Birinci Bölüm / allah'i tanimak


İnsanın Varlığında Ruhun Konumu



Yüklə 1,3 Mb.
səhifə60/80
tarix21.08.2018
ölçüsü1,3 Mb.
#73543
1   ...   56   57   58   59   60   61   62   63   ...   80

İnsanın Varlığında Ruhun Konumu


Bahsimizin bu noktasında şunu hatırlatmakta yarar var: İnsanın ruhla bedenden oluşan terkibi; suyun oksijenle hidrojenden oluşan terkibi gibi bir oluşum değildir. Zira hidrojenle oksijen birbirinden ayrıldığında, bu ikisinin oluşturduğu bileşim olan su, bir "bütün" olarak tamamen yok olmakta ve ortada "su" diye bir şeyin varlığından söz edilememektedir artık. Oysa ruh, insanın varlığının asıl unsurudur; o var olduğu sürece insanın "insan" olma özelliği ve bireyin "kimlik ve şahsiyeti" de var olmaya devam etmektedir. Bu nedenledir ki beden hücrelerinin değişmesi, bireyin vahdet ve "öz"üne zarar vermemektedir. Çünkü insanoğlunun vahdet, bütünlük ve özünün asıl ölçütü, bu ruhun vahdet ve bütünlüğüdür.

Kur'ân-ı Kerim bu hakikate işaretle, meadı inkâr eden ve "bedeni yok olup gittikten sonra insan nasıl tekrar hayata dönebilir?" diyenlere şu cevabı vermektedir:

De ki: "(Siz yok olmazsınız) ölüm meleği gelip sizi alır sadece…" [1]

Görüldüğü gibi insanın asıl kimliği, özü ve cevheri, toprağa karışıp giden bedeni değil, ölüm meleğinin gelip aldığı ve yeni bir hayata götürdüğü şeydir.


Sorular:


1- Bir bütünün değişken parçaları arasındaki süreğen bağlantı, onun birlik ve bütünlüğünün ölçütü kabul edilebilir mi? Neden?

2- Organik bileşimlerin birlik ve bütünlüğü konusunda hangi ölçüden söz edilebilir?

3- Bileşik varlıklar, özellikle canlıların vahdet ve birliğiyle ilgili ünlü felsefî teori nedir?

4- Doğal sûretle nefs (ruh) arasındaki fark nedir?

5- Bitkisel ruhun, hayvanî ve insanî ruhtan ne farkı vardır? Bu fark, mead konusunda ne gibi etkiler yaratır?

6- Meadı doğru tasavvur edebilmek için hangi prensiplere inanmak gerekir?

7- İnsanın ruhla bedenden oluşan bileşiminin, kimyasal bileşimlerle farkı nedir?

[1]- Secde, 11.


43- RUHUN SOYUTLUĞU

Giriş


Bir önceki bahsimizde mead meselesinin ruh meselesine dayandığını açıkladık. Yani "öldükten sonra dirilecek olan şahıs, ölmeden önceki şahsın bizzat kendisidir ve bu ikisi aynı şahıstır." diyebilmek için bu şahsın vücudu toprağa karışıp gittikten sonra ruhunun hiç değişmeden varlığını korumaya devam etmesi gerekmektedir. Başka bir deyişle: Her insanın maddî vücudundan başka, bir de maddî olmayan ve bedeninden bağımsız olarak da varlığını sürdürebilen bir cevher ve özü vardır. Aksi takdirde, aynı şahsın yeniden hayata dönebileceği ve başka bir yaşamda varlığını sürdürmeye devam edeceği teorisi makul bir teori olmayacaktır.

O hâlde ölümden sonra diriliş olan mead ve onunla ilgili konulara girmeden önce bu konunun ispatlanması gerekir. Bu nedenle bu dersimizi bu konuya ayıracak ve konunun ispatı için iki türlü delil kullanacağız: Aklî delil ve vahyî delil.[1]

 

[1]- Ruh ve mead konularının vahiy yoluyla istidlalinin uzak bir istidlal olduğu zannedilebilir. Zira nübüvvetin zarureti için ikame ettiğimiz burhanda, ruh meselesine bağlı olan uhrevî hayat, "asıl mevzu" olarak ele alınmıştı; bu nedenle de bizzat bu aslın vahiy ve nübüvvet yoluyla ispatının uzak bir gerekçe olduğu sanılabilir. Ama şu noktaya dikkat edilmelidir: Vahye dayanarak yapılan istidlalin doğruluğu için "nübüvvetin zarureti" konusuna ihtiyaç yoktur, bilakis burada nübüvvetin vuku bulmuş olması önemlidir ki bu da mucizeyle ispatlanmaktadır (bu nokta önemlidir). Kur'ân-ı Kerim bizatihi ve kendiliğinden, Hz. Resulullah'ın (s.a.a) hakkaniyetinin mucize ve delili olduğundan, ruh ve meadın ispatı için Kur'ân'la istidlalde bulunulup onun delil olarak gösterilmesi doğru bir uygulama olmaktadır.


Ruhun Soyutluğunun Aklî Delilleri


Filozoflar ve düşünürler felsefî terminolojide "nefs" olarak tanımlanan[1] ruh hakkında öteden beri pek çok şeyler söylemiş veya yazmışlardır. Özellikle Müslüman düşünürler bu konuya fevkalade bir özen göstermiş, felsefî eserlerinin önemli bir hacmini bu konuya ayırmakla kalmayıp, sırf bu meseleyi inceleyen birçok eser de kaleme almış; ruhu "bedene ait ve ona ârız olan arazlardan biri" veya "bedenin maddî yapısına tâbi olan maddî bir unsur" zannedenlerin bu görüşlerini çok sayıda delillerle çürütmüşlerdir.

Bunca geniş kapsamlı bir mevzunun tamamını bu kitapta ele alamayacağımızdan konuya özetle değinecek, az ve öz bir üslupla meseleyi açıklama yoluna gideceğiz. Birkaç aklî ve mantıkî delilden ibaret açıklamamıza şöyle başlıyoruz:

Biz, kendi vücudumuzun şeklini ve mesela derimizin rengini gözlerimizle görebilmekte, dış organlarımızın yumuşaklık veya sertliğini dokunma duyumuzla algılayabilmekte, iç organlarımız hakkında da ancak dolaylı şekilde bilgi edinebilmekteyiz. Oysa korku, sevgi, öfke, irade ve düşüncelerimizi, duyu organlarımızın yardımı olmaksızın pekâlâ kavrayabiliyoruz ve bütün bu duygu, özellik ve psikolojik hâlleri taşıyan "ben"imizi, hiçbir duyu organımıza gerek duymadan anlayıp bilebiliyoruz.

Demek ki insan genel olarak iki tür kavrayışa sahiptir: Birincisi, duyu organlarıyla mümkün olan idrak ve kavrayış; ikincisi bunlara ihtiyaç duymaksızın edinebildiği kavrayış.

İkinci bir nokta da şudur: Duyu organları pekâlâ hata edebildiğinden, birinci tür kavrayışta hata ihtimali her zaman bulunduğu hâlde, ikinci tür kavrayışta kesinlikle hata ve şüpheye yer kalmamaktadır. Mesela bir insan, derisinin gerçek renginin kendi gözleriyle gördüğü gibi olup olmadığından şüphelenebilir; ama hiç kimse kendisinin düşüncesi olup olmadığından şüpheye kapılmaz, falan konuda karar verip vermediğine veya şüphesi olup olmadığına dair şüphe taşımaz!

Bunu felsefe ilmi şöyle tabir eder: Huzurî ilim doğrudan doğruya gerçeğin kendisine aittir, bu nedenle de bu tür ilimde hata olmaz. Ama husulî [sonradan edinilen] ilim, duyu organları vasıtasıyla edinildiğinden özü itibarıyla şüphe ve tereddüt imkânı taşımaktadır.[2]

Yani insanoğlunun en güvenilir ilmi ve bilgisi kendi kendini bilmek, duyguları ve diğer ruhî halleri ve psikolojik konumlarını içeren huzurî bilgileri ve şuhudî ilmidir. Binaenaleyh insanın kavrayan, düşünen ve karar veren "ben"i hiçbir zaman hata etmez, şüpheye mahal bırakmaz; nitekim mesela korku, sevgi, öfke, düşünce ve iradenin varlığı şüphe götürmezdir.

Bahsimizin bu noktasında sorulması gereken soru şudur: Bu "ben", söz konusu maddî ve fizikî beden midir ve mezkûr psikolojik durumlar da bu bedenin davranışları mıdır; yoksa bunların varlık türü bedenden farklı ve başka bir varlıktan mıdır? Her ne kadar "ben"in, fizikî bedenle pek yakın ve iç içe bir ilişkisi varsa da ve işlerinin çoğunu bu beden vasıtasıyla gerçekleştirip ondan hem etkileniyor, hem onu etkiliyor olsa da bu "ben"in varlığı bedenin varlığından farklı ve ayrı bir varlık mıdır?

Yukarıdaki kısa açıklamadan sonra bu sorunun cevabını bulmak çok kolaydır aslında; zira:

"Ben" ilm-i hûzurî ile kavranmaktadır, fizikî vücut ve beden ise ancak duyu organlarının yardımıyla kavranabilmektedir; o hâlde burada sözü edilen "ben", yani nefis ve ruh denilen şey, beden ve vücuttan başka bir varlıktır.

İkinci nokta şudur: "Ben", insanın yaşamı boyunca, yani onlarca yıl süresince gerçek kişiliği ve bütünlük yapısını koruyarak varlığını sürdürebilmekte ve insan bu bütünlük ve kişiliği, "asla hata etmeyen huzurî ilim"le bilmekte, kavramaktadır. Hâlbuki fizikî vücudun bütün organları yaşam boyunca defalarca değişmekte ve değişen bu organlarla onların önceki durumu arasında gerçek anlamda hiçbir aynılık ve birebir özdeşlik bulunmamaktadır.

Bir diğer önemli nokta da "ben"in bölünmez ve parçalanmaz bir "çekirdek ve soyut (basit) varlık" olmasıdır; yani mesela "ben"i iki kısma ayırmak ve "bu kısım ben'in ikinci yarısıdır" diyebilmek mümkün değilken, fizikî vücudun organları çeşit çeşittir ve hepsi de pekalâ parçalanabilir ve ayrıştırılabilirdir.

Bir başka nokta ise duygu, irade vb. gibi ruhsal hâllerin hiçbirinin, maddenin asıl özelliği olan uzantılık ve bölünebilirlilik gibi özellikleri taşımamasıdır. Bu tür madde ötesi durumları, madde olan bedenin bir parçası ve arazi (etkime veya tepkimesi) varsaymak mümkün değildir. Binaenaleyh bu arazî durumlar (zâti olmayan ve özden kaynaklanmayan özellikler) maddî olmayan soyut bir cevherî yapıyla ilgilidir.[3]

Ruhun varlığını ispatlayan ve onun ölümden sonra da bağımsızlık ve varlığını sürdürdüğünü gösteren en makul delil, bazı insanların gördüğü doğru rüyalardır; bu rüyalarda, ölen şahıs, rüya gören kimseye doğru bilgi ve haberler verebilmektedir. Aynı şekilde keramet sahibi velilerle Hint fakirleri gibi şahısların sergilediği bazı davranışlar da ruhun ve onun soyutluğunun ispatı sayılır. Bu konuyu gereğince incelemek ise başlı başına bir kitap yazmayı gerektirecek kadar geniş bir çalışma ister.

 

[1]- "Nefs"in felsefî bir deyim olarak taşıdığı anlamın; "akıl"ın karşısında ve onun zıddı olarak kullanılan ahlakî anlamdaki "nefis"ten farklı olduğu hatırlanmalıdır.



[2]- bk. Amuziş-i Felsefe (Felsefe Eğitimi), c.1, 13. ders.

[3]- age. c.2, 42 ve 49. dersler.



Yüklə 1,3 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   56   57   58   59   60   61   62   63   ...   80




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin