Bir tutam sevgi ariyorum II



Yüklə 1,27 Mb.
səhifə19/23
tarix31.10.2017
ölçüsü1,27 Mb.
#23469
1   ...   15   16   17   18   19   20   21   22   23
Her gün koşup gelsen bana

Heyecan versen kanıma

Ben kalbimi açsam sana

Orada saklasam seni

Çıkarıp koklasam seni
Bu dizeleri kağıda geçirirken bir hayli dinlenmiştim. Yeniden yola düşüp bir müddet sonra okula geldim. Çocuklar için aldığım araçları lojmana koyup karakola çıktım.

Ben eğitim ve öğretim için tüm hazırlıkları yaparken, okulunda açılma günü geldi. Bir pazar günü köy bekçisini çağırtıp, “Yarın okulu açıyorum. Herkese söyle çocuklarını okula göndersin. Onları da okula kayıt yapacağım.” dedim.

Pazartesi günü erkenden okula geldim. Her yeri açıp sınıfı havalandırdım. Sonra da dışarıya bir sandalye koyup öğrenci beklemeye başladım. Uzun bir bekleyişten sonra sadece iki öğrenci geldi. “Hana” adında bir kız ve “Cemo” adında bir oğlan. Fakat akşama kadar beklediğim halde başka gelen olmadı.

Gelen iki çocukla bolca oynadık. Evlerine giderken onlara şeker ve kalem verdim. Ama ne var ki öğretmenliğimin ilk gününü hayal kırıklığı ile kapatıyordum.

Okulu kapattıktan sonra ek görevim olan bucak müdürlüğüne uğradım. Bir süre orada çalışıp, akşam olunca da karakola çıktım.

İkinci gün yine okulu erken açıp beklemeye başladım. Bir de ne göreyim tepeden aşağıya bir sürü çocuk geliyordu. Lojmanın penceresinden onların gelişini seyrettim. Bu görüntü beni oldukça mutlu etti. Hemen lojmanın dışına çıkıp, çocukları karşıladım. Biraz onlarla oynadıktan sonra onları sıra edip saydım. Dün iki kişi olan çocuk sayısı bugün otuza çıkmıştı. Bu oluşum ise benim yıkılan hayalimi yeniden yapılandırıyordu.

Sabah andından sonra sınıfa girdik. Sıra onları sınıf sınıf tanımaya geldi. Bazıları iki, bazıları üç, bazıları ise beşinci sınıfta olduklarını söylediler. Onlara dördüncü sınıfta niçin öğrenci olmadığını sordum. Hano da “Öğretmenim, o sene büyük ağa öğretmene eziyet etmiş. Öğretmen de birinci sınıfa kaydettiği öğrencilere okuma yazma öğretmeden istifa edip, gitmiş. Bu nedenle o sene ki öğrenciler toptan sınıfta kalmış. Onun için dördüncü sınıf yok öğretmenim.” dedi.

Hano’nun açıklamasına sevindim. Fakat ağanın bir öğretmeni istifa ettirecek kadar güçlü olması beni korkuttu.

Erkek çocuklar hep beyaz giysiliydi. Ancak giysileri çok kirli ve pasaklıydı. Kız çocukları ise çeşitli renk giysilerle gelmişlerdi.

Tanışma faslı bir hayli zaman aldı. Tanışmanın bitiminde de hep birlikte dışarı çıktık. Dışarı çıkar çıkmaz ilk işimiz çevre temizliği yapmak oldu. Okulumuzun etrafını güzelce temizledik. Sonunda da öğlen tatiline dek oynadık. Genelde okul oyunları oynuyorduk. Bir ara “Çocuklar, köyde toplu olarak nasıl oyunlar oynuyorsunuz?” diye sordum. Onlar da hemen bir kız, bir oğlan sıra oldular ve el ele tutuştular. Hep birlikte;

“Hazale helli helli

Delale helli can

Hezale helli helli

Delale helli can” diye bir türkü söylediler. Bu türküyü defalarca söyleyerek öğlen tatiline dek oynadılar. Öğlen paydosu geldiği için oyunu bitirdim ve hep birlikte köye kadar yürüdük. Köye gelince onlar evlerine dağıldı, ben de karakola gittim.

Paydos sonunda okula gittiğimde ise öğrenci sayısı daha da artmıştı. Ders saati gelince zili çaldırıp, öğrencileri sınıfa aldım. Öğrencileri daha iyi tanımak için geçen yılki yoklama defterini getirdim. Sonra da sınıf sınıf yoklama yaptım. O an gelmeyen çok az öğrenci kalmıştı. Garip ama gerçek. Yoklama defterine göre bu öğrencilerin en az yarısı devamsızdı. Okul açılışının ikinci günü olmasına rağmen bu kadar çok öğrencinin gelmiş olması şaşılacak bir durumdu. Ama, benim için de sevilecek bir oluşumdu. Onlarla bir müddet oyun oynadık. Onları sınıfa aldım. Çeşitli masal ve hikayeler anlatıldı. Paydos zamanı gelince de herkese kalem, silgi ve şeker dağıttım. Hepsi de güle oynaya evlerine gittiler.

Üçüncü gün okula kayıtlı olan öğrencilerin hepsi de okuldaydı. Ama manzara çok hoştu. Genç kızlar, delikanlı oğlanlar ve ufacık çocuklar. Hepsi de sımsıcak, hepsi de afacan çocuklar. Bunların yanında ne eşkıya ne de ağa düşünüyordum. Kısacası çok mutluydum. Bunlarla oyun türü sabah sporu yapıp sınıfa aldım. İlk iş Türkçe okuma yaptırdım. Beşinci sınıflardan güzel okuyan birilerini arıyordum. Çünkü amacım onlardan yararlanmaktı. Zira dört sınıfı bir arada okutmam gerekiyordu. Okuma sırası bittiği zaman istediğime uygun sadece bir öğrenci vardı. O da Hano idi.

Hano, sarı saçlı, yuvarlak yüzlü, beyaz tenli, şişmanca ve kısacık, kendisi sarışın giysileri kıpkırmızı ve tertemiz bir kızdı. Bu güzel çocuğu bir nevi kendime vekil yaptım. Önce onu okul başkanı, sonra da sınıf başkanı yaptım. O, okulla ilgili tüm sorumlulukları yüklendi. Diğer çocuklar ise Hano’nun başkan olmasına çok sevindiler.

Tüm bu oluşumlardan sonra okulu eğitim ve öğretime açtım. Çünkü bundan böyle yalnız değildim. Zira bu çocukların sayesinde yalnızlıktan kurtuluyordum.

İkinci pazartesi günüydü. Okulla köy arasındaki tepeye gelip, kuşbakışı okula baktım. Okulun etrafında bir hayli adam görünüyordu. Bu kalabalık beni iyice korkuttu ve olduğum yerde bir süre bekledim. Zira,korkudan okula gidemiyordum. Okula gitmek ve karakola geri dönmek arasında bocalayıp dururken, köyden bir çok öğrenci geldi. Ben:

“Çocuklar, okulda bir sürü insan var. Kim onlar? Okulda ne işleri var?”

Çocuklardan biri:

“Öğretmenim onlar babamgiller”

“Sabah sabah okula niçin geldiler?”

“Okula kardeşlerimizi kaydettirecekler efendim.”

Öğrencilerin bu açıklamasından sonra dern bir nefes aldım ve çocuklarla birlikte okula yürüdük. Korktuğum adamlar beni “Hazırol” vaziyette karşıladılar. Ben de onlara selam verip tek tek dolaştım. Adamlarını yanında,elinden tuttukları bir çok çocuk vardı.

“Hayrola, bu minicik çocukları niçin getirdiniz?”

“Muallim beg. Bu çocukları okula yazdıracağık.”

“Gelirken de birer beşik getirseydiniz bari.”

“Olur mualli beg. Yarın da beşik getiririk.”

“Tamam o zaman. Ben hem uyutur hem okuturum.”

Adamlarla şakalaştıktan sonra sıra ile çocukları okula kayıt yaptım. İşim bitmişti ki onlardan biri;

“Muallim beg. Bizim bebeler seni çok seviyo. Bizi de kandırdılar. O yüzden çocukların elinden tutup sana teslim etmeye getirdik.”

“Siz hiç merak etmeyin. Ben onları hem sever hem de okuturum.” deyip adamları evlerine yolcu ettim. Velileri gittikten sonra yeni kaydettiğim çocuklarla konuşmak istedim. Fakat çocuklar hiç Türkçe bilmiyorlardı. Bu durum beni aşırı derece üzdü. Çünkü okulda böyle bir problemle karşılaşacağımızı ve karşılaştıktan sonra nasıl davranacağımızı öğretmemişlerdi. O sebeple de bir hayli korktum. Bir süre düşünüp sonunda bir karara vardım. Bütün konuşmalar etrafımızda bulunan varlıklardan olacaktı. Örneğin; taş, toprak, okul, ev, şeker, kalem, silgi vs.. Fişleri de bu tür materyallerden oluşturacaktım ayrıca Türkçe bilen öğrencilerden birini de tercuman olarak kullanacaktım. Bu miniklere eğitim ve öğretim verebilmem için önce Türkçe öğretmem gerekiyordu. Onun için de programımı buna göre hazırladım.

Böylece çocuklarla, tatlı bir yaşama ve zevkli bir uğraşa başladım. Bunu yanı sıra da bir köy incelemesi yapmayı planladım.

Tüm bu uğraşlarımı daha verimli uygulayabilmek için de lojmana taşınmaya karar verdim. Kararımı uygulayabilmek için de bir kat yatağa ihtiyacım oldu. Hiç vakit geçirmeden şehre gidip onu temin ettim. Sonra da lojmana taşındım.

Karakol komutanı bana her türlü yardımı yapıyordu. Hele de can güvenliğim için çok titiz davranıyor, her akşam bir silah gönderiyor ve sabahleyin aldırıyordu. Ayrıca Miro ağa da uzun namlulu otomatik dürbünlü bir silah verdi. Birini baş tarafıma, öbürünü de yan tarafıma astım. Bu silahlar sayesinde kendimi daha güvenli hissediyordum. Miro ağa verdiği silahı okul tatiline dek almadı. O yüzden bu silahı her gittiğim yere götürüyordum.

Günlerim dopdolu geçiyordu. Bucak müdürlüğü, öğrencilerim ve köylüm. Köy incelemesinde ilginç bulgulara ulaşıyordum.

Burası bir YEZİDİ yerleşim birimiydi. Halk ŞEYTANA tapıyordu. Ona “tavusu melek” diyorlardı. Tüm erkekler bembeyaz giyiniyor ve giydiklerini hiç çıkarmıyorlardı. Lime lime olup eskiyene dek giyiyorlar ve kirden renk değiştirip çok kötü kokuyorlardı. Kim bilir belki de ağanın verdiği ianelerle ancak o kadar giyinebiliyorlardı.

En önemli olay ise onlardan birinin etrafında bir daire çizdiğiniz vakit çemberin dışına çıkamıyorlardı. Tabi ki birileri gelip çemberi bozana dek çemberin içinde hapis kalıyorlardı. Bu durum ise insanlık adına korkunçtu.

İlginç geleneklerinden biri de afsunlama olayıydı. Miro ağa afsunlamadan hiçkimse ekmek yapamıyordu. Tabi ki ağanın bir afsunlama günü de vardı. O sadece perşembe günleri afsunluyordu. Ekmek yapmak isteyen tüm kadınlar birer teşt un hazırlıyorlardı. Miro ağa da ev ev dolaşıp hazırlanmış unların içerisine tükürüyordu. Hatunların hazırladığı unlar da böylece afsunlanıyordu. Meğer Mehmet onbaşı durumu biliyormuş. O yüzden bir gün bana “Yusuf Bey sakın ha köylüden herhangi bir şey alıp yeme. Onlardan sadece yumurta alabilirsin” demişti.

Günün birisinde sabahın erken vaktinde bir tas süt getirildi. Ama ben kimseden süt istememiştim. Hemen aklıma afsunlama olayı geldi. Ben de çocuğu çağırıp sordum:

“Oğlum bu sütü kim gönderdi?”

“Şıhımız gönderdi öğretmenim” dedi.

“Şıhına selam söyle, teşekkür derim.” Dedim. O gittikten sonra ışığa çıkıp sütü inceledim.ağa gerçekten sütü afsunlamıştı. Süt kanalıyla beni afsunlamayı planlamış olmalıydı. Ben de getirilen sütü tuvalet çukuruna dökerek ağanın planını bozdum. Bu durum ise benim uzun bir süre süt içmeme neden oldu.

Çocuklar sıra olunca ilk işim “Çocuklar kesinlikle bana yiyecek bir madde getirmeyin” dedim. Onlar da getirmediler.

Bu gurbet ellerde güzel bir düzen kurdum. Her şey düzenli bir şekilde işliyordu. Fakat işlemeyen tek bir şey yiyecek bulamamamdı. Bu durumu mutlaka çözmeliydim. İlk etapta bir teneke bal aldım. Karakolla anlaşarak şehirden de haftalık ekmek getirmeyi sağladım. Ama ne var ki baldan tez usandım. Bu durumdan kurtulmak için de dört gözle ay başının gelmesini bekledim. Çok uzun süre gibi gelse de ay başı geldi.

Hemen şehre gittim. Şehirden önce bir gaz ocağı aldım. Bunun yanı sıra da yapabileceğim yemekler için çeşitli malzemeler aldım. Bu arada bakkalın önerisine uyarak biraz da domates salçası aldım. Tüm işlerim bitince de köye döndüm.

Köye dönünce ilk iş olarak kuru fasülye yapmaya karar verdim. Zira çoktan beri fasulye yemeği yememiş olduğum için çok özlemiştim. Gaz ocağını hemen yakıp küçük tenceremi üzerine koydum. O pişerken ben de avcarını hazırladım. Bir süre içinde pişen fasulyenin avcarını ilave edip, ocaktan indirmeden yemeğin soğumasını beklemeden bir tabağa yiyeceğim kadar alıp sıcak sıcak yemeğe başladım. Çünkü çok acıkmıştım. İlk yemeğim olmasına rağmen çok da lezzetli olmuştu. Birkaç kaşık almıştım ki yemeğin içinde küçük böcekler gözüktü. Tabağı elime alıp dışarı çıkıp ışıkta inceledim ve gözlerime inanamadım. Yemeğin yüzü minik böceklerle doluydu. Garip ama gerçek. Emek emek pişirdiğim yemeği yiyemedim, aç kaldım. Aynı yemekten ikinci gün yine pişirdim. Pişirdiğim yemeğin üzerinde minik böcekler doluydu. Bu durum kafamı iyice bozdu. Su temiz, fasulye temiz, koyduğum yağ temiz. Ya salça, o şüpheliydi. Öyleyse salçayı incelemeliydim. Hemen kalkıp kavanozdan bir kaşık salça aldım. Bir tabağın içinde su ile iyice cıvıklaştırdım. Tabağı da suyun durulması için rafa koydum. Aradan belirli bir süre geçince de tabağı inceledim. Hayret suyun yüzü minik böceklerle doluydu. Bu olaydan sonra pişirdiğim yemeklerin hiçbirine salça koymadım. O yüzden de her yemeği iştahla yedim.

Okulla ilgili bütün problemleri çözmüştüm. Bunu yanı sıra iki de dostum vardı. Bunlar çocuklarım ve kitaplarımdı. Onlarla çok iyi anlaşıyordum. Biri yanımdan ayrılınca hemen öbürü devreye giriyordu.

Çocuklar okulda olduğu sürece tüm enerjimi onlara veriyordum. Zira, onlar beni ben de onları çok seviyordum. 44 eski, 16 da benim kaydettiğim öğrencim vardı. Toplamı 60 kişi olan bu çocuklar o kadar zekiydi ki verdikçe alıyorlar ve adeta “Bana ver, daha ver.” der gibi çaba gösteriyorlardı. Yeni kaydettiğim o minicik çocuklar hem Türkçe hem de okuyup yazma öğreniyorlardı.

Aynı yöreye, birlikte okuduğumuz üç arkadaşla tayin olmuştuk. Okullarımız birbirine bir hayli yakındı. Köylerimiz tıpkı sac ayağı gibiydi. Şimiz, Aşağı Azik ve Cinasker. Yalnız arada ormansız bir dağ vardı. Ben dağın batı yüzünde, onlar da doğu yüzündeydi.

Bazı pazarlar Miro ağanın verdiği mavzeri alıp, arkadaşlarımı ziyarete gidiyordum. Her gidişimde üzülerek geri dönüyordum. Çünkü öğrenci okutamıyorlardı. Ahmet Bey’in köyü bir ağa köyüydü. Ona göre ağanın izni olmadan kimse çocuğunu okula gönderemiyormuş. Süleyman’ın mazereti de aynıydı. Yaptıkları tek iş dağ tepe av peşinde koşmaktı. Bu durum ise çok üzücüydü. Devlet onları öğretmenlik yapsın diye değil de, sanki avcılık yapın diye göndermişti.

Havalar epeyce soğumuştu. Bir pazar günü yine onlara gitmiştim. Dalgınlığıma rastlamış, dönüş vaktimi çokça geçirmiştim. Arkadaşlarım:

“Bu akşam burada kal. Sabahleyin erken kalkıp gidersin. Şu anda gitmen tehlikeli olur.”

“Ne tehlikesi olabilir ki?” dedim.

“Çevrede bir sürü kurt var. Yolda sana saldırabilirler.”

“Eğer saldırırlarsa ben de onları vururum” dedim.

Tüfeğimin ağzına mermileri sürüp, yola çıktım. Uzun bir süre yürüyüp, dağın tepesine çıktım. O anda akşam ezanı okunuyordu. Karakolun bayrağı da görünmeye başlamıştı. Ben de içimden korkuyu atlattım derken, tam kurşun atımı uzaklığında bir kurt gözüküp, ulumaya başladı. Hiç vakit geçirmeden iki el ateş ettim. Ben de koşarak köye doğru yürüdüm. Az sonra iki askerle karşılaştım. Onlar çok yorulmuştu. Çünkü yokuş yukarı geliyorlardı. Silah sesini duyan Mehmet Onbaşı “Çocuklar koşun, kurtlar hocayı sıkıştırdı.” diye asker yollamış.

Askerleri karşımda görünce ne kadar sevindiğimi anlatamam. Onlarla birlikte karakola geldik. Bu insancıl davranıştan ötürü Mehmet Onbaşı’ya çok teşekkür ettim. O da beni okula göndermedi. “Yol çok ıssız. Etrafını yine kurtlar sarabilir, hocam. En iyisi sen de bu gece bizimle kal” dedi.

Komutan gerçekten haklıydı. Hava iyice soğumuş, akşamdan sonra benim dışımda ne in, ne de cin kalıyordu. Bu sessizlik içinde kurtlar köylere kadar inebiliyordu.

Öğretmen arkadaşlarımın davranışları beni çocuklarıma daha da çok yaklaştırıyordu. Onları daha çok seviyor, onlar için daha çok çabalıyordum. Mutlaka onlarda beni seviyorlardı ki derslerine çok çalışıyorlardı. Hatta verdiğim ödevleri noksansız yapıyorlardı.

Bu sevgi ve heyecan dolu çalışmalar hızla devam ediyordu. Birinci karne dönemi geliyordu. Bu karne tatilinden çok iyi yararlanmam gerekiyordu. Bunun için kafama göre bir plan yapıp, ilk iş şehre gittim. Birinci sınıf çocuklarım için on altı tane alfabe aldım. Birinci sınıfların karnelerini verirken birer tane de alfabe verdim. O minik elleriyle karne ve alfabelerini alırken ne kadar mutlu olduklarını asla anlatamam. Bu arada her birinci sınıf çocuğu için, beşinci sınıftan birer öğrenci görevlendirdim. Onlara da “Ben tatilden dönene kadar, her çocuk alfabeyi okuyacak ve öğrenecek.” dedim.

Çocuklarım evlerine mutlu olarak dönerken ben de içim haz dolu onları seyrediyordum.

Okulu tatil ettikten sonra yola çıkmak için hazırlık yapmıştım. Hazırlığım bitince de yaya olarak yola çıktım. İstasyon hayli uzaktı. O yüzden trenin hareketine yarım saat kala ancak istasyona geldim. Trenin hareket saatini bildiğim için çok da hızlı yürümüştüm. Bu durum beni iyice yormuştu. Yorgun argın gişeye gidip biletimi aldım. Vakit gelince de yolculuk Beşiri’den başladı.

Kara tren “takı tuk, takı tuk” yol alırken epeyce susamıştım. Tren de susamış olmalı ki Ergani’de mola verdi. Böyle küçük yerlerde az dururmuş. Ben hemence aşağıya inip, satıcılardan bir şişe su alıp, geri bindim. Susuzluğumu gidermek için buz gibi şişeyi açıp başıma diktim. Susuzluğun verdiği hararetle suyu bir çırpıda bitirdim. Tren yoluna hareket ederken benim de içim yanmaya, ağzımdan sanki alev çıkmaya başladı. Gerçekten içim alev alev yanmaya başladı. Muzip sucu bana su yerine bir şişe benzin satmış. Ben de farkında olmadan benzini içmiştim. Bu durumdan çok hem de pek çok korkuyordum. Etraftan çakmak çakan olur da patlarım diye korkuyordum. Bu yüzden kapıyı kilitleyip sabaha dek açmadım. Tren sabahleyin Narlı istasyonunda durduğu zaman pencereyi açıp içeriyi havalandırdım. Bu ana kadar da hararetim iyice dinmişti. Her halde tren Divriği’den Narlı’ya dek benim içtiğim enerjiyle gelmiş olmalı ki benim hararetim bitiyor ve tren de mola veriyordu.

Korkulu anlarımı Narlı’dan gerilerde bırakıp trenle yola devam ediyordum. Dört-beş durak sonra tren yine bir istasyonda durdu. Bu durumdan yararlanıp ayağa kalktım. Pencere önüne gelip, etrafa baktım. Biraz ilerde bir bayan ve yanında bir gence gözüme takıldı. Yüz yüze göremedim ama tanıdık birilerine benziyordu. Merakla kompartımanın kapısına çıkıp, onların binmesini bekledim. Az sonra onlar trene binmiş, bana doğru geliyorlardı. Evet, yanılmamıştım. Bunlar tanıdık kişilerdi. Biri dayımın kızı, öbürü de erkek kardeşiydi. Fakat onlar yüzüme bile bakmadan geçip, gittiler.

Dayımın kızı ile bir göreve giderken, bir de dönüşte karşılaşıyordum. Acaba bu durum bir tesadüf mü? Yoksa planlaştırılmış bir olay mıydı? Bu soru kafamı uzunca bir süre meşgul etti.

Trenle gideceğim son istasyona gelip, trenden indim. Benden sora da dayın kızı ile oğlu da indi. Yolumuz aynı yöne doğruydu o yüzden aynı garaja gidip aynı otobüse bindik fakat öğretmenin kardeşi tıpkı bir kara kedi gibiydi. O ablasının gözlerinden gözlerini ayırtamıyordum. Ne yazık ki bir selamlaşmak bile nasip olmadı. Bu arada otobüsümüz tozlu yolları yara yara ilerliyordu. Güneş ufuk çizgisinin arkasında kaybolurken benim ineceğim şehre geldik. Muavin geçmiş olsun arkadaşlar. Burası son durak dediği zaman valizimi alıp otobüsten indim. Benden az sonra da dayının kızı ile oğlu da otobüsten indi. Hem yoluma yürüdüm hem de takip ettim. Onlar, bir ara sokağa saparak gözden kayboldu.

Elimdeki valizle oldukça hızlı yürüyerek manav Hilmi’nin evine geldim. Çükü eylül ayı içinde burayı kiralamıştık. Ben oldukça yorgundum. Hemen üzerimi değişip somyaya yattım. Beni kimse uyandırmamış. Ölü gibi uyumuşum.

Kahvaltıdan sonra çarşıya çıktım. Önce Rahime Anne’yi ziyaret ettim. Ardından da eski arkadaşlarımla buluştum. Akşama kadar özgürce dolaştım. Aklım sadece okulumda ve minik öğrencilerimdeydi.

Aradan iki gün geçmişti. Ben de pencerenin önüne oturmuş ve sarmaş dolaş olan portakal ve zeytin ağaçlarına bakıyordum. Gözüm ağaçlar arasında yürüyen bir postacıya ilişti. Bizim eve doğru geliyordu. Merak edip dışarı çıktım. Adam yaklaşınca da:

“Hayrola memur bey, kimi arıyorsun?” dedim.

“Yusuf Karakaş adında birini arıyorum” dedi.

“Buyurun aradığınız kişi benim.”

“Tamam öyleyse sana bir telgraf var, onu getirdim.”

Telgraf kelimesi beni oldukça meraklandırdı. O yüzden açıp, okudum. Telgrafı Erkan göndermişti. Sadece “Dayın seni istiyor. Buraya gel.” diyordu.

Telgrafı okuyunca bir hayli heyecanlandım. Sonra da Erkan’ın istemine uyup, hemen giyindim ve garajlara doğru yola çıktım. Yürürken hem korkuyor, hem de heyecan duyuyordum. Bu karmaşık duygular içinde garaj gelip, hemen bir bilet aldım. Saat on üç sularında otobüs hareket etti.

Arabaya bindiğim şehirle, gideceğim şehir arasındaki yol çok korkunçtu. Otobüs çok korkunç bir kaya üzerinden geçerken insanlar hep birden yüksek sesle dua okuyorlardı. Zira, otobüs 150-200 metre aşağıdaki nehre her an uçabilirdi. Öyle bir durumda ise hiç kimsenin ne ölüsü, ne de dirisi bulunabilirdi.

İki sene önce bu kayadan bir kamyon uçmuş. Üzerindeki 33 yolcu kayalara çarparak nehre düşmüş ve bu yolculardan hiç biri bulunamamış. Yolcular bu olayı bildikleri için anlaşılan çok korkuyorlardı. Bu korku dolu yolculuğumuz tam 4 saat sonra sona erdi. Ben de hiç vakit geçirmeden Erkan’ı aramaya koyuldum. O da beni bekliyormuş. Birlikte evlerine gittik. Orada bir süre istirahat ettim ve Erkan, babası Halil Amca ile biraz sohbet ettik.

Ben epeyce dinlendikten sonra Erkan’a sordum:

“Arkadaşım beni niçin alelacele çağırdın?”

“Dayım çağır dedi. Ben de çağırdım.”

“Allah, Allah. Beni ne yapacak ki?”

“Vallahi bilmiyorum, Yusuf.”

“Erkan, bana yalan söyleme. Senin mutlaka bir bildiğin vardır.”

“Bilmiyorum Aslanım. Bilsem niçin saklayım ki?”

Erkan’la sohbet ederken, ser verip, sır vermezken iyice akşam oldu. Biz de yemekten sonra Dayı’nın evine doğru yola çıktık. Ne var ki kalbim korku ve heyecanla çarpıyor, beynimin düşünce merkezini devre dışı bırakıyordu. Ben düşünce merkezi lal olmuş durumdayken dayının evine geldik. Ona selam verdikten sonra elini öpmek istedim. O elini vermedi. Zira, o hiç kimseye el öptürmezmiş. Oturup biraz hal hatır sorduktan sonra tıpkı damdan düşer gibi:

“Öğretmen kızımla evlenmek istiyormuşsun. Doğru mu?” dedi.

Bu soru karşısında iyice şaşırdım. Korkudan dilim tutulur gibi oldu. Adam benden acaba nasıl bir cevap istiyordu. Hayır mı, yoksa evet mi? Bir an düşündükten sonra titreyen bir sesle “Evet efendim” dedim.

“Öyleyse hemen dünürcü gönder” dedi.

Dayının bu son cümlesi benim tüm korkumu ortadan kaldırdı. Ancak ondan sonra kendimi toparlayabildim. Dayının emrine de “peki efendim” dedim. Bu konuşmadan sonra ayağa kalktım. Onun elini öpmek istedim fakat yine elini vermeyerek “El öpenlerin çok olsun.” dedi.

Çok mutlu olmuştum. Kalbim heyecan doluydu. Bu arada gözlerim birini gelecekte eşim olacak insanı arıyordu. Fakat o, hiç görünmedi.

Dayı dev yapılı bir adamdı. Kara yağız, sivri yüzlü, çatık kaşlı, ela gözlü ve geniş omuzlu biriydi. Yedi yıl askerlik yapmış, on dörtten sonra tüm savaşlara katılmış bir insan. Kendi savaştayken de tüm akrabaları Ermeniler tarafından yok edilen bir insan. Onun yanında kaldıkça ürperiyordum. Bir fırsat bulup izin istedim. O da kalkıp “Güle,güle oğlum.” dedi.

Ben, dayının yanından çok mutlu bir halde ayrılırken Erkan da benimle kalktı. İçim haz dolu Erkanlara doğru yürüdük. Evden biraz uzaklaşınca Erkan’a:

“Hani ulan? Dayının kızı nerde hiç görünmedi?”

“Vay olum vay. Dayım kızını sana gösterecek kadar enayi mi?”

“Niçin enayi olacak Erkan, gelecekte eşim olacak insanı görme hakkım yok mu?”

“Elbette yok, aslanım.”

“Peki niçin?”

“Geçen sene sen kızı görmedin mi?”

“Gördüm.”

“Beğendin mi?”

“Evet, beğendim.”

“Eee. Daha ne istiyorsun? Dayım seni kızını pazarlamak için mi çağırdı sandın? Dayının kuralı böyledir. Anlamadın mı şimdi?”

Erkan’a hiçbir şey söylemedim. Zira, dayının kanununa itiraz edemezdim.

Erkan’la konuşarak evlerine geldim. Her şeye rağmen mutluydum. Fakat Erkan bir anda yüreğimi hoplattı. Onunla evde sohbet ediyorduk ve O:

“Yusuf abi, bu iş burada bitti zannetme. Çünkü işin zoru geride.”

“Hayırdır Erkan? Bu ne demek şimdi?”

“Dayım ne kadar he dese de, işin son sözünü Önder Abi söyler.”

“Önder abi de nerden çıktı? Kim bu Önder?”

“O dayımın büyük oğlu. İçinden gedeceğin şehirde müdür. Eğer o peki demezse senin bu iş yatar.”

“Erkan şaka yapıyorsun, değil mi?”

“Yusuf abi, böyle ciddi konular arasına şaka girer mi?”

Erkan’ın bu sözleri kalbimin ta derinliklerine indi ve beni içimden yaraladı. Hatta haz yüklü sinirlerim bir anda iflas etti.

Bir süre sustuktan sonra Erkan’a:

“Bu adamı merak ettim. Bir tarif ette yolda inip adamla tanışayım.”

“Uzun boylu, zayıf olduğu için sırık gibi, fötr şapkalı biri. Özel bir yapısı olduğu için herkes onu tanır. Bu yüzden kime sorarsan herkes sana onu gösterir.” Dedi.

O gün erkanlarda kaldım.o babasıyla kalıyor.Annesi ise yıllar önce vefat etmiş.Bunların durumuna çok üzüldüm.Ama elimden gelen bir şey yok.

İkinci gün erkenden kalkıp Erkanlardan ayrıldım.Evden aç ayrıldığım için çarşıda karnımı doyurdum. Sonunda artık işim kalmayan bu şehirden ayrılmak için otobüse bindim. Otobüs kaya üzerinden, korkunç yollardan geçerek dayının oğlunun müdürlük yaptığı şehre getirdi.

Görev yerime dönmek için çok az bir zamanım kalmıştı. Bu yüzden acele ediyordum. Otobüs durur durmaz hemen otobüsten indim. Ve dayının oğlunu aramaya başladım. Sonunda bulmayı başardım. O gerçekten upuzun biriydi. Çok zayıf olduğu için başındaki fötr şapkası ile adeta bir korkuluğa benziyordu. Hiç gülmeyen,simsiyah, tıpkı bir ocak taşı gibi sipsivri bir yüzü vardı. Adamın bu hali insana korku veriyordu.


Yüklə 1,27 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   15   16   17   18   19   20   21   22   23




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin