A. Şiddetin Türleri 1. Bireysel Şiddet
Bu ayrımın temelinde, şiddetin durumu ve şiddetin varolan sistemle olan ilişkisi yatmaktadır. Söz konusu şiddet, sistemi veya varolan yapıyı değiştirmeye yönelik bir soyut içeriyorsa siyasal şiddet olarak ele alınmakta, hedef olarak bireyi veya şakın çevresini alan ve toplumun geleneksel yapısıyla beslenen ve böylece sistemin mevcut yapısının sürekliliğine katkıda bulunan bir boyut içeriyorsa, bireysel şiddet olarak tanımlanmaktadır.
Burada, “İki eksenli bir ayırıma gitmek zorundayız. Önce birinci eksene bakalım. Burada ikili bir ayrım yapmak gerekiyor: 1) Topumun temelini gözüne kestiren bir ihtirasın harekete geçirdiği erk mücadelesinin uzantısı olan şiddet uygulamaları. 2) Yalnızca bireyin yakın çevresini ve (ya da) o andaki muhatabını gözüne kestiren ihtirasın hareket geçirdiği erk mücadelesinin uzantısı olan şiddet uygulamaları. Şimdi ikinci eksene bakalım. Bu eksen de ikili bir ayrım içeriyor. 1) Açık, fiziksel şiddet. 2) Sembolik şiddet. Açık fiziksel şiddeti görmek, izole etmek kolaydır. Çizginin bir uçunda açık fiziksel şiddet duruyorsa, öteki uçunda dilsel kalıplar, atılan başlıklar, yüz ifadeleri arası gizlenmiş imalar, berikini psikolojik olarak geriletmeyi amaçlayan el ve gövde tavırları vb. duruyor. Hepsi de tahakküm arayan ve bence şiddet içeren öğeler” (Uğur 1992: 21-22).
2. Siyasal Şiddet
Bu çevrede şiddetin türleri ayrımında, “İlki, terör (dehşet) öğesini de içeren, siyasal şiddet eylemleridir” (Ergil 1980: 7-8-9).
Söz konusu şiddeti oluşturan öğeler geniş bir yelpaze çizmektedir. “Siyasal şiddet, fiziksel gücün meşru ve yasal olmayan biçimlerde kullanılması olarak ele aldığımızda, bireysel şiddetten cinsel ve etnik çatışmalar, gerilla hareketlerine, iç savaşa veya devlet teröründen askeri askeri müdahalelere, hatta uluslar arasındaki savaşlara kadar uzayan çeşitlilik gösterdiği ortaya çıkar. Bu nedenledir ki, son yıllarda dillerden düşmeyen ‘terör’ kavramının belli siyasal şiddet türlerinden yalnızca biri olarak ele alınması zorunludur” (Keleş 1982: 1).
Bir diğer şiddet türü ise, birey ve yakın çevresi boyutunda, gücünün yettiği muhatabına yönelik olarak gerçekleşen bireysel şiddet türüdür ki bu şiddet eylemleri, “Toplumun tümünü veya onun ekonomim ya da siyasal sistemlerini değiştirmeye yönelik eylemler değildirler. Tam tersine, bireysel hedefler seçildiği için, sorunların asıl kaynağı olan toplumsal sistemin mevcut yapısıyla sürekliliğine katkıda bulunurlar” (Ergil 1980: 53).
Bu sorunsalın kaynağı insanlık tarihi kadar eski ve onun kadar bu tarihe egemen. Bu nedenle, şiddete kaynaklık eden bireysel ve siyasal boyutta karşısındakine egemen olabilme, tahakküm edebilme mücadelesinin tarihi, bir o kadar da eski. Unutulmaması gereken, sözü edilen bireysel şiddeti doğuran kaynakların ortaya çıkarılmasının bir anlamda, bu şiddetin de içinde yer aldığı toplumsal sistemin ve bu sistemin dayandığı dinamiklerin açıklanmasına bağlı bulunduğudur. Bunlardan en başatı, siyasal örgütlenmenin ve otoritenin en gelişmişi sayılan devlettir. Marksist teoride, “Devlet, yönetici sınıfların artık değerin zorla elde edilmesi sürecine (kapitalist sömürüye) boyun eğmesi için, işçi sınıfı üzerindeki egemenliklerini güven altına almalarını sağlayan bir baskı mekanizmasıdır” (Althusser 1989: 23).
Devletin baskı aygıtının yanına Althusser yeni bir kavram getirir; “Devletin ideolojik aygıtları; DİA’lar devletin (baskı) aygıtıyla ayni şey değildirler. Marksist teoride, Devletin şunları kapsadığını hatırlayalım; hükümet, yönetim, ordu, polis, mahkemeler, hapishaneler vb. ki bunlar bundan böyle devletin baskı aygıtı adını vereceğimiz şeyi oluştururlar. DİA ile birbirinden ayrı ve özelleşmiş kurumlar biçiminde dolaysız olarak çıkan belli sayıda gerçeklikleri belirtiyoruz.
–Dini DİA, öğretimsel DİA (değişik, özel ve devlet okulları sistemi),
–Aile DİA ’sı (Emek gücünün yeniden üretimine katılır. Üretim tarzlarına göre, üretim birimi ve/veya tüketim birimidir).
–Hukuk DİA ’sı (Hukuk aynı zamanda hem devletin baskı aygıtında hem de DİA’lar sisteminde yer alır).
–Siyasal DİA (değişik partileri de içeren sistemi).
–Sendikal DİA,
–Haberleşme DİA ’sı (basın, radyo televizyon vb.),
-Kültürel DİA (edebiyat, güzel sanatlar, spor vb.).
DİA’lar Devletin (Baskı) Aygıtı ile aynı şey değildirler. Devletin bir tek baskı aygıtı varsa, çok sayıda DİA olduğunu gözlemleyebiliriz. DİA’ları, devletin baskı aygıtından ayıran şu temel farktır. Devlet’in baskı aygıtı zor kullanarak işler, oysa DİA’lar ideoloji kullanarak işlerler’’ (Althusser 1989: 28-29-30).
Özellikle Batıda üretimin geniş boyutlarla gerçekleştirildiği, bir başka deyişle, üretimin toplumsallaştığı bir meta ekonomisine geçişle birlikte, önceleri toplumun dışında tutulabilen büyük kalabalıkları artık toplumsal hayata katılma ve biçim verme yol ve yöntemlerinden uzak tutabilmek mümkün olamadığından, “Çağdaş toplumlarda bu araçsal düzenlemelerin arasında zor kullanımı bugün de varlığını sürdürmektedir. Fakat, üretim sürecinde istihdam edilen teknolojinin gelişkinliği nedeniyle bugün erişilen verimlilik düzeyini en yüksek düzeyde realizme edebilmek için insan etmenin zor yerine, katılmaya yöneltisi kültürel düzenlemeler ile yönetilmesi gerektiği için, zor gücüne dayanan yöntemler eski itibarını yitirmiştir. Bu, egemen sınıfın ve yanında yer alan toplumsal katmanların salt insancıl duygularının değişmesinin değil, bir kez daha vurgulayalım ki, maddi kültürdeki gelişmeler sayesinde elde edilen üretim teknolojisindeki gelişkin öğelerden yararlanabilmenin köle ya da serf statüsünde tutulacak olan emek ile mümkün olmayışının anlaşılmasının bir sonucudur” (Oskay 1982: 245).
Böylece, “Teknolojideki gelişmeler sayesinde artan toplumsal üretimden geniş toplumsal kesimleri bir ölçüde yararlandırma biçimindeki yöntemlere başvurulmuş ve böylece bu kesimlerin toplumdaki sisteme entegre olmaları sağlanmıştır. Böylece şiddetin kaynaklarından olan ve zor tekelini elinde bulunduran, kendisini devlet olarak nitelediğimiz, hem toplumsal yeniden üretilmesinde araçsal niteliği bulunan hem de, kimi alanlarda belirleyiciliği olan otorite de sistemi ayakta tutabilmek için, eskilerde sık sık kullandığı baskıcı işlevleri terk etmek durumunda kalmıştır. Günümüz yönetimi, baskıcı işlevlerden çok, onların yerine geçmek için ideolojik işlevleri kullanıp onlara ağırlık vermek zorundadır” (Kazancı 1981: 415-436).
Geniş toplumsal kesimlere, “Toplumsal yaşamın herkes için en iyi ve en doğru yaşam biçimi olduğunun kabul ettirilmesinde, ikna ve uzlaşma işlevlerini yüklenmiş olan çeşitli araçsal ve kültürel düzenlemeler kullanılmakta ve böylece, bireyin bilincinin bireysel ve kollektif bilinç boyutunda düzenlemesi yoluyla sistemin yeniden üretimi gerçekleşmektedir. Bireysel bilincin düzenlenmesi; bireyin toplumdaki kendi sınıf ve statüsünü unutturacak biçimde, sistemin sürekliliği açısından kendisine yüklediği iş ve edimler sırasında, kolektif kişilikler içinde, farklı konumlardaki insanlarla girdiği asılsız/sözde/yanlış özdeşleşmeler yoluyla sağlanmaktadır. Varolan toplumsal yaşam içinde sistemin uygun ve layık gördüğü toplumsal konumla tam olarak bireyin ikna ve tatmini mümkün olamadığından, işlik dışı yaşam alanlarında serbest zamanlarda ise, sınıf olma bilincine erişemeyen, atomize olmuş tek tek bireyle olarak, yaşamı anlık algılamalar içinde yaşayan bir birey konumunun oluşturulması zorunlu olmuştur. Böylesi ussallaştırılmış ve bürokratik bir sistem içinde, bu tür hegemonik ilişkileri üreten başat kültür/kitle kültürü alanları dışında, kişilere boşbileceği, özgürlük ve rahatlık hissi verebileceği alt-kültür alanlarının/adacıklarının oluşturulması ve kendilerine ‘açılmış’ bulunan tüketim olanakları, taksitli satışlar ve reklam güdülemeleri yoluyla bir üst sınıfın tüketim kalıplarına özendirilmeleri, sistemin yeniden üretilmesi açısından önemli bir kültürel ve araçsal düzenleme olmuştur. Gündelik yaşamın bu ussallık dışı görünümünün kabulünde, yarışmacı ve tüketim toplumunun değerleri önemli bir işlev yüklenmektedir” (Kazancı 1981: 437-438).
Üretimin toplumsallaşmasıyla, üretimin koşullarından gittikçe daha az bilgi sahibi olmaya başlayan ve böylece üretim sürecinin bütününü görmekte alıkonulduğu bir toplumsal yaşamda bulunan bireyin, yaratıcısı olduğu emeğinin ürünlerin toplumdaki sınıflar arasındaki bölüşüm kararlarının emeğin dışında ve ona karşıt bir başka toplumsal sınıf tarafından ele alınmakta olduğundan emekten bağımsız bir güç olarak karşısına çıkması ve onun nesneleşmiş formalarına sahip olamamanın getirdiği yoksunlaşma ve yabancılaşmayı yaşaması, diğer yandan, çek şeklinde aldığı uyarımlar ile günlük yaşamı anlık algılamalar yoluyla, bütünlüğü içinde görmekten uzak bir anlamlandırma içinde görmesi, sonuçta, bireyin varolan realitenin değiştirilmemesinden dolayı kıskanması ve husumet dolu psikolojik tutumlar içine girmesine yol açmaktadır. Böylece, sistemin yarışmacı ve tüketim etiğini içinde barındıran kitle kültürü, insanlarla kurulan ilişkilerde av-avcı konumlarını olabileceği inancı içinde, “İnsanı eşitsizlik ilişkileri içinde yaşatıyor, yalnızlaştırıyor. Gücü yeten dilediğini yapabiliyor. Bu durumda herkes kendisinden daha güçlü olanların karşısında boyun eğmekte, gücü yettiğindeyse zorba kesilmekte. Böyle bir toplumsal realite insanlarda husumet yaratıyor. Sonuçta, her hiyerarşik kademe içindekiler öncelikle kendi konumlarındaki insanları hırpalayıp onlardan kopuyor, onları karşıt bir konuma geçirip yalnızlaştırıyor” (Oskay 1992 a: 8-11).
Özellikle bu durum, sosyo ekonomik yapının hızla değiştiği ancak ekonomik gelişmenin aynı hızla gitmediği ve bu nedenle, bu değişmenin gerektirdiği yapılanma içinde özellikle bu değişimden dolayı durumları sarsılan eski sosyal sınıfların, endişe ve istemlerini duyurabileceği katılımcı ve bölüşümcü bir demokratik kurumlaşmanın yeterince oluşamadığı ülkelerde daha da önem kazanmaktadır. “Alışılageldikleri toplumsal kurumların değişmesi, inana geldikleri değerlerin anlamını yitirmesi, anlamsızlık ve güvensizlik duygusunu pekiştirir insanların, Şimdiye dek alıştıkları yaşamlarına anlam ve yön veren, onlara davranışlarında başvuru çerçevesi oluşturan inanç, değer ve kurumlarıyla bir yaşam biçiminin değişmesi milyonlarca insanı rahatsız edecektir. Sürekli ekonomik bunalımda toplumda yaygınlaşan tedirginliği ve güvensizliği besliyor. Hele bu bireyler kurulan yeni dünyanın taleplerini karşılayacak beceri, bilgi ve ekonomik işlevlerle ya da fırsatlarla donatılmamışlarsa” (Ergil 1980: 53-61-117).
Yine söz konusu ülkelerde, değişimi ve dönüşümü gerçekleştiren iç dinamiklerin yaratılması mümkün olmadığından, bunu belirleyen güç, dış dinamikler ve dışardan ithal edilen ve dışsal öğelere bağlı bir yaşam üslubunun kendisi olmuştur. “Bu ülkelere, ekonomik gelişme hızlarını aşan bir tempo ile ihraç edilen bu yeni hayat tarzı, geri kalmış ülkelerin içinde egemenlik ilişkilerini sürdürmeye yaradığı için, yerli egemen sınıflarca da ekonomik alanda yaratacağı çeşitli sorunlara rağmen karşı çıkılması olanaksız bir zorunluluk olarak kabul edilmektedir” (Oskay 1992 a: 252).
Bundan dolayı, doğrudan baskı yöntemleri yerine, kültürel hegemonyaya dayalı araçsal düzenlemeler kullanılmakta ve özellikle kitle iletişim araçları yoluyla belirli bir yaşam üslubunun verilmeye çalışıldığı görülmektedir. “Öteki birçok ülkede olduğu gibi ülkemizde de dizilerde işlenen öğeler yaşama girmekte daha sonra bu öğelere uygun rol ve ilişkiler, toplumsal formasyon içinde yer almaktadır. En sonunda global hatlarıyla bir yaşam biçimi hem özlenen hem de olabildiğince taklit edilen bir amaç durumuna gelmektedir. Amerikan yaşam biçimini (American way of life) her ABD kaynaklı yapıt ister istemez kullanmaktadır” (Kazancı 1981: 411-436).
Böylece, dışardan gelen üst yapısal öğeler bağlı olarak yukarıdan aşağıya bir yasal düzenleme yoluna gidilirken, bu değişime uygun bir alt-yapı ve gelişkin bir insan potansiyeli oluşturulamadığından dolayı, anlayamadığı ve özümseyemediği bu değişimlerde, “Yeni amaçlar gösterilirken, bu amaçlara varmak için aynı oranda gelişmemiş, geliştirilmemiş olan alt-yapı ekonomik fırsatlar, yoksul tabakalara bunlara erişme fırsatında üst sınıflar kadar olanak sağlamaz. İşte amaçlar-araçlar arasındaki bu aralık ne kadar açıksa, topluma benimsetilen amaçlara varmak için başvurulan araçlar ve yöntemler de olağandışı biçimler alır. Büyük ölçüde dış kökenli, fakat yerli üst sınıfların benimseyip yaydığı değer ve amaçlara varmak için yeterli araçlara sahip olmaya sosyal tabakalar içinde, yine üst sınıfların koyduğu kuralların dışına çıkan suçların çok olması bu yüzdendir. Böylece, Bu sosyal gruplar ve katmanlar huzursuzluklarını şu ya da bu şekilde dışa vururken, huzursuzluklarının kaynağı olan sosyal ve ekonomik yapıdan yabancılaştıklarını gösteren davranış türleri sergiliyorlar” (Ergil 1980: 109-118).
Bunun altında, toplumsal statü ve konum atlamanın, ekonomik boyutunu yükseltmenin, başarı ve güvenlik duygusunun yarattığı beklentilerden, varolan realite içinde yoksun bırakılmışlığın getirdiği yaygın engellenme duygusu yatmaktadır. “Hızlı toplumsal değişme özellikle yoksun kimselerin beklentilerinin, olanaksızlık ya da başkalarınca, bunların beklentilerini elde etmelerine ısrarla karşı çıkılması durumunda, işe daha da ciddiyet kazandırmaktadır. Yaşamın isteklerine yanıt verme olanakları sınırlandırılmış olan ve daha başka çözüm de göremeyenler, sonunda, şiddete başvurmaktadırlar. Şiddet, onlara toplumda çok yüksek değer kazanmış nitelikler olan başarının, yükselmenin ve statünün bir seçeneği, hatta tek yolu olarak gelebilir” (Halloran 1983: 63-84)
Anonimleşen toplumsal ilişkilerin oluşturduğu sınıflı bir toplumsal yaşamda, sistemin etkinliği açısından bireye yüklediği ve benimsettiği konumun ve rollerinin icrasının sağlanması, diğer yandan, varolan toplumsal konumdan dolayı duyulan rahatsızlıkların ve kırgınlıkların doyumunu, işlik dışı yaşam alanlarda sistemin yarışmacı ve tüketim etiği içinde av-avcı, ezen-ezilen insan ilişkilerine dayalı olarak arayan hırslı, acımasız tek tek bireylerin yaratılması ve de yabancılaşmayı ve şiddeti temel alan bu toplumsal ilişkilerin misti fiye edilmiştir. Bir olgunun, nesnenin, bir ilişkinin gerçekliğinin algılanmasını anlamı bakımından bozma, çarpıtma; görünümünü bulanıklaştırma bir kurgusal replikasının verilmesi, sonuçta; özellikle toplumsal konumlarını değiştirme umutları olmayan orta ve alt-orta sınıflarda, değiştirilmeyen varolan realiteden doğan husumetin, toplumsal realitenin diğer kurbanlarına yönelmesine ve onlar üzerinde şiddet kullanımı yanında, daha güçlü olanların veya iktidarı elinde tutanların şiddet uygulamasının meşrulaştırılmasına ve böylesi bir toplumsal realitenin normalizasyonuna ve içselleştirilmesine yol açmaktadır. Böylesi bir ortamın oluşmasında, hem kendi toplumsal konum ve varoluşunun gerektirdiği biçimde bilgilenmenin, hem de benzer konumdaki insanlarla iletişimin ortadan kalkmasının ve böylece, kendi sorunlarına şiddete dayalı çözümler dışında getirebileceği bir alternatif toplumsal realiteyi gerçekleştirebilecek bir bilince sahip olmasının olanaksızlığı yatmaktadır. Çünkü; “ İletişim bombardımanından söz edilen, modern zamanımızda insanların kendi sorunların çözümünün toplumsal yapıdaki değişikliklere bağlı olduğunu anlamalarını kolaylaştıracak içerikte hayata, kendi konumlarına benzer konumdaki diğer insanlara ilişkin iletişimin ortadan kalkmış bulunuşudur. Kitle iletişim araçlarının bu denli çoğaldığı, hayatımızın her alanını bu denli kapladığı günümüzde görebildiğimiz, izleyebildiğimiz, öğrenebildiğimiz hayatın gerçek yüzü değil de, onun sistem açısından yapılmış kurgusal bir replikası ise; sokaklarımızdaki binaların duvarlarından tutun da, odalarımıza dek her yanımızı dolduran iletiler gerçek bir iletimden çok bir gürültünün serpintileri ise yaşadığımız, kabullendiğimiz bugünkü hayat tarzımızı yeniden değerlendirmemiz gerekiyor” (Oskay 1992 b: 32-112-113).
Böylece, kitle araçlarını şiddeti temel olan davranış biçimlerini göstermesi, meşrulaştırması konusundaki gerçek etkileri; varolan toplumsal realitenin mistifiye edilmiş görünümlerini sunan, bir başka deyişle, sistem etiğinin aynısını haklılaştırıp, meşrulaştıracak bir biçimde veren anlatım biçimiyle olmakta ve bu şekildeki bir enforme ediş biçimi ise, böylesi bir yaşamın görünümlerinin ardındaki gerçekliği görmemizi engelleyen yoğun bir yanılsama ve yanlış bilince yol açmaktadır.
Şiddetin kitle iletişim araçlarında sunumu ya da veriliş biçimlerinin ve bu alandaki etkilerinin ortaya konması, her şeyden önce, iletişime, kitle iletişimine ve kitle iletişim araçlarına yüklenilen anlam ve işlevlerin hem genel boyutta hem de bu araçların kendine özgü boyutunda ele alınmasını gerektirmektedir.
Dostları ilə paylaş: |