Birinci Baskı



Yüklə 1,73 Mb.
səhifə19/33
tarix09.01.2019
ölçüsü1,73 Mb.
#93579
1   ...   15   16   17   18   19   20   21   22   ...   33
Turgut Bey "hemen şimdi" Asya Oteli'ne toplantıya gideceğini söyledi. Giyinip hazırlanmak için Kadife'yle birlikte odasına çekildi.
Az önce babasıyla televizyon seyrederken oturduğu yerde oturan İpek'e yaklaştı Ka. Hâlâ babasına yaslanır gibi oturuyordu. "Odamda seni bekleyeceğim," diye fısıldadı Ka.
"Beni seviyor musun?" dedi İpek.
"Çok seviyorum."
"Doğru mu bu?"
"Çok doğru."
Bir süre sustular. Ka, İpek'in bakışını izleyerek pencereden dışarıya baktı. Kar yeniden başlamıştı. Otelin önündeki sokak lambası yanmıştı, iri kar tanelerini aydınlatmasına rağmen karanlık daha tam çökmediği için sanki boşuna yanıyormuş gibi gözüküyordu.
"Sen odana çık. Onlar gidince geleceğim," dedi İpek.
 
 
 
28
 
 
Bekleme acısıyla aşkı birbirinden ayıran şey
Ka İLE İPEK OTEL ODASINDA
 
Ama İpek hemen gelmedi. Bu da Ka'nın hayatının en büyük işkencelerinden biri oldu. Âşık olmaktan, beklemenin verdiği bu mahvedici acı yüzünden korktuğunu hatırladı. Odaya çıkar çıkmaz önce kendini yatağa atmış, hemen kalkmış, üstüne başına çekidüzen vermiş, ellerini yıkamış, ellerinden kollarından, dudaklarının ucundan kanın çekilmekte olduğunu hissetmiş, titreyen eliyle saçlarını taramış, sonra camda yansıyan görüntüsüne bakıp eliyle tekrar karıştırmış, bütün bunların pek az zaman tuttuğunu görerek dehşetle pencereden dışarıya bakmaya başlamıştı.
Pencereden önce Turgut Bey ile Kadife'nin gidişini görmesi gerekiyordu. Belki de Ka helaya gittiğinde gitmişlerdi. Ama o sırada gitmişlerse İpek'in şimdiye kadar gelmiş olması gerekiyordu. Belki de şimdi İpek dün gece gördüğü odasında kokular ve boyalar sürerek ağır ağır hazırlanıyordu. Birlikte geçirebilecekleri zamanı bu işlerle harcıyor olması ne kadar yanlış bir karardı! Onu ne kadar çok sevdiğini bilmiyor muydu? Hiçbir şey şu anki bekleyiş gibi dayanılmaz bir acıya değmezdi; bunu gelince İpek'e söyleyecekti, ama gelecek miydi? İpek'in son anda fikir değiştirdiğine, gelmeyeceğine her an daha çok inanıyordu.
Bir at arabasının otele yanaştığını, Kadife'ye yaslanarak ilerleyen Turgut Bey'in Zahide Hanım'ın ve resepsiyona bakan Cavit'in yardımıyla bindirildiğini, arabanın yanlarını örten muşambaların çekildiğini gördü. Ama araba kıpırdamadı. Sokak lambasının ışığında her biri daha da kocaman gözüken kar taneleri tentesinde hızla birikirken öylece durdu. Zaman da durmuş gibi geldi Ka'ya, delireceğini sandı. Derken Zahide koşa koşa gelip arabanın içine Ka'nın göremediği bir şey uzattı. Araba hareket edince Ka'nın yüreği hızlandı.
Ama İpek gene gelmedi.
Bekleme acısıyla, aşkı birbirinden ayıran şey nedir? Tıpkı aşk gibi bekleme acısı da Ka'nın midesinin üst kısmıyla, karın adaleleri arasında bir yerde başlıyor, bu merkezden göğsünü, bacaklarının üst kısmını ve alnını işgal ederek yayılıyor, bütün gövdesini uyuşturuyordu. Otelin iç tıkırtılarını dinleyerek İpek'in şu anda ne yaptığını tahmin etmeye çalıştı. Sokaktan geçen ve ona hiç benzemeyen bir kadını İpek sandı. Kar ne kadar güzel yağıyordu! Bir an beklediğini unutmak ne güzeldi! Çocukluğunda aşı olmak için okulun yemekhanesine indirildiklerinde, tentürdiyot ve kızartma kokuları içinde kolunu sıvayıp sırada beklerken de karnı böyle ağrır, ölmek isterdi. Evde, kendi odasında olmak isterdi. Frankfurt'ta kendi berbat odasında olmak istiyordu. Buraya gelmekle ne büyük hata etmişti! Şimdi şiir bile gelmiyordu aklına. Boş sokağa yağan kara bile acıdan bakamıyordu. Gene de kar yağarken bu sıcak pencerenin önünde durmak güzeldi; ölmüş olmaktan daha iyiydi bu durum, İpek gelmezse ölebilirdi de çünkü.
Elektrikler kesildi.
Bunu kendisine yollanmış bir işaret olarak gördü, İpek elektriklerin kesileceğini bildiği için gelmemiş olabilirdi. Gözleri kar altındaki karanlık sokakta oyalanacak bir kıpırtı arıyordu. İpek'in hala gelmemiş olmasını açıklayacak bir şey. Bir kamyon gördü orada, bir askerî kamyon muydu, hayır bir yanılsamaydı, şimdi merdivenlerde duyduğu sesler de öyle. Kimse gelmeyecekti. Pencereden çekildi, sırtüstü yatağa attı kendini. Karnının ağrısı derin kuvvetli bir acıya, pişmanlıkla yüklü bir çaresizliğe dönüşmüştü. Bütün hayatının boşa gittiğini, burada mutsuzluktan ve yalnızlıktan öleceğini düşündü. Frankfurt'taki o küçük fare deliğine yeniden girecek gücü de kendinde bulamayacaktı, içini acıtan, kendini kahreden şey bu kadar mutsuz olması değil, aslında biraz akıllıca davransaydı hayatını çok daha mutlu geçirebileceğini anlamasıydı. Daha korkuncu, mutsuzluğunu ve yalnızlığını kimsenin fark etmemesiydi. İpek fark etmiş olsaydı hiç bekletmeden yukarı gelirdi! Annesi bu halini görseydi dünyada bir tek o çok üzülür, saçlarını okşayarak onu teselli ederdi. Kenarları buz tutmuş pencerelerden Kars'ın soluk ışıkları, ev içlerinin turuncumsu rengi gözüküyordu. Kar bu hızla günlerce, aylarca yağsın, Kars şehrini kimsenin bir daha bulamayacağı kadar örtsün, uzandığı bu yatakta uyuyakalıp, annesiyle birlikte güneşli bir sabah kendi çocukluğuna uyansın istedi.
Kapı vuruldu. Mutfaktan biri diye düşündü Ka. Ama fırlayıp açtı kapıyı ve karanlıkta İpek'in varlığını hissetti.
"Nerede kaldın?"
"Geç mi kaldım?"
Ama Ka onu duymamış gibiydi. Hemen bütün gücüyle sarıldı ona; kafasını boynuyla saçlarının arasına soktu; orada hiç kıpırdamadan durdu. O kadar mutlu hissetti ki kendini, bekleme acısı iyice saçma geldi. Gene de bu acıdan yorgundu ve bu yüzden gerektiği kadar coşku duyamıyordu. Bu yüzden, yanlış olduğunu bile bile, geciktiği için İpek'ten hesap sordu, şikâyet etti. Ama İpek babası gider gitmez geldiğini söyledi: Ha, evet, mutfağa inmiş ve Zahide'ye akşam için biriki şey söylemişti, ama bir dakikadan fazla sürmemişti bu; bu yüzden Ka'yı bekletmekte olduğunu düşünmemişti hiç. Böylece Ka, ilişkinin henüz başındayken kendisinin daha hevesli ve kırılgan olduğunu göstererek güç dengesinde altta kaldığını hissetti. Bu güçsüzlükten korkarak çektiği bekleme acısını gizlemek ise onu samimiyetsiz durumuna düşürürdü. Oysa artık her şeyi paylaşmak için âşık olmak istemiyor muydu? Aşk zaten her şeyi söyleyebilme isteği değil miydi? Bir anda bütün bu düşünce zincirini İpek'e bir itiraf heyecanıyla hızla anlattı
"Bütün bunları unut şimdi," dedi İpek. "Buraya seninle sevişmeye geldim."
Öpüştüler ve Ka'nın çok hoşuna giden bir yumuşaklıkla yatağa devrildiler. Dört yıldır kimseyle sevişmemiş Ka için mucizevi bir mutluluk ânıydı bu. Bu yüzden yaşadığı ânın tensel zevklerine kendini vermekten çok, o ânın ne kadar güzel olduğuna ilişkin düşüncelerle doluydu, ilk gençlik yıllarındaki cinsel deneyimlerinde olduğu gibi, aklında sevişmeden çok kendisinin sevişiyor olması vardı. Bu ilk başta Ka'yı aşırı heyecandan korudu. Aynı anda Frankfurt'ta tiryakisi olduğu pornografik filmlerden bazı ayrıntılar, sırrını çözemediği, şiirsel bir mantıkla gözünün önünden hızla geçmeye başladı. Ama sevişirken kendisini kışkırtmak için pornografik sahneler düşlemek değildi bu; tam tersi, aklında sürekli bir hayal olarak yer alan bazı pornografik görüntülerin en sonunda bir parçası olabilme imkânını kutluyordu sanki. Bu yüzden Ka yaşadığı yoğun heyecanın İpek'e değil, hayalindeki pornografik bir kadına, o kadının burada yatakta olması mucizesine yöneldiğini hissediyordu. Elbiselerini çekiştire çekiştire çıkartarak, hatta biraz vahşi bir kabalıkla ve beceriksizlikle onu soyunca İpek'in kendisini ancak fark etti. Göğüsleri kocamandı, omuzlarının ve boynunun çevresinde teni yumuşacıktı ve tuhaf ve yabancı bir şey gibi kokuyordu. Dışarıdan gelen kar ışığında onu seyretti ve arada bir parlayan gözlerinden korktu. Kendinden çok emindi gözleri; İpek'in yeterince kırılgan olmadığını öğrenmekten de korkuyordu Ka. Saçlarını acıtarak bu yüzden çekti, bundan zevk alınca inatla daha da çok çekti, kafasındaki pornografik görüntülere uygun şeylere zorladı onu ve beklemediği bir içgüdünün müziğiyle sert davrandı. Onun da bundan hoşlandığını sezince içindeki zafer duygusu bir kardeşliğe dönüştü. Kars şehrinin zavallılığından yalnız kendisini değil, İpek'i de korumak ister gibi bütün gücüyle sarıldı ona. Ama yeterince tepki alamadığına karar vererek uzaklaştı ondan. Bu arada aklının bir yanıyla da cinsel akrobatiğin ahengini ve gidişini kendinden hiç ummadığı bir dengeyle denetliyordu. Böylece İpek'ten iyice uzaklaştığı bir akılcılık ânında kadına şiddetle yaklaştı ve onun canını yakmak istedi. Ka'nın tuttuğu ve okurlarıma aktarmam gerektiğine inandığım bu sevişme hakkındaki birkaç nota göre, bundan sonra birbirlerine şiddetle yaklaşmışlar ve dünyanın geri kalanı artık iyice dışarıda kalmıştı. Yine Ka'nın notlarına göre sevişmelerinin sonuna doğru İpek pes bir sesle bağırmış, Ka da aklının paranoya ve korkuya iyice açılmış yanıyla, otelin en ücra köşesindeki bu odanın ta baştan bu yüzden kendisine verildiğini düşünmüş, birbirlerine verdikleri acıdan karşılıklı zevk aldıklarını bir yalnızlık duygusuyla hissetmişti. Derken otelin bu ücra koridoru ve odası aklında otelden kopmuş ve boş Kars şehrinin ücra bir mahallesine yerleşmişti. Kıyamet sonrasının sessizliğini hatırlatan o boş şehirde de kar yağıyordu.
Uzun bir süre birlikte yatakta yatıp dışarıda yağan kara hiç konuşmadan baktılar. Ka bazan yağan karı İpek'in gözlerinde de görüyordu.
 
 
 
29
 
 
Bendeki eksiklik
FRANKFURT'TA
 
Ka'nın Frankfurt'ta hayatının son sekiz yılını geçirdiği küçük daireye Kars'a gelişinden dört yıl, ölümünden kırk iki gün sonra gittim. Şubat ayında karlı, yağmurlu, rüzgârlı bir gündü. Sabah İstanbul'dan uçakla gittiğim Frankfurt, Ka'nın bana on altı yıldır yolladığı kartpostallarda göründüğünden de tatsız bir şehirdi. Hızlı hızlı geçen karanlık arabalarla, hayalet gibi bir belirip bir yok olan tramvaylar ve ellerinde şemsiyeler, aceleyle yürüyen ev kadınları dışında sokaklar bomboştu. Hava o kadar kapalı ve karanlıktı ki öğle vakti sokak lambalarının ölü sarı ışıkları yanıyordu.
Gene de yakındaki merkez istasyonu çevresinde, döner kebapçıların, seyahat bürolarının, dondurmacıların ve seks dükkânlarının olduğu kaldırımlarda büyük şehirleri ayakta tutan o ölümsüz enerjinin izlerine rastlamak beni sevindirdi. Otelime yerleştikten, beni kendi isteğim üzerine halkevinde bir konuşma yapmam için davet eden edebiyatsever TürkAlman genciyle telefonda konuştuktan sonra istasyondaki İtalyan kahvesinde Tarkut Ölçün ile buluştum. Telefonunu İstanbul'da, Ka'nın kızkardeşinden almıştım. Altmış yaşlarındaki bu iyi niyetli ve yorgun adam, Frankfurt yıllarında Ka'yı en yakından tanıyan kişiydi. Ölümünden sonraki soruşturma sırasında polise bilgi vermiş, İstanbul'a telefon edip ailesiyle ilişki kurmuş, cenazenin Türkiye'ye yollanmasına yardım etmişti. O günlerde ben Ka'nın Kars'tan döndükten ancak dört yıl sonra bitirdiğini söylediği şiir kitabının müsvettelerinin Almanya'daki eşyaları arasında olduğunu düşünüyor, babasına ve kızkardeşine ondan geri kalan şeylere ne olduğunu soruyordum. Onlar o ara Almanya'ya gidebilecek kadar güçlü olmadıklarından, Ka'dan kalan eşyaları toparlamak, dairesini boşaltmak işini benden rica ettiler.
Tarkut Ölçün Frankfurt'a altmışların başında gelen ilk göçmenlerdendi. Türk derneklerinde, hayır kurumlarında yıllarca öğretmenlik ve danışmanlık yapmıştı. Almanya'da doğmuş ve üniversiteye yollamakla gururlandığı ve bana hemen fotoğraflarını gösterdiği biri kız biri erkek iki çocuğu ve Frankfurt'taki Türkler arasında saygın bir konumu vardı, ama onun yüzünde bile Almanya'da yaşayan birinci kuşak Türklerde ve siyasal sürgünlerde gördüğüm o benzersiz yalnızlık ve yenilgi duygusunu gördüm.
Tarkut Ölçün bana önce, vurulduğu sırada Ka'nın yanında bulunan küçük seyahat çantasını gösterdi. Polis imza karşılığı vermişti bunu ona. Hemen açıp hırsla karıştırdım. Ka'nın on sekiz yıl önce Nişantaşı'ndan aldığı pijamalarını, yeşil bir kazağını, tıraş takımıyla diş fırçasını, bir çorapla temiz iç çamaşırlarını, benim İstanbul'dan yolladığım edebiyat dergilerini buldum içinde ama yeşil şiir defterini değil.
Daha sonra, ileride istasyon kalabalığı içerisinde gülüşe konuşa yerleri paspaslayan iki yaşlı Türk'ü seyrederek kahvelerimizi içerken "Orhan Bey," dedi bana, "arkadaşınız Ka Bey yalnız bir adamdı. Frankfurt'ta ben dahil, kimse onun ne yaptığını fazla bilmezdi." Gene de bana bütün bildiklerini anlatmaya söz verdi.
Önce istasyonun arkasındaki yüz yıllık fabrika binalarının ve eski askeri kışlanın arasından geçerek Ka'nın son sekiz yıl yaşadığı Gutleutstrasse yakınlarındaki binaya gittik. Küçük bir meydana ve çocuk parkına bakan apartmanın dış kapısını ve Ka'nın dairesini açacak olan ev sahibesini bulamadık. Boyası dökülmüş eski kapının açılmasını sulu kar altında beklerken Ka'nın yolladığı mektuplarda ve seyrek telefon görüşmelerimizde (Ka paranoyakça bir şüpheyle dinlendiğini düşündüğü için Türkiye ile telefonla görüşmeyi sevmezdi) anlattığı küçük ve bakımsız parka, kenardaki bakkal dükkânına, ilerideki içki ve gazete satan dükkânın karanlık vitrinine sanki kendi hatıralarımmış gibi baktım. Ka'nın sıcak yaz geceleri çocuk parkının salıncak ve tahtırevallilerinin yanında İtalyan ve Yugoslav işçilerle birlikte oturup bira içtiği bankların üzerinde şimdi sicim kalınlığında bir kar vardı.
Son yıllarında Ka'nın her sabah belediye kütüphanesine gitmek için tuttuğu yolu izleyerek istasyon meydanına yürüdük, işlerine giden aceleci insanlar arasında yürümekten hoşlanan Ka'nın yaptığı gibi, istasyon binasının bir kapısından girip yeraltı çarşısından, Kaiserstrasse'deki seks dükkânlarının, turistik eşya satan yerlerin, pastanelerin ve eczanelerin önünden geçip, tramvay yolunu izleyip ta Hauptwache Meydanı'na kadar yürüdük. Tarkut Ölçün dönerci, kebapçı, manav dükkânlarında gördüğü kimi Türk ve Kürtlerle selamlaşırken, bütün bu insanların her sabah aynı saatte buralardan geçip belediye kütüphanesine giden Kaya "Günaydın profesör," diye seslendiklerini anlattı. Önceden yerini sorduğum için meydanın kenarındaki büyük mağazayı işaret etti bana: Kaufhof. Ka'nın Kars'ta giydiği paltosunu buradan aldığını söyledim ona, ama içeri girme önerisini reddettim.
Ka'nın her sabah gittiği Frankfurt Belediye Kütüphanesi modern ve kimliksiz bir binaydı, içeride bu kütüphanelerin tipik ziyaretçileri; ev kadınları, vakit öldüren ihtiyarlar, işsizler, bir-iki Arapla Türk, okul ödevi yaparken kıkırdayıp gülüşen öğrenciler ve bu yerlerin şaşmaz müdavimleri, aşırı şişmanlar, sakatlar, deliler ve geri zekâlılar vardı. Ağzından tükürük sarkan genç biri, baktığı resimli kitabın sayfasından kafasını kaldırıp dil çıkardı bana. Kitaplar arasında sıkılan rehberimi aşağıdaki kahveye oturttum ve İngilizce şiir kitaplarının olduğu raflara gidip arka kapak içlerindeki ödünç alma fişlerinde arkadaşımın adını aradım: Auden, Browning, Coleridge.. Ka'nın imzasına her rastlayışımda, bu kütüphanede ömür tüketen arkadaşım için gözlerim yaşarıyordu.
Beni yoğun bir hüzne sürükleyen araştırmamı kısa kestim Rehber dostumla aynı caddelerden sessizce geri döndük. Kaiserstrasse'nin ortalarında bir yerde World Sex Center saçma adlı bir dükkânın önünden sola kıvrılıp, bir sokak aşağıya Münchenerstrasse'ye yürüdük. Türk manavları, kebapçılar, boş bir berber dükkânı gördüm burada. Bana gösterilecek olan şeyi çoktan anlamıştım; kalbim küt küt atıyordu ama gözlerim manavın portakal ve pırasalarına, tek bacaklı bir dilenciye, Hotel Eden'in boğucu vitrininde yansıyan araba farlarına, çökmekte olan akşamın kül rengi içinde pırıl pırıl bir pembeyle parlayan neon bir K harfine takılmıştı.
"Burası," dedi Tarkut Ölçün. "Tam burada buldular Ka'nın cesedini, evet."
Islak kaldırıma boş boş baktım. Manavdan bir anda itişerek dışarı fırlayan iki çocuktan biri, Ka'nın üç kurşun isabet etmiş gövdesinin düştüğü ıslak kaldırım taşlarına basarak geçti gitti önümüzden. Az ileride durmuş bir kamyonun kırmızı ışıklan asfaltta yansıyordu. Ka bu taşların üzerinde birkaç dakika acıyla kıvrandıktan sonra, ambulans daha yetişemeden ölmüştü. Bir an başımı yukarı kaldırıp ölürken gördüğü gökyüzü parçasına baktım: Alt katları Türk dönercileri, seyahat şirketleri, berber ve birahane olan eski karanlık binalar ve elektrik telleriyle sokak lambaları arasından dar bir gökyüzü gözüküyordu. Ka gece saat on ikiye doğru vurulmuştu. O saatlerde tektük de olsa orospuların kaldırımlarda aşağı yukarı yürüdüğünü söyledi bana Tarkut Ölçün. "Fuhuş" asıl, bir sokak yukarıda Kaiserstrasse'de yapılıyordu, ama hareketli gecelerde, hafta sonları, fuar zamanları "kadınlar" buraya da kayıyorlardı. "Hiçbir şey bulamadılar," dedi benim bir iz arar gibi sağa sola baktığımı görünce. "Alman polisi Türk polisine benzemez, iyi çalışır."
Ama ben çevredeki dükkânlara girip çıkmaya başlayınca içten gelen bir şefkatle bana yardım etti. Berber dükkanındaki kızlar Tarkut Bey'i tanıyıp hatır sordular, cinayet saatinde tabii ki dükkânda yoktular, zaten olayı hiç duymamışlardı. "Türk aileleri kızlarına yalnızca berberlik öğretiyorlar," dedi bana dışarıda. "Frankfurt'ta yüzlerce Türk kadın berberi var."
Manav dükkanındaki Kürtler ise cinayetten de, sonraki polis soruşturmasından da fazlasıyla haberdardılar. Belki de bu yüzden bizden fazla hoşlanmadılar. Bayram Kebap Haus'un olay gecesi saat on ikiye doğru şimdi de elinde tuttuğu aynı kirli bezle formika masaları silen iyi kalpli garsonu silah seslerini duymuş, bir süre bekledikten sonra dışarı çıkmış ve Ka'nın hayatında gördüğü son kişi olmuştu.
Kebapçı dükkânından çıktıktan sonra önüme ilk gelen geçide girip hızla yürüdüm ve karanlık bir binanın arka avlusuna geldim. Tarkut Bey'in göstermesiyle merdivenlerden iki kat aşağıya indik, bir kapıdan geçtik ve bir zamanlar depo olduğu anlaşılan hangar büyüklüğünde, korkutucu bir mekânda bulduk kendimizi. Binanın altından sokağın öbür kaldırımına kadar uzanan bir yeraltı dünyasıydı burası. Ortadaki halılardan ve akşam namazı için toplanan elli altmış kişilik bir cemaatten cami olarak kullanıldığı anlaşılıyordu. Çevresi ise İstanbul'daki yeraltı geçitleri gibi pis ve karanlık dükkânlarla çevriliydi: Vitrini bile ışıldamayan bir kuyumcu, neredeyse cüce bir manav, hemen yanında pek meşgul bir kasap, tezgâhtan kahvenin televizyonuna bakan ve kangal kangal sucuk satan bir bakkal gördüm. Kenarda Türkiye'den gelmiş meyva suyu kasaları, Türk makarna ve konserveleri, dinî kitaplar satan bir tezgâh ve camiden daha da kalabalık bir kahve vardı. Kesif sigara dumanı içindeki kahvede televizyondaki Türk filmine odaklanmış yorgun erkekler kalabalığı arasından çıkan tektük birkaç kişi abdest almak için kenardaki bir büyük plastik bidondan beslenen çeşmelere doğru yürüyordu. "Bayram ve cuma namazlarında iki bin kişi doldurur burayı," dedi Tarkut Bey. "Merdivenlerden arka avluya taşarlar." Sırf bir şey yapmış olmak için kitap-dergi tezgâhından bir Tebliğ dergisi aldım.
Daha sonra caminin tam üstüne gelen eski usûl Münih tarzı bir birahaneye oturduk. "Orası Süleymancıların camiidir," dedi zemini göstererek Tarkut Ölçün. "Dincidirler ama teröre bulaşmazlar Milli Görüşçüler ya da Cemalettin Kaplancılar gibi Türkiye Cumhuriyeti Devleti'yle çatışmaya girmezler." Gene de bakışlarımdaki şüpheden. Tebliğ dergisini ipucu arar gibi karıştırmamdan huzursuz olmuş olmalı ki Ka'nın öldürülmesi üzerine bildiklerini, polisten ve basından öğrendiklerini anlattı.
Kırk iki gün önce yeni yılın ilk cumartesi saat 11.30'da Ka bir şiir gecesine katıldığı Hamburg'tan dönmüştü. Altı saat süren tren yolculuğundan hemen sonra, istasyonun güney kapısından çıkıp kestirmeden Gutleutstrasse yakınındaki evine gideceğine tam tersi yöne, Kaiserstrasse'ye girmiş, bekâr erkekler, turistler, sarhoşlar kalabalığı içerisinde, hâlâ açık seks dükkânlarının ve müşteri bekleyen orospuların arasında yirmi beş dakika oyalanmıştı. Yarım saat sonra World Sex Center'dan sağa sapmış, Münchenerstrasse'de karşı kaldırıma geçer geçmez vurulmuştu. Büyük ihtimalle eve dönmeden önce iki dükkân ötedeki Güzel Antalya manavından mandalina almak istiyordu. Civarda gece yarısına kadar açık tek manavdı burası ve tezgâhtarı Ka'nın geceleri gelip mandalina aldığını hatırlıyordu.
Polis Ka'yı vuran adamı gören kimseyi bulamamıştı. Bayram Kebap Haus'un garsonu silah seslerini duymuş ama televizyonun ve müşterilerin gürültüsü yüzünden kaç el ateş edildiğini anlayamamıştı. Caminin üzerindeki birahanenin buğulanmış camlarından dışarısı zor gözüküyordu. Ka'nın gittiği sanılan manavın tezgâhtarının hiçbir şeyden haberi olmadığını söylemesi polisi pirelendirmiş, tezgâhtar bir geceliğine gözaltına alınmış ama bir sonuç çıkmamıştı. Bir sokak aşağıda sigara içip müşteri bekleyen bir orospu aynı dakikalarda kısa boylu, Türk gibi esmer, kara paltolu birinin Kaiserstrasse'ye doğru koştuğunu gördüğünü söylemiş, ama gördüğü kişiyi tutarlı olarak tarif edememişti. Ambulansı Ka kaldırıma düştükten sonra tesadüfen evinin balkonuna çıkan bir Alman çağırmış, ama o da kimseyi görmemişti, ilk kurşun Ka'nın başının arkasından girmiş, sol gözünden çıkmıştı. Öteki iki kurşun kalp ve ciğerlerin çevresindeki damarları parçalamış, sırt ve göğüs kısmını deldiği kül rengi paltosunu kan içinde bırakmıştı.
"Arkadan olduğuna göre, onu izleyen kararlı biri," demişti yaslı ve geveze bir dedektif. Belki de onu Hamburg'dan beri takip ediyordu. Polis başka ihtimaller üzerinde de durmuştu: Cinsel kıskançlık, Türkler arasında siyasi hesaplaşmalar gibi şeyler. Ka'nın istasyon civarındaki yeraltı dünyasıyla bir ilgisi yoktu. Fotoğrafına bakan tezgâhtarlar arada bir seks dükkânlarında gezindiğini, porno film seyredilen küçük odalara girdiğini polise söylemişlerdi. Ne doğru yanlış herhangi bir ihbar, ne de "katili bulunsun" diye basın veya başka bir güçlü çevreden baskı geldiği için bir süre sonra polis işin ucunu bırakmıştı.
Amacı cinayeti soruşturmaktan çok unutturmakmış gibi davranan yaşlı ve öksürüklü dedektif Ka'yı tanıyanlarla randevu alıp görüşüyor, soruşturma sırasında da daha çok kendi anlatıyordu Tarkut Ölçün Ka'nın Kars'a gidişinden önceki sekiz yılda hayatına girmiş iki kadından bu babacan ve Türksever dedektif sayesinde haberdar olmuştu. Biri Türk, biri Alman bu iki kadının telefonlarını defterime dikkatle yazdım, Kars'tan döndükten sonraki dört yılda Ka'nın hiçbir kadınla ilişkisi olmamıştı.
Kar altında hiç konuşmadan Ka'nın evine geri dönüp iri yarı, sevimli ve şikâyetçi ev sahibesini bulduk. Serin ve is kokan eski binanın çatı katını açarken öfkeli bir sesle evin kiraya verilmek üzere olduğunu, içerideki eşyaları, bütün bu pisliği biz almazsak atacağını söyleyip gitti. Hayatının sekiz yılını geçirdiği karanlık, basık ve küçük daireye girip Ka'nın çocukluğumdan beri bildiğim o benzersiz kokusunu duyunca gözlerim doldu. Annesinin elde ördüğü yün kazaklarından, okul çantasından ve evlerine gittiğimde odasından çıkan kokuydu bu; markasını bilmediğim ve sormayı akıl edemediğim bir Türk sabunundan geldiğini sanırdım.
Ka Almanya'daki ilk yıllarında halde hamallık, ev taşımacılığı. Türklere İngilizce öğretmenliği, boyacılık gibi işler yapmış, kendisini resmen "siyasal sürgün" olarak kabul ettirip "mülteci maaşı" almaya başladıktan sonra bu işleri bulduğu Türk halkevi çevresindeki komünistlerden kopmuştu. Sürgündeki Türk komünistleri Ka'yı fazla içine kapalı ve "burjuva" buluyordu. Son on iki yılda Ka'nın diğer gelir kaynağı belediye kütüphanelerinde, kültür evi ve Türk derneklerinde yaptığı şiir okumalarıydı. Yalnızca Türklerin geldiği bu okumalardan (sayıları nadiren yirmiyi geçerdi) ayda üç tane yapar da beş yüz mark kazanırsa, dört yüz mark da siyasal sürgün maaşı aldığı için ay sonunu getirebiliyordu, ama çok seyrek oluyordu bu. Sandalyeler, küllükler kırık döküktü, elektrik sobası paslıydı ilk başta ev sahibesinin sıkboğaz etmesine de sinirlendiğim için arkadaşımın bütün eşyalarını, saçlarının kokusunu taşıyan yastığı, lisede de taktığını hatırladığım kemerle kravatı, burnu tırnaklarıyla delinmesine rağmen "evde terlik gibi giydiğini" bana bir mektubunda yazdığı Bally ayakkabılarını, diş fırçasını ve fırçanın içinde durduğu kirli bardağı, üçyüz elli civarındaki kitabı, eski bir televizyon ile bana hiç bahsetmediği videoyu, yıpranmış ceketini ve gömleklerini, Türkiye'den getirdiği on sekiz yıllık pijamalarını odadaki eski bavula ve torbalara doldurup götürmeyi düşünüyordum. Ama asıl bulmayı umduğum ve odaya girer girmez Frankfurt'a onun için geldiğimi anladığım şeyi çalışma masasında göremeyince soğukkanlılığımı kaybettim.
Frankfurt'tan bana yolladığı son mektuplarında Ka dört yıllık bir çabadan sonra yeni şiir kitabını bitirdiğini sevinçle yazmıştı. Kitabın adı Kar'dı. Büyük çoğunluğunu aniden "gelen" ilham patlamalarıyla Kars'ta yeşil bir deftere yazmıştı. Kars'tan döndükten sonra kitabın kendisinin de farkında olmadığı "derin ve esrarlı" bir düzeni olduğunu sezmiş, Frankfurt'taki dört yılını kitabın "eksiklerini" tamamlayarak geçirmişti. Çile gerektiren yıpratıcı bir çabaydı bu. Çünkü Kars'ta sanki birisi kulağına fısıldayıveriyormus gibi kolaylıkla gelen mısraları Frankfurt'ta hiç duyamıyordu Ka.

Yüklə 1,73 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   15   16   17   18   19   20   21   22   ...   33




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin