Dükkancı o an için yalnız kalmış, bir aşağı bir yukarı tur atıyordu. Beni görünce gelip dükkana oturdu. Ve beni beklemeye başladı. Adamın yanına iyice yaklaşınca:
“Selamünaleyküm emmi” dedim.
“Aleykümselam çocuk. Nerden geldin, nereye gidiyorsun böyle? Çok yorulmuş ve terlemişsin. Şuraya biraz otur bakalım.”
Ben adamın gösterdiği bankta oturup sorusunu yanıtladım. Adam:
“Kimin çocuğusun yavrum?” dedi.
“Emmi, ben Ahmet Kahya’nın oğluyum; fakat o, ben çok küçükken ölmüş. Rahmetli babamı hiç hatırlamıyorum” deyip çok acıktığımı söyledim. Bu arada adam yüzünü ters tarafa dönüp biraz bekledi. Tekrar bana döndüğünde ise gözlerini siliyordu. Sonra da “Çok acıktıysan biraz bekleyeceksin. Az sonra bana yemek gelecek. O zaman birlikte karnımızı doyururuz” dedi.
Dükkancı; iri yarı, esmer tenli, kara bıyıklı ve çok yakışıklı bir adamdı. Böylesine yiğit bir adamın niçin ağladığını merak etmiştim. Merakımı gidermek için adama:
“Az önce ağladığınızı gördüm. Acaba niçin ağladınız emmi?”dedim.
Adamın tekrar gözleri doldu ve anlatmaya başladı:
“Oğlum, baban benim çok sevdiğim bir arkadaşımdı. Onların çok malı vardı. Mallarını kışlatmak için buraya gelirlerdi. O sebeple babanı çok iyi tanırım. O da benim gibi esmerdi. Tıpkı benim gibiydi. Sık sık güreş tutardık. Bahar geldiği vakit ise geri göçerlerdi. Kısacası, rahmetli baban çok sevdiğim bir insandı.” diyor ve damla damla gözyaşı döküyordu. Bu arada ben de ona eşlik ediyordum.
Az sonra dükkancının beklediği yemek geldi. Babamın dostuyla yemek yedik. Bu arada da epeyce dinlenmiştim. Ayağa kalktım. Adamın elini öpüp teşekkür ettim. Adam:
“Dur hele oğlum, dur hele”deyip dükkana girdi. Sonra da bir kağıt torbaya doldurduğu üzümü bana uzatıp “Yolda yersin oğlum” dedi. O kocaman ellerini, sarı saçlarımın üzerinde dolaştırıp “Güle güle oğlum. Yolun açık olsun” dedi.
Dükkancıyla vedalaştıktan sonra yola çıktım. Ama çok korkuyordum; çünkü biraz sonra karakolun yanından geçecektim. Askerler görür, tekrar döverler diye korka korka yürürken kafayı çalıştırdım. “İte dolanmaktan, çalıya dolanmak iyidir” derler ya... Ben de öyle yaptım. Karakola yaklaşınca yoldan ayrılıp ormanın içine daldım. Askerlerin göremeyeceği yere kadar yürüdüm. Ve korkuyu atlattıktan sonra da yola çıktım. Ama peşimi bırakmayan iki bela vardı. Biri sıcak, öbürü lastik ayakkabılarımdı. Sıcak yakıyor, sarı saçlarımın arasından ter damlaları kaşlarımı yarıp, gözlerime doluyordu. Ayağımdaki lastikler ise ateş gibi yakıyordu. Ayaklarımın çok yandığı zaman, onları çıkarıp elime alıyordum. Ne var ki bu sefer de toprak yakıyor, taş batıyordu. Bazı taşlar ise daha zalim çıkıyor, tırnaklarımı kırıp, parmaklarımı kanatıyordu.
İşte o zaman oturup bir süre ağlıyordum. O arada lastikler soğuyor, onları ayağıma giyiyordum. Bu defa ise ayakkabılar çifte darbe vuruyordu. Hem ayaklarımı yakıyor, hem de parmaklarımdaki yaraları acıtıyordu. Bu yüzden ayaklarıma sık sık nöbet değiştiriyordum. Bazen yalın yürütüyor, bazen de lastik ayakkabılarla...
Bu çileli yolculuk, akşamın ilk saatlerinde sona eriyordu. Çünkü o vakit köyüme, babamın o hiç usanmadan bizleri bekleyen evine gelmiştim. Ali ve Şakir Abim evdeydi. Akşam karanlığında beni karşılarında gören abilerim bir hayli şaşırdılar. Sonra da sevgiyle kucakladılar.
Kısa bir aradan sonra, bir müddet sohbet ettik. Onların isteği üzerine ben, köyden ayrılalı beri başımdan geçen olayları anlattım. İlkokulu bitirip, diploma almama, bilhassa Şakir Abim çok sevindi. Konuşma faslı bitince Şakir Abim kalkıp bir sofra serdi. Sofrada sadece kendisinin yaptığı, tandır çörekleri vardı. Gidip benim getirdiğim üzümü de yıkadı. Hep birlikte, o akşam üzüm ekmek yiyerek karnımızı doyurduk. Bu arada da bir hayli vakit geçmişti. Ali Abim “Şakir, kalk çocuğa bir yatak hazırla” dedi. Ben de o zahmetli ve yorucu yolculuğun acısını ikinci gün öğlene kadar yatarak çıkardım. Belki, daha bir müddet uyuyabilirdim. Ama çok tatlı bir ses “Hey ahbap, uyansana öğlen oldu.” diyordu.
Gözümü açtığım anda Ali Abim başucumdaydı. O, eliyle saçlarımı okşuyor, diliyle de “Hey ahbap, uyan, uyan artık.” diyordu. Güzel abimin o güzel sesi hala kulağımda çınlar durur.
Ben kahvaltı yaptıktan sonra Ali abimle, Şakir abimin dükkanına gittik. Dükkan köyün orta yerindeydi. Ayrıca da “Uluyol” kıyısındaydı. (Yani bizden sonraki bir çok köyü şehre bağlayan yol). Bu yüzden dükkan güzel çalışıyordu. Ayrıca Şakir Abim de bir AGA marka radyo almıştı. İşi olmayan köylümüz, radyo dinlemek için dükkana geliyordu. Onlar, hem radyo dinliyor, hem de alış veriş yapıyorlardı. Zira o zamanlar köye ilk defa radyo giriyordu. Bu sebeple uzak köylüler bile bizim köye radyo dinlemeye geliyordu. Tüm bu iyi etkenlerden dolayı dükkan çok güzel çalışıyordu. İşin sıkı olduğu zamanlarda ben de abime yardımcı oluyordum.
Bu zamanlar bizim köylümüz, ekip biçtiğiyle geçiniyordu. O nedenle de köye fazla para girmiyordu. Köylüler ise aldığı mal karşılığında ya yumurta, ya tavuk getiriyordu. Şakir Abim, alış veriş karşılığı birken bu malları haftada bir şehre götürüp, paraya çeviriyordu. Onun yokluğunda ise dükkana ben bakıyordum.
Bir gün dükkan çok kalabalıktı. Şakir Abim olmadığından , Ali Abim bana yardım ediyordu. Neden oldu, niçin oldu bilmiyorum. Ali Abim ansızın Pamuk Ali’ye saldırdı. Pat küt, üç beş tokat attı. Dayak yiyen adam öyle bir kaçıyordu ki köpek bile tutamazdı. Etrafta bulunanlar ise kahkahayla gülüyorlardı.
Baba yurdunda tam üç ay kalmış ve sıkılmaya başlamıştım. Bu arada eylül ayı da gelmişti. Okullar bu ayda açılıyor, kayıtlar bu ayda yapılıyordu.
Ben okumak için can atıyordum. Üstelik cebimde 130 lira param bile vardı. Böyle olunca da okuma hakkım kendiliğinden doğuyordu. Belki de ben öyle zannediyordum. Bir akşam vakti abilerime:
“Ben okumak istiyorum. Yüz otuz lira param var. Şehre gidip okula yazılacağım.” dedim.
“Ulan çocuk , 130 lirayla okunur mu? O para şehirde kaç gün yeter? Nerde yatıp, nerde kalkacaksın?” dedi abim.
Ben her şeye rağmen diretiyordum. Üstelik köyde yapacak iş de yoktu. Buna rağmen abilerim onay vermedi. Ben de bunun üzerine eşyalarımı toplayıp bir torbaya koydum.
Sonra da onlarla vedalaşıp yola çıktım. Bu arada Ali Abim Şakir abi’me “Yusuf’u gözetle, şehirde kaybolmasın” diyordu.
Köyden ayrılırken yola çok erken bir zamanda çıktım. Çünkü orta okula uğrayıp, kayıt olup olamayacağımı soracaktım. Bu yüzden hem zamandan hem de yoldan kar etmeyi düşünüyordum. Yol da tepeden ovaya doğru olunca işim bir hayli kolaylaşıyordu. Ben de bu durumdan yararlanıp çoğu yerde koşarak yürüyordum. Önüne geçemediğim, okuma arzumun itelemesiyle şehre, düşündüğüm zamandan önce geldim. Heyecan dolu minicik kalbim, beni doğruca okula götürdü. Ben okulun kapısından girerken, avluda iri yarı bir adam olta atıyordu. Ona selam verip:
“Abi, okula kaydolmak istiyorum.” dedim.
Benim bu sözüm üzerine o koca adam elimden tuttu ve hiçbir şey söylemeden okulun içine doğru sürükleyip bir odaya getirdi. Kendisi masanın başına oturduktan sonra:
“Ben bu okulun katibiyim. Kayıt için lazım olanları sana yazıp vereyim” dedi.
Sonra da yazdığı kağıdı bana uzattı.
“Ha bir de veli lazım.”
“Veli ne demek abi?”
“Şey, veli okul hayatın süresince senin her şeyinden sorumlu olacak adam demektir.”
“Tamam abi anladım.” diyerek katibin yanından ayrıldım.
Okulun dışına çıktığım zaman içime büyük bir korku düştü. Zira bu şehir, bildiğim, gördüğüm bir şehir değildi. O yüzden de hiç tanıdığım yoktu. Bu yüzden boynu bükük ve ümidi yıkık bir şekilde caddeye çıktım. Gözlerimle tanıdık birini arayarak Geçicioğlu’nun hanına geldim. Orada bir müddet dinlendikten sonra, tanıdık birini bulmak umuduyla çarşıya çıktım. Çarşıda hava kararana dek dolaştım. Ama bildiğim bir insana rastlayamadım. Bu sebeple umudum kırıla kırıla, hayalim yıkıla yıkıla kalacağım yere döndüm.
Sabahın erken saatlerinde çarşıya çıkıp, üç gün boyunca adam aradım. Fakat veli olacak bir tanıdık bulamadım. Bu yüzden dünyamın yıkıldığını hissediyor, şehri terk etmeyi düşünüyordum. Bu karara varınca da, o gece iyi uyuyup, sabahleyin geç kalktım. Önce hazırlanıp, hancının parasını verdikten sonra caddeye çıktım. Caddede salak salak yürürken, karşımdan bir araba gelip önümde durdu. Arabadan inip yanıma gelen adam:
“Ulan sen ne arıyorsun burda?” dedi.
“Abi, ben okula yazılmak için geldim Fakat veli olacak birisini bulamadım. Şimdi de köyüme gidiyorum.”
“Oğlum, sen ilkokulu bitirdin mi?”
“Evet abi.”
“Hani, ver bakalım diplomanı.”
Çantamdan diplomamı çıkarıp uzattım. Adam diplomamı okuyunca, beni arabaya alıp okula götürdü. Okul katibine:
“Bu çocuğun velisi benim. Okula kaydını yap. Ne gerekiyorsa yaz ve çocukla bana bildir.” dedi.
Adam arabaya binip şehre doğru giderken, ben de minnet dolu gözlerle onu selamladım.
Bu adam, portakal bekçisi Niyazi Abi’nin patronuydu. Arada bir bahçeye gelir, bana selam verir ve benimle şakalaşırdı. O bahçeden ayrıldıktan sonra da Niyazi abi:
“O, bu bahçenin sahibidir. Ona ‘Dede Ağa’ derler.” demişti. Evet, bu Dede Ağa önce dolaylı, şimdi de doğrudan imdadıma yetişiyordu. Dede Akçalı, sana sonsuz teşekkürler ediyorum...
Ben katibin yanında kısa bir süre bekledim. O bir liste yazacak oldu. Elimdeki listeyi göstererek tekrar yazmasını önledim. O da:
“Peki aslanım. O elinde yazılı listedeki isteklerimizi al, getir. Ben de senin kayıt işlemini yapayım.” dedi.
Hamit Bey’e teşekkür edip okuldan ayrıldım.
Aradan bir gün geçmişti. Tüm istekleri tamamlayıp okula geldim. Hamit Bey isteklerini bir bir saydı. Sonra da kaydımı yapıp “Sadece velinin imzası kaldı. Ancak ne zaman gelirse o zaman imzalar. Çünkü o, bu okulun kurucularındandır.” dedi.
Kayıt işlemimi bitirip dışarı çıkarken, Hamit Bey’e çok çok teşekkür ettim. Çünkü bundan böyle ortaokul öğrencisiydim. Kapının dışına henüz çıkmıştım ki Hamit Bey beni çağırdı:
“Yusuf, okul numaran 257. Ayrıca okul pazartesi açılıyor. Kitabını, defterini al. Erkenden okula gel.” dedi.
Hamit Bey’in okul numaramı vermesi ve okula çağırmasından sonra içime ılık bir duygu yayıldı. Ne kadar mutlu olduğumu tarif edemem. İçim hazlarla doluydu. Tatlı duygularla şehre doğru yürüyordum. Fakat ansızın bir güç “dan dan” diye kafama vurup: “ Evet okullu oldun. Ama senin yatıp kalkacak yerin yok.” diyordu. Bunun üzerine olduğum yerde donup kaldım. Sahiden kalacak yerim yoktu. Olduğum yerde bir süre düşündüm. Sonunda kararımı verip, kaldığım hana gittim. Oradaki eşyalarımı hancıya teslim edip, köyüme doğru yola çıktım. Kaybedecek hiç vaktim yoktu. Bu yüzden bir an önce köye varıp, Şakir Abim’den yardım istemem gerekiyordu.
Köyüme doğru hiç durmadan yürüdüm. Aklıma ne açlık ne de susuzluk geliyordu. Tek düşüncem, önüme çıkan bu seti de aşmaktı. Bu yüzden yürüyor ve yürüyordum. Bu biteviye yürüyüş sonunda, güneşin batmasıyla birlikte köye geldim.
Abilerimle kısaca konuştuktan sonra onlara derdimi anlattım. Bunun üzerine Ali Abim “Şehirde bir akrabamız var. Ama seni yanlarına alırlar mı bilmem” dedi. Sonra da Şakir Abi’me “Sen Yusuf’u al, götür. Önce bu çocuğa bir yer bul. Sonra da biraz dükkan eşyası al, gel.” dedi. Şakir Abim de “Peki abi.” dedi.
Bu karardan sonra herkes yatağına girdi. Pek uzak yoldan geldiğim için çok yorgundum. O yüzden hemen uyudum. Fakat o da ne? Birileri gelmiş, sarı saçlarımı okşayarak “Hey ahbap, uyan uyan şehre gideceksiniz. Şakir Abin hazır. O, seni bekliyor” diyordu.
Saçlarımı okşayan Ali Abi’mdi. Çok yorgun olduğum için yeni yattım sanıyordum. Halbu ki sabah olmak üzereydi.
Bunu üzerine ben de hazırlandım. Sonra da boz eşeği önümüze katıp, Şakir Abim’le yola çıktık. Ay doğmuş, pırıl pırıl geceyi aydınlatıyordu. Bu sebeple yolumuz da aydınlanıyordu.
Bu aydınlık yolda bir süre yol aldık. O arada Şakir Abim, eşeği durdurup beni üzerine bindirdi. Bir hayli gittikten sonra da beni indirip, eşeğe kendisi bindi. Nöbetleşerek eşeğe binip şehre geldik.
Şehirde ilk iş olarak akraba ailenin yanına gittik. Yollar hep zeytin bahçesiydi. Zeytinler, ağaçlardan salkım salkım sallanıyordu. Bir süre yürüdükten sonra zeytin ağaçları arasında pırıl pırıl bir eve geldik. Evin önünde birbirinin tıpatıp benzeri olan iki çocuk oynuyordu. Abim çocuklara:
“Evde kimse yok mu aslanım?” dedi.
“Vay emmi vay.”
“Kim varsa çağır bakalım”
“Anne, anne. Buraya gel, adamlay seni arıyoy.”
Çocuğun çağrısı üzerine kapkara ve kupkuru bir kadın zeytin ve portakal ağaçları arasından çıkıp geldi. Bizleri görünce:
“Hoş geldiniz kuzularım, hoş geldiniz.” dedi. Şakir Abim de:
“Hoş bulduk Cennet Teyze.” dedi.
Oturup, biraz sohbet ettikten sonra abim:
“Cennet Teyze, Yusuf’u ortaokula yazdırdık. Onun okuyabilmesi için kalacak bir yer arıyorum. Ali Abim sizi bulmamızı söyledi. Biz de bu yüzden size geldik.”
“ Kuzum, kalacak yer var amma ona ben karar veremem. Yusuf’un kalmasına ancak Hoca karar verir.”
“Teyzeciğim, hocayı nasıl buluruz?”
“Siz burda bekleyin. O Cuma namazına gitti. Namaz bittikten sonra eve gelir.”
Biz, Cennet Teyze’nin istemine uyup, gösterilen yere oturduk. O da biraz meyve getirdi. Hem meyve yiyor, hem de kekeme çocuklarla konuşuyorduk. İkiz kardeşlermiş. Birinin adı Reşat, öbürünün adı da Neşat’mış. Çok hoş çocuklardı. Hele de < R > leri söyleyememeleri onları daha da sevimli yapıyordu.
Biz çocuklarla şakalaşırken tertemiz ve bembeyaz giyimli bir adam geldi. Bizlere selam verip, elini uzatarak:
“Hoş geldiniz çocuklar.” dedi. Biz de:
“Hoş bulduk efendim.” dedik.
Adam, Şakir Abi’mi tanıyormuş. O’na:
“Bu çocuk kim?” diye sordu. Abim:
“O, benim kardeşim. Adı Yusuf.” dedi.
“Hayrola çocuklar? Ne istiyorsunuz bakalım?”
“Zihni Hocam. Yusuf’u ortaokula yazdırdık. Hem göz kulak olacak birilerini hem de kalabilecek münasip bir arıyoruz. Bir akraba olarak önce size danışmak istedik.”
Zihni Hoca kısa bir süre düşündü. Sonra da:
“Peki çocuk burada kalsın. Zira, Cennet Hatun çocukları okutmamız için burada. Yusuf da bizim çocuklarla beraber okula devam eder.
Bir akrabanın, yani Zihni Hoca’nın bu insanca davranışından ötürü, Şakir Abim teşekkür etti. Ben de onun ellerinden öptüm.
Konuşmanın bitiminde Cennet Teyze bize yemek verdi. Yemekten sonra da Zihni Hoca ve abim birlikte köye döndüler. Ben de takılıp, düşünmeden bu engeli de aşmış oldum.
Herkes dağıldıktan sonra meydan Cennet Teyze ve bana kalmıştı. O, sofrayı topladıktan sonra yanıma oturup, hem derdini döküyor, hem de geçmişteki yaşantılarını anlatıyordu.
Cennet Teyze, Zihni Hoca’nın ilk avradıymış. Uzun süre evli kalmışlar ve çocukları olmamış. Bunun üzerine Zihni Hoca ikinci kez evlenmek istemiş. Fakat Hoca evli olduğu için ona kimse varmamış. Bunun üzerine hoca, dağ köylerine avrat edecek kız aramaya gitmiş. Her nasılsa, kocası ölmüş olan, teyzemi bulmuş. O’na, bekar olduğunu söyleyerek, kızını istemiş. Teyzem de inanarak kızını bizim hocaya vermiş. Burada oturan ikizler ve daha bir sürü çocuk o avrattanmış. Hoca, okuyan çocukları ve ilk avradı şehre atar, kendi de küçük avradın yanına dönermiş. Cennet Teyze çok iyi bir insandı. Fakat iyi insanlığı kadar da pasaklı bir kadındı. Kim bilir. Kocası belki de o yüzden küçük avradın yanında kalmayı tercih ediyordu. Zira, Cennet teyzenin pişirdiği lezzetsiz yemekleri zorla yiyorduk.
Akşamları çocuklarla birlikte gecenin geç vakitlerine kadar ders çalışıyoruz. Yatma vakti gelince birbirimizin suratına bakıp bakıp, gülüşüyoruz. Çünkü, lambanın isi bizleri maymuna döndürmüştü. Bu yüzden sabah temizliği zamanımızı alıyordu.
Aradan üç gün geçmiş ve pazartesi olmuştu. Şehirdeki tüm okullar bu günü bekliyordu. Bu sebeple biz de erkenden hazırlandık. Neşat ile Reşat ilkokula, ben de ortaokula gitmek için yola çıktık. Amacımız okulun açılışına katılmaktı.
Okula giderken kendi kıyafetime bakıyor, utanıyordum. Zira, ayağımda Zihni Hoca’nın eski ve kocaman ayakkabısı, bacağımda siyah bir şalvar ve sırtımda da siyaha benzer bir gömlek. Ama bu halimle bile okula gitmeye mecburdum.
Okula geldiğim sırada bir yetkili isim ve numaralarımızı okuyup, bizleri sınıflandırdı. Ben, 1-A sınıfının 257 numaralı öğrencisiydim. Sonra da açılış merasimi yapılarak sınıflara girildi.
Benden başka bütün çocuklar okula, okul kıyafetleriyle gelmişti. Ben ise bir köylü kılığı ile gelmiştim. Bu halime çok üzülüyordum. O sebeple, sınıfımızın sıraya dizilişi ya da her hangi bir merasim anında ara yerlere girip gizleniyor, idarecilere görünmüyordum.
Bir gün ilk yazılı sınavı Ahmet Şen öğretmen, Fransızca’dan yapıyordu. O, ilk yazılı sınavından 10 üzerinden 9,5 almışım. Bu yüzden öğretmenim, beni tahtaya çağırtıp, alkışlatmak istedi. Ama ben utandığımdan sınıfın önüne çıkamazdım. Fakat, arkadaşlar olduğum yerde ayağa kaldırdılar ve alkışladılar. Derslerimin çok iyi olmasına karşın, okul kıyafetim çok kötüydü. Derslerimin çok iyi olması, çevreme epeyce arkadaş toplamıştı.
Günün birinde hava çok bulanıktı. Bu yüzden zamanı tahmin edememiş ve okula geç kalmıştım. O arada da sınıf başkanı da yoklama yapmış, “yok” olarak beni idareye bildirmişti. Ben, çaresizce başkanın emrine uyup, Kasım Bey’in odasına gittim. Kasım Bey:
“Ne istiyorsun?”dedi.
“Geç kalmıştım efendim.” dedim.
Bunu üzerine Kasım Bey ayağa kalkıp yüzüme öyle bir tokat vurdu ki, aklım başımdan gidip, şuurum kayboldu. Gözlerim karardı, gökteki tüm yıldızlar gözümü aydınlatmak için yere indi. Bir metre sağa doğru sendeledim. Ama, yere düşmedim.
Kendimi toparlayıp, düzgün bir vaziyet aldığım zaman, Kasım Bey’in üzgün üzgün bana baktığını gördüm. O, sonunda:
“Oğlum, sen bu okulda okuyor musun? Öğrenci misin sen?”
“Evet efendim.”
“Evladım, senin öğrenciye benzer bir yerin yok. Bak, ne pantolonun var, ne kravatın var ne de ceketin var. Seni bu halinle, bu okulda okutamayız. Ya noksan olanları temin edersin, ya da kaydını sileriz.” dedi.
Sayın Kasım Tosun, bir tokat yetmemiş gibi, bin tokat daha vurup önüme yepyeni bir set daha çekiyordu.
Kasım Bey’in, bu Çin seddini aşmak için yavaş yavaş ve boynu kırılmışçasına başı eğik, odayı terk ediyordum. Sınıfa alınmadığım için de ders araçlarım elimdeydi. Bu yüzden hemen okulu terk ettim. Sonra büyük bir zeytin bahçesi bulup, kendimi oraya attım. Uzun bir süre doyasıya ağladım. Sonunda gözyaşı bezlerim kurumuş olmalı ki, artık kitaplarımın üzerine su damlamıyordu. Ayrıca vücudumdaki titreşim durmuştu. Sakinleşmiş ve uyuşmuş bir halde yavaş yavaş ayağa kalkıp, bir suç işlemiş gibi erkenden eve geldim.
Tüm vücudum ve beynim bomboştu. Yer çekimi yokmuş gibi yürüyerek, tıpkı bir behlül gibi çarşıya çıktım. Her şeyini kaybetmiş biri olarak salak salak dolaşıyordum. Ancak kalın ve tok bir ses balyoz gibi kafama inip “ Ulan ne geziyorsun çarşıda. Senin şimdi okulda olman gerekirdi.” Bu velim Dede Ağa’nın sesiydi. Sanırım tokatlamak için de yanına çağırdı.
“ Söyle bakalım, sen ne geziyorsun.” diye tekrar sordu.
“ Pantolonum ve kravatım olmadığı için okuldan kovdular. Bir daha da okula almayacaklarmış abi.” diye kekeledim.
Bu durum velimi üzmüştü. O yüzden bana:
“ Hadi, bizim eve git. Siyah ve çizgili bir pantolon var. Elif ablan onu versin, al bana getir.” dedi. Onun gösterdiği eve gittim. Hayret burası benim bildiğim bir yerdi. Elif Abla da benim bildiğim o melek insandı. O beni görünce “Gel kuzum, gel.” dedi. Yanına gittim ve “ Burası Refik Abi’min evi. ” dedim. O da “Evet. Ben de onun annesiyim.” dedi. Bu duruma çok, ama çok sevindim. Ardından isteğimi söyleyip, verilen pantolonu Dede Abi’me getirdim. O da beni bir terziye götürüp:
“ Mehmet usta, bu çocuğun ölçüsünü al da şu pantolonu onun ölçüsüne göre ayarla ” dedi.
“ Peki Dede Abi olur ”
Bu konuşmalardan sonra Dede Abi, terzihaneden ayrıldı. Usta da hemen ölçümü alıp, pantolonu masaya serdi. Ne var ki o anda ustaya bir hal oldu. Bir süre sessiz kaldıktan sonra:
“ Bak hele şu işe. İnsan bu pantolonu, şu garibana vermeye utanır be” dedi.
Terzi gerçekten çok üzülmüştü. Ben de oturduğum yerden kalkıp, pantolona baktım. Ustanın üzüldüğü kadar vardı. Çünkü, pantolonun oturak yerleri ve dizleri paramparçaydı. Buna rağmen terzi:
“ Oğlum, bunu üzerine göre uydururum. Sabah erkenden gel, al da okulundan kalma.” dedi.
“ Teşekkür ederim efendim. ” deyip oradan ayrıldım.
İkinci gün erkenden terzihaneye geldim. Usta dükkanı açmış ve çay içiyordu. Ona selam verdiğim zaman, o da:
“ Gel aslanım, bir çay da sen iç. ” dedi.
Ben de bir sandalyeye ilişip, Mehmet Usta’nın verdiği çayı içtim. Usta:
“ Yeğenim pantolonu üzerine uydurmaya çalıştım. Onu al. Ayrıca şu kravat da benden hediye, onu da al aslanım.”
“ Teşekkür ederim Mehmet Abi. Bu iyiliğini asla unutmayacağım.”
“ Hiç önemli değil. Sen çok çalış, yeter ki oku yeğenim.”
Ustanın elini öperek, terzihaneden ayrıldım. Yolda, her zaman karnımı doyurduğum dükkana uğrayıp, pantolonumu giyip kravatımı taktım.
Pantolonun arkası ve dizleri yamalıydı. Bu şalvarla gezmekten daha da utandırıcıydı. Ama mecburdum. Zira okulun kuralı böyleydi. Mutlaka, öğrenci pantolonlu olmalıydı.
Okula geldiğim vakit zil yeni çalıyordu. Sınıflara girmek için sıra olduk. Ben yine kendimi saklıyordum. Çünkü, delik deşik pantolonla arkadaşlarıma görünmek istemiyordum. Buna rağmen okuldan kovulmamayı garantilemiştim. Buna da çok seviniyordum.
Okula da iyiden iyiye ısınıyordum. Çünkü bütün çocuklar benimle rahat rahat konuşuyorlar, her öğretmen için uydurdukları takma isimleri bana da söylüyorlardı.
Okulumuzda çarpık bacaklı bir öğretmen vardı. Ona “patdaşşak” diyorlardı. O, bir gün yazılı sınav yapmıştı. Benim ders kitabım olmadığı için hazırlanamamıştım. Yazılı notum 3 gelmişti. Bu beni çok üzmüştü. Öğretmen beni çağırıp “Yusuf, çok ayıp. On beş gün sonra tekrar yazılı sınav yapacağım. Böyle not istemem.” dedi.
İşler kötüye gidiyordu. Bu yüzden ikinci sınıftaki arkadaşlardan tüm kitaplarımı tedarik ettim. Patdaşşağın dersine iyiden iyiye hazırlandım. O, yine bir pazartesi günü sınav yaptı. Ben de soruların tümünü cevapladım. Sonra da merakla beklemeye başladım. Patdaşşak bir hafta sonra yazılıları okumaya başladı. Ama, ben heyecanla beklerken adım ve notum okunmadı. İyice heyecanlanmaya başlamıştım. Tüm notlar okunduktan sonra öğretmen beni tahtaya çağırdı ve notumu okudu “Yusuf Karakaş ! 10” dedi ve sınıfa alkışlattı.
Öğrenciler karşısında, başarımdan ötürü seviniyor, yırtık pantolonumdan ötürü de utanıyor, eziliyordum.
Yazılı sınavlarda başarılı olmam çevrede ilgi uyandırdı. Hele de köylü çocuklar, çevremde toplanıp bana arka olmaya başladılar. Sınıf arkadaşlarımdan da aynı sıcak ilgiyi görmeye başlamıştım. Çokları, birlikte çalışma teklif ediyor, yardım istiyorlardı.
Bu yardım isteme olaylarının en ilginci ise sınıfta olanıydı. Bir öğretmen sözlü sınav yapıyordu. Bir ağa kızını tahtaya kaldırmıştı. Kızcağız soruyu cevaplayamayıp benden yardım istedi. Öğretmen onu suçüstü yakalayıp 0 not vermişti. Bu duruma, kız arkadaştan çok, yardım edemediğim için ben üzülmüştüm.
Bu kılıksız halime rağmen çevrem çoğalıyordu. Bunların arasına köy ağasının oğlu, Nafiz Erdem adlı bir çocuk da katıldı. O, iki senede bir sınıf geçermiş. Sanırım ya zeka fakiri ya da çok haylaz birisiymiş. Onunla ters devrelerde olmamıza karşın zamanla iyi bir arkadaşlık kurduk. Bazen o benim kaldığım eve geliyordu veya ben onların evine gidiyordum.
Nafiz’in babası oğluna pırıl pırıl bir elbise yaptırmıştı. Nafiz de o elbiseyle okula geliyordu. Bir gün çarşıda gezerken;
“Yusuf, okula giderken niçin benim pantolonumu giymiyorsun? Bak pantolonun paramparça olmuş.” dedi.
“Nafiz, sen benimle dalga mı geçiyorsun? İşte pantolon senin bacağında. Senin sırtındaki kıyafeti ben nasıl giyerim?”
“Yusuf” çuğum, ben de sana, şimdi giy, demiyorum. Okula gittiğin günler giyeceksin.”
“Ne demek istediğini, vallahi anlayamadım.”
“Sen sabahçısın, ben öğlenciyim. Sen sabah giyersin. Sonra okul çıkışı bir yer bulur, ben giyerim.”
Dostları ilə paylaş: |