melek gelmiş ve herkes onu ziyarete geliyordu. Sebebini öğrendiğim zaman çok sevindim. Nasılsa Elif annenin geldiği şehre yayılmış. Onun geldiğini duyanlar Elif anneyi ziyarete geliyorlarmış.

Gelenler ve ziyareti bitenler dağıldıktan sonra Elif anne;

‘’Kuzum, benim görevim bitti. Allah sizleri mutlu etsin’’ dedi.

Onu arabaya götürdüm ve elini öpüp arabaya bindirdim. Ve içimden ‘’ Güle güle, yeryüzü meleği’’ dedim.

Elif anne işini bitirip, bizlere mutluluklar dilerken önümüze yeni bir hayat seriyordu. O hayata uymak ümidiyle biz de yola çıkıyorduk. Kim bilir ? İki yetim insan belki de yürüdükleri yolu aydınlatıp hem insanlığa ışık verir hem de kendileri mutlu yaşarlar ya da önlerine çıkan setlere takılıp hüsrana uğrarlar.

Düğünü Ağustos ayı başlarında yaptık. Görev yerimiz çok sıcak bir yöredeydi. Bu sebeple ay başına kadar eşimin memleketinde kalmamız gerekiyordu. Ama bu sefer de önümüze başka bir problem çıkıyordu. Elimizdeki parayı burada harcayacak, taşınma masrafını karşılayamayacaktık. Bu konuyu eşimle tartıştık ve yaylada kalmaya karar verdik.

Ben bu süre zarfında elimdeki parayı bitirdim. Eşimde ise bir kuruş bile yoktu!...

Önümüz görünmeye başlamıştı. Burada tutu kalacağımız belli oluyordu. Kara kara düşünüyordum. Tek çıkış yolu ise yine abilerime başvurmaktı. Elime kalem, kağıt alıp abilerime bir mektup yazdım ve beklemeye başladım.

Biz abimden haber beklerken eve tanımadık bir adam geldi ve ‘’ben Kazım Karakaş’ın asker arkadaşıyım. Sizi görev yerinize götürmeye geldim’’ dedi. Adama;

‘’Çok teşekkür ederim. Biz aybaşından sonra gitmek istiyoruz’’ dedim.

‘’Peki öyleyse,ben buradayım. Ne zaman isterseniz iki gün önce haber verin. Sizi okulunuza kadar götüreyim’’ dedi.

‘’Olur Ahmet abi, olur ‘’ dedim.

Ahmet abi kalkıp gitti. Biz de bir süre daha kaldıktan sonra günü gelince de onu bulup, görev yerimize geldik.

Burası oldukça büyük bir köy. Halkı iki ayrı kültürden oluşmaktadır. Göçmenler ve doğu kökenliler. Burada Müdürlüğü ve Jandarma karakolu vardır. Halk iki ayrı kültürden olduğundan aralarında sık sık tatsız olaylar olmakta, bu yüzden devlet burayı sıkı kontrol altına almıştır.

Okulumuz çok güzeldi. Bir tarafı lojman, orta kısım derslik ve batı kısmı da işlikti. İşlikte çeşitli iş tezgahları, dikiş makineleri, v.s. vardı. Ayrıca büyük bir kitaplık ve her tür kitap....

Okulun yanı başına bir okul daha yapılmış. Fakat üstü kapatılmamış. Çünkü 1950’de yönetim değişmiş. Yönetim değişince sistem de değişmiş.

Günü gelince okulumuzu açtık. Çocuğunun elinden tutan okula geliyordu. Çocuklar okula gelince biz de mutlu oluyorduk.

Hem eşim, hem de ben tam altı yıl öğretmenlik okumuştuk. Bu uzun zaman zarfında bize ‘’Allah gökten yere inse mutlaka öğretmenliği seçerdi’’ diye diye , öğretmenliğin çok kutsal olduğunu beynimize adeta kazımışlardı. Böyle olunca da ikimiz de öğretmenliğe kendimizi adamıştık. Mesleğimizi seviyor, halkla ve çocuklarla iyice kaynaşıyorduk. Köye bir bayan öğretmenin gelmesi halkı okula doğru çekiyordu. Kız öğrencilerimiz erkeklerin sayısı kadar olmuştu. Bu ise bize ayrı bir haz veriyordu.

Halkın okula susamışlığını gördükçe hem çok seviniyor, hem de çok üzülüyordum. Üzüntüme sebepse benim köyümde okul olmayışıydı. Bir gün eşim öğrencileriyle oyun oynayıp, onlara tıpkı anneleri gibi sımsıcak davranırken onun yanına varıp; ‘’ Bak bu kadar çocuğun sımsıcak bir annesi var. Hepside çok mutlu. Ama benim köyümde okul yok. Oralara da senin gibi anneler gitse olmaz mı ?’’ dedim. O, ders bitimine kadar görevini yaptı. Birlikte evimize geldiğimizde ise;

‘’Yusuf, demin ne demek istedin? ‘’ diye sordu.

‘’Benim köyümde okul yok. Oraya bir okul yaptırmaya kalkışsak, nasıl olur ?’’ dedim. O da;

‘’Keşke elimizden gelse de yaptırabilsek. Eğer ufak bir umudun varsa sonuna kadar uğraşalım ‘’ dedi.

Okul yaptırımında eşimin de onayını aldıktan sonra kesin bir karar verdim. Köyüme bir okul yaptırmalıydım. Ancak önümde çok zor bir engel vardı. Bu engeli aşmak için uzun bir süre düşündüm. Eğer ilk seçimde benimle hareket edecek muhtarı seçtirirsem bütün engeller ortadan kalkacaktı. Bunun için de tek çarem büyük abimi muhtar seçtirmekti.

Bu düşüncemi gerçekleştirmek için yaz tatilini köyde geçirmeye karar verdik. Tatil başlayınca da eşimle birlikte köye gittik. Köyde kaldığım süre içinde Ali Çavuş (abim) hakkında köyün ne düşündüğünü araştırdım. Halkın çoğunluğu abimi takdir ediyordu. Arada kararsızlar da vardı. Ama olsun, gerektiğinde onların oyu da alınabilirdi.

Bu araştırmalardan sonra kesin kararımı abime açıp;

‘’Abi köye muhtar olmanı istiyorum’’ dedim.

‘’Bu nasıl olur Yusuf ! Benim devlet adamlarını misafir edip, onlara verecek çayım bile yok.’’

‘’Hele sen bir He de bakalım’’

‘’Bana yardımcı olman şartıyla He diyorum’’

‘’Elbette abi. Hele sen muhtar ol tüm masraflarını ben karşılayacağım ‘’ dedim.

Abim muhtar adayı olmayı kabul ettikten sonra iyice rahatladım.

Muhtar seçimleri, yani mahalli seçimler de bir hayli yaklaşmıştı. O sebeple köyde kalıp, abim için çalıştım. Altmışlı yılların başında yerel seçimler vardı. Ben de tüm yasal işlemleri yaptırdıktan sonra abimin seçime girmesini sağladım. Seçim günü onun kadar ben de heyecanlıydım. Sayım yapılırken ise heyecanımız son safhasındaydı. Ve seçim sonu sevinen biz olduk. Köylümüz beni kırmamış, abimi muhtar seçmişti.

Tanrım ! Bataklıktan çıkıp, önümdeki bu engeli de aşıyordum. Abim artık muhtar olmuştu. Onu kutlayıp köyden ayrıldım. Sonra da okul yaptırma işlemi için tatilin gelmesini bekledim. Zira, o zaman her türlü çalışmayı yapabilecektim.

Nihayet beklediğim zaman geldi. Ve yaz tatili başladı. Okul işim biter bitmez köye geldim. Hemen ilk gün abime;

‘’Abi, bu köyde benim miras hakkım var mı ?’’ diye sordum.

‘’Elbette var. Damdan düşer gibi miras sordun. Sebebi ne ? Ne yapacaksın ?’’

‘’Okul yaptıracağım. Abi, biliyorsun bu koca köyde okul yok. Ben de köyüme okul yaptırmak istiyorum’’

‘’Güzel kardeşim, senin aklından zorun mu var ? Peki ya bu nasıl olacak ?’’

‘’Abi, okul için güzel bir arsa verirsek, devlet de okulu yaptırır. Tabii muhtar olarak sen de okul istersen ?’’

‘’Ciddi misin, yoksa şakamı yapıyorsun ?’’

‘’Abi bu işin şakası olur mu? Elbette ciddi söylüyorum.’’

Abim bana inandıktan sonra birlikte kalkıp tarlalarımızı gezdik. Ben köyün orta yerindeki tarlayı beğendim. Çünkü burası düzlük bir alandı. Ayrıca on dönüm kadar bir yerdi.

‘’Abi, tüm miras hakkım karşılık burayı bana verir misin ?’’ dedim. Oda;

‘’Benim vermeme gerek var mı ? Burada benim kadar senin de hakkın var. İstediğin gibi kullan’’ dedi.

Bu durum beni çok sevindirdi. Okul yerini tespit edip, hemen devlete bildirme işim kalmıştı.

Mevsim yaz olduğu için havalar çok sıcaktı. Sıcak yolu en aza indirmek için gece yola çıkmak gerekiyordu. Bu yüzden abimle bir gece yola çıktık. Ay ışığı çok güzeldi. Şehre yaya olarak gidiyorduk. Üstelik de şehir oldukça uzaktı Bazı yerlerde abimle yarışırcasına yürüyor, yoruldukça da mola veriyorduk. Son molayı ‘’Çobandağ’’ denen yerde verdik. Burası doğanın en güzel köşelerinden bir yer. İki dağın el ele tutuştuğu yerin doruklarından büyük ve buz gibi bir su çağlıyor. Önüne de yedi, sekiz tane değirmen kurulmuş. Her yan at ve eşek dolu. En uzak köylerden un öğütmeye, bulgur çektirmeye gelmişler. İşi biten atını ya da eşeğini önüne katıp köyüne doğru yola çıkıyor. Bunlardan biriyle bir süre yolculuk yaptık. Sonra da onlardan ayrıldık. Çünkü onlar ağır yürüyorlardı. Bizimse işimiz aceleydi.

Abimle hem hızlı hızlı yürüyor, hem de korkuyordum. ‘’Adamlar ya bize inanmazsa, ya da teklifimizi kabul etmezse'’ gibi. Ama hislerimi abime sezdirmemeye çalışıyordum. Olur ya, yöneticimiz ve kaymakam bey eğitim ve öğretim karşıtı olabilirler. Eğer öyle olursa mahvolurum demektir. Tüm bu olumsuzlukları düşünmek beni iyice endişelendiriyordu.

Kafamı karıncalandıran bu düşünceler içinde şehre geldik. Buraya geldiğimizde henüz öğlen olmamıştı. Hiç vakit geçirmeden Milli Eğitime gittik ve korka çeline müdürün kapısını çaldık. ‘’Gel’’ emrinden sonra içeri girdik. Masanın başında şişman, koca yüzlü, ve kocaman kocaman gözlü biri oturuyordu. Önce kendimizi tanıttım. Adam da ,

‘’ Pekala benden ne istiyorsunuz ?’’ dedi. Ben de,

‘’Efendim bizim köyde okul yok. Yüzelli haneli bir köylü olarak buraya okul yapılmasını istiyoruz.’’

‘’Hocam, istemek kolay da, yapmak zor.’’

‘’Müdür bey, ben okul için en uygun yerden ve yeterince arazi bağışlıyorum. Siz de destekleyin köye bir okul yapılsın.’’

Arazi bağışlama işini duyunca müdür bey çok sevindi ve,

‘’Hocam siz okul yeri verince oraya okul yapmak şart oldu. Hemen kaymakamlığa gidelim’’ deyip önümüze düştü Kaymakamlıkla Milli Eğitimin arası çok yakınmış. Kısa bir yürüyüşten sonra oraya vardık. Tombul müdür kapıyı çaldı. ‘’Gel’’ emrinden sonra müdür kapıyı açıp beni ve abimi öne itti. Kendisi de arkadan geldi. Kaymakam çok esmer ve yakışıklı biriydi. Hemen ayağa kalkıp, ‘’Buyurun beyler’’ deyip, bizlere yer gösterdi. Bizler de uygun yerlere oturduk. Hal hatır sohbetinden sonra:

‘’Buyurun Müdür Bey, ne istemiştiniz ?’’ dedi, o da,

‘’Kaymakam bey bu beylerden biri öğretmen, öbürü de bizim büyük köylerimizden birinin muhtarı. Sizden bir dilekleri var. Buraya o yüzden gelmişler. Dileklerini bana anlattılar. Bunların dileklerine ancak sizin cevap vereceğinizi söyleyip, buraya getirdim ‘’ dedi. Kaymakam,

‘’Muhtar, hayrola ! nedir isteğin ? ‘’

‘’Kaymakam bey, bizim köy oldukça büyük. Fakat şimdiye kadar okul yapılmamış. Buraya okul yapılması için kardeşim miras hakkını devlete bağışlayıp, okul yaptırmak istiyor ‘’ dedi.

Bunun üzerine kaymakam bana dönüp, ‘’doğru mu hocam? ‘’ dedi.

‘’Elbette doğru efendim. Üstelik okul için göstereceğim yer çok uygun. Köyün tam orta yerinde.’’

Kaymakamın davranışı benim korkularımı ortadan kaldırmış ve oldukça sakinlemiştim. Kaymakam da istediği yanıtı alınca hemen zile bastı. Az sonra da odacı kapıda göründü ve ona,

‘’Hemen şoförü bul. Jipi hazırlasın’’ dedi. Adam da ,’’Başüstüne efendim’’diyerek olduğu yerde geriye döndü. Biraz sonra da şoför gelip, ‘’ Araba hazırdır efendim ‘’ dedi. Bunun üzerine hep birlikte dışarı çıktık. Bu arada müdür bey, ‘’Beni biraz bekleyin’’ diyerek yanımızdan ayrıldı.

Biz biraz bekledikten sonra gözleri pırıl pırıl eden müdür köşede göründü. Elinde ise içi dolu bir file vardı. Adam acele ettiği için olsa gerek, bir hayli terlemişti. Geldiği an filesiyle birlikte tombul gövdesini arabaya attı. Sonra da, ‘’Artık gidebiliriz’’ dedi.

Müdür bey akıllı bir adammış. Öğlen vakti olduğu için filenin içini yolda yiyebileceğimiz maddelerle doldurmuştu.

Değerli insan kara kaymakam, Turan Tan, tombul müdür İbrahim Tombul ve biz kaymakamlığın jipine bindik. Arabamız homurdaya homurdaya köy yolunda ilerlerken ben oldukça mutluydum. Köyüme, Tokmanaklı’ya bir okul yaptırıp, bir ilki başaracaktım. Okul yapımının bittiğini ve açıldığını düşündükçe içim içime sığmıyordu.

Ben bu derin hayaller içinde yüzerken arabamız bizi Tokmanaklı’ya getirdi. Bu arada ben de şoföre devlete bağışladığım araziye kadar gitmesini söyledim. Arazi başına varınca da şoföre durmasını söyledim. Kaymakam da arabadan inip, gösterdiğim yeri iyice inceledi. Ardından da bana,

‘’Hocam, bu örnek davranışından dolayı seni kutluyor ve teşekkür ediyorum. Ben de gerekli girişimleri yapıp, buraya mutlaka okul yapılmasını sağlayacağım’’ dedi. Sonra da muhtara dönüp,

‘’Muhtar. Bugünden tezi yok, hemen taş çekmeye başlayın’’ dedi.

Kara kaymakam Turan Tan’a ve tombul müdür İbrahim Tuğrul’a saygılarımı sunarak onları uğurladım. Kaymakamın emri gereği hemen işe koyulduk. Abim herşeyden önce iki tane keşkere yaptı. İkinci gün de işbaşı yaptık.

Biz altı kardeşiz. O yüzden ikişer ikişer taş çekiyor, diğerlerimiz de taş topluyorduk. Çok iştahle ve severek çalışıyorduk. Öyle umuyordum ki, köylümüz bizim bu çalışmalarımızı görüp, yardıma gelir. Fakat tek bir kişi gelip de ‘’ Kolay gelsin’’ bile demedi. Buna rağmen biz çalışmamıza devam ettik ve bu hızla günlerce taş çektik.

Bu gayretli ve hızlı çalışma sonucu oldukça yorulmuştuk. Öyle olunca da bir müddet dinlenmeye karar verdik. Ayrıca, köylümüzün bize hiç yaklaşmaması bizi çok üzüyordu. Buna karşın biz dinlendikten sonra yine çalışmaya devam edecektik. Bu arada bir araba gürültüsü duyduk. Kuş uçmaz, kervan geçmez misali yolu da olmayan bu köye araba gelmesi bir hayli ilgimizi çekti. Ses okul yapılacak yere doğru gidiyordu. Muhtarla birlikte oraya doğru yürürdük. Araba okul yerindeydi. Kaymakam ve Milli Eğitim müdürü arabadan inmiş, okul yerini dolaşıyorlardı. Biz de onların yanına varınca Kaymakam,

‘’Müjde hocam, müjde muhtar. Bu köye okul yapımı için onay aldım. Köyümüze hayırlı olsun.’’

Bu habere muhtar ve ben sevinirken tombul müdür de seviniyordu. Bir süre senli-benli sohbet ettik. Bu arada kaymakam taşları gösterip,

‘’Muhtar bu taş çok az. Hem okula, hem de lojmana yetmez. Bunun bir iki katı daha gerek ‘’ dedi.

‘’Kaymakam bey, bu taşları kardeşlerim çekti. Şimdi onlar yorgun. Biraz dinlensinler, yine çalışacağız.’’

‘’Köylü hiç yardım etmedi mi ?’’

‘’Hayır efendim.’’

‘’Pekala muhtar. O zaman yarın iki jandarma göndereyim. Siz de nezaret edin ve köylüye bolca taş çektirin. Taş işi bitince de kum hazırlanacak.’’

‘’Peki efendim. Olur efendim.’’

Kara kaymakam müjdeli haberi getirip direktifleri verdikten sonra tombul müdürle birlikte döndüler.

Onlar gittikten sonra abimle birlikte ev ev dolaştık. Abim,

‘’Emmiler, köyümüze okul yapılacak. Çocuklarımız da köyümüzde okuyacak ve karda kışta uzak köylere gitmeyecek. Okulun hemen yapılması için biraz taş hazırlanacak. Biz epeyca taş hazırladık ama kaymakam bey daha fazla taşın gerektiğini söyledi’’ diyordu.

İkinci gün jandarmalar erkenden geldi. Kahvaltılarını yaptıktan sonra da okul yapılacak yere gittik. Jandarmaların köyde görünmesi taş işini tamamen halletti. Jandarmayı gören köylü taş çekme yarışına giriyordu. Bu durum benim çok garibime gidiyordu. Jandarmanın orada bulunması köylüye iş yaptırıyordu. Halbuki onlar köylüyle hiç yüz yüze gelmedi ve de kimseye emir göndermedi. Köylünün bu davranışına çok üzüldüm. Günlerdir ‘’Burada ne oluyor ?’’ bile demeden okul yerine uğramazken şimdi harıl harıl çalışmaları çok üzücüydü.

Her neyse, öyle ya da böyle. Okul için yeterince taş çektik. Fakat kum işi çok zordu. Zira köylünün ekonomik gücü sıfırdı. Üstelik, 70-80 kilometreden yakın bir yerde kum yoktu. Geriye tek çare kalıyordu. O da kaymakama başvurmak.

Sayın Turan Tan iyi bir insandı. Derdimizi ona anlatmaktan başka çaremiz yoktu. Bu nedenle yine bir gece abimle birlikte yola koyulduk. Şehre gelince utana sıkıla kaymakam beyin kapısını çaldık. İçeri muhtar girdi. Ben dışarıda bekledim. Muhtarı dinleyen kaymakam ona hak vermiş ve okul kumunu çektirdi. Ardından da inşaat başladı.

Sayın Turan Tan sana köylüm adına saygı sunuyor, ve ömrüm boyunca minnet duyuyorum.

Okul inşaatı çok hızlı gidiyordu. Arada bir kaymakam ve ilçe milli eğitim müdürünün de kontrole gelip gitmesi çalışmayı daha da hızlandırıyordu. Ben de bu durumdan oldukça büyük haz duyuyordum. Ancak yavaş yavaş eğitim öğretim vakti de yaklaşıyordu.

İşler hızla ilerlerken bir ara köyden ayrıldım ve görev yerime gittim. Okulun badanasını, temizliğini ve tanzimini yaptırdım. Köy okulları bir süre geç açıldığı için tekrar köyüme döndüm.

Çok üzücü ve gerçek bir şey, köylülerimin hiç biri selamımı almıyordu. Ben selam verecekken onlar kasten arkalarını dönüyordu. Ancak ben bu duruma bir anlam veremiyordum. Ama olsun okul inşaatı olanca hızıyla, hatta daha aşırı bir gayretle devam ediyordu. Çünkü bu yılki eğitim yılına hazırlanması amaçlanıyordu.

Mutluluğuma diyecek yoktu. Bir yandan okul, bir yandan da iki tane öğretmen evi yapılıyordu. Sağ olsunlar, kara kaymakam ve milli eğitim müdürü de sık sık kontrole geliyorlardı.

Amirlerimizin sıkı takibine güvenerek eşimle birlikte görevimize başlamak üzere köyden ayrıldık. Eşimle ben çok mutluyduk. Elimizden geldiğince milli eğitime katkıda bulunuyorduk. O minicik yavrulara, yarının büyüklerine karınca kararınca hizmet verecektik. Bu düşüncelerle tatlı hayallerin manyetik alanındaydık.

Eğer bir insan mutluysa herkesi mutlu görmek ya da elinden geliyorsa onların mutlu olması için ne gerekiyorsa yapar. İşte bu mantıkla biz de görevli bulunduğumuz köyün çocuklarıyla can cana ve sevgi dolu bir çalışmaya devam ediyorduk. Öğretmenlerimiz de altı yıl boyunca sevgiyi ve öğretmenliğin kutsallığını özümüze işlemişlerdi.

Tertemiz ve minicik öğrencilerimiz bizi sanki ayakta uyutmuştu. Gözümüzü açtığımız zaman birinci karne vakti gelmişti. Çocuklara karne verip, evlerine yolladıktan sonra önümüzde bir haftalık boş zaman vardı. Bu boşluktan faydalanıp, hemen köyüme gitmeye karar verdim.

Çalıştığım yerden köyüme gitmek çok zordu. Hele de vasıtayla gitmek imkansız gibi bir şey. Ancak at yada eşek kiralanabilir ya da bacaklarına güvenen varsa yaya olarak gidebilirdi. Ben hem gençliğime güveniyordum hem de okul yaptırma aşkı bende doping etkisi yapıyordu. Bu yüzden yaya olarak yola çıktım. Okulun yapılmış olduğunu ve avlusunda cıvıl cıvıl çocukların oynadığını umuyordum. Bu hayalle olanca gücümü harcıyor ve köye bir an önce varmak istiyordum. Bu hızla yürüdüğüm altı-yedi saatlik beni iyice yormuştu. Ama köyüme de iyice yaklaşmıştım. Köyümün şehir tarafındaki dış evleri iyiden iyiye görünüyordu.

Köyün içinden bir yol geçer, köyü de kuzeyden güneye ikiye ayırır. Bu yola ‘’ulu yol’’ deriz. Çünkü bizim köyün güneyinde ve kuzeyinde bir sürü köy vardır. Köylümüz de bilhassa akşam vakti evinin önündeki çardağa veya damın üstüne çıkıp, ulu yoldan gelip-geçenleri seyrederdi. Bir süre sonra ben de bu evlerin civarına gelmiştim. Üstelik çok yorulmuştum. Ansızın taş yağmuruna tutuldum. Garip şey ! İrili ufaklı bir sürü çocuk bana taş atıyordu. Onların arasında da kapkara yüzlü, belki de yüzü gibi kalbi de kapkara olan biri ‘’İşte geldi. Komonost geldi. Bakın ! Bakın alnında kıpkırmızı komonost yazıyor ! Vurun ona ! ‘’ diye çocukları tahrik ediyordu.

Yaya geldiğim için yorgunluktan ölüyordum. Bu nedenle taş yağmurundan zor kurtuldum. Can havliyle kaçarak kendimi muhtarın evine zor attım. Kışın o en soğuk gününde beni kan-ter içinde gören abim korkuyla ayağa kalkıyor ve;

‘’ Nedir bu halin Yusuf ? Kimden kaçıyorsun ?’’ diye bağırıyordu. Ben de onun sinirli halini kamçılamamak için saki sakin;

‘’Abi hiçbir şeyden kaçmıyorum. Üşümemek için çok hızlı yürüdüm. O sebeple terledim’’ dedim.

Fakat sinirlerim çok gergindi. Hem sinirimi yatıştırmak, hem de yorgunluğumu gidermek için sobanın yanına yatıp, bir müddet uyudum. Uyku iyi gelmiş ve sinirlerim yatışmıştı. Bunun üzerine sakin sakin abime sorular sormaya başladım ve ilk olarak;

‘’Abi iki defadır köylümüz selamımı almıyor. Ben selam verirken onlar yüzlerini çeviriyor. Bunun sebebi nedir ? Ben onlara ne yaptım ki ? Bir türlü anlamıyorum.’’

‘’Yusuf sen kimseye bir şey yapmadın. Onun sebebi şu: Biz okul yapımına başladıktan bir müddet sonra köye bir araba geldi. O arabayla bir ağa gelmiş ve kendi adamlarını toplayıp onlara senin kıpkırmızı bir komünist olduğunu, sana inanmamalarını ve eğer ellerinden geliyorsa okul yapımını engellemelerini söylemiş.

Ağanın gelip, gidişinden sonra köylü okula karşı bir tavır aldı. Açıktan herhangi bir şey yapamıyorlar ama bazı cahil sıpaları gönderip ustaları huzursuz ediyorlar.’’

‘’Peki abi ağaların amacı ne ? Niçin bana çamur atıyorlar ? ‘’

‘’Niçin olacak, köye okul yapılırsa halk uyanırmış. Eğer halk uyanırsa da ağalar köylüyü kandırıp rey alamayacak ve götürüp köylerinde boğaz tokluğuna çalıştıramayacaklar.’’

Evet, abim doğru söylüyordu. Aynı ağa köylümüze iki kere çeltik biçtirmiş, sonra da ‘’Hadi gidin. Paranızı sonra getirip dağıtırız’’ diyerek insanları boş yollamış, ve de haklarını asla vermemişti. Bu da yetmiyormuş gibi, köylümüzün bazılarını kefil gösterip bankadan para çekmiş ve çekilen parayı ödemeyerek, köylüleri sefaletin içine itmişti.

Bu ağanın bir rezaletini de anlatmalıyım: şu anda muhtar olan abim amele çavuşluğu yapardı. Bizim ağa, abime haber yollamış, ‘’ Ali Çavuş, pamuk zamanı geldi. Biraz adam getir ve pamuğu toplat,’’ demiş. Abim de köyden yetmiş, seksen kişi bulup ağanın pamuğunu toplatmış. İş bitince ağa parayı peşin vermiş. Ancak herkesin hakkının dörtte birini kesmiş.

Bu ağanın işini bitiren abim köylümüzü Bingöllerin tarlasına götürüp, o ağanın pamuğunu toplatmaya başlamış. Bizim ağa da Sayın Bingöl’e gelip demiş ki, ‘’Köylü bu adamı çok seviyor. Ama bu adam Halk Partili. Bunun olduğu yerde bizim adam peşine adam düşüremiyor. Adamı halkın gözünden düşürmek gerek. Ben bu yüzden adamların haklarını tam vermedim. Yani dörtte birini kestim.’’ Ağa bu konuşmayı yaparken abim de duyuyormuş. Ağanın konuşması bitince Sayın Bingöl, ‘’Vay şerefsiz, vay! Tuh yüzüne be ! Kızıl sıcak altında çalışan şu insanların hakkı yenir mi ? Yazıklar olsun sana siktir git şurdan !’’ demiş’’

Abim bu olayı anlatırken gözlerinin içi gülü gülüyordu. Ali Çavuş bunları anlattıktan sonra ona,

‘’Abi, ölüm pahasına da olsa bu okul bitecek. Hiç korkma, ben olayı kaymakama anlatırım,’’ dedim.

‘’Sahiden anlatır mısın ?’’

‘’Elbette abi.’’

‘’Pekala, yarın kaymakama gidelim mi?’’

‘’Tabii abi, sen nasıl istersen,’’ dedim.

Abim belli ki çok korkuyordu. O yüzden de derdini kaymakama anlatmak istiyordu. Beni de yanında götürüp, kendine bir güç almak amacındaydı.

İkinci gün erkenden kalkıp, yollara düştük. Yaz sıcağında yürürken yollar çok zor geliyordu. Şimdi ise hava çok soğuk ve soğuk havada yol almak çok kolay geliyordu. Bu nedenle şehre erken vardık. Hiç vakit kaybetmeden kara kaymakamın yanına gittik. Abim kendi derdini, ben de başımdan geçen olayı anlattım. Adam çok üzüldü. Muhtara da ‘’senin kefilin benim. Hiçbir şeyden korkma. Gerekirse okul bitene kadar orada jandarmaya nöbet tuttururum,’’ dedi.

Sayın Turan Tan’dan tam destek aldıktan sonra abim köyüne, ben de görev yerime döndüm. Eve dönerken bir hayli düşündüm. Başımdan geçen olayı eşime anlatmalı mı, yoksa anlatmamalı mıydım ? Bu fikir bir müddet kafamı yordu. Sonuç olarak da bu olayı eşime anlatmamaya karar verdim. Eğer haber verirsem onun da huzuru kaçacaktı. Onun huzurunu kaçırmaya hiç hakkım yoktu.

Ben eve dönünce eşim şaşırıp, ‘’Neden erken döndün ? Hani ya köyde birkaç gün kalacaktın ?’’

‘’Vallahi evler çok soğuktu. Malum köy evleri de çok düzensiz. Şu kış günü üşütüp, hasta olmaktan korktum. Bu sebeple erken dönmek zorunda kaldım,’’ dedim.

İstemeye istemeye eşime yalan söylemiştim. Şu ağayla da bir türlü yıldızım barışmıyordu ve o bir karabulut gibi başımın üzerinde dönüp duruyordu.

Kafamı bir nebze olsun dağıtmaya için şehre gidip birkaç gün dolaşmaya karar verdim. karar verdim. Onun için de şehre giden araçtan iki kişilik bilet aldım. İkinci gün eşimle ben şehre gelmiş, geziniyorduk. Zengin bir mağazaya rastladık. Eşim de mağaza önünde durup, kahve, çay takımlarını inceliyordu. O kahve takımından birini beğenmiş ve,

‘’Bu takımın fiyatı nedir ?’’ diye sordu. Adam da,

‘’Bu takım çok güzel abla. Amerikan malı, ‘’ dedi. Eşim de,

‘’Türk malı yok mu?’’ diye sorunca, mağaza sahibini adeta şeytan çarptı. Olduğu yerde dimdik doğruldu. Sonra da iki adım geri atarak, ‘’ Bakın şu komünistlere, ‘’ dedi. Biz bu durum karşısında iyice şaşırdık ve ne yapacağımızı bilemedik. O anda ben eşimin kolundan tutup, o adam gibi geri geri adım atarak mağazadan uzaklaştık.

Kaderin bu kadarına da pes doğrusu...! Biz karabulutun etki alanından uzaklaşmaya çalışıyoruz. O ise bizim etrafımızda biraz daha yoğunlaşıp, sıkıyor, sıkıyordu.

Doğudaki ağaların etki alanından kolayca kurtulmuştum. Fakat bu yörenin ağalarından kurtulmak çok zor görünüyordu. Baskının her geçen gün artması bunun açık işaretiydi. Hem eşim, hem de ben tedirgin bir eğitim yılını bitirip, yaz tatiline ulaşıyorduk. Tatilin başladığı gün muhtarı çağırıp, okulu gezdirdim. Her şeyi yerinde teslim ettikten sonra kapıları kilitleyip, anahtarı da muhtara verdim. O gün şehre giden bir vasıta yoktu. Güvendiğimiz bir ahbabın evinde kaldık. Ertesi gün de sabahın erken saatlerinde köyden ayrıldık. Birkaç vasıta değiştirerek eşimin memleketine vardık. Burada birkaç gün dinlendim. Kendimi iyice zinde hissettiğim gün köye gitmeye karar verdim. Fakat eşim de gelmek istiyordu. Ne var ki onu götürüp, rezil etmek istemiyordum. Bu sebeple onsuz yola çıktım.

Yaya olarak yürüyor, korku ve heyecanla köyüme doğru gidiyordum. Engebeli ve dar yollardan hızlı hızlı geçerken bir de baktım ki köyüme çok yakın olan bir köye gelmişim. Oraya vardığımda henüz öğlen olmamıştı. Bu köyde ‘Körağa Süleyman’ denen biri vardı. Onun evinde misafir olup, bir müddet vakit geçirdim. Amacım köye geç bir vakitte varmaktı. Herkes evine çekilsin ve beni görmesin istiyordum. Akşam namazı sıraları benim için en uygun zamandı.

Oyalandığım köyle bizim köyün arası çam ormanıyla kaplıdır. Karanlık bir zamana kalındığı takdirde orman içindeki kötü yollarda yürümek çok zor olur, hatta yol bile kaybedilebilir. Ben bu riski ortadan kaldırmak için ikindi sonrası yola çıktım. Ne var ki bir hesap hatası yapmışım. Ayrıca yolumun üzerinde üç de aile vardır. ‘Pamuk Ali, Kara Ahmet ve Kızıl Musa’ ünvanıyla anılan aileler. Üçünün evi de yan yanadır.Bunların hepsi de benim köylümdü. Geçmişte bu aileler köylü tarafından dışlanmış, onlar da köyün dışında ve karşısında bir yere ev kurup, yerleşmişler.

Bu evlerle bizim köy arasında bir dere vardır. Dere çok aşağılarda olduğu için köyle bu evler karşı karşıyadır. Herhangi bir ihtiyaçları olursa, çağırarak köyden isterler. Köylünün ihtiyacı olursa da yine aynı şekilde onlardan istenir. Sakin havalarda onların sohbet sırasında konuştukları bizim evlerden duyulur.

Her nasılsa ben bunları hesaba katmadan yola çıkmışım. Onların evinin yanına geldiğimde ‘eyvah !’’ dedim. Ama iş işten geçmişti. Pamuk Ali’nin yanından geçerken, üç kardeş de çardakta oturuyordu. Evin hizasına gelince onlara selam verdim. Onlar kendi aralarında homurdanırken, ben yoluma devam ettim. Arkamdan, ‘’ Gavur geliyor, gomonost geliyor !’’ bağırtısı yükselmeye başladı. Bu durum karşısında çok korkup, paniğe kapıldım. Ne yapacağımı bilmiyordum. Ancak ilk iş olarak yoldan ayrıldım ve çam ormanına daldım. Biraz ilerde ‘Alkız Mağara’ denen bir yer vardı. Bir süre çam ormanları arasına saklanıp, sonra da mağaraya ulaşıp, orada saklanmayı düşünüyordum.

Pamuk Ali’nin bağırtısı hiç kesilmiyordu. O bazen, ‘’gavur geliyor,’’ bazen, ‘’ gomonost geliyor veya gomonost kaçıyor,’’ diye bağırıyordu.

Bu şamata üzerine abimin evinin önünde öbek öbek insanlar toplandı. Kısa bir süre sonra muhtar,

‘’Hangi gavur geliyor? Hangi gavur geliyor ?’’ dedi. Pamuk Ali de ,

‘’Gızıl gomonost olan, Gızıl gomonost !’’ diye cevap verdi.

Pamuk Ali’nin cevabı biter bitmez, iki el silah sesi yükseldi. Akabinde de muhtarın sesi duyuldu. O,

‘’Hadi dağılın, Gavur filan yok. Hepiniz evinize gidin, ‘’ diyordu.

Gavur görmek için bizim evin oraya toplananlar muhtarın uyarısı üzerine evlerine dağıldılar. Onlar evlerine dağılırken güneş de tüm ışıklarını toplamış, ortalıktan çekiliyordu.

Gavur görmeye gelenler ve güneş kaybolmuştu. Ardından da muhtarın (abim) sesi yükseliyordu. ‘’Yusuf, Yusuf ! Neredeysen çık gel. Çık gel. Korkacak bir şey yok,’’ diyerek bana doğru geliyordu. Ben de korku ve heyecanla abime doğru koşmaya başladım. Kan-ter içinde kalmıştım. O halimle abilerime kavuştum. Hepimiz heyecanlıydık. Üçü birden beni kucaklarken, ben sevincimden ağlıyordum. Çünkü abilerim beni kurtarmış ve candan kucaklıyorlardı.

Akşamın alaca karanlığında hep birlikte eve doğru yürüyoruz. Çok mutluyum. Çünkü, canımdan canlar var yanımda. Onlar her ihtimali düşünmüşler. Muhtarın elinde bir tabanca ve öbür abilerimin elinde de birer av tüfeği var. Elleri daime tetikte. O gece muhtar abimin evinde misafir olduk.

Bir müddet kardeş kardeş sohbet ederken ben uyumuşum. Sabah kalktığımda ise Ali oyuna, Veli koyuna çoktan gitmişti. Ben de bir bardak süt içip, muhtarın tabancasını aldım. Bu tabanca çok büyüktü. Toplu tanca deniyor, 7 tane mermi alıyor. Ben de bu büyük tabancayı belime taktım. Herkesin görmesi için de üzerime ceket giymedim. Bu halimle de hemen okulun yolunu tuttum. Haliyle inşaatı merak ediyordum. Çünkü bana göre büyük bir inşaatı. Büyük bir okul ve iki de öğretmen evi. Bu işin bitimi benim için büyük bir olaydı.

İnşaat sahasına vardığımda henüz hiç kimsecik yoktu. Sadece bir kişi ayaktaydı. O da kahvaltı hazırlıyordu. Adamla kısa bir süre sohbet ettik. Ben inşaatı gezerken, adam da kahvaltı hazırlama işine devam ediyordu.

İşin büyük bir kısmı bitmişti. Buna oldukça sevindim. Bu arada da kahvaltı hazırlayan kişi herkesi çaya davet ediyordu. Ben de bir bardak çay için masaya geldim. Henüz oturmuştum ki enseme büyük bir ağırlık indi. Kendimi zorlayarak arkama doğru baktım. Bir de ne göreyim ! Ağırlığı enseme koyan kişi, teyzemin oğlu Mehmet Kızıltepe’ydi. Merakla ona,

‘’Teyze oğlu, sen ne geziyorsun burada ?’’ dedim. O da,

‘’Buranın müteahhidi benim. İnşaatı erken bitirmek için genelde burada kalıyorum.’’

‘’Mehmet abi, çok sevindim. İşi ne zamana bitireceksin ?’’

‘’Ohoo, ne kaldı ki ? En geç bir buçuk ay sonra okulu Milli Eğitime teslim ederim,’’dedi.

Mehmet abinin bu sözleri beni çok mutlu etti ve onlarla birlikte haz dolu bir sabah kahvaltısı yaptık.

Kahvaltı sonrası çalışanlar işbaşı yaptı. Ben de hem onlarla, hem de müteahhitle uzun boylu bir vakit geçirdim. Ara sıra da inşaat civarında gezinti yaptım. Ben gezinirken, köyden bazı gelenler oldu. Gelenlerin hemen hepsi önce belimdeki tabancaya bakıyordu.

Köyde uzun bir süre kaldığım halde bana ne ‘gomonost’ diye bağırdılar, ne de çocuklara taşlattılar. Anlaşılan tabancanın belimde olması onlar için çok iyi bir susturucuydu.

Değerli kaymakam, muhterem insan Turan Tan’ın da gayretiyle okul ve öğretmen evleri hizmete hazır hale getirildi. Onları bitmiş halde görmek ise bana sonsuz bir haz yaşattı. Fakat çok istediğim halde okulun açılış törenine katılamadım. Çünkü ağanın ne yapacağı ya da ne yaptıracağı hiç belli olmazdı.

Okulun ve öğretmen evlerinin bitimini gördükten sonra burada işim kalmamıştı. Ayrıca yeni eğitim öğretim yılı da gelip, çatmıştı. Ben da köyümden ayrıldım. Dönüşte Kaymakam ve Milli Eğitim müdürünün yanına uğrayarak onlara teşekkür edip, saygılarımı sundum. Bilahare de eşimin memleketine döndüm. Orada da okulların açılma vaktine kadar kaldım.

Haz dolu bir yaz sezonundan sonra buruk olarak görev yerime dönüyordum. Zira burası ağaların etki alanı içindeydi. Bundan başka görevli bulunduğum köyde yeni oluşan ve hızla gelişen değişik bir oluşum vardı. Bu oluşumun içine boş gezen gençler, gençliğe yeni adım atan ya da attığını sanan çocuklar katılıyordu. Ve bunları perde arkasındaki kişiler yönlendiriyordu. Böyle olunca da ne yapılacağı, ne zaman yapılacağı bilinmediği için korkuyor ve içim buruk olarak görev yerine dönüyordum.

Ben başka bir yörede minik yavrularımızın eğitim ve öğretimi için okul yaptırmış ve görev yerimde de bizzat onların eğitimiyle uğraşıyordum. Ne var ki etraf her gün biraz daha çirkinleşiyordu. Bu durum ise beni huzursuzluğun içine iyice itiyordu.

Köydeki bu çalkantılı durum devam ederken Ramazan ayı geldi. Köylü de Ramazan ayı boyunca bir imam tutmuştu. Bu imam çok genç ve kızıl sakallı biriydi. Bir Cuma günü namaz için camiye gitmiştim. Kızıl sakallı imam çok ilginç bir vaaz vermeye başladı. İşlediği konular çok ilginç ve çok korkunçtu. O kuzu kuzu dinleyen cemaate;

‘’Ey cemaat, sizin bir tavuğunuzu yerlerse, siz de onların bir mandasını yada sığırını yemelisiniz. Eğer sizin bir yakınınız öldürülürse, siz de hemen gidip, öldüreni ya da onun yakınını öldürmelisiniz. Aksi halde intikamınızı alamazsınız,’’ diyordu. İmamın bu konuşması karşısında kendimi ayakta bulup ona,

‘’Sayın Hocam, Burası Türkiye Cumhuriyetidir. Bu ülkenin bir hükümeti vardır. Bu hükümetin de mahkemesi var, polisi var, jandarması var. Burası çapulcu hükümeti değildir. Siz ne hakla vatandaşı çapulculuğa ve kan davasına teşvik ediyorsunuz,’’ derken, adamda hiddetle;

‘’Sus otur yerine !’’ diye bana bağırıyordu.

Ani bir refleksle ayağa kalkıp, yaptığım bu konuşma beni iyi bir korku içine itti. Eğer adam;

‘’İşte komünist ! Vurun komüniste ! ‘’ demiş olsa, beni linç ederlerdi. İmam efendi sağolsun ! Bu emri vermeyerek ya da akıl edemeyerek beni kurtarmış oldu. Çünkü komünist konusu öyle işleniyordu ki; kim atılsa şarpadak yapışırdı.

Kızıl sakalın fetvası üzerinden kısa bir zaman geçmişti. Bir akşam vakti köyde büyük bir figan koptu. Kadınlı, erkekli bir yöne doğru ağlaşarak, feryat ederek koşuyorlardı. Çok merak ettiğim halde, her hangi bir karambole gelmekten korktuğumdan okulda kalmayı tercih ettim. Ama merakımı gidermek için aradan fazla zaman geçmedi. Öğrencilerimden bazılar olayı bana ulaştırdılar:

Mezarlığın orada bir cinayet işlenmiş. Köyün ağalarından biri olan Ali Rıza, Yörük Mustafa’yı takır takır vurmuş. O çevrede mal güden çobanlar gözleriyle görüp, tanıklık etmişler. Çobanların ifadesi üzerine de polisler Ali Rıza ağayı alıp, götürmüşler.

Ali Rıza ağa evlidir. Tam beş tane çocuğu vardır. Hem beş çocuk babasının, hem de bir ağanın hapis olması onur kırıcı bir durumdur. Bu onur kırıcı duruma düşmemesi için Ali Rıza ağa kurtarılmalıdır. Ama nasıl ?

Bu sıkışık anda ağabey Halis devreye girer. Ağabeyin ağalıkta, paşalıkta gözü yoktur. Onun eli açıktır. Cömerttir. Şehre gelen tüm devlet adamlarıyla ahbaptır. Belki de ağa taktiğidir bilemem ama o, şehre gelen ve yetki sahibi her kişiyi köyüne davet eder. Yedirir, içirir. Böyle olunca da her memur ona saygı duyar. Bunları yaparken Halis abinin hiç art niyeti yoktur. Ama ne var ki bu kardeş davası, bu Ali Rıza olayı Halis ağabeyi can evinden vuruyor. Kardeşini kurtarmak için şehre koşuyor. Sorup, soruşturuyor ve ona tek bir çare öneriliyor. O da: Bu aileden birinin Ali Rıza’nın yerine yatması ya da kabul ederse başka biri de olabilir. O kişi bulunduğu takdirde, şehirde ön önlem alınacaktır.

Halis ağabey, şehirde bu güvenceyi aldıktan sonra hemen köye döner. Yol boyu planını yapmıştır. En küçük kardeş hem bekar, hem de yaşı küçüktür. Eğer onu razı edebilirse eline bir tabanca verecektir. Fatih bu tabancayla bir kasaba gelip, kesilmiş bir malın etine ateş edecektir. Ete saplanan kurşun, özenle çıkarılacak, tabancayla birlikte yetkili yere getirilip, Ali Rıza ağanın kurşunu ve tabancasıyla değiştirilecektir.

Planın birinci ayağı hazırdır. Fatih verilen görevi yerine getirir. Sıra şehirdeki yetkilidedir. Yetkili da verdiği taktiği aynen uygular. Çünkü bu dönemde verilen söz kanun gibidir. Böylece de Fatih içeri girer, Ali Rıza ağa dışarı çıkar. Fatih mahkeme sonucu mahkum olur ve Kırşehir hapishanesine gönderilir. Ali Rıza ağa da utancından mı, korkusundan mı bilemem, şehre göçüp, gider. Bu duruma en çok Karasak ağa sevinir. Köyde artık ‘Ağa’ odur. ‘Kral’ odur. Şimdi onun yanında ‘vur’ deyince vuracak, ‘kır’ deyince öldürecek bir sürü çapulcu vardır.

Köyde komünist furyası almış başını gidiyor ve çapulculuk kol geziyordu. Buna rağmen bir Cumartesi günü yanımda çalışan vekil öğretmen Sahir Alvur beyle köy kahvesine çıktık. Burada cami, kahve ve bakkal bir aradadır. Vekil öğretmenle birlikte yanımıza Kamil Telli de geldi. Hem çay içiyor, hem de sohbet ediyorduk. Köyün bakkalı etrafına bakınarak bir telaş içinde yanıma geldi. Benim kulağıma yaklaşıp,

‘’Muallim bey, çayını içince dükkana gel, sana söyleyeceklerim var,’’ dedi. Konuşması bitince de sağa, sola bakıp geri döndü.

Bakkalın bu davranışı beni iyice heyecanlandırdı. Çayımı bitirince merakla ve heyecanla bakkalın yanına gittim. Bakkal beni görünce telaşla kolumdan tutu ve kapının arkasına çekti. Kendisi de şöyle bir etrafa bakıp, içeri girdi. Çok heyecanlıydı.

‘’Muallim Bey, buralarda fazla görünme. Hemen evine git.’’

‘’Hayrola bakkal ? Ne için evime gideyim?’’

‘’Sana başka bir şey söyleyemem.’’

‘’Söyleyeceksin bakkal efendi. Söyleyeceksin.’’

‘’Hayır. Vallahi söyleyemem !’’

‘’Bakkal emmi, dilinin altındaki şu baklayı çıkar. Aksi halde buradan dışarı çıkmam.’’

‘’Öyleyse, sakın benden duyduğunu kimseye söyleme.’’

‘’Sana söz veriyorum. Ama neyi söylemeyeyim ?’’

‘’Köyün ağası Karasakal ile imam sana tuzak hazırlıyorlar. Şey... Ona göre ayağını denk al ! Kendi adamlarına senin komünist olduğunu yayıp, yarı cahilleri sana karşı kışkırtıyorlar. Senden tekrar rica ediyorum, benden duyduğunu kimseye söyleme.’’

‘’Bakkal emmi sana çok teşekkür ederim. Ayrıca seni asla ele vermeyeceğim,’’ dedim.

Konuşmamız bitince dükkandan çıkıp, arkadaşların yanına döndüm. Onlarla hoş bir sohbete daldık. Ama içimde garip bir sıkıntı vardı. O arada elinde bir parşömen kağıdı olan bir genç karşıma dikildi. Sonra bir genç daha. Bir daha derken, on kadar genç etrafımızı sardı. O anda bakkalın söylediklerini hatırlayıp, iyice korktum. Bu korkuyla vekil öğretmene baktım. Ona, ‘’Ne yapacağız ?’’ der gibi işaret ettim. O da ‘’hiç korkma,’’ işareti verdi. O köyden olan Kamil Telli de önüne bir sandalye çekti. Ve böylece biz kendimize göre bir savunma hazırlığı yaptık.

Köyde doğu kökenli bir aile vardı. Altı-yedi çocuklu fakir bir aile. Adam orada, burada kumar oynar, evin geçimini kadıncağız sağlamaya çalışırdı. Ben bu aileye acımış, kadını okula almıştım. Her ay ona muntazam para ödüyordum. Böylece bu ailenin geçimine yardımcı oluyordum. Hani ‘’İyilik yap, kötülük bul,’’ derler ya, durum aynen öyleydi. Benim fakir diye yardımcı olduğum ailenin oğlu çetenin elebaşıydı.

Cemo (Cemal), elindeki kağıdı açıp, beni suçlarcasına okumaya başladı. Perde arkasındaki her kim ise on kadar soru sıralamış. Bu sorulardan bazıları;

‘’1-Hocam niçin Cumhuriyet gazetesi okuyorsunuz ?

2-Sol nedir ? Solcu ne demektir?

3-Sosyalist ne demektir ?... ‘’

Cemo’nun sorusu boğazında kaldı. Kamil Telli elinde tuttuğu sandalyeyi alıp, ayağa fırlayarak,

‘’Ulan, senin solunu da solcunu da.... Senin ananı, avradını da.... Seni buraya gönderenin anasını avradını da...’’ deyip, üzerine saldırdı. Sandalye Cemo’nun kafasına inmek üzereydi. O anda korkudan ödüm patladı. Sandalye eğer kafaya inseydi Cemo ölebilirdi. Bu sebeple bütün gücümle Kamil’i durdurmaya çalıştım. Bu arada diğer gençler kaçacak delik arar gibi dağıldılar. Olay bitmiş ve ben Cemo’yo kurtardığım için sevinirken, Kamil üzgündü. Köylünün beni taciz etmesine ve de o güzelim mongol gömleğinin baştan aşağı yırtılmasına çok üzülmüştü. Olaya hepimiz üzüldük. Ama tezgahı kuran yaptırmıştı bir kere.

Biraz sakinledikten sonra Kamil Telli evine, vekil öğretmenle ben de muhtarın yanına gittik. Ona başımıza gelenleri anlattık. Muhtar olayı öğrenince çok üzüldü ve hemen ayağa kalkıp,

‘’Buyurun ağanın (Karasakal) yanına gidelim,’’ dedi. Üçümüz birlikte Karasakal’ın yanına geldik. Başımıza gelenleri bir de ona anlattık. Ağa da bizden özür diledi. Bu da gösteriyor ki, ağanın olayla bir bağlantısı vardı. Bu görüşmenin ardından ben muhtara,

‘’Muhtar, ben imamdan şikayetçiyim. Adamın verdiği vaazlardan anladığım kadarıyla köylüyü birbirine düşürmek istiyor. Bana göre siz bu durumdan sorumlusunuz,’’ dedim. Şikayetimi bitirdikten sonra ağanın yanından ayrıldık.

Bu olaylı günün üzerinden sadece bir gece geçmişti. Sabah vakti bakkal okula geldi. Selam, kelam demeden, ‘’Müjde muallim bey, müjde ! Köyün imamı kaçmış. Gözün aydın !’’ dedi. Sanırım o da benim kadar sevinmişti. Çünkü gözünün içi bile gülüyordu.

Bakkalın bu haberinin ardından oturup, birer kahve içerek, olayı kutladık.

Evet, imam kaçmıştı, kaçmasına ya, adam kaçmadan önce köyün düzenini iyiden iyiye bozmuştu. Zira okuldaki öğrenciler bile kutuplaşmaya başlamıştı. Karasakal imamı bir gecede kaçırmıştı ama o, aklı ermeyen çocuklara ne yaptıracağını kim bilebilirdi ki ? Ağadan ötürü oldukça kaygılıydım. Kafamdaki kaygıyı bir türlü söküp, atamıyordum. Çünkü okul ve öğretmen evi köyün bir hayli dışındaydı. Gece gelip, evi yaksalar, yıksalar, bizi asıp, kesseler kimsenin ruhu duymazdı.

Kafamı kemiren bu kaygıları anlatmak için şehre, amcamın yanına gittim. Ona köyde olan olayları anlattım. Amcam, köyün ağası Karasakal’ı çok iyi tanıyormuş. Bana,

‘’Oğlum, o köyden ayrıl Karasakal’ın yapamayacağı kötülük yoktur. Bir adam bulun ve naklinizi başka yere yaptırın,’’ dedi.

Ben amcamın yanına teselli bulmaya gitmişken, o beni iyice kaygılandırdı. Bu huzursuz ortamda görevimize devam ederken, bir gün okula resmi bir araba geldi. Arabadan sadece şoför indi. Ben adama,

‘’Kimi arıyorsunuz beyefendi ?’’ diye sordum. Oda,

‘’Yusuf Beyi, Yusuf Karakaş Beyi arıyorum,’’ dedi.

‘’Hayrola niçin arıyorsunuz ? Aradığınız adam benim,’’

‘’Beni Milli Eğitim müdürü gönderdi ve sizi ona götürmemi istedi. Ama niçin istediğini bilmiyorum efendim,’’ dedi.

Bu konuşmaların akabinde eşimle göz göze geldik. Çok korkmuş görünüyordu. Ben de korkuyordum ama ona sezdirmemeye çalışıyordum. Kendi kendime soruyor, soruyordum. Bu neyin nesiydi ? Yoksa ağaların bir oyunumuydu ? Her neyse...

Ben şoförün açtığı kapıdan arabaya binerken, eşimin kaygıyla bakan gözlerinden damla damla suların aşağıya kaydığını görüyordum.

Şoför beni eşimden hızla uzaklaştırırken kalbim her zamankinden hızlı çalışıyordu. Çünkü;’’Başıma ne gelecek ?’’ diye merak ediyordum. Bu, korkuyla karışık merak denizinde yüzerken kendimi Milli Eğitim Müdürlüğünde buldum ve heyecanla müdürün kapısını çaldım. Müdürün, ‘’gir’’ komutuyla içeriye girdim. O, azgın suratlı müdür beni görünce gülerek ayağa kalkıp, bana yer gösterdi ve,

‘’Hoş geldin Yusuf Bey. Gel otur şöyle,’’ diyerek aklımı karma karışık etti. Yüzü hiç gülmeyen bu adam bana övgüler yağdırıp, devamlı gülümsüyordu.

‘’Düğün değil, bayram değil, eniştem beni niye öptü ?’’ misali ben de müdürün bu tavrı karşısında tamamen aptallaşmıştım ki, müdür dilinin altındaki baklayı çıkarmaya başladı;

‘’Yusuf Bey, köyüne bir okul yaptırmışsın. Okulun açılışına gittim. Okul ve öğretmen evleri çok güzel olmuş. Milli Eğitime bu katkından ötürü seni kutluyorum. ‘’

‘’Teşekkür ederim efendim. ‘’

‘’Seni Atatürk Okuluna müdür olarak vermeyi düşünüyorum. Çevreye daha faydalı olursun.’’

‘’Siz bilirsiniz efendim.’’

Müdür bey, hemen bir kağıt, kalem uzatarak;

‘’Dilekçeyi şimdi yaz ve hemen bana ver,’’ dedi. Ben de o anda bir dilekçe yazıp, kendisine vererek teşekkür ettim. Sonra müdür şoförü çağırttı ve,

‘’Yusuf Beyi okuluna götür de gel,’’ dedi.

Eve gelir gelmez bu sürpriz olayı merakla bekleyen eşime anlattım ve o da benim kadar sevindi.

Bu durum bizim için bir dönüm noktasıydı. Yaz tatilinin gelmesini dört gözle beklemeye başladık. Beklenen an geldiğinde, hiç vakit geçirmeden eşyalarımızı toparlayıp, huzurumuzu kaçıran bu köyden ayrıldık.

Öğretim yılı boyunca çeşitli huzursuzluklar yaşamıştık. Tatil süresi içinde de dinlenmeye çalışıyorduk. Ben arada bir de Atatürk Okuluna gidiyor, hem okul, hem de çevre hakkında bilgi topluyordum. Ayrıca, gözümüz-kulağımız da yeni yapılacak nakil ve tayinlerdeydi.

Aradan bir hayli zaman geçmiş ve il içi nakiller yapılmıştı. Ben yapılan nakillerin listesini incelemek için Milli Eğitim Müdürlüğüne gittim. Nakil listesinde ne benim, ne de eşimin adı vardı. Bu durum beni perişan etti. Sebebini öğrenmek için Milli Eğitim Müdürünün yanına gittim. Ona,

‘’Müdür bey nakil listesinde adımız yok. Yoksa tayinimiz yapılmayacak mı ?’’ diye sordum.

‘’Yusuf Bey, acele etme. Bundan sonra en az üç defa daha nakil yapacağız,’’ dedi.

Yapacak bir şeyim yoktu. Müdürün verdiği söze güvenerek eve geri döndüm.

Ben döndükten sonra iki defa daha nakil yapıldı. Ama bizim naklimiz yine yoktu. Gel de bu durum deli olma ! Durum iyiden iyiye anlaşılmıştı. Müdür bizim naklimizi yapmayacaktı. Her şeyi göze alıp, Müdürün yanına tekrar gittim. Gerekirse kavga bile yapacaktım. Onun makamına girer girmez, benden önce o,

‘’Yusuf Bey, kusura bakma. Sizin naklinizi yapamayacağım,’’ dedi. Ben, şaşkın ve sinirli bir halde,

‘’Müdür Bey, biz sizden nakil istemedik. Siz, emri-vaki yaparak nakil dilekçesi aldınız. Biz de size güvenerek o köyden ayrıldık. Bu nedenle de oraya geri dönemeyiz.’’

‘’Öyleyse bana yeni bir nakil istek dilekçesi daha ver,’’ dedi.

Müdürün isteği üzerine, yeni bir dilekçe yazarak kendisine teslim ettim. Bu dilekçeden kısa bir süre sonra da naklimiz başka bir köye yapıldı. Eh, buna da şükür. Eski köye geri dönmekten iyidir.

Nakil yerimizi öğrendikten sonra Milli Eğitim müdürünün yanına teşekkür etmeye gittim. Fakat o, çok dertliydi;

‘’Yusuf Bey, kendi görevimi kendim yapamıyorum. Ne demek istediğimi anla lütfen,’’ diyerek benden özür diliyordu.

Mesele anlaşılmıştı. Büyük ağa bize rahat vermeyecekti. Onun ve onun gibilerin kolları her yere uzanıyordu. Buna karşın biz de;

‘’Orda bir köy var uzakta,

O köy bizim köyümüzdür.

Gitmesek de, gelmesek de,

O köy bizim köyümüzdür,’’ diyerek yeni görev yerimize gittik.

Köy güzel yere kurulmuştu. Ancak, içecek suyu ve gidip, gelecek yolu yoktu. Bunun dışında başka bir kusuru görünmüyordu. Ayrıca köye bir bay ve bir bayan öğretmenin gelmesi köylüyü oldukça sevindirmişti. Biz de onları sevmiştik.

Bu köyde aklımıza getiremediğimiz, hayal edemediğimiz olağan dışı bir durumla karşılaşıyorduk. Köyün zengin mi zengin bir ağası var. Ama garip bir şey, adamın her şeyi dürüstlüğe dayalı. Onunla iyi anlaşıyorduk. Bir gün, şehir dönüşü tozlu yolları çiğneyerek köye dönüyorduk. Ansızın;

‘’Hocam ben enayi miyim ?’’ diye bir soru sordu. Bu soru karşısında şaşırıp kalmış ve,

‘’Hayrola, Hacı Bey,’’ diyebilmiştim.

‘’Cemal ve Osman ağa bana ‘enayi’’’ diyorlar.

‘’Hacı bey, niçin öyle diyorlar ?’’

‘’Onlar vergilerini devlete vermek yerine barda, pavyonda yiyor, kumar oynuyorlarmış. Ben de vergi kaçırmayıp, kuzu kuzu devlete ödüyorum. Bu nedenle onlar benim enayi olduğumu söylüyorlar.’’

‘’Öyle şey olur mu, hacı Bey? Senin bu davranışın hem vatan, hem de vatandaş için en kutsal görevdir. Onlar bir gün yanıldıklarını anlayacaklardır. Senin bu davranışından ötürü ben mutluluk duyuyor ve seni kutluyorum,’’ dedim ve ağa da teselli oldu.

Bu ağanın beşinci sınıfta okuyan bir kızı vardı. Bir sabah elinden tutmuş, bize getirdi:

‘’Hayrola Hacı Bey, Fatma bir suç mu işledi ?’’

‘’Yok hocam. Yok. Fatma bundan sonra sizde kalacak.’’

‘’Sebep ne ? Niçin ? ‘’

‘’Burada kalacak. Çünkü sizin hizmetinizi görecek. Ütü yapacak. Çamaşır yıkayacak. Temizlik yapmayı öğrenecek. Kısacası medeniyeti öğrenecek,’’ dedi.

Adam, bizim bildiğimiz, bize hakaret eden ve bizi düşman gören ağalara hiç benzemiyordu. O, ilme susamış, yurdunu seven ve köylüye iyi örnek olan biriydi. Beş, altı tane çocuğu vardı. Okul tatil olduğunda her çocuğuna, çocuğun isteğine göre bir hayvan alıp, teslim ediyor. Çocuklar da hayvanı okul vaktine dek besliyor, okul vakti gelince de hayvanlar satılıyor. Herkes malının ana parasını babaya ödüyor. Edilen karı da yatırım yapıyor. Kızlar altın alıyor, oğlanlar da paralarını bankaya yatırıyordu. Elbette çocukların harçlığı her zaman babadandı. Kısacası bu insan örnek bir adamdı. Köy kahvesinde genellikle bilimsel yapıyoruz. Bu durum ise bilhassa beni memnun ediyor ve çok haz alıyordum.

Bu yeni yerimizde severek ve sevilerek görev yaparken ders yılı sonuna da gelmiştik. Bir gün köyümüzün muhtarı olan abim çalıştığım köye geldi. Hoş bir sohbetten sonra:

‘’Yusuf, biliyorsun okul için devlete verdiğin arazi bir hayli geniş. Ben, buraya bir de cami yaptırsak, diyorum. Ne dersin ?’’

‘’Elbette olur abi, neden olmasın ? ‘’

‘’Köylümüz bir Cuma namazı için çok uzak köylere gidiyor. Kışın Cuma namazıma hiç gidemediğimiz günler de oluyor. Arazi senin. Karar da senin.’’

‘’Tasalanma abi. Okul tatiline çok az kaldı. Tatilde köye gelirim. Uygun bir yere de cami yaptırırız,’’ dedim. Ama o ısrarla,

‘’Biliyorsun, dedemi de Akçaluşağı köyünde Cuma namazını kılıp, gelirken öldürdüler.’’

Abimin bu cümlesi kalbimin ta derinliklerine indi ve ona,

‘’Abi, ben bu olayı bilmiyorum. Anlatır mısın ?’’ dedim. O da,

‘’Dedem bir Cuma günü Akçaluşağı’na gitmiş. Cuma namazını kılmış. Atına binip, köye doğru geliyormuş. Kargapazarı’n berisine, Kısık’a gelmiş. Orası ıssız bir yer. Tam orada Deli Ümmet ve adamları dedemin önünü keserek attan indirmişler. Yolun biraz yukarısında büyük bir ındız ağacı var ya, oraya götürüp, öldürmüşler.’’

‘’Bu olaydan köylü nasıl haberlenmiş ?’’

‘’Dedemin atı eve sırtı boş gelmiş. Bunun üzerine tüm köylü onu aramaya çıkmış. Aynı gün bulamamışlar Çünkü akşam olmuş. Dedemi ancak ikinci gün bulabilmişler.’’

‘’Dedemi Deli Ümmet’in öldürdüğünü nasıl öğrenmişler ?’’

‘’Deli Ümmet ve adamları Akçaluşağı’nda, Hasan hocanın evinde yatmışlar. Hasan hocaya da dedemi öldüreceklerini söylemiş. Kimseye söylememesi için de tehdit etmişler. Hasan hoca o gün dedemi köye salmamak için çok uğraşmış. Fakat öldürüleceğini de söyleyememiş.’’

‘’ Peki ya abi, dedemi niçin öldürmüşler ?’’

‘’Deli Ümmet ve adamları bir gün bizim köye gelmişler. Köylüye para vermeden bir sürü mal toplayıp, gitmişler. Dedem de şikayetçi olmuş ve köylünün parasını ödetmiş. Bunun üzerine Deli Ümmet dedeme, ‘seni öldüreceğim,’ diye bizzat söylemiş. Suçu bu işte !’’

‘’Desene ki abi, ağa oldukça hak ve huzur olmaz !’’

‘’Görmüyor musun ? Şu an bile onlar bize zulmediyorlar.’’

Abimin anlattığı kısa ve acı hikayeden sonra ben, ona cami yapımı için kesin söz verdim. O da memnun olarak köye geri döndü.

Okulların tatile girmesine çok az bir süre kaldı. Lakin ben tatilin gelmesini hiç istemiyordum. Çocuklar ve köylülerle çok iyi kaynaşmıştık. Okulda eğitim ve öğretim, kahvede ise bilimsel tartışmalar ve araştırmalar. Çok hoş ve ileriye dönük bir zaman geçiriyorduk. Ne var ki her başlangıcın bir sonu olduğu gibi, bu öğretim yılı de sona eriyordu.

Tatil başlar, başlamaz hemen köyümüze gittim. Çünkü abime söz vermiştim. Köye gelince memnun olacak olaylarla karşılaştım. Abim, köyle şehir arasındaki yolu yaptırmış. Uzak bir yerden köye su getirtmiş. Okul ve köyün uygun yerlerine çeşmeler yaptırmış. Kısacası, köyün çehresini iyice değiştirmiş. Ben, abimin bu kadar başarılı olacağını hiç ummuyordum. Onun elini öpüp, teşekkür ettim.

Ama bir gerçek vardı ortada. Perde arkasındaki kişiler bunu çekemiyorlardı. Zira sık sık çeşmelerin suyu kesiliyordu. Çünkü, hain eller su borusunun geçtiği yerleri kazıp, boruları patlatıyorlardı. Ardından da muhtarın aleyhine köylüyü kışkırtıyorlardı.

Tüm bunlara rağmen abimin istediği camiyi yaptırmaya karar verdik. Hep birlikte araziyi gezmeye karar verdik. Arazi çok, ama cami yaptıracak uygun bir yer yoktu. Çünkü, arazi, yolun ters yönüne doğru uzuyordu. Oysa ki caminin yol kıyısına yapılması gerekiyordu.

Okulun batı kesiminde, yol kıyısında ve okulla karşı karşıya bir tarla vardı. Tarla takas ederek oradan bir camilik yer aldık. Bu problem çözüldükten sonra abim kesin tavır koyarak;

‘’Çocuklar, kimseden yardım istemek yok. Bu camiyi kendimiz yapacağız. Zira, biz altı kardeşiz. Duvar işini Şakir’le ben yaparım. Öbür işleri de diğer dördümüz yapar,’’ dedi.

O, bizim babamızdı. Ne derse o olurdu. Bu yüzden itirazsız kabul ettik.

İkinci gün, hava ışımadan cami yerine geldik. Sonra da güneş doğup, hava ısınana dek hep birlikte taş çektik. Usta abiler ölçüm-biçim yaparken, dört amele kardeş olan bizler de taş çekmeye devam ettik. Büyük abim planı çizdikten sonra da hep birlikte temel kazdık. Her iş bittikten sonra da ustalar işbaşı yaptı.

İnşaat çok hızlı ilerliyordu. Caminin dört duvarı da bir hayli yükselmişti. Fakat, istemezikçilerin huzuru yine kaçmıştı. Okul yapımına karşı gelenler bu kez de cami yapımına karşı çıktılar. Biz olanca gücümüzle çalışırken, onlar karşımıza dikilip, çok çirkin hareketler yapıyorlar, bizleri yıldırmaya çalışıyorlardı. Fakat biz, ses çıkaramıyorduk. Çünkü abim izin vermiyordu. Bizim onlara karşılık vermeyişimiz herhalde onları deli ediyordu.

Sabah namazından akşam namazına dek durmaksızın çalıştıktan sonra, geceleri ölü gibi uyumaktaydık. Bu ölü uykusundan olmalı, gece olup, bitenden hiç haberimiz olmadı. Bir sabah, erken kalkan, diğerlerine ‘’kalkın, kalkın,’’ diye bağırıyordu. Her kalkan da öfkeyle bir küfür savuruyordu. Sıra sıra olup, aynı yöne baktık. Hepimiz şaşkındık ve gözlerimize inanamıyorduk. Çünkü o koca bağın ve bahçenin içindeki tüm çam ağaçları kesilip, yere yatırılmıştı. Ağaçların bu durumu hepimizi içten yaralamıştı. Bize diş geçiremeyenler öfkelerini bağırıp, çağıramayan, dilsiz çam ağaçlarından almışlardı.

Biz üzüntüyü bırakıp, işimize devam ederken, iki tane jandarma inşaat yerine geldi ve abime,

‘’Muhtar, bizimle birlikte şehre geleceksin,’’ dediler. Abim de,

‘’Hayrola, ne sebeple geleceğim ?’’

‘’Hakkında şikayet var. Cami yapımı için bir sürü çam ağacı kesmişsin.’’

‘’Evet, cami yapıyoruz. Fakat hiç ağaç kullanmadık.’’

‘’Orasını biz bilmeyiz. Mahkemeye geleceksin,’’ dediler.

Bu emrivaki karşısında jandarmaya uymak zorunda kaldık ve abimle birlikte ben de şehre gittim. Abim mahkemede,

‘’Ben kendi bahçemdeki ağaçları niçin keseyim ? Eğer kereste yapmak istesem, o güzel çam ağaçlarını rast gele kesmezdim. Zira o, kereste yapılacak ağaçlar işe yaramaz hale getirilmişler. Şayet keşif yaptırılırsa, bu işte bir kasıt olduğu görülecektir. Yüce mahkemeden, şikayet edilen yerin keşfini istiyorum efendim,’’ dedi. Mahkeme bu isteğe uyarak, kesilen çamların keşfine karar verdi.

Mahkemenin kararı üzerine keşfe gelindi. Yetkililer keşif sonunda ‘’Bu ağaçlar, şahsa zarar vermek için kasıtlı kesilmiş,’’ diye rapor düzenlediler. Böylece de abimi kurtardılar.

Adamlar isteklerine yine ulaşamamışlardı. Ama perde arkasındaki, işin peşini bırakmayacaktı. Ağa, bu defa rota değiştirip, milleti yine bana saldırtıyordu. Dün bana, ‘gomonost’ diyenler, bugünde ‘nurcu’ diyorlardı. Bununla da kalmayıp, Şevket Kocabaş’ı öne iterek nurculuk suçlamasıyla beni mahkemeye verdiriyorlardı.

Şehirde iyi bir çevrem vardı. Benim mahkemeye verildiğimi duyanlar, savcı beyle görüşmüşler. Savcı bey de beni istemiş. Bir gün, apar topar şehre götürdüler. Ve kendimi savcı beyin makamında buldum.

Sayı savcının adı İrfan Özdemir’di. Bana detaylı olarak olayın içeriğini sordu. Ben de işin iç yüzünü anlattım. Ardından da uzun bir süre sohbet ettik. Sohbet bitimi ise savcı bey,

‘’Yarın mahkemeye gelin. Biz de sizin usulen ifadenizi alalım. Hiç korkmayın, size bir şey gelmez,’’ dedi.

Evet, netice savcı beyin dediği gibi oldu. Ama ne garip, değil mi ? Ben iğne deliği kadar bir yerden ışık görmek için iğne ile hendek açmaya çalışıyorum. Başkaları ise devamlı kapatmaya çalışıyordu.

Ezop’un bir masalında; Bir aç kurt derenin aşağısında su içen bir kuzuya rastlamış ve ona,

“Hey, kuzu kardeş. Benim suyumu bulandırıyorsun, ‘’ demiş. Kuzu da,

‘’Kurt kardeş, ben aşağıdayım. Sen yukarıdasın. Ben senin suyunu nasıl bulandırırım,’’ demiş.

‘’Olsun, ben öyle diyorsam öyledir. Sen yine de benim suyumu bulandırıyorsun,’’ demiş.

Kuzunun hiçbir savunması işe yaramamış. Kurt da yapacağını yapmış.

Bizim ağanın da amacı,masaldaki kurt misali beni yemek !

Biz her engeli düşünerek bu işe başlamıştık. O yüzden de ağanın hiçbir oyunundan yılmıyorduk. Aksine daha hızlı çalışıp, işimizi bir an önce bitirmeye gayret ediyorduk. Bu gayret sonucu duvar işi kısa zamanda bitti.

Şehirde bulunduğumuz vakit, ihtiyaç kerestesi isteminde bulunmuştuk. Orman işletmesinden kereste temin ederek de caminin tüm noksanlarını tamamlayıp, onu ibadete açtık.

Bir öğlen vakti, bir hayli kalabalık, ezan sesini duyar duymaz camiye koşmuştu. O gün çok şerefsiz bir durumla karşılaşıyorduk. Defalarca bize hakaret edip,çamur atanlar, bununla da yetinmeyip, mahkemeye verenler ön safa durmuş namaz kılıyorlardı. Ben de kendi kendime, ‘’ Pes doğrusu, şerefsizliğin böylesini de hiç görmedim,’’diyordum.

Sıfırdan gelmiş, yokluğun ve yoksulluğun içinde yoğrulmuş kardeşler olarak, köyümüze üç tane muhteşem eser kazandırmıştık. Okul, su ve cami. Köy yok olana dek var olacak bu eserlere baktıkça mutlu oluyordum. Ancak, abilerimin benden bir isteği vardı. Onlar okula aile ünvanımız olan ‘Kahyalar’ adını vermek istiyorlardı. Ama ben kabul etmedim. Eğer öyle olursa köyde sert çizgili bir ikilik olurdu. Bu yüzden abilerimi ikna ederek ortadaki bu sorunu da çözüp, amacına ulaşan biri olarak kendimi mutlu hissediyordum. Ama ne var ki elin adamı bu mutluluğu sürdürmeme izin vermiyordu. Hani, ‘’Su uyur, düşman uyumaz,’’ derler ya, aynen öyle...

Biz, köy için okul, cami, su gibi hizmetlerle uğraşırken, muhtarlık seçiminin yenilenme zamanı da gelmişti. Herkes harıl harıl çalışıyordu. Abim tekrar aday olmak istemiyordu. Fakat köyün aklı erenleri abimi ikna edip, onu tekrar aday yapmışlardı. Abimin aday olması, ağanın gözünü korkutmuş ve köylüye kesin emir vermiş. Köylü, orda-burda çobanlık yapan, okuması-yazması olmayan behlül birini muhtar adayı olarak göstermiş. Bu adayı kazanmak için değil de, ağadan korktukları için göstermişler. Hiç vakit geçirmeden de, “İbrahim Kılıç’ı aday gösterdik,’’ diye ağaya (M.A.) bildirmişler. Bunun üzerine büyük ağa da bir kamyon buğday yükleyip, seçim arifesinde köye geldi. Ağanın buğdayı da seçim kazanmaya yetmemişti. Fakat ağa, esas oyunu bundan sonra oynayacaktır. Şöyle ki; seçim sonuçlarını sandık başkanıyla değil, kendi adamlarıyla yollayacaktır. Zira, sandık başkanı olan öğretmen kendi adamlarından birinin oğludur. Böylece bizim ağa seçimi şehirle köy arasında kazanmıştır.

Hiç vakit kaybetmeden de kazandırdığı muhtarın mazbatasını da kendi elleriyle teslim etmiştir. Olayın anlaşılması üzerine eski muhtar seçim itirazı ile birlikte, muhtar sayılan kişinin okuma-yazma bilmediğine dair müracaatta bulunmuş, ancak, hiç kimseye sesini duyuramamıştır.

Ağanın bu oyunundan sonra uzun bir süre köyüme gitmedim. Yeni yönetim, ağanın isteği doğrultusunda çalışıyormuş. Tüm çeşmelerin ve okulun suyu kesilmiş. Ne acı ki abimin zamanında yaptırılan çeşmeler şu anda birer tarihi anıt olarak yerinde, içinden akacak ve susamışlara verecek suyu beklemektedir.

Bu son oyun karşısında tüm hayal dünyam yıkılmış ve hayata küsmüştüm. Nice zaman sonra ağanın adamlarından birine rastladım. Ağanın eşi Fatma hanım benim hakkımda sitemlerde bulunuyor, ‘’Hakiyetsiz adam. Göresim geldi. Onu evlatlarım gibi severdim,’’diyormuş. Bu sitemleri duyunca kalkıp, ağanın evine gittim. Fatma abla gerçekten de çok sıcak karşıladı. Bir süre hoş-beş ettik sonra ben gitmek için izin istedim. Ama Fatma abla, “Şimdi yemek vakti. Yemeğini ye, öyle git,” dedi.

Yemek hazırlanmış ve Fatma ablayla birlikte masaya oturmuştuk. Tam o sırada büyük ağa da geldi. Elini, yüzünü yıkadıktan sonra o da masaya oturdu. Fakat o ne ? Adamın selamı sepeti yok. Yüzünden düşen bin parça. Bu arada benim de moralim bozulmuştu. Hanımı ona yemek vermek için kalktığında, ağa bana ağza alınmayacak küfürler savurmaya başladı. Fatma abla olduğu yerde çivilenmiş gibi dikilip, kaldı. Gözlerinden bahar yağmuru gibi, iri iri damlalar akıyordu. Kadının o haline daha fazla dayanamayıp, ayağa kalktım ve put gibi duran kadının elini öptükten sonra kendimi dışarı attım. O mübarek kadın, elini öptüğümün ve oradan ayrıldığımın herhalde farkında bile olamadı. Yolda kendi kendime, “Okul, cami yaptırmak, köye su getirmek senin neyine !” diyor ve bir peri gibi ayakta dikilen Fatma ablayı düşünüyordum.

Büyük ağanın bu ahlak dışı saldırısından sonra iyice korkmuştum. Üstelik de Türkiye’de çok çetrefilli gelişmeler oluyordu. Bunun en korkuncu da; Atatürk gençliği paramparça edilmiş, kardeş, kardeşe vurduruluyordu. Bu korkunç gelişmelerden ötürü her şeyden elimi, eteğimi çekmiş, öğrencilerim ve kendi çocuklarımla meşgul oluyordum.

Bir zamanlar bir genç,evlerini soymak isteyen bir hırsız yakalamış ve, “Baba bir hırsız yakaladım,” demiş. Adam da, “Getir oğlum,” demiş. Oğlan, “Gelmiyor baba,” demiş. Adamcağız da, “Gelmiyorsa bırak, gitsin oğlum,” demiş. Oğlan tekrar, “Hırsız beni bırakmıyor baba !” diye bağırmış.

Tıpkı öyle. Ben olaylardan artık kaçıyordum ama, ağa bir yandan, o çetrefilli akımlar bir yandan asla peşimi bırakmıyordu. Zira, ismimin üzerine ‘gomonost’ diye kırmızı bir çizgi çekilmişti.

Bu kırmızı çizgi başımıza bela olmuş ve etrafımızdaki çember iyice daralıyordu. Bir gün bu çember iyice kapanmadan, onu yarıp, çıkmaya karar verdik ve şehir merkezine naklimizi yaptırdık. Ama ne var ki dosyamızdaki


Yüklə 1,27 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   15   16   17   18   19   20   21   22   23




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin