“Abi, biz hem iş, hem de kiralık ev arıyoruz.”
“Hayrola Şakir? Ne işi, ne evi arıyorsunuz?”
“Benim iki küçük kardeşim var. Onlara, çırak verecek yer, bana da kiralık ev arıyoruz. Ama Yusuf’la bir türlü anlaşamıyoruz.”
“Ne demek bu?”
“Ben önce ev kiralayalım diyorum. Yusuf ise önce çocuklara çalışacak iş bulalım diyor. Bu konuda anlaşamıyoruz.”
“Ya, demek öyle. Bana kalırsa Yusuf haklı. Çünkü çocuklar bir yere yerleşemeyecekse, senin şehirde ne işin var? Siz, önce çocukları yerleştirin. Ben de sana ev bulayım.”
Sağ olsun, Mahmut Emmi de beni destekleyince, abimle aramızdaki savaş sona erdi. Bunu üzerine dükkan dükkan dolaşmaya başladık. Nihayet iki sanatkar yanı bulduk. Terzi Niyazi ile marangoz Ahmet, “ Bize çırak lazım; ama çabuk getirin.” dediler. Adamlardan kesin söz aldıktan sonra yine, Mahmut emminin yanına geldik.
“Mahmut Emmi, çocuklara yer bulduk. Sıra kiralık evi bulmaya geldi.”
“Çocuklar, belediyede çalışan Hilmi adında biri var. Onun bir bağ evi olacak. Eğer şimdiye kadar kiraya vermedilerse, size verir. Gidip, onu bulun. Benim de selamımı götürün.”
“Peki Mahmut Emmi” deyip, onun yanından ayrıldık. Hiç vakit geçirmeden belediyeye gittik. Madan Hilmi’yi bulur bulmaz ona, derdimizi anlatıp, Mahmut Emmi’nin selamını ilettik. O da:
“Peki çocuklar. Mademki Mahmut Ağa’nın selamını getirdiniz, ben de evi size verdim. Güle güle oturun.”
“Teşekkür ederiz, Hilmi Abi. Çok teşekkür ederiz. Ancak ev için yılda ne kadar kira istiyorsunuz.” dedi.
“Çocuklar, bağ evinin kirası olur mu?”
“Çünkü, siz benim evimi beklemiş oluyorsunuz.” dedi.
Madan Hilmi amcaya teşekkür ederek ayrılıp, Mahmut emminin yanına geldik. Onları ona da anlattık. Çok sevindi:
“Çocuklar, akşam yakın. Bugün bizde kalın. Köye yarın dönersiniz.” dedi.
Bu bizim canımıza minnetti. O gece baba dostu Mahmut Emmi’nin evinde kaldık. Mahmut Emmi kadar iyi ve daha da insancıl bir hanımı vardı. Rahime Teyze, o bize bir anne gibi davrandı. Biz de o kadının sayesinde mutlu bir gece geçirdik.
İkinci gün, şehirde işimizi bitirmiş olarak köye döndük.
Ben köyde bir kaç gün daha kaldım. Çünkü Şakir Abim şehre göçmek için hazırlık yapıyordu. O hazırlığını bitirdikten sonra, çocukları da alarak şehre doğru yola çıktık. Geride kalanların kimi ağlıyor, kimi de arkamızdan su döküyorlardı. Bu yolculuğa en çok Ahmet’le Hasan seviniyorlardı. Çünkü onlar bir daha dönmemek üzere köyden ayrılıyorlardı. Zira onları yeni bir hayat bekliyordu.
Güle oynaya hep birlikte şehre geldik. İlk iş olarak kiraladığımız eve gittik. Biz, bahçe evinde beklerken abim, Madan Hilmi’ye gitti. Çünkü evin anahtarını almamıştık.
Evin bir odasına çocuklar, bir odasına da Şakir abim yerleşti. İki gün ben de onlarla kalıp Ahmet’i marangoz, Hasan’ı da terzi yanına yerleştirdim.
Arık, onlarla işim bitmişti. Kendime yeterince para alıp, okuluma döndüm.
Kısacık hayatımda pek çok engelle karşılaştım. Bunların bazılarına takılıp, bazılarını aştım. Ama hiçbir engel beni yıldırmadı. Bunun ispatı ise öğretmen okulunun son sınıfına gelmiş olmamdır.
Okul hayatım boyunca da tüm öğretmenlerim hep, dürüstlüğü aşıladılar. Hatta Viktor Hugo’nun “Gökten Allah inseydi mutlaka öğretmenliği seçerdi” sözünü bütün benliğimize işlediler. Bu sebepledir ki her haksızlık başıma düşmüş, bir taş etkisi yapıyordu.
Okulumuzun dev yapılı bir müdürü vardı. Cumartesi günleri okula pavyon kadını getiriyordu. Okulun fizik laboratuvarında sabahlara dek bağırıp, çağırıyor ve herkesi rahatsız ediyorlardı. Bir devlet kurumunun bu durumu, huzurumu kaçırıyor ve sabaha kadar uyuyamıyordum. Bu olay kafamı her gün biraz daha kemiriyordu. Bazı planlar yapıyor fakat, uygulayamıyordum. Sonuçta bu düşüncelerimi yıl sonuna ertelemeye karar verdim.
Okula bir hafta kadar önce döndüm. Kitapları ve kitap okumayı özlemiştim. Bu yüzden ilk iş olarak eğitim şefliğine gittim. Oradan kütüphanenin anahtarını aldım. Ardından da gelip kitaplığı açtım. Kitaplar adeta bana küsmüş gibiydi. Onlara aylarca bakan olmamış, hem onlar ve hem de masalar toz içinde kalmıştı. Önce masaları ve sonra bölüm bölüm indirerek kitapların tozlarını temizledim. Bu iş tam iki günümü aldı. Zira, on sekiz bin kitapla ayrı ayrı uğraşmak gerekiyordu. Fakat onları temizleyip, geri yerleştirmeye zorsunmuyordum. Çünkü onlar raflara yerleştikçe bana gülüyor gibiydi.
Temizlik işi bitince sıra onlarla satırlar arasında buluşmaya gelmişti. Ben onları okudukça, onlar beni affetmiş ve bu yüzden de bütün sırlarını açıyor gibiydiler. Kitap okumaya ara verdikçe de okul bahçesine çıkıp, biraz dolaşıyor, bazen de banklara oturup, biraz dinleniyordum. Bu arada da ilginç olaylarla karşılaşıyordum. Okula yeni gelen öğrenciler ve küçük sınıftaki öğrenciler beni görünce hemen “hazır ol” vaziyetine geçip, bana selam veriyorlardı. Onlar, uzaklaşınca ben de bolca gülüyordum. Çünkü,minik kardeşlerim beni öğretmen sanıyorlardı.
Okul, her yıl bir elbiselik kumaş ve bir çift de ayakkabı verir. Tabi ki elbiselik kumaşlar piyasadaki en ucuz kumaşlardan oluşurdu. Biz de onları istemeye istemeye elbise yaptırırdık. Ben, son sınıfa geçtiğim için, güzel bir kumaş alıp, iyi bir elbise diktirdim. Kumaşın güzel, elbisenin güzel olmasından ötürü olmalı, küçük sınıftaki öğrenciler beni öğretmen sanıp, selam veriyor, buna bazen gülüyor, bazen de üzülüyordum.
Tüm bu nedenler bana, hoşça bir vakit geçirtiyordu. Bu arada da okulun açılış vakti de gelmek üzereydi. Kütüphane öğretmeni de birkaç gün önce çıkıp, geldi. O, beni çağırtmış. Yanına geldiğim vakit ilk iş:
“Yusuf, kütüphane ne durumda?”
“Yemekten sonra gidip açacağım gelip görebilirsiniz.” dedim.
Bu konuşmadan sonra birlikte yemeğe gittik. Yemek sonu dağılıp, bir süre dinlendikten sonra kitaplığa gittim. Orada başladığım bir kitabı okurken de edebiyat öğretmenim de geldi. Raflara, kitaplara ve etrafına baktı. “Eline sağlık, Yusuf. Kütüphaneyi çok güzel düzenlemişsin.” Dedi. Sonra da bir kitap alıp yanıma oturdu. Ben biraz uzaklaşmak istedim. Fakat o, omzumdan tutup uzaklaştırmadı.
O, yanıma oturduğu zaman mis gibi kokuyordu. Çünkü o, çok güzel kokular sürünmüştü. Endamına çok yakışan elbiseyle tıpkı bir peri kızı gibiydi. At kuyruğu yaptığı sarı saçları endamını ve o güzel elbisesini bir kat daha güzelleştiriyordu. Yuvarlak ve çilli sarı yüzünün üzerinde iri iki göz, ince ve yassı bir burun, bir de umman gibi bakışları vardı. Yani uzaktan güzel, yakından çirkin. Onun bana yaklaşmasından korkmaya başlamıştım. Onunla göz göze gelmemek için, gözümü kaçıracak yer arıyordum. Çünkü ben, topluma girmemiş, aile kültürü almamış biriydim. Bunun yanında da toplum kuralları çok sertti. Hele de bir öğretmen öğrenci ilişkisi asla kabul edilmezdi. Öğretmen yerine göre bir ana, ya da bir babadır. Bu sebeple öğrencisiyle asla ilişkiye giremezdi. Bu yargıyı ve bu çemberi asla kıramazdım. Öyle olunca da böyle bir denize dalmamalıydım. Buna ek, yaş ve tahsil farkı da vardı. Öyle olunca da taşınamayacak bir riske girip, meçhule doğru kürek çekmemeliydim. Ama ne var ki, yakıcı bir güneş, bütün şualarını birleştiren elektrik mıknatısı haline dönüşüp, manyetik alanına çekmek için, bütün hünerini harcıyordu. Buna karşın ben de kaçıyor, kaçıyordum.
Bu kaçma ve kovalamaca devam ederken tüm öğrenci ve öğretmenler tatilden dönüyor ve okul açılıyordu.
Bu yaz döneminde de bazı öğretmenler gitmiş ve yerlerine yeni ve genç öğretmenler gelmişti. Ben onları ayrıca ziyaret edip hem hoşgeldiniz diyor ve hem de onlarla tanışıyordum. Öğrencilikten henüz kurtuldukları için onlarla çabucak samimiyet kuruyordum. Bu yüzden de bazı akşamlar bir araya gelip, çeşitli konularda tartışıyorduk. Her konularda bana iltifat ediyorlardı. Bu durum ise beni oldukça mutlu ediyordu.
Evet. Bu yıl son sınıftaydım. Herkes bize öğretmen olarak bakıyordu. Bu sebeple de rehber öğretmenimiz bizi sık sık tatbikata götürüyordu. Bu arada okul müdürümüz yine pavyon kadınları getirip, fizik odasını gazinoya çevirmeye başlamıştı.
Okul müdürünün bu işlevi kafamı oldukça bozuyordu. Ben de sık sık yeni öğretmenlere gidip, dert yanıyordum. Böyle olunca da yeni öğretmenlerin sıcak ilgisi beni, yavaş yavaş kütüphaneden uzaklaştırıyordu. Fakat, kütüphane öğretmeni buna fırsat vermiyordu. Hemen nöbetçi öğrenciyi gönderip, beni çağırtıyordu. Çağrıya uyup, kütüphaneye giderken ise içimi garip bir duygu kaplıyordu. Vücudum elektrikleniyor, ayaklarımın biri ileri, biri de geri gidiyordu. Kafamda da müthiş bir fikir çatışması oluyordu. Gitmek, ya da gitmemek. En sonunda da çağrıya uyma fikri galip geliyordu. Çünkü yıllarca beraber çalıştığım ve ayrıca da öğretmenim olan birinin isteğine uymamak bana ters geliyordu. Onun için kütüphaneye doğru yol alıyordum.
Edebiyat öğretmenimin manyetik alanından çıkar çıkmaz, karşıma okul müdürümüzün davranışı çıkıyordu. Bir devlet memuru, bir devlet dairesini gazino veya pavyon haline çevirip, uygar bir toplumla resmen alay edercesine, gece sabaha dek kadın oynatıp, türlü çeşitli çalgılarla herkesi huzursuz ediyordu. Her cumartesi devletin resmi aracına binip, akşamleyin okula kadınlar ve çalgıcılar getirmesine dayanamıyordum. Ne var ki hiçbir kişi buna isyan etmiyordu. Ayrıca bu durumda kafamı bozuyordu.
Bahar aylarına girmiştik. Takvimler bir cumartesi gününü gösteriyordu. Rehber öğretmenimiz tüm sınıfı toplayıp, çevre köyden bir okula götürdü. Okula yürüyerek gitmiş, dönüşte de yürüyerek geliyorduk. Rehber öğretmenim çok iyi bir insandı. Onunla birlikte yürüyorduk. Onu samimi buluyor ve güven duyuyordum. Bu sebeple de okul müdürünü ona şikayet etmeye karar verdim.
“Öğretmenim, sizi babam gibi seviyorum. Beni üzen bir sıkıntım var. Eğer dinlerseniz bu sıkıntımı sizinle paylaşmak istiyorum efendim.”
“Hay hay evladım seni dinliyorum.”
“Okul müdürümüzün yaptıkları hiç hoşuma gitmiyor efendim.”
“Ne yapıyor ki?”
“O, devletin malını kötüye kullanıyor. Bu da yetmezmiş gibi, okulu pavyona çevirdi.”
“Yusuf, müdürün bu tutumundan herkes şikayetçi. Ayrıca hiç birimiz onun karşısına çıkmaya cesaret edemiyoruz.”
“Öyle şey olur mu efendim? Bir müdür tek başına her şeyi yapıyor. Siz, bir sürü öğretmen olarak, yüzlerce öğrenci hiçbir şey yapamıyorsunuz. Buna aklım ermiyor.”
“Yusuf, şu an hiç kimseye güvenilmiyor.”
“Ben eminim efendim. Bir kişi ortaya çıksın, herkes onun yanında yer alır.”
“Hayır Yusuf, hayır.”
“Demek ki bir devlet kuruluşu pavyon haline getirilecek ve hiçbir kimse sesini çıkarmayacak. Olacak iş mi bu efendim?”
“Gördüğün gibi, olup gidiyor işte.”
“Bu tutumunuz beni çok üzdü efendim. Bu güzel kuruluşa önceleri “Komünist yuvası” diye çamur atıldı, şimdi de bir kişi yüzünden “pavyon” diye, “fuhuşhane” diye çamur atılacak. Yazık olacak efendim. Bana göre, bu durumda hepiniz suçlusunuz efendim.”
“Yusuf, ne desen haklısın.”
O, muhterem öğretmenim, çaresizliğini belirterek boynunu büktü. Bu durumdan ben de korkmaya başladım. tüm öğretmenler korkuyorsa ben de korkmalıydım. Bunun için hemen rota değiştirip, “Öğretmenim, madem ki müdürden herkes korkuyor, benim, sizinle yaptığım konuşma ikimiz arasında bir sır olarak kalsın.” dedim. O da “Peki Yusufçuğum.” dedi.
O günün tatbikat işi bitip, okula döndükten sonra, arkadaşlarım neşeyle dağıldılar. Onlar dağılırken benim kafama bir kurt girdi. İçin için korkmaya başladım. “Rehber öğretmenim müdüre gidip, konuştuklarımızı anlatırsa ben ne yaparım” diyordum.
Arkadaşlarım cumartesi tatilinin yadını çıkartırken ben, korkuyla dalgın dalgın dolaşıyordum. Bir anda aklıma kütüphane geldi. Hemen oraya doğru yöneldim. Çünkü en iyi dostlarım oradaydı. Zira onlar, sırlarımı senelerce saklamışlardı.
Ben kitaplarla uğraşırken yemek zili çaldı. Fakat yemeğe gitmedim. Zira, dilimin cezası karnımı doyurmuştu.
Artık iş işten geçmişti. Bu yüzden ön hazırlık yapmalıydım. Bana yardım edin dercesine kitapları karıştırıyor, karıştırıyordum. Amacım hukuki bir dayanak aramaktı. Bu arada başımda duran bir gölge fark ettim. Bu, edebiyat öğretmenimdi. O, bana gülüyor ve:
“Hayrola Yusuf, bu telaşın ne?” diyordu.
Öğretmenim, yüzüme baktı, davranışıma baktı ve “Yusuf, sende bir hal var. Bunu anlatmak ister misin?” deyip, masaya oturdu. Benim de oturmamı istedi. İkimizde masaya karşılıklı oturduk. Ama ben konuşmak istemiyordum. Ancak o, mutlaka konuşmamı istiyordu. Ben de daha fazla dayanamayıp, okul müdürü hakkında düşündüklerimi, rehber öğretmen Mehmet Karayiğit’e anlattıklarımı ve sonra da ona güvenemediğimi, eğer müdür duyarsa bana nasıl bir işlem uygulayacağını düşünüp, korktuğumu anlattım. Ben, hem konuşuyor, hem de öğretmenin yüzüne bakıyordum. Onun o güzel yüzü renkten renge giriyordu. Biçare öğretmenim, beni dinledi, dinledi. Fakat, hiçbir yorum yapmadı. Bu durum ise beni, biraz daha korku girdabına sürüklüyordu.
Öğretmenim lal olmuş gibi otururken ben, ayağa kalkıp, fihristleri ve kitapları karıştırmaya devam ettim. Bu uğraşım ne kadar sürmüş bilmiyorum. “Dan, dan” diye kampana çaldı. Akşam olmuş ve yemek vakti gelmişti.
Öğretmenim çok mahzun olmuştu. Çünkü beni, savunacak gücü yoktu. Zira, etraf bir deniz, kendi ise sadece bir damlaydı. Onun lal olmuş dili, zil çalınca açılıyor ve “Yusuf, hadi yemeğe gidelim” diyordu.
Onunla birlikte merdivenleri inip, binanın dışına çıktık. Ben, yemekhaneye doğru yönelmiştim. Fakat o, elimden tutup, “Yusuf, yemeği bizde yiyelim” dedi. Onun bu isteği çok halisane idi. Ben de mecburen uydum ve birlikte evine gittik.
Yemekten sonra ise özür dilercesine “Yusuf, öğretmenler iki gruba ayrılmış. Bunlar eğitim enstitülü çıkışlılar ve fakülte çıkışlılar. Yani biz çok azız. Böyle olunca da senin yanında yer alma durumum yok ama karşında da yer almayacağımı da bilmelisin. Ancak sen, doğru bildiğin yolda devam et.” diyordu. O, böyle konuşurken dili titriyor, gözleri ise sağa sola kaçarken damla damla taşıyordu.
Bir süre sonra öğretmenimin evinden çıkıp yatakhaneye doğru gidiyordum. Bir an da fizik odasından şarkılar ve çalgı sesleri yükselmeye başladı. Bu sesleri duyunca ben de derin bir nefes aldım. Demek ki, rehber öğretmen şikayetimi müdüre iletmemişti.
O gece rahat bir uyku uyudum. Sabah olunca da merakımı gidermek için rehber öğretmeni aradım. O, nöbetçiymiş. Hemen yanına varıp selam verdim. O, beni görünce “Gel Yusufçuğum, gel.” dedi. Yol boyu dolaşıp biraz sohbet ettik. Sonra da onun ağzını aramak için “Müdür yine çaldı, oynadı ve eğlendi” dedim. O da “Yusufçuğum, biz tatbikattan gelmeden önce o, okuldan çıkıp gitmişti” dedi.
Mesele anlaşılmıştı. Rehber öğretmen, benim konuştuklarımı müdüre anlatacaktı. Bu sebeple pazar gününü korku içinde geçirdim. Zira tek başıma bir şey yapamazdım. Eğer müdür isterse beni okuldan kovdurur ve hayatımı mahvederdi.
Pazar günü ve gecesini korku içinde geçirdim. Korku bütün benliğimi sarmış olmalı ki rüyamda polis ve jandarma görüyordum. Onların hepsi de üzerime saldırıyor. Ben ise bir türlü kaçamıyordum. Uyandığım zaman ise bir türlü uyuyamıyor, korku ile sabahın olmasını bekliyordum. Sonunda okul kampanası o uzun gecenin bittiğini “dan, dan” sesleriyle haber veriyordu.
Korkulu rüyalardan vücudumu ter basmıştı. Yataktan kalkarken hemen valizimi açıp, çamaşır değiştirdim. Ardından da vakit geçirmeden hemen dershaneye koştum. Arkadaşlarımın arasına geldiğim zaman, bir rüyadan uyanmış gibiydim. Üzerinde ne korku kaldı, ne de heyecan. Ben de masama oturup o günün derslerini çalışmaya başladım.
Masalarımız dörder kişilik ve kare şeklindedir. Ayrıca, bizim masamız ise kapı girişinin tam ağzındadır. O yüzden giriş çıkışta çok rahatsız oluyorduk.
Biz, tüm sınıf olarak günün derslerini çalışmaya koyulmuştuk. Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Sınıfın kapısı açıldı. Kapıdan da benim üş katım olan o dev adam, okul müdürü içeri girdi. Gacır gucur eden ayakkabısıyla sınıfın ortasından yürüyüp, arka duvara varıp, orada durdu.
O, koca adam yürürken gacır gucur eden ayakkabısı tüm benliğimi söküp, kalbimi çıkaracak gibi oluyordu. Ben heyecanla, arkadaşlarım merakla o dev adama doğru yüzümüzü döndük. Nihayet o da konuşmaya başladı. Anlaşılan, rehber öğretmen beni, müdüre şikayet etmişti.
O, koca müdür öyle bağırıyordu ki sesin tonundan camlar da benim gibi titriyordu. Bazen de ağzından fırlayan salyalar, yakınındaki masalara fırlıyordu. Ne var ki gözleri tek bir noktaya bakıyordu. Bu arada adam konuşmanın dozunu kaçırıp, küfürler savurmaya başladı.
Adamın hedefi belliydi. Zira, gözünü benden ayırmıyordu. Sonunda dayanamayıp ayağa kalktım.
“Efendim, yüzünüz hep bana doğru. Muhatabınız ben miyim?” dedim.
“Ulan hayvan! Ulan namussuz! Olan nankör köpek! Sen kim oluyorsun da benden şikayetçi oluyorsun? Ben buranın müdürüyüm. İstediğim gibi davranırım. Hiçbir kimseye de hesap vermem.”
“Hayır efendim. Birincisi ben bir Türk genciyim. Yarının da Türk öğretmeni. İkincisi burası bir devlet kuruluşudur. Sizin babanızın çiftliği değil. Bu sınıftaki, bu okuldaki herkesin burada hakkı var. Siz bu insanların hakkına saygı göstermelisiniz. Ayrıca yarın öğretmen olacak bizlere, kötü örnek değil iyi örnek olmalısınız.”
“Hayvana bak, hayvana. Hala konuşuyor.”
“Peki efendim. Artık ben konuşmuyorum. Buyurun siz konuşun.” diyor, gözümü de kapıdan ayırmıyordum. Eğer o, bana doğru gelirse kapıdan çıkıp kaçacaktım.
Okulun koca adamı konuşuyor, konuşuyordu. Bize dersi olan öğretmenler, kapıyı açıp, müdürü görünce dönüp, geri gidiyorlardı. Bu arada koca müdür sınıftan da bir destek buldu. Osman Berkkan arkadaşımız müdürün yanında yer alıp bir okul müdürünün eleştirilmemesi gerektiğini söylüyordu. Böyle olunca da müdür, konuştukça konuşuyordu. Aradan tam üç saat zaman geçmiş ve koca adam sakinleşmişti. Saatlerce esip, yağdıktan sonra başını öne eğip, sınıftan çıktı. O, çıkar çıkmaz hepimiz yemekhaneye koştuk. Fakat yiyecek hiçbir şey yoktu. Tek çare öğlen vaktini beklemekti.
Okul müdürümüzle aramızda geçen o korkunç düello sona ermişti. Ama korkum daha da artmaya başlamıştı. Onun için de müdürü saf dışı etmek için bütün yolları denemeye karar verdim.
Müdürle benim aramda geçen söz düellosu kısa zamanda herkese yayılmış, bilhassa yeni öğretmenler bu olayla ilgilenmeye bağlamıştı. O yüzden de beni, sık sık çağırıyorlar, olayı gizlice tartışıyorduk. Onlar, beni destekliyor, olayın peşini bırakmayacaklarını söylüyorlardı.
Bu genç adamların desteği beni, müdürün stres alanı dışına çıkarmıştı. Böyle olunca da eski yaşam biçimime geri dönmüştüm.
İlk işim, iki üç gün uğramadığım kütüphaneye gitmek oldu. Zira, kitap okumak benim için bir tiryakilik olmuştu. Eğer her gün kitap okumazsam, her hangi bir yerimin eksik olduğunu düşünüyordum. Bunun yanında bir nevi, öğretmenin de manyetik alanına girmiş gibiydim. Onunla yan yana veya karşı karşıya oturmak bana hoş geliyordu. Hatta, ileriye dönük hayaller üretmeme sebep oluyordu. Ne var ki bu hayaller, çok kere bir batağa saplanıyor ve yerini acımasız bir alana çekiyordu. Buna rağmen ben “Olsun varsın. Yine de bu hayal dünyamda daha tatlı yaşıyordum” diyordum. Çünkü, iki güçlü arzu, bir güçlü gerçeğe üstün geliyordu.
Okul müdürü, genç öğretmenler ve kütüphane tüm günlerimi doldurup giderken, ikinci karne tatiline gelmiştik. Zira, zamanın nasıl geçtiğinin farkında değildim. Çünkü, edebiyat öğretmenim “Yusuf, okul müdürünü korkutmuşsun. Öğretmenler odasında hep senden bahsediyor. Tartışma anında yaptığın konuşma onu can evinden vurmuş. Seni tebrik ederim.” diyor. Arkadaşlarım: “Ulan Yusuf. Sen neymişsin be? Koca müdürü korkuttun. Çoktan beri fizik odasında çalgı çalınıp, şarkı söylenmiyor.” diyorlar. Genç öğretmenler “Yusuf, açtığın savaşı sonuna kadar sürdüreceğiz” diyorlardı. Tüm bunlar da kafamdaki zaman kavramını çıkartıp atıyor ve ikinci karne tatilini getiriyordu.
Tatilin başladığı ilk gün bütün hazırlığımı yapmış, bilet almak için çarşıya gidiyordum. Küçük sınıflardan bir arkadaş:
“Yusuf abi, kütüphane öğretmeni seni çağırıyor” dedi.
“Hayrola, niçin çağırıyor acaba?”
“Bilmiyorum. Hemen gitmeliymişsin. O kütüphanedeymiş.”
Ben, kütüphaneye gittiğimde o, ayakta beni bekliyordu.
“Günaydın efendim” dedim.
“Günaydın Yusuf. Gel, otur şöyle.”
Ben gösterilen yere oturdum. O da karşıma. Epey bir süre onunla dereden, tepeden söz ettik. Sonra da bana:
“Tatile gidiyor musun Yusuf?” diye sordu.
“Evet efendim.”
“Ne zaman gideceksin.”
“Buraya gelmeden önce bilet almaya gidiyordum efendim.”
“Ya. Öyle mi?”
“Evet efendim.”
Bu cevabım karşısında onun o, güzel gözleri buğulanmaya ve o güzel vücudu titremeye başladı.
Edebiyat öğretmenim oldukça güzeldi. Fakat o güzel gözler arasındaki yamuk burnu tüm güzelliğine set çekiyordu. Zira burun, iki göz arasında adeta bir yol açmış ve gözlere “Bu yoldan birbirinize gidin, gelin.” der gibiydi. Öğretmenim susuyor, sustukça da hem vücudu titriyor ve hem de o güzel gözleri buram buram buğulanıyordu. İçimden ona:
“O, güzel gözlerin buğulandıkça
Bir umman konuşur bakışlarında
Üst üste yığılmış tatlı arzular
Ne güzel konuşur bakışlarında.
Arzular elimi bıraktı bir bir,
Artık avutmuyor seni bu şehir
Kirpik uçlarında ağlar bir şiir,
Bir roman konuşur bakışlarında” diyordum.
Öğretmenim benden gözlerini ayırmıyor, ben de ona saygıyla bakıyordum. O, hayli sakinleşmiş, vücudu titremiyor, o güzel gözleri de sevgi dolu bakıyordu. Ansızın:
“Yusuf, benden bir isteğin var mı?” dedi.
Ben de bu soru karşısında şaşırıp:
“Hayır efendim” dedim.
O ise gözümün ta derinlerine bakıyor, oradan bir şeyler isteyerek tekrar tekrar :
“Yusuf hiç mi isteğin yok, benden hiçbir şey istemiyor musun?” diyordu.
Ben, son defa “hayır” dediğim zaman bir dünyanın yıkıldığının farkındaydım. O dünya, zelzeleye uğramış, gibi titriyor, titredikçe de göz pınarlarını çalıştırıp, ürettiği suyu o güzel göğüslerine doğru salıveriyordu. Ben o an bu güzel dünyanın manyetik alanına girmiş, sakladığım gözlerimden damla damla su akıtıyordum.
Kütüphane de uzun süre suskun oturduk. Hiçbir şey konuşmuyorduk. Bu suskunluğu okul kampanası bozdu. Zira, yemek vakti gelmişti. Biz de yavaş yavaş kalkıp yemekhaneye dek birlikte yürüdük. Orada ben kendi masama giderken, o da arkadaşlarının yanına doğru gidiyordu.
Bugünkü programım altüst olmuştu. Kendimi yarına göre hazırlamaya karar verdim. Yemek sonu da yavaş yavaş çarşıya doğru yürüdüm. Amacım yarın için bir bilet almaktı. Ayaklarım beni çarşıya doğru taşırken, beynim de biraz önceki durumu düşünüyordu. O yüce kişi, o muhterem öğretmenim ne büyük bir ızdırap yaşamıştı? O an, gözümün önünden hiç gitmiyordu. O hali yaşadıkça ben de mahzun oluyordum.
Kalbim sızlayarak ve acı çekerek Kemal Türker’in yazıhanesine kadar yürüdüm. Yarının ilk saatleri için oradan bir bilet aldım. Biraz önceki olayları unutmak için kırlara doğru yürümeye başladım. Yolda, akan sularla ve etrafı süsleyen kır çiçekleriyle konuşuyor, kendimi teselli ediyordum. Ama ne var ki o olay gözümün önünden hiç gitmiyor ve o olayı tekrar tekrar yaşıyordum. Aklımca kır çiçeklerini ve güzel baharı yaşadığım olaya ortak ediyordum.
Zaman çok geçmiş, güneş dağların ardına sarkıyordu. Ben de okula doğru yöneldim. Bu arada okul kampanası “dan, dan” sesleriyle dağları yankılandırmaya başladı. Demek ki akşam olup, yemek vakti gelmişti. Adımlarımı sıklaştırıp daha da hızlı yürümeye başladım. okula geldiğim de ise bazıları yemeklerini yemiş, yemekhaneden dışarı çıkıyordu.
O akşam , yemekten sonra hemen yatakhaneye gidip yattım. Fakat uyumak çok zor geliyordu. O güzel ve melek gibi insanın gözyaşlarını unutamıyordum. O yalvaran bakışları, o depreşen vücudunun ürettiği gözyaşları gözümün önünden hiç gitmiyordu. Bu yüzden yarı uyur, yarı uyanık sabaha ulaştım. İlk iş olarak ta valizimi hazırladım. Ardından da kahvaltı vaktini beklemeye başladım.
Kahvaltıdan sonra yatakhaneye gidip valizimi alıp, yola çıktım. Yol okulun revir binasından geçip, cümle kapısına çıkar. Gözüm bir ara cümle kapısına doğru kaydı. Fakat cümle kapısından önce revir binasının köşesinde duran bir bayana takıldı. Korku ve heyecanla yoluma devam ettim. Taa bayanın yanına gelene dek. Ben bayanın yanına gelirken o da yoluma çıkarak, önüme durdu. Bu benim muhterem öğretmenimdi. O’na:
Dostları ilə paylaş: |