Biyografya şAKİr epözdemiR



Yüklə 0,5 Mb.
səhifə6/9
tarix06.03.2018
ölçüsü0,5 Mb.
#44642
1   2   3   4   5   6   7   8   9

MASRAF BEYANI

Adedi Cinsi Lira Krş

41 Davetiye 66 00

41 Müzekkere G.geliş 82 00

13 Talimat gidiş geliş 26 00

1 Bilirkişi raporu 250 00

Dosyanın Diyarbakır’dan geliş masrafı 10 00

1 Telefon 14 50

1 Telefon 14 90

Yekün 463 40

===================================



ANTALYA ANILARIMDAN BİR KAÇ ÖRNEK :

======================================

1– ŞEFİQ ISSI

Mamê Şefiq diye çağırıyorduk. Lice’nin Hınyat köyünden, okur-yazar idi. Mektebe hiç gitmemişti. Antalya’da aynı koğuşta ve yan yana yatıyorduk. Pipo içtiği için, ranzanın üst bölümünde yatıyordu. Ben ve Ömer Turhan alt ranzada bitişik yatıyorduk. Mamê Şefiq’in piposunun kokusu ve dumanı koğuşu boğuyordu. Ama çok sevildiği için hiçbir mahkumdan şikayet gelmiyordu. Şefiq Şeyh Said Efendinin silah arkadaşlarından Şeyh Fahri’nin yanında kalmış, ona hizmet etmiş ve Şeyh fahri şehit olduktan sonra tek başına gidip o kahramanın mezarını yapmıştı. O Şeyh Fahri’den sanki bir parça idi.


Şefiq Issı arkadaşımdan 3 tane anı kaydedeceğim :
A – SLOGAN

Biz 11 kişi Diyarbakır ceza evinde 70 gün tutuklu kaldıktan sonra Antalya’ya gönderildik. Hareket edeceğimiz günün akşamı Said Elçi bazı tavsiyelerde bulundu. Bu tavsiyelerden biri yolda heyecanlanıp slogan atmamamız hakkında idi. Bir manga Jandarma gelecek, elimiz kolumuz bağlı bizi arabaya bindirecek ve çok uzun bir yolculuk başlayacak. Bu yolculukta soğukkanlı olmamız ve slogan atmamamız için sıkı bir talimat aldık sayın Genel Sekreterimizden.


Sabahleyin güneş doğmadan, İzzet Paşa Caddesinden Saray Kapısı ucunda her birimizin elini bir Jandarmanın eline kilitleyerek kırık dökük bir otobüse bindirildik. Yolda giderken, gece yarısıdır. Daha Adana’ya varmamışız. Derin bir uykudayız. Birden bire herkes Mamê Şefiq’in sesiyle uyandı. Çok yüksek bir sesle “Her bıji Kurd û Kurdıstan” diye bağırdı Şefiq rahmetli.
Kimse bir şey demedi. Yalnız rahmetli Said “-Temam babê mêran, te dılê xwe rıhet kır.” (Yani babalar babası içinin kurtlarını döktün) dedi.
Daha sonra Adana’da bir mola verirken, ben Şefik Amcaya yanaştım ve nedeninisorduğumda, rahmetli aynen şu cevabı verdi: “-Uyuyordum. Rüyamda bir helikopterin üzerimize gelip ateş açtığını gördüm. Hepimiz ölüyorduk. Bende gayri ihtiyari bağırmışım.” Dedi...
B – HAKLILAR VE HAKSIZLAR

Şefik Amca bir gün viziteye çıkmıştı. Onu hastaneye göz doktoruna götüren, jandarmalar soruyor: “- Amca Bey, sende o Diyarbakır’lı siyasilerdenmisin?.” “Evet” diyor Şefik Issı. Jandarmalar Mamê Şefiq’in hangi okuldan mezun olduğunu soruyor. Şefik Amca hiç okula gitmediğini, okuma yazmayı dışardan öğrendiğini söyleyince, jandarma “- Ama nasıl oluyor? Hepiniz Profesör gibi konuşup, savunma yapıyorsunuz. Hakimler size cevap vermekte zorluk çekiyor.” Diyor. Başka bir jandarma eri “- Bak oğlum” diyor arkadaşına, “ – Bak bu adamlar haklı, haklılar konuşur, haksızlar susar. Hakimler ne diyeceklerini bilmedikleri için sıkıntı çekiyorlar diyor..”


C – BAĞIMSIZ KÜRDİSTAN

Partinin evrakları Muş Oteli’nin katibi olan Şefik Amcanın yanında yakalanmıştı. Diyarbakır’da hakimin önüne ilk çıktığımızda ben bu evrakların bana ait olduğunu, Şefik Amcanın bu otelde katip olarak çalıştığını ve evraklar, kapalı, kilitli bir çantanın içinde tarafımdan ona bırakıldığını, ayrıca bu otelin babama ait olması dolayısı ile Şefik Issı’nın bana itiraz etmeden çantayı aldığını söylemiştim. Fakat Şefik’i tahliye etmedi sorgu hakimi. Daha sonra ilk duruşmada 6 arkadaşımız tahliye olurken, yine Mamê Şefiq bizimle kaldı. Ben çok üzülüyordum. Yaşlı başlı bir adam. Bizimle kalması zoruma gidiyor.

İkinci duruşmada Avukat Abdullatif Aykut Cezaevine gelip hepimizi topladı; ben konuyu o’na açtım ve bu konuda ağırlığını koyup Mamê Şefiqî tahliye ettirmeye çalışmasını rica ettim. Said Elçi ve diğer arkadaşlar da beni desteklediler ve hatta sadece bu konuyu işlemesini istediler. Mamê Şefiq buna üzüldü ve neden ondan kurtulmak istediğimiz şeklinde serzenişte bulundu. Said Elçi ve Latif Bey o’nu ikna ettiler, “Şakir haklıdır” dediler ve benim duruşmada Diyarbakır’daki ifadelerimi tekrarlamamı, Mahkeme heyetinden Şefik’le ilgili konuyu açmamı istediler. Bende Mahkemede olayı anlattım. Mahkeme Başkanı dosyayı açtı, Şefik Issı’nın MİT’te verdiği ifadeyi okudu. Şefik’e bu ifadelerin kendisine ait olup olmadığını sordu ve Şefik’in onayını alarak dosyayı kapattı.
MİT’te tutulan ifade tutanağında Şefik rahmetliye sormuşlar:

“- Sen Bağımsız bir Kürdistandan yanamısın?.” “-Evet yanayım” demiş.

“- Peki neden?”

“- Ötüken Dergisi diye bir dergi, Kürtler burdan gitsinler, İran’a, Pakistan’a gitsinler demiş. Biz niye gidelim. Neden toprağımızı bırakalım. Bizde kendi devletimizi kuralım, kendi kendimizi idare edelim..” demiş.


TELGRAFÇILAR KÜRTÇÜ OLAMAZLARMIŞ

Biz Diyarbakır’dan Antalya’ya 36 saatte vardık. Antalya’ya vardığımızda gün batmak üzere idi. Savcı ve Hapishane Müdürü bizi karşıladılar.Otobüsten inip yürürken, Müdür Mamê Şefiq’e seslendi, “- Ne o ihtiyar amca, yoruldun mu?” dedi. Said Elçi hemen “-Elbette yorulmuştur. Bir devlet bizi kendi memleketimizde yargılamaktan aciz kalıyorsa ve bizi buraya getirinceye kadar iki adet külüstür otobüs değiştirmek zorunda kalıyorsa hem biz yoruluruz, hem siz beklemekten yorulursunuz.” Dedi.


Ceza evi Müdürü sinirlendi “sen adamın avukatımısın, sana soru sorulmadan bir daha konuşma” diye Said Elçi’yi tehdit etti.
Said Rahmetli “- biz buraya susmaya ve terbiye öğrenmeye gelmedik. Biz buraya konuşmaya geldik. Elbette konuşurum.” diyerek Sıvas’lı, büyük bir ihtimalle Alevi, iriyarı vede biraz çirkin bu yaşlı müdürü cevapladı. Tansiyon yükseldi, hava kurşun gibi ağırlaştı. Çıt yok. Bizi yukarıya çıkardılar. İdare binasında Müdür makamına geçti, kağıt kalemi eline aldı, bizi sıraya dizdi ve kimlik yoklaması yapmaya başladı.
Abdurrahman Uçaman başta idi, ben ikinci sırada idim. Sıra bana geldi kimlik yoklamam bittikten sonra müdür mesleğimi sordu; bende “- Telgraf Memuruyum” diye cevapladım. Müdür yerinden sıçradı, gözlüğünü çıkarıp masaya bıraktı ve yüksek sesle “- olmaz” dedi. “-Olmaz, olamaz bir telgrafçı Kürtçülük yapamaz.” Bende gayet soğukkanlı ve yumuşak bir dille şu cevabı verdim: “- Biz bunun için buradayız. Olur mu olmaz mı şimdi göreceğiz.” dedim. Bu cevabıma tüm arkadaşların sesli gülüşlerine yanımızda bulunan Cumhuriyet Başsavcısı ve Müdürün kendisi de katıldı. Savcı “- Yahu kardeşim ne Kürtçüsü, ne bölücüsü; biz hepimiz kardeşiz, aynı vatanın evlatlarıyız, ben sizin oraları çok iyi bilirim. Bitlis’te üç yıl Başsavcılık yaptım, Benim oğlum orada doğdu, arkadaşlarım oğluma Kürt diyorlar, nedir ki oğlum biraz esmerdir.” dedi. Tam bu noktada Said Elçi’ye fırsat doğmuş olacak ki, o keskin zekası ile Savcıya şu cevabı verdi.
“- Evet sayın Savcı bey senin oğlun Bitlis’te doğmuş, sen Bitlis’te üç yıl görev yapmışsın diye senin oğluna Kürt diyorlar. Ya biz? Biz üç bin senedir oradayız ve Kürt’üz. Bizim günahımız ne?” dedi. O soğuk ve ağır hava gitti ortalık yumuşadı, tansiyon düştü ve telgrafçılığım ilk olarak bir işe yaradı.

Mahkemenin İlk Duruşmasından Bazı Noktalar :
Çoğumuz ilk olarak bir mahkeme heyetinin huzuruna çıkıyorduk. Said Elçi ye birkaç defa rica da bulundum. Mahkemedeki davranış ve savunma düzeyi hakkında bize öneride bulunsun istedim. Ama rahmetli buna yanaşmadı. Ancak biz 4 kişinin dışında kalan tüm arkadaşların parti ile ilişkilerinin olmadığı şeklinde ifade vermelerini ta işin başından söylemiş idik.
İfadeler alındıktan sonra mahkeme başkanı bu ifadelerimizi kendi tabirleri ile katibeye aktarıyor ve böylece söylediklerimiz başka bir lisan ve deyimlerle tutanaklara geçiyordu. Ben “Doğu ve Güneydoğu” dediğiniz yer “Kürdistandır” buralarda Kürtler meskündür, dediğim için ve Kürtleri Kürt gibi savunduğum için, galiba hem müdafaa Avukatlarımız ve hem de arkadaşlarımızın bir kısmı tarafından onaylanmadığımı halen düşünüyorum. Onaylansam mahkeme duruşması sonunda bir tek kişi beni tebrik ederdi. Tahliye olan 6 arkadaşımızdan Nusaybinli Zübeyr Yıldırım yataklarını toplarken, bana sarıldığını ve “Hırrrr! Kuro, gava te go “Kürdıstan” hema mûwên bedena mın rabûne piyan. “Yani, sen Kürdistanı telafüz ederken çok heyecanlandım” demişti.
Arkadaşlarımızı yolcu ettikten sonra cezaevinde 5 kişi kaldık. Ben havalandırma da olta atarken, rahmetli Said Elçi geldi, koluma girdi ve bana “iyi yaptın, söylenmesi gerekeni söyledin.Kürdistan artık telaffuz edilmelidir. Sanma ki bugün söylediklerin dört duvar arasında kalacak. Bu söylediklerin dalga dalga Kürdistana yankılanacaktır. Ben Harbiye hücrelerinde kürdüm ve kürt milliyetçisiyim dedim. Çıkıncaya kadar her tarafta duyulduğunu gördüm” demişlerdi.
Bu duruşmada Şemsi Arıdıcı çok güzel konuştu. Feki Hüseyin Sağnıç “fabrikatör” olduğunu söyledi. İskan Azizoğlu, hem partide olmadığını hem de bu partiyi kabul etmediğini söyledi. Said Elçi’nin yanında oturuyordum. Onun kulağına “İskan neyi kabul etmiyor? Kendini bütün Kürtlerin hamisi mi sanıyor? Ben buna bir ders vereyim mi? dedim. Said Elçi “bırak İskan zaten böyle konuşur” dedi. Seracaddin Ünlü, Ali Güneş ve Alaattin Laçin tutuksuz yargılayanlardan idiler. Hem Feki Hıseyn, hem bu arkadaşların tümü korkusuzca ve yüreklice tavır koydular. (Tavır koydular, savunma yaptılar demiyorum, yanlış anlaşılmasın.) Bu duruşmada Dr. Şıvan, Ali Epözdemir, Rabia Sağnıç, Antalyalı bir çok Çerkez ve buradaki Kürtler seyirci olarak katılmışlardı. Antalya Barosu da duruşmaya katılmıştı. Gerek Avukatlardan gerekse seyirciden olumlu tepki aldık. Bizi tebrik ettiler ve “Yarınlarda sizin çocuklarınız sizlerle gurur duyacaklar, Bu asırda ırkçılık kadar ayıp bir şey yoktur.” diyerek bize destek oldular. Onların ırkçı dediği kimseler faşist yönetim idi. Ne yazık ki ırkçılıktan biz yargılanıyorduk.
Mahkemeden Bazı İnciler :

Rahmetli Ömer Turhan sorgulanırken Mahkeme Başkanı Kürdistan Demokrat Partisinin ismini duyduğunda “Evladım, Türkiye de azmı parti var idi ki Kürdistan, Lazistan, Çerkezistan ve bölücüstan partilerini kuruyorsunuz?” demişti.


Yine Hakim bana sordu; “Bu davayı neden Şeyhleriniz ve ağalarınız yürütmüyor da, siz böylesine ağır bir yükün altına giriyorsunuz? Ben de dedim ki: “Onlar bizim Şeyhlerimiz ve Ağalarımız değiller”Başkan”Ya kimin Şeyhleri ve ağalarıdırlar.” dedi. Ben de “Onlar Cumhuriyetin Şeyh ve ağalarıdırlar.” diye cevapladım.
Gerçekten başkan şaşırmıştı. Bize hep akıl veriyordu.”Türkiyedeki herhangi bir siyasi partinin bünyesinde de siz kendi bölgenizin sorunlarını gündeme getirebilirdiniz dedi. Ben de “Türkiye’deki mevcut parti programlarının hiç birinde Kürt sorununun çözümü hakkında en ufak bir kayıt yoktur demiştim. Buna da hayret etmişti sayın Mahkeme Başkanı.
Bir defasında bana”Evladım, evrakların içinde yabancı dille yazılı bir kitap vardır. Biz bir türlü çözemedik. Nedir bu kitap demişti. Bende çok rahat bir eda ile “O kitap Mahabat Kürdistan Cumhuriyetinin Tarihidir. İngilizcedir.” Demiş ve şöyle bir cevap almıştım:” A evladım, sizin böyle tehlikeli kitaplarla ne işiniz var. Neden bu kadar tehlikeli şeyler yapıyorsunuz?” Ben de “Sayın Başkanım bu kitap tarihtir.. Tarihten biz sorumlu değiliz. Tarih hiç tehlikeli olur mu? Derken, adam kafasını sallayıp susmuştu.
Yine bir gün, bir duruşmada Kürdistan bayrağı sorgulandı. Başkan soruyor:”Dosyada bir bayrak var, bu bayrak hakkında bize kim bilgi verecek diyor. Avukat Latif Aykut yüzüme baktı, ben kalktım “Efendim, dosyada olan şey bayrak değil, partinin mührüdür. Siz yanlış adlandırıyorsunuz.” dedim. Başkan ısrar etti. Avukat şiddetle itiraz etti ve böylesine bir şeyin komplo olabileceğini vurguladı.
Ben ayağa kalktım ve söz istedim “Sayın Başkanım” diye söze başladım... biz maceracı değiliz... siyasi bir kurumuz... bizim Türkiye’nin ay yıldızlı bayrağından başka bir bayrağa da ihtiyacımız yoktur. Eğer bu bayrağın rengi kandan ise , Türkler kadar Kürtlerin kanı vardır, bu bayrakta” dedim.
Avukat Latif beyin çok hoşuna gidecek ki hemen söylediklerimin zabıtlara geçmesi için istekte bulundu. Ve duruşma sonrası gitti C. Savcısıyla dosya ya baktı, bir bayrağın olmadığını ve gerçekten sormak istediklerinin “mühür” olduğunu gördü, cezaevine gelip beni kutladı ve “Şakir Bey nerden bildin mühür olduğunu” deyince Ben de : “Evrakları yüzlerce defa elden geçirmişim, sürekli muhafaza ettiğim evrakları bilmezmiyim” demiştim.
Bu arada Av. Abdullatif Aykut’u minnet ve şükranla anıyorum. O hiçbir zaman “Müvekkillerim” demedi. “Arkadaşlarım, Partimiz” şeklinde ifade etti ve bize moral kaynağı oldu. Siirt’in eski Senatörü idi. Dicle Talebe Yurdu ekibinden idi.Dört dörtlük bir insandı. Cesur, inançlı ve gerçekten büyük bir yurtseverdi.
Kuşkular :
Biz cezaevine girer girmez bazı arkadaşlardan lüzumsuz kuşkular sadır olmaya başladı. Mamê Şefik’in neden evrakları yakalattığını, oğlu Şerif’in bizi ihbar ettiğini, Diyarbakır’daki arkadaşlarımızdan işlenmeye başlandı. Şefik Amcanın ne kadar dürüst ve cesur olduğunu bilmesem belki bu dedikodu büyüyecekti. Bunu hemen önledim. Lakin Şefik’in oğlu Şerif için maalesef bir şey yapamadım ve sanırım bu güzel insan ölünceye kadar büyük bir izdirap çekti. Ben hala bu çocuğun bir kötülük yaptığına inanamıyorum. Çocuktu, onu tuttular götürdüler, korkuttular ve belki bir ip ucu elde ettiler, ama bizim kabul ettiğimiz, savunduğumuz partimizin neyini deşifre etti ki bu adama bu kadar yüklendiler? Ve bu insan, kanımca dayanamayarak genç yaşında göçüp gitti. Babalarının hiçbir kötülük yapacağına inanmadığım Şerif’in çocuklarına, başlarının dik olmasını ve onurlu bir aileye mensup olduklarının bilincinde olmalarını istiyorum.
Nusaybinli arkadaşların da kuşkularına kurban olan genç, yakışıklı. Medrese tahsili yanında mekteb okumuş çok zeki ve dinamik bir arkadaşlarını maalesef dışladılar. Bu genç çocuğu Diyarbakır Hapishanesinde gördük, orda tanıdık. Bu gencin hakkında söylenenler en sonunda onunda kulaklarına girdi. Henüz 20 yaşında idi. Ben ve Rahmetli Ömer birkaç kez onu teselli ettik. Said Elçi de bu genç hakkında olumlu idi. Ama o bir kere yara almıştı. Çok üzülüyordu.

Bu arkadaşı 1968 Eylül tahliyesinden sonra hiç göremedim. İnşallah yaşıyordur. Kuşkulu bir kişi değilim, hem de az çok insanları tanırım. Şerif ıssı zayıf ve iradesiz bir insandı, ama onun yapabileceği bir şey yoktu, istese de yapamazdı ve yapmadı. Ama Mehmet Sıdık Gül, önemli bir kişilikti. O zaten utanılacak bir şey yapmaz, yapamazdı.


Biz az idik, ama öz idik. Şu anda hatırlayabileceğim en az 100 kişiyi çok rahatlıkla ve onurla bu satırlara dökebilirim ve hiç kimse bu kişilerin hiç birine toz konduramaz. Biz hala birbirimizi arıyor, soruyor ve seviyoruz. Halkımızın tasvip etmediği hiçbir hareket bizlerden sadir olmadı.

Antalyalılar ve Kürt Sorunu:

Antalya Cezaevinde 400 tutuklu vardı. Bunların % 80’i kızcılıktan dolayı hapishaneye düşen köylüler idi. Diğerleride köylü olmakla birlikte, orman suçu, hırsızlık, kavga, yaralama ve adam öldürmeden yatıyorlardı. Çok az bir sayıda uzaklardan gelen müebbed veya uzun süreçli mahkumlar vardı. Tek tük şehirli de gelir buraya misafir olur, ya bir gece yatar çıkar veya sarhoşken yaptığı bir hatanın birkaç ay cezasını çekerlerdi.


Bu mahkumlardan Hüseyin Kadioğlu Serikli idi. Pavyonda kavga çıkmış ve birini yaralamıştı. Çok delikanlı bir çocuktu. Benim yatağımın bir tarafında Ömer Turhan diğer tarafında Hüseyin Kadioğlu yatardı. Dost olmuştuk. O yeni İstanbul Gazetesini sürekli okuyordu. Bir gün oltadan döndüm, baktım ki bu arkadaş oturmuş gazetesini okuyor. Beni görür görmez hemen heyecanla gazetesini açtı, bana bir harita gösterdi. Harita, dış basından alınmış tam boy ve 4 parçayı kapsayan Kürdistan haritası idi. Bir ucu Basra, diğer ucu da iskenderun körfezine ulaşıyordu.
“Bak Şakir abi, sizin topraklarınız ne kadar geniştir.” Dedi. Bende “hayır” dedim ve parmağımı Edirne de Yunanistan sınırının ucuna getirdim”bizim toprağımız buraya kadar gelir” dedim. Hiç beklemediğim bir şey oldu. Hüseyin Kadioğlu hüngür hüngür ağlamaya başladı. Özür diledi. “Ben sizin toprağınız ne kadar geniştir derken, kötülük düşünmedim.” dedi. Ben de “Kötü anlamadım seni” diyerek ve gerçeğin bu olduğunu tekrarlayarak Hüseyin arkadaşımı teselli ettim. İnşallah bu güzel arkadaşım hala yaşıyor ve Türkiye insanının yakın zamanda değiştiği gibi kendisi de bir MHP fanatiği olmamıştır.
Tahliye olduğumuz günün ertesinde Bayram Arefesi olacaktı. Babamla köye gideceğiz. Misafirler gelecek ve köyde dükkan yok. Biz de bir bakkala girdik, çok şey aldık. Bakkal yaşlı bir haci idi. Haci bizim çok fazla çay, şeker, şekerleme, kahve ve sair şeyler aldığımızı ve kürtçe konuştuğumuzu görünce sordu:
“Siz herhalde bu mahkemede yargılananlardasınız değil mi dedi. “Ben de onu doğruladım. Haci dedi ki “çok merak ediyorum nedir bu davanız?” Meseleyi anlattım. Bölgemizin geri kaldığını fakirleştiğimizi, sesimizi çıkardığımızda da yargılandığımızı anlattım. Haci can-i gönülden dinledi. Ve “Peki bölgenizin geri kalmasından siz mi sorumlusunuz ki size eziyet çektiriyorlar? Sizin fakirliğinizden bir sorumlu arıyorlarsa gitsinler İsmet Paşa’yı yargılasınlar. Bu milletin başına ne getirdi ise o diktatör getirmiştir” dedi.
Hapishanede bazı ağır cezalı mahkumlar bize “hükümet olduğunuz zaman genel af çıkaracak mısınız?” diye saf saf soru sorarlardı. Biz de “Şayet bir gün iktidar olursak, söz olsun bütün hapishaneleri dozerle yıkacağız ve hiç kimse artık cezaevlerinde yatmayacak diye teselli ediyorduk.

Beydaba :
Operasyonda evlerimiz arandı ve Kuran-ı Kerim dahil, kitaba benzer ve de yazılı her şey toplatılıp götürüldü.
Abdurrahman Uçaman (Radyocu Mela Ebdurrahman) O sırada Hintli Bilim Adamı Beydaba’nın Kelile ve Dimle’sini kürtçeye çeviriyormuş. Hem kitabını ve hem de tercüme edilmiş nüshalarla beraber alıp götürmüşlerdi. Seyda çok üzülüyordu.
“Bunca zaman çalıştım. Göz nurumu döktüm. Bir kitabı kürtçeye çevirmek kolay mı? Peki Kelile ve Dimle’yi kürt çocukları kendi ana dilleri ile okusa kime zarar verir? Bu ne biçim iş? Vb.”

Bu yüzden Said Elçi Abdurrahman Uçaman’a “Beydaba” ismini taktı.


Hoca başta kızdı mızdı, ama sonunda “Beydaba” olmaya başladı, çok kısa bir süre de filozofleşti, derinlere daldı ve artık ufak tefek işlerden elini eteğini çekerek öylesine sıradan kitap okumasından vaz geçti. Dr. Hikmet Kıvılcım’ın “Tarih-Devrim-Sosyalizm, kitabını benden ödünç aldı ve sadece bu kitabla beraber Meraşel Moltiki’nin Türkiye Mektublarını incelemeye başladı.
Ustad konuştuğu zaman sanki beyninden bazı düğümler çözüyor veya bazı işlem merkezlerini açarak önemli bulgulara ulaşıyor gibiydi. Ben hep onu izliyor ve kendi kendime medreselerle ilgili bazı değerlere ulaşmaya çalışıyordum. Bu noktada kafam hep medreseye takılıyordu. Öyle ya geçmişimiz de sadece medreseler bize bilim adamlarını, sanatçıları, edebiyatçıları ve büyük önderleri vermişti. Abdurrahman Hocanın zekası, kavrayışı, kabiliyeti normalin çok üstünde idi.
Abdurrahman Uçaman’ın ısrarlı bir görüşü beni çok etkiledi. Yıl 1968 yaz aylarındayız. İngiltere körfez emirlilikleri bölgesinden çekildi. Gazeteler bu olayları yazıyor ve tartışıyordu. Hoca bu konuda sık sık düşüncesini bize aktarıyordu. Siyasetle ilgili sohbetlerimizde birden bire sesizliğini bozuyor ve sanki “bırakın boş şeylerle uğraşma”yı der gibi söz alıyor, Şâhâdet parmağını alnına götürüyor. Parmağının titremesi ile yüzünde bazı minik hareketlenmeler oluyor ve bütün dikkatleri kendine çektikten sonra “Bakın Arkadaşlar! İngilizler birliklerini körfez bölgesinden çekti. Körfez demek hazine demektir. Körfez dünyanın en büyük petrol rezervlerini barındıran bir bölgedir. Burada çok büyük çıkar çatışması ve savaşlar olacaktır. Kürtler bu fırsatı kaçırmamalı. Bizim mutlaka bu olaya hazırlıklı olmamız gerekir. İleride doğacak fırsatlara hazır hale gelmeliyiz” der. Ve bu olayı tekrar tekrar gündeme getirirdi.
Hoca 27/9/1968’de tahliye oldu. DOKO’ya katıldı. 1971’de yine tutuklandı. Radyo teknisiyenliği ile çocuklarının okumalarına yardımcı oldu. Antalya beraberliğimizin üstünden tam 22 yıl geçti. Bir gün yolum Diyarbakır’a düştü. Yıl 1991’dir. ABD ve koalisyon devletleri çekiç gücünü kurmuş, Güneydeki kürtleri korumaya başlamışlar idi.
Ben hocanın yerini sordum, Ulu Caminin arkasında radyo ve televizyon tamirathanesinde her zaman ki gibi tamirat ile meşgül iken onu buldum. Hoca bana çay söyledi. Sigarayı terk ettiğimi öğrenince beni kınadı. “İnsan böylesine bir dost ve yoldaşı nasıl terk eder” dedi. Gülüştük.
Ben Hocaya “Sizin gibi bir bilginin, bir düşünürün bu kırık dökük radyoların toz ve dumanı içinde ömür tükettiğine gerçekten üzülüyorum, kürtlerin akademik, stratejik ve siyaset bilimi araştırma merkezleri olmalıydı. Sen ve senin gibi bilgili, kabiliyetli ve zeki insanlar buralarda çalışıp, kürt siyasilerine ışık tutmalıydı... Hoca sözümü kesti, “sen benimle alay mı ediyorsun “ dedi. “hayır ben ciddiyim seyda. Lütfen beni dinle” diyerek devam ettim.
“22 yıl önce Antalya cezaevinde “Kürtlerin körfez savaşı fırsatına hazır olmalarını söylemiştin. Peki sen filozof değilsen, bilgin ve düşünür değilsen, ya nesin? Ben seni alaya almıyorum. Ben seni 22 yıl sonra anladığımı vurguluyorum. Sen gerçekten bir düşünürsün. En azından bir siyaset, bir strateji uzmanısın”
Hoca güldü, ufak kürsüsünü aldı, işini bırakıp yanıma oturdu, ciddileşti. Bir sigara yaktı, parmağını alnına götürdü ve 22 yıldır söylediklerini unutmadığım için şükran dolu bakışlarla söze başladı.
“Bak dostum dedi” Körfez savaşı elbette başlayacaktı. Sonunda başladı ama bitmedi. Körfez bir savaşla, iki savaşla bitiremez sorunlarını. Ben yine diyorum “Kürtler körfez savaşlarına ve bu savaşların getireceği fırsatlara hazır olmalılar, Bakınız Güney Kürdistan kesinkes kurtuldu. Güneyin geri adım atacağı ihtimalı yoktur. Fakat biz Kuzeyliler bu fırsattan faydalanamdık. Fırsat yakalayacak kadar hazır değildik. Hatta farkında bile değildik. Keşke bundan sonra ki fırsatlara hazır olma bilincinde olsaydık” dedi.
Operasyon :

Operasyonu MİT organize etti. Operasyon Diyarbakır, Batman, Silvan, Tatvan, Nusaybin, Kızıltepe gibi merkezlerde bir anda başladı. Beni Diyarbakır Merkez postanesinden aldılar. 19-01-1968 akşamı saat 21oo civarında PTT Merkez Müdürü beni aradı. Ben o gece postanede Nöbetçi Amirliği görevinde idim. Müdür benim makamına inmem için ricada bulundu. Ben makamına girdiğimde “Emniyetten gelen arkadaşlar seninle özel olarak görüşmek istiyorlar” deyince makamında oturmakta olan her iki misafiri ayağa kalktı ve beni Başmüdürlük kapısından çıkarıp, hazır bekleyen arabaya bindirdiler.


Cebimde Ankara’daki bir arkadaşımıza partinin talimatlarını içeren bir mektup vardı.Çetin bir kış hüküm sürüyordu. 4 çocuk babası,devlet memuru ve şu anda nereye götürüleceğimden habersizdim. Allah’ı hatırladım. Ona yalvarmayı düşündüm. Hz. İbrahim’in ateşe atıldığı ve meleklerin kendisine “neden Allah’tan yardım talebinde bulunmuyorsun” demelerine karşın “hiç şüphesiz Allah beni görüyor, benim söylememe gerek var mı? “ şeklinde iradesini ve cesaretini seçtim. İnsanlar ateşe de tahammül etmişlerdi. Haydarı kampını daha yeni okumuştum. Bu iki olay bana güç verdi.
Beni Mit bölge başkanlığı binasına götürdüler. Sıcak ve çok lüks bir salona alındım.Burada 3 kişi oturuyordu. Onların amirleri durumunda olan ve o sırada 45 yaşlarında görülen saçlarına ak düşmüş ve büyük bir ihtimalle Ankara’dan gelmiş biri vardı. Çok beyefendi ve zeki bir insandı. Benim kanaatime göre sonradan Müsteşar olan ve halen siyaset yapan Sayın Mahir Kaynak idi bu zat. O değilse bile ben hala onun olduğunu tahmin ediyorum.
Bana çay, kahve ve sigara ikram etti. Ankara’dan gelen bu şahıs, İki üç saat kadar benimle uğraştı ve sonunda “Bravo sana arkadaş” dedi. Üç saattir seninle uğraşıyorum, sen benden daha soğukkanlısın, ben de heyecan var ama sende hiç yok” dedi.
Beş gün soruşturmada kaldıktan sonra Emniyet Müdürlüğüne getirildim. Ömer Turhan, Şemsi Arıdıcı, Abdurrahman Uçaman, Şefik Issı, Alaattin Laçin, Nezir Aydın, Mehmet Sıdık Gül ve Şükrü Alpergin vardı. Sait Elçi, Zübey,r Yıldırım ve Derviş Akgül daha sonra tutuklanıp cezaevine getirildiler.
Mit soruşturmasında bana “Ömer Turhan’ın her şeyi söylediğini, İnkar etmemin hiçbir faydası olmadığını söylenmişti. Ben tek bir cümle ifade vermiştim. “Muş otelinde yakalanmış bulunan evraklar bana aittir, İfademi mahkemede vereceğim” demiştim. Bu cümleyi de şefik amca salıverilsin diye söyledim.Ve tek amacım bu yaşlı adamın kurtulması idi. Emniyet Müdürlüğünde bir araya geldiğimizde, Ömer’e ilk sorduğum soru bu oldu. Açılıp açılmadığını sordum. Ömer “Bütün parti evraklarını önüme döktüler, şoke oldum ve kabul ettim” dedi. Kimlerin isimlerini verdiğini sorunca Sait Elçinin, Faik Bucağın ve senin ismini verdim dedi.Bunları çok sıkıntılı bir dille anlattı. Evrakları görünce şoke olmuştu. Maalesef hiç direnmemişti. Ömer rahmetliyle partiye sahip çıkma kararını aldık. İkimiz partinin programını savunacaktık. Diğer arkadaşlarımız ilk sorgu da bizimle ilgilerinin olmadığını beyan edeceklerdi. Arkadaşlara hemen oracıkta bu kararımızı bildirdik. Onlarda memnun oldular. Hatta “Biz sizden iyi değiliz, gerekirse ve faydası varsa bizde partimize sahip çıkarız.” diyenler oldu. Ne kadar az zararla bu işten sıyrılırsak o kadar kardır mantığını işledik, mahkemeye çıktık ve ikimiz TKDP yi savunduk.
Rahmetli Ömer “Parti Programı Av. Faik Bucak tarafından hazırlandı. Ben, Şakir Epözdemir ve Sait Elçi onunla birlikte bu Partiyi kurmayı düşündük her hangi bir faaliyette bulunmadık” deyince, ifademizi alan hakim hiddetlendi ve “böylesine bölücü bir partiyi kurmak, Türkiye’yi parçalamaktır. Türkiye’yi parçalayanların kafalarının parçalanması gerekir” diyerek bizi tehdit etti. Sıra bana gelmişti, bende gayet soğukkanlı bir şekilde “ÖmerTurhan arkadaşımın dediklerine harfiyen katılıyorum. Bu Parti bölücü bir parti değildir. Tam aksine birleştirici ve büyük sorunları çözümleyici bir partidir. Muş Otelinde yakalanmış bulunan Parti ile ilgili evraklar bana aittir. Şefik Issı’ya kapalı bir metal kutu içinde tarafımdan teslim edildi. Kutunun içinde Parti ile ilgili evrakların olduğunu kendisi bilmiyordu.” Dedim.
Bu noktada amacım hem hakimin tehdidini boşa çıkarmak hemde rahmetli Şefik Issı’nın serbest kalmasını sağlamaktı. Ama ne yazıkki Şefik Amca da bizimle beraber tevkif edildi ve cezaevine konuldu.
Daha sonra Rahmetli kardeşim Şevket bana bu hakimin Dersim’li olduğunu, kızının kendi sınıfında (Ziya Gökalp Lisesi) okuduğunu ve kendisi ile samimi olduğumdan gidip benim için torpil yaptığını ama mahkemeden sonra “Şevketçiğim ben abinizi bırakmak için elimden geleni yaptım. Ama o sadece senin abin değil, benimde abimdir. Ben de tehdidi savurunca o daha da inatlaştı ve partisine sahip çıktı.” demiş.
Alaattin Laçin dışında hepimizin tutuklama kararı çıktı. Sait Elçi ve diğer arkadaşlar sonradan cezaevinde bize katıldılar. 70 gün Diyarbakır’da kaldık. C. Baş savcısı bizi makamına çağırıp resmen özür diledi ve Mit soruşturmasında 5 gün kalışımıza onay verdiği için üzüntüsünü beyan etti. Ziyaretçilerimize Sabah 9.oo, Akşam 17.oo ye kadar açık görüş iznini verdi. MİT’in baskısı ile “Kamu güvenliği” gerekçe gösterilerek Antalya’ya nakledildik. Yönetim tarihte ilk olarak Kürtlerin dobra dobra bir siyasi programa sahip çıktıklarını ve açık yüreklilikle savunduklarını gördü, Diyarbakır’da bu tavrımızın çok büyük yankı yapacağına kanaat getirdi ve bizi apar topar Antalya’ya sevk etti.
Diyarbakır’da Avukatlarda Vardı :

Ben burada zamanın Baro Başkanı Edip Altınakar’ı ve o günlerin çok genç Avukatı Yusuf Ekinci’yi dile getirmek istiyorum.


Bizler içerde iken ailelerimiz de Edip Altınakar’ı rahat bırakmamış olacaklar ki, cezaevine girer girmez Edip Bey tarafından görüşmeye çağırıldım. Onunla görüşme odasında baş başa buluştuk. İşkencehane’den saçı sakalı karışmış yorgun ve uykusuz bir halde huzuruna çıktığım için ondan özür diledim. Güldü ve “Mesele nedir?” diye sordu. En az on yıldır O’nu yakından tanıyordum. Dost idik. Özel Avukatlığımızı da yapmıştı. Ailece tanışıyorduk. Ayrıca partiye de davet edilmişti. Sait Elçi ona teklifi götürmüştü. Biz birbirimizi çok iyi tanıyor ve anlıyorduk. Ama Şeyh Edip bir kont gibiydi. O’nun babası Kara Köprüde devlet tarafından katledilmiş olduğundan Atatürk Posteri yerine Şehit babasının resmini duvara asmıştı. Çok gururlu ve şerefli bir insandı, nur içinde yatsın.
“Mesele nedir?” deyince göz göze geldik ”sanki bilmiyormuşsun gibi konuşma”der gibi “Meseleyi biliyorsun” dedim. “Zamanımıydı?” dedi. “Zamanı kim tayin edebilir, zamanın ölçü aleti mi var veya Gökten vâhi mi inecekti, kurulmuş olduğuna göre zamanıdır” dedim. “Peki neden itiraf ettiniz” diye sordu. “İtiraf etmeyip, inkar mı edeydik? Peki kürtler ne zaman açık bir şekilde hak iddiasında bulunacaklar?” diye sorusunu bir soruyla cevapladım. Haddini aşan bir adama bakar gibi sert bir bakışla “Peki siz bu partiyi inkar etseydiniz kürtler yok mu olacaktı?” Ben “İnkâr ve itiraf etmemiz arasında ne kadar ceza farkı var.” diye sordum. Edip Bey, iddiayı reddetmekle 8 yıl, kabul etmekle 15 yıl cezaya çarptırılacağımızı söyleyince, ben de “15 yıla razıyız” dedim. Beni bir daha süzdü, baktı ve çıktı gitti. Elimi bile sıkmadı.
Ofisi İzzet Paşa caddesinde cezaevine 200 m. Uzaklıkta idi. Daha sonra babam anlattı bana. Edip Beyi bir daha görmedim. Galiba biz hapiste iken öldü. Babam şunları söylemişti:
“Edip Beyi biz gönderdik. Seninle görüşüp döndüğünde çok neşeliydi. Geldi elimi tuttu ve “Fethullah efendi, tû babê merâ nini, tû babê şêrani” diyerek beni tebrik ettikten sonra senin kararlı tavrını anlattı ve “Ben onu öpmek istedim, ama öpersem şımarır ve fazla ileri gider, diye öpmeden geldim” dedi. Edip Bey çok kalabalık bir dostlar grubu önünde bunları söyleyince babam rahmetli hayatı boyunca benimle hep gurur duydu.
Diyarbakır cezaevinde Baş Gardiyanlık bölümünü bize tahsis ettiler ve açık görüşme yapılıyordu. Tutuklanmamızdan bir hafta sonra 3 tane genç avukat bizi ziyaret ettiler. Yusuf Ekinci, İbrahim Meylani ve Hamid Karakoç idiler bu genç arkadaşlar. Yusuf Ekinci o gülen gözleri ile hem bize çok moral verdi ve hem de azami 3 yıl ceza alacağımızı söyleyince , Edip Beyin 15 yıl yatacağımızı söylediğini beyan ettim. Yusuf Bey güldü “Şakir Abê dedi, Edip Bey yasalara bakmadan tahmin yürütmüş” dedi. Biz gerçekten 3 yıl ceza aldık. Yusuf Ekinci Kürt aydınlarının gurur duyacağı büyük bir centilmendi. Yusuf Ekinci, Edip Altınakar, hamit Karakoç, Medet Serhat, Sırrı Fırat, Faik Candan, Abullatif Aykut, Ziya Şerefhanoğlu, Şevket Epözdemir ve Özgür Kürdistan hasreti gözlerinde kalan Kürdistanlı Hukukçuların hepsine rahmet diliyor ve bütün bu büyük insanların önünde saygı ile eğiliyorum.


Diyarbakır Kimin Başkentidir :

Diyarbakırlılar beni bağışlasınlar ama bir gerçeğe parmak basıyorum. Bu karabahtlı belde yüzyıllarca Bizanslılara, Sasanilere, Hamdanilere, Buveyhoğullarına, Selçuklulara, İnanoğullarına, Nisanoğullarına, Artuklulara, Timurlenk Tatarlarına, Akkoyunlu Hükümdarlarına, Şah İsmail Valilerine ve en son 1516’den 1850’ye kadar Osmanlı’ya bağlı Kürdistan Eyaletler Başkenti unvanı ile hep yabancılar adına başkentlik yapmıştır. Diyarbakır sadece 1232 ile 1240 yılları arasında 8 yıl Eyyübiler idaresinde kürtler adına bir başkentlik yapmış, kısa bir sürede mervaniler farqin’den başkenti buraya taşımıştır.Yani Medlerin yıkılışından beri özgür olmayan ve her gelene kucak açıp başkentlik yapan bir şehir. Dışardan özendiren ve içerdekileri bezdiren bir yapı ve ne yalan söyliyeyim seviyorum bu hain şehri. (*)


Diyarbakır’ın bir fotoğrafını çekmek istiyorum. Bu hatirama “Amed Hapishanesinden bir kesit” de diyebilirisiniz.
Daha önce de dile getirdiğim gibi TKDP davasında biz 11 arkadaş Gardiyanlara ait büyük bir salonda kalıyorduk. Görüşmecilerimiz sabah 9.oo, Akşam 17.oo ye kadar, girişte kimliklerini bırakıp yanımıza çıkıyorlardı. Bu 70 gün zarfında bir tek Diyarbakır bajaresı ziyaretimize gelmedi. Aramızda “ben 36 seneden beri Diyarbakır mükimlerindenim” diyen Şemsi Ustan’ın olmasına rağmen.
Bizim kaldığımız salonun içinde kapısı açılıp girilen Baş Gardiyan odasına bir gecenin geç vaktinde Amedin kabadayılarından birini getirip yerleştirmişler. Sabahleyin uyanınca arkadaşlar anlattılar. Bu kabadayı bajarı beyefendi pavyonda bir komiseri dövmüş ve adli mahkumların kovuşlarına götüreceklerine Baş Gardiyan odasına misafir edilmişti.
Saat 10.oo-11.oo civarında bizim salonun içinden baklava sinilerini taşıyan genç delikanlıların arkasında kelli-felli, foterli ve kalın paltolu bajarelerin geçit merasimi başladı. Belki yüzlerce Diyarbakır Bey ve Beyzadeleri salonun içinden ve burnumuzun dibinden gelip geçti ama bir tanesi yanlışlıkla başını kaldırıp bize bakmadı, selam vermedi ve geçmiş olsun demedi desem yalan olur. Zira birkaç kişi gayri ihtiyari Şemsi Ustayı gördü. Ve sadece “Geçmiş olsun Şemsi Usta” dediler. Bu manzara karşısında Şemsi Ustada sıkılıyor ve mırıldanarak bir şeyler söylüyordu. Hem de o sırada Şemsi Ustanın bir oğlu İstanbul’da vurulmuştu. Bu beylerin bundan da malumatları vardı ve bu genç yeğenimiz de kabadayılık adaylarından biriydi.
Amedi Kürdistan’a başkent yapmak isteyen, Dr. Fuad, Haci Exti, Ekrem ve Kadri Cemilpaşazadeler yolunu izleyen bir ekib kabadayı olmuyorlar da, delikanlı değillerde Pavyonda iki büyük rakı devirip komisere bir tokat çeken hemşehrileri kabadayı oluyordu. Oysa Diyarbakır’ın en büyük kabadayıları, Hanili Salih Bey, Liceli Fehmi Bilal, Pıranlı Şeyh Said, Bismilli Vedat Aydın, Siverekli Av. Faik Bucak, Malmisalij-ın hocası, Tatvan Şehidi Şevket Epözdemir ve Türk mahkemeleri önünde Amedi ve Amede gönül verenleri savunan Said Elçi ve tüm direnen, düşünen, çözüm üreten yüz binlerce bilinçli yurtseverler olup, bu yola baş koyanlardır.
Başkent misin ? Şaşkent misin ? Ne sin sen be Diyarbekir?.
--------------------
(*) Diyarbakır Bilim Adamlarında Ali Emiri War dergisinin 9. Sayısında Amed’in tarihçesini vermiş. Bu araştırma makalesinden tespit ettiğim kadarıyla Eshabe-i Kiram ile Emevilere 115 yıl, Abbasilere 125 yıl, Şeyhanilere 30 yıl, Hemdanilere 80 yıl, Mervanilere 99 yıl, Selçokilere 92 yıl, Artukilere 50 yıl, Eyyubilere 33 yıl, Moğollara 80 yıl, İlhanilere 25 yıl, Karakoyunlulara 30 yıl, Akkoyunlulara 110 yıl, Safevilere 10 yıl, Osmanlılara 407 yıl, ve demokratik Cumhuriyete 80 yılını vermiştir. Mervanilerin Başkenti Farqin (Silvan)’dir. Amed, sadece Eyyubilere 33 yılını vermiştir. İslamiyet öncesi ise M.Ö. 330’dan, M.S. 639’a kadar, 970 yıl Bizanslıların,Romalıların,Sasanilerin, ve diğer yabancıların egemenliği altında kalmıştır.

Diyojen :

Antalya cezaevine takriben 70 yaşlarında saçı sakallı uzamış bir adam getirdiler. Millet başına uçuştu ve yarım saat içinde bu adamın toz kullandığını cebinde esrar yakalanmış olduğunu öğrenip rahat ettiler.


Uzun boylu, yakışıklı bir eroinmandı Diyojen. Filozof gibi konuştuğundan olacak”Diyojen” adını almıştı. Zaman zaman ona çay ısmarlar sigara takdim eder ve onunla konuşur sohbet ederdim. Çok çaresiz ve yoksuldu. Kimi kimsesi yoktu. Sokakta yatıp kalkan tiplerdendi.
Ben ona ikramda bulunurken o mutlaka zenginlikten ve zengin olma sanatından söz ederdi. “Ben fakirim ama zenginlik zanaatını çok iyi bilirim” derdi. Bir gün onunla başbaşayız kendisine sordum. “Nedir bu zenginlik zanaatı?” dedim. Bana anlattı : “Şu Antalya ormanlarının bütün odunlarını kesecek, biçecek kütük halinde hepsini bir arabaya yükleyecek ve 100 tane at kuşayip bütün bu keresteyi bir defada İstanbul’a götürüp satacaksın, işte zengin oldun.” derdi. Ben de “Filozof, diyelim ki, orman idaresi kesim izni vermedi, kesim izni verdi de, İstanbul’a götürmemiz için ruhsat vermedi; hani izin ve ruhsatı aldık, tüm ormanı kestik, biçtik ve arabaya yükledik; Birde bakarsın bunca kereste arabaya sığmadı, diyelim ki bütün bu çam kütüklerini tek bir arabaya sığdırdık ve 100 tane at koşturduk; ya 100 at 200 at bütün bir yükü çekemedi, hadi diyelim ki atlar çekti, ama yollar dar geldi, Peki Diyojen yollar dar gelirse ne yaparız?
Diyojen bu arada yeni bir sigara yakar derin bir nefes çeker ve “Denizden götürürsün, kocaman gemilere yüklersin” der ve “çare tükenmez misali işi çözerdi. Ben de bu pratik zekasına hayran kalırdım.
Sohbeti uzatmak için “bu iş biraz zor, ben hiç gemi yüklemedim, bir kolayı yok mu?” derdim.
“Yok olur mu? Zengin olmanın çok yolları var, Mesela bin tane manda keseceksin, Antalya’da ne kadar sebze varsa hepsini toplayıp getireceksin, çok büyük kazanlar kuracaksın, yemek pişireceksin ve bir defada bu yemeği satıp zengin olacaksın.”
Diyojenin sohbetinden doyum olmazdı. Adamın hayalleri ne kadar hoştu.
Hapishane Hayatımız :

Biz 11 kişiyi 3 koğuşa dağıttılar. Ben, Ömer Turhan ve Şefiq Issı 3. Koğuşta Sait Elçi, Derviş Akyol, Abdurrahman Uçaman ve Şemsi Usta 4. Koğuşta , Zıbeyr Yıldırım, Nezir Aydın, Şükrü Alpergin ve Muhammed Sadık Gül de 5. Koğuşta kalıyorlardı. 2 hizmetçimiz vardı, ikisi de Karslı, biri Kürt, biri Azeri, ikisinin de ismi ismail, Kürt İsmail adam vurmaktan, Azeri İsmail hırsızlıktan içerde idi. Yemeğimizi pişirip, çamaşırlarımızı yıkıyor ve sürekli hizmetimizde bulunuyorlardı. Zahire, sebze, et ve tüm mutfak eşyalarının satın alma, menü vb. yi Said Elçi, Nezir Aydın ve Ömer Turhan yürütüyor, ödemeleri Said Elçi yapıyordu. Cezaevine girdikten sonra bütün yetki ve görevleri Sayın Elçi üstlenmişti. Günde 3 öğün yemeği hep beraber bizim koğuşta yani daha aydınlık ve geniş olan 3.koğuşta yerdik. Sabah kahvaltıda bal, reçel, tereyağ, peynir, zeytin veya zaman zaman bir mercimek çorbası ile geçiştirirken, Antalya’nın taze sebze ve lezzetli eti ile sofralarımız donanırdı. Hiçbir zaman tek bir adli mahkum soframıza oturmadı. Biribirlerimizi karşılıklı davet ettik ama misafir olamadık.


Bizden yaşlı veya küçük olan herkes bize hürmet ediyordu. Kapı giriş-çıkışları, olta dönüşleri veya lavabo da hep sırayı bizlere veriyorlardı.
Cezaevinin bir kütüphanesi vardı. Mareşal Moltki nin Türkiye Mektupları kitabını ilk olarak burada gördük ve bize çok yaradı, kitaplıkta çok kitap vardı. Bizlerinde önemli kitapları ve bol bol okuma imkanı vardı ve bu okuma bana çok şey kazandırdı. Telgrafçıydım. Yazma kabiliyetim ve kompozisyonum iyiydi. Özellikle mektup yazmayı iyi beceriyordum. Bu yüzden yazar olmaya hevesleniyordum.
Şayet Antalya cezaevinde onca kitap, dergi ve gazeteleri okumasaydım ve her gün okuduğumuz gazetelerden yeterli doküman toplamasaydım, savunmamı bu şekilde istatistiki rakamlara bağlıyamazdım.
Cezaevinde bizi en çok güldüren Ömerli Aşireti Ağalarından Zübeyr Yıldırım idi. Çok fıkra biliyordu. Güzelde anlatıyordu. Satranç ve Dama oyununu bitirince genellikle Şükrü Alpergin ile Ömerli Aşiretinin Nusaybin deki politikasını tartışırdı ve Şükrü Zübeyri sıkıştırdıkça Zübeyr’in sesi yükselir ve “Hema ez mehmutkime ne etmâki me” derdi. Bende hayretle sorardım. “Peki nasıl oluyor da sen mehmudli iken Etmaki olaybiliyorsun? derdim. Gülüşürdük, bana ömerlilerin iki grup, iki parti gibi çizgileri varmış, sıkıldıkça aşiret mensubu birinden diğerine geçebiliyorlarmış. Bu durumu çok tuhafıma gidiyordu.
Zübeyr kendini Marksist addediyordu. Ağa lakabı gibi bir feodol yakıştırmadan uzak kalmak istiyordu. İlk üstadı Musa Antermiş, bir gün musaya sormuş “Nasıl lider olunur” diye. Musa Anter o espirili yapısıyla “Bak Zübeyr, Lider olmak istiyorsan büyükleri düşüneceksin, Marks, Englas, Lenin, Stalin gibi liderleri düşündükçe lider olursun” demiş. Yine de Said Elçi ona “axayê çalê” diyordu. Zübeyr Yıldırım kararlı ve inançlı bir militandı. Mit soruşturmasında işkence etmişler, çok eziyet vermişler ama Zübeyr of dememiş ve herşeye “bilmiyorum” demiş. Sonunda biri onun telefon defterini kontrol etmiş defterin bir yerinde “ser bıde sır ne de”yi okumuş.Vay senmisin “Ser ver, sır vermeyi yazan” yine işkence, yine dayak ve çeşitli eziyet. Ama Zübeyrden vaz geçmişler. Zübeyr çözülecek adam değildi. Bu güzel insan 1985 te, Diyarbakır sıkıyönetim işkencehanelerinde direne direne son nefesini verdi. O direnen ve onurlarını canları, pahasına koruyan şehitlerin yanındadır şimdi.

Silahlı Karşılama :

Antalya’da tahliye olduğumuzda galiba bayram arefesinin bir gün öncesi idi. Bayramın birinci günü ikindi vakti Baykana vardık ve o gece amcam M. Can’ın evinde kaldık. Bayramın ikinci günü Baykan’dan daha çıkmadan güneşle beraber 3 saatlik yolu kat ederek karşılamaya gelen Mınarlı gençleri görünce şoke oldum. Baykan, Eyncırn, Herbüz ve Kıkanaxwari den Gire Mıdewrê ye vardığımızda, yüzlerce insan bize ulaştı. Burası 3 km. Minardan uzak olup köyün karşısındadır. Gerek bizi karşılayanlar ve gerekse köyde bizi görenler tüfek ve tabancalarla ateş açmaya başladılar ve silah sesleri köye girinceye kadar devam etti. 30 yaşıma gelmiştim ama ilk olarak Minarlı analar ve bacılar tarafından gözyaşları arasında sarılıyor ve öpülüyordum. Müthiş bir sıcaklık duydum. Sanki zafer şenlikleri başlamıştı. Bu olayın bir şahidi de Tatvanlı Feqi Hüseyi’nin oğlu Nevzat Sağnıçtır. Ve çok şükür sağdır. Mutlaka bunları babasına da anlatmıştır. Mınar Nahiyesi çok eski bir yerleşim merkezidir. Şerefhan Rahmetli Şerefname de bu köyden söz etmektedir. Nahiye de altı ayrı ayrı familya yaşıyor ve hiç birinin diğeri ile kan bağı yoktur. Bizim Familyamız bu altı familyadan birisidir ve buraya yerleşmemiz 130 sene cıvarındadır.


Şu satırları yazdığım bu anda bile o sıcak ilginin sadece şuur altındaki milli hisler mi? yoksa sevdikleri ve umutlarını kendisinden kestikten sonra kurtuluşunu gördükleri biri için miydi. Bu konuda karar veremiyorum. İçinde bulunduğumuz 2003 yılının Nevruzunda 9.5 yıldır Zelê Kampı davasından dolayı cezaevinde yatan kardeşim Nimetullahı Şirvan cezaevinden alıp düğün dernekle ve büyük bir kalabalıkla Siirt’e götürdük. Kürtler hem zindandaki evlatlarına ve hem de şehitlerine her zaman değer vermiştir. Ama 1968 ile 2003 yıllarını karşılaştırdığımızda Minar jandarmalarını teyakuze götürecek kadar bir silahlı şenlik hala daha tuhafıma gidiyor. Tam 40 gün geçmiş olsun demeye gelen binlerce insan merakla konuyu deşiyor ve kürt meselesini öğrenmek istiyordu. 4 tane olayı kaydetmek istiyorum. Hem o zaman hakkında ipuçları olur, hem de nereden nereye geldiğimizi daha iyi anlamış oluruz.
1-) Sıloqan Aşiretinin ileri gelenleri Siirt’e bağlı Erbim Şeyhinin divanında beni tartışıyorlar. Derler ki filankes devlete karşı baş kaldırmış kürt hükümetini kurmak istiyor. Divanda Meçıkan Ağası, Haci Cemil şöyle bir tez ortaya koyar: “Şakir aklı başında okumuş, saygınlıklı bir kişi ve saygınlıklı bir ailedendir.Bana göre onun doğru bulduğu bir şey mantıklıdır. O hayal ve macera peşinde olacak kişi değildir. Eğer o böyle bir şeye inanmışsa demek doğrudur.”
2-) Babamla Baykan’a indiğimizde ikindi zamanı idi. Belediye Başkanı Hasan Çınar ve 50-60 kişi etrafımızda toplandı. Kahvede oturuyoruz. Herkes beni kucaklıyor ve babamı kutluyor. Mahmut Dundar adında Baykan’ın iş adamlarından biri bana yanaştı ve bir gün önce kara kuvvetleri komutanı Cemal Turalla Baykan’dan geçerken bir dilekçe ile Baykan’ın kalkınması için 1 tabur asker göndermesini talep ettiklerini, paşa dilekçelerini yırttığını “gidin kalkınmayı siyasetçilerinizden isteyin” dediğini anlatınca güldüm ve “ben neyin peşindeyim sen neyin peşindesin” dedim. Mahmud ne dediğimi anlamadı ve büyük bir ihtimalle hala da anlamamıştır.
3-) 1969 yılının sonunda Tatvan’a yerleştikten sonra Atmakan Aşireti Ağası ve kayın pederim Hacı Mamed Ağa bir gün bütün Atmakan ileri gelenleri ile beni divana aldı. Ve “Sen bizim damadımızsın. Seni seviyoruz. Hem senin için hem kendi güvenlikleri için siyaseti bırakmanı istiyor bu cemaat. Ne dersin?”dedi. Ben de bu soruyu bir soru ile karşıladım. “Sizler çok şükür müslümansınız. Şimdi birileri size dininizden vazgeçin, bu din bize zarar veriyor derse, bırakır mısınız? Hayır çünkü inanmışsınız. Ben de inanmışım. Neye inanmışım? Kürt olduğuma, ezildiğime, hor görüldüğüme, zulüm ve baskı altında olduğuma, bütün insani haklarımdan mahrum bıraldığıma inanıyorum. İnanıyor ve karşı çıkıyorum. Ben ne zaman size dedim ki “Gelin sizde karşı çıkın o zaman ya hak ve hukukunuz için sizde benim tarafıma geçersiniz veya susup boyun eğersiniz. Bu sizin bileceğiniz iş.”
Hacı Mamed Ağa bir kahkaha attı. Etmakan ileri gelenlerine “Gördünüz işte” dedi. “Gördünüz?” Bak biraz daha konuşursa hepinizin kafasını karıştıracak Ben size söylemiştim, onun bir bildiği var.” Münakaşamız böylece noktalandı.
4- Babam ve Medeni yê Mala Eliyle Unıs’la birlikte Mınar’dan kasrıke geçtik. Üç gün Haci Mamed Ağaya misafir olduk. Misafirliğimizin ikinci gününde Kasrıklı ve sonradan Menzil Şeyhleri olarak anılan Şeyh Abdılhekim Hazretlerini ziyaret ettik. Şeyh o zaman daha kasrikte idi.
Şeyh Efendi beni pasifize ettirmek için çok uğraştı. Babam hazır olduğu için uzun uzadıya babamla tartıştı. Çok mantıklı gerekçeleri ileri sürüyor ve beni pasifize etmek istiyordu.
Cemaatle namaz kıldık. Xetim ibadetine iştirak ettik ve iznimizi rica ettik. Herkes Şeyhin mübarek elini tavaf ettikten sonra sıra bana geldi, elini tuttum. O, her iki mübarek elleri ile elimi tuttu ve “senin çocukların var, sen görevini yaptın,bırak bundan sonra başkaları bu işi sürdürsün” dedi. Ben de “Sayın Şeyhim. İslamiyette çoluk çocukları için hak bilinen yoldan dönmek yakışık olur mu?”diye sordum.
Şeyh o nurani yüzünün ve mübarek gözlerinin şefkat dolu gülüş ve tasvibi ile “willahi, ben de senin gibi düşünüyorum, fakat elimden bir şey gelmiyor” dedi. Ben de: “Sizden sadece dua bekliyoruz. Siz duanızı bizden esirgemeyin yeter” dedim ve o gün o mübarek duasını aldım.
Muradlarına ermeyen analarımızın, babalarımızın, büyüklerimizin ve perişan halkımızın duaları her zaman bizimle beraber olacaktır. Büyüklerin kalpleri ve duaları bizimle oldukça hiçbir zaman yıkılmayacağız. Hala o büyük insanın duası benim en büyük moral kaynağımdır. Ve Mevlana Xalıt’ten bu güne bütün Kürdistanlı Nakşi Önderlerinin mazlum Kürt halkından yana inanıyorum.


Yüklə 0,5 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin