BAYRAĞIMLA KiM OYNUYOR.?!!
Türk bayrağının üzerinde bulunacak simgeler anayasanın güvencesi altındadır. Boyutları, rengi, altın orana göre sınırlanmıştır. Evrensel bir yapısı, ulusal, derin bir anlamı vardır. Tabusaldır.
Şimdileri görüyorum, bayrağın üzerine “yetmiş beşinci yıl” yazılmıştır. Bilinmez yarın neler yazılacağını.
Siyasiler yarınları unuttular. Dünü unuttular. Geride tek gücencemiz dürüstlük örneği kamu üst görevlileri kaldı.
Sivil toplum örgütlerimiz ise hala etkili olamıyor.
Hemen hergün onurumuzdan birşeyler koparılmağa çalışılıyor, canımız hep yanıyor, yüreğimiz sızlıyor.
Öksüz kalan güzel türkçemiz
Ulusal yazımız
Ne dediği belirsiz ecnebi tabelalarımız
Bazı gazetelerin anlatış düzeni
Televizyon radyo sunucuları
Dili yanlış kullanmakta adeta direniyorlar. Mağluplargalipler yerine, yenenyenilen diyemiyorlar. Böylece ülkemiz genelinde iletişim sıkıntısını hep birlikte çekiyoruz.
Şimdi de bayrağımızla oynuyorlar.
E. Aydın
EMEKLİ ÖĞRETMEN ETHEM AYDIN'A MEKTUP
Küçükyalı/İstanbul 07Aralık1998
Bayrak, bir ulusun simgesi, bir ulusun yaşam kaynaklarından biri, uğruna can adanan bir ulusal değer.
Aslında her ulus bireyinin saygı göstermesi gerekli olan, bir "millet olma" unsuru bayrak. Ama gel gör ki, beklenen o saygı unsurların bireylerine göre değişebiliyor. Örneğin ülkemizde kırmızı, beyaz, ay ve yıldız, insan vücudunun belden ve üst kısmında ve sol tarafına yakın bir yerlerde yürek kabartırken, Amerika Birleşik Devletleri'nde kırmızı, beyaz, lacivert ve yıldız, at çobanlarının blucin denilen pantolonlarının kıç kısımlarında bir yama veya Florida sahillerinde gösterime çıkmış şuh bir sarışının vücudunu sımsıkı saran bikinisinin alt parçasının malum bölgesine bir simge olabilmekte.
Ulusların simgesi, bazen de çeşitli ulusların kültür ve eğitim yoksunu bazı bireyleri tarafından değişik bir şekilde yorumlanabilmekte. Örneğin PKK taraftarı bir kendini bilmezin, herhangi bir Avrupa ülkesinde Türk bayrağını yakarken yürekleri sızlayanlar, hırslananlar arasından bir başka kendini bilmez, Öcalan olayları nedeniyle İtalyan bayrağını nasıl yakabilir? Bu soruya cevap vermek oldukça güç.
Bu arada Yeni Adana gazetesi'nin 20 Ekim 1998 tarihli sayısında, emekli öğretmenlerimizden Sayın Ethem Aydın'ın düşüncelerindeki hassasiyet, içeriğine yansımış yazısını okudum. Kendileri, Cumhuriyetimizin 75. yılı nedeniyle oluşturulmuş özel logoya, Türk bayrağının üzerine "Yetmiş beşinci yıl" yazılması nedeniyle tepki göstermiş.
Değerli hocam, düşünceleriniz ve hassasiyetiniz önünde saygı ile eğiliyorum. Lakin hocam, o bir 75. yıl özel logosu. Yani yakalarımıza taktığımız değişik şekil ve boyutlardaki kırmızı, beyaz, ay ve yıldızdan oluşan rozetlerden hiç bir farkı yok. Kaldı ki, Türk bayrağı için çıkartılmış yasa ile bu yasaya parelel tanzim edilen tüzükler, böyle bir logoyu şekillendirmeye kanımca engel değil.
Yukarda da belirttiğim gibi hassasiyetinizi anlıyorum ve saygı duyuyorum. Ama acaba siz, yıllardan buyana gözlemlediğim, aşağıda sıralayacağım durumlara nasıl bir tepki vereceksiniz, merak ediyorum?
Bayrak, vatandaş tarafından evinin balkonundaki çamaşır ipine mandalla asılmış. Ertesi gün, evin hanımı çamaşır yıkamış ve yıkanan çamaşırların asılması için, bir gün evvel mandallanmış bayrak ipin kenarına çekilmiş, yanına çamaşırlar asılmış; hep beraber dalgalanıyorlar, rengarenk.
Bayrak, bir başka vatandaş tarafından evinin balkonundaki çamaşır ipinin bağlı bulunduğu demir ayaklara yine mandalla asılmış.
Başka bir evin penceresine asıldığı düşünülen bir başka Türk bayrağının uçkurluğundan geçirilen ip, uçkurluk kenarlarına sabitleştirilmemiş ve ip uçkurluğun içinde serbest kalmış. Bir zaman sonra bayrak rüzgardan, pileli bayan eteği gibi büzülmüş ve ipin orta erinde toplanmış. Bayram günü olmasa, evin penceresine asılı olmasa, bu yalnız kırmızısı belli olan görüntünün bayrak olduğuna bin tanık ister.
Muhteremin başka bir bayrak almaya parası yetmemiş herhalde. Rengi atmış ve galiba kullanılmaktan alt kenarı saçaklanmış bir bayrağın bu zedelenmiş kısmı sözde onarılmış. Ne yapılmış? Zedelenmiş kenar kesilmiş, yeniden kenar yapılarak dikilmiş. O zaman ne olmuş biliyor musunuz? Boyu, genişliğinin birbuçuğu olan dikdörtgen şeklindeki Türk bayrağı, dört kenarı birbirine eşit kare şeklindeki bir bayrağa dönüşmüş.
Adamın evindeki bayrağın ölçüleri ile astığı yerin ölçüleri tutmamış. Bakıyorsunuz bayrağın yarısı kayıp, ay ile yıldızın yarısı görünüyor, yarısı görünmüyor.
Daha sıralayacağım ama, hem mektubum uzayacak, hem de gönlüm elvermiyor hocam, gönlüm elvermiyor.
Galiba bazı kafalara, bazı değerleri tam olarak sokamıyoruz. Ne dersiniz?
Saygılarımla, Zühtü Çatık
SAYIN ZÜHT'DÜ ÇATIK
Kıymetli mektubunuzu birkaç defa okudum. “Logos” sözcüğünü sözlükten aradım. Logos kelimesi, (söylemek, konuşmak, söz, düşünce, kavram, evren yasası, mantıksal deyiş, bir şeyi anlaşılır kılan temel, insan ruhunun us'la ilgisi, yaşamın bilinçsiz güçlerinin karşısına, etkin bilinç ilkesi, evren usu, evren yasası, tanrı sözü, tanrı ve evren arasında aracı, her bilgiyi olanaklı kılan, tanrısal ışık, bilgi kaynağı) anlamlarında kullanılmış. Benim anladığıma göre, logos kelimesi, canlılığın değişmezleri olan atom ve benzerlerinin genel adıdır.
Tarih sahnesinde egemenliğin potasında kendini kanıtlamış her ulusun logos’u bayrağıdır. Kalitesi, kaligrafisi değişmez. Ne sebeple olursa olsun, üzerine birşey yazılamaz. Reklamda araç yapılamaz. Ölçüleri ve grafiği bozulamaz. Sanal ve psikolojik değeri yıpratılamaz.
Her bayrağın ölçütleri geometrik oranları sabitlenmiş, dibağçelere resmedilmiş, kanunlarla koruma altına alınmıştır. (Bakınız ansiklopediler)
Mektubunuzda günlük yaşamdaki olumsuzlukları örneklemiş, üzüntünüzü dile getirmişsiniz. Hepsine katılıyorum.
Düşüncede, mikroda olaylar sıradandır, olağandır, evrimin gereğidir.
Bir düşünceyi insanlığın geleceği bazında ortaya koyarken, ölçüyü mikro olarak değil makro olarak söyleme getirmek kaçınılmaz bir olgudur. Yazanlar, çizenler, çok ileriye bakarak söylemlerini kurarlarsa görevlerini yapmış olurlar.
Söylemi biraz açarsak:
Issız, karanlık, çamurlu, bir dağ yolunda, olumsuzların tuzağındasınız, geri döneme şansınız da yok, çamurlara bataçıka, ilerleyeceksiniz... Ağzınızda şarkılıktan çıkmış iniltilerle:
D
RESİM
ağ taş deme ilerle
Dağ başını duman almış
Gümüş dere durmaz akar
Güneş ufuktan şimdi doğar
Yürüyelim arkadaşlar
Yaşamın yüksek bir anlamı olması gerek, yoksa, yaşanmışlığın ne tadı olurdu. Geçmişin belleği bize yarınlarda nazıl olmamızı söylemiyorsa veya anlamada zorlanıyorsak, yaşanmışlık adına eksikli sayılırız.
Büyük Türkiye Cumhuriyeti her türlü olumsuzluklara karşın dev adımlarla ilerliyor. İç dinemiğini de koruyarak.!
Biz onmilyon iken onuncuyıl marşını hep bir ağızdan söylerken de şeriatçılar vardı, 65 milyonken de aynı oranda varlar.
Umarımızı koruyarak, Atatürk’ü tekrartekrar okuyarak, satır aralarına da dikkat ederek sorunları veya sorun sandığımız engebeleri aşacağımızdan hiç kuşkunuz olmasın. Saygılar sevgiler.
E. Aydın, 29Ocak1999
ÜLKEDE DEMOKRASİ VAR!
SAHİBİ NEREDE ?
Sanırım dünyada örneği olmayan başbakanı da biz seçtik. Biz doğma büyüme hep birinciyiz dünyada. (şöyle veya böyle).
Dış ülkellerde mal varlığı,tecimsel kuruluşları olan.
Ülkesinde (kırallardan daha özgür,sorumsuz)
Yasalar kanunlar,ona karşı yetkisiz.
Devlet kurum ve kuruluşlarının yaptırımlarından muaf. Olanları sağır sultan bile duydu inandı.
Herkes “malı götürüyorlar” diye bağırıyor. Askerden başka duyarlılık gösteren yok.
Bu ne biçim demokrasidirki EVİMİZDE YANGIN VAR çığlığına yanıt veren söndürmeye gelen yok.
Benim bildiğim yangında demokrasi kuralları deyil, acil önlemler uygulanmasına gereksinim vardır.
Yanan vatansa, kanunlardan önce insiyatif harekete geçmelidir.
Kamu vicdanı böylesine bekliyor, oyalanıyor.
E. Aydın, 20Nisan1998
LATIN A.B.C ,
MİLLET MEKTEPLERİ. TÜRKOCAKLARI
Anadolu insanı asırlar boyu sessiz doğayla uğraşmış kendiyle barışık yaşamayı becermiş, böylece kendine özgü bir felsefesi de oluşmuş. Zaman olmuş ağaçlarla, dağlarla konuşmuş, otaçiçeğe hayvana haşada esgiler türküler düzmüş. Sevincini kederini onlarla üleşmeyi seçmiş. Böylece yalın, zengin dünyasında devleti dirlik için saymış, devlet ise onu sadece vergide ve savaşlarda aramış.
Zamanlar zamanları, asırlar asırları kovalamış. Yine asırlar boyu Asya, Avrupa’yı kapsayan Osmanlı İmparatorluğu kendi içinde bozulmaya sonsuz gibi gözüken gücünü yitirmeye başlamış. İsyanlar, sonu gelmeyen bitmez kanlı savaşlar, işgaller...
Karagün, kararıp kalmaz. Bir gün güneş doğar.
Cumhuriyet kuruluyor. Başta bütün dünyanın saydığı başkomutan....Gazi Mustafa Kemal.!
Cumhuriyeti kurmaya soyunan özveri, öngörü, sağduyu örneği bayrak insanlar: Atatürk ve arkadaşları.!
Asırlar boyu geri kalmışlığın nedenlerini iyi biliyorlardı. İleri görüşlü ve cesurdular. Onlar için eğitim ve öğretim öncüldü. Bütün atılımların ilk koşuluydu. Bundan neden, savaş biter bitmez 1924’te Amerika’lı Prof John Devey bir uzmanlar gurubuyla Ankara’ya çağırılmıştı. Devrimler başlatılmıştı. 1927’de latin a.b.c üzerinde uzun tartışmalardan sonra kanun hazırlandı. 1928’de uygulama bütün yurtta “halk mektepleri”yle başlatıldı.
Gündüzleri bizlerin doldurduğu sıralar akşamları önce memur, amir, esnaf, tüccarlarla doldu. Din adamı olan babam ve müftü Nadir efendi yeni yazıyı ilk sökenlerdendiler. Dahası Onlar da halka ders vermeye soyunmuşlardı.
RESİM
Daha sonra yaşlılar, orta yaşlılar, köylüler, kasabaya akın etmişler, davullar zurnalar eşliğinde alanları doldurmuşlardı. Alfabeyi sökenler mukavvadan, kapıdan yazı tahtası, alçıdan tebeşir yaparak şölene katılmışlardı. Kahvehaneler tıklım tıklım olmuş A,B,C sesleri ayanılmaz bir güçle ağızlara yer etmişti. Kahveci “bağırana çay yooookk” diyor, A,B,C tümcesiyle “ağalar”, “beyler”, “çay” nakarat ediyorlardı. Hele hele evlerde öğrenciler harfleri havada çizerek ağızlarını koca koca açarak tekrar etmeleri suskunluğa alışmış aile yapısının sınırlarını aşıyor dayanılmaz olunca baba: “kafa şişiriyorsunuz, siz yavaşı bilmez misiniz” diyordu.
Okulda başöğretmen “tavan sallanıyor susun!”
Camide imam gürültü üzerine konuşurken cemaat :”Hocam bizi susturaman gayrı, sen de yüksek konuş” diyordu.
Suskun millet konuşmaya başlamıştı. Artık susmayacaktı. Kaymakam saat 12 den sonra sokakta bağıra bağıra konuşmayı yasak etmişti. Gece bekçisi düdük çalıp sarhoşları uyarınca yanıt melodili abc geliyor. O da dayanamayı aynı makamdan ses veriyordu. Davullar abc vuruyor, çoşkulu kalabalık abc yoğunluğunda oynuyor, sallanıyor; güneş abc ile doğuyor, batıyordu.
Vatandaş yolda bir yazılı kağıt parçası görmeye görsün. Onu yakalamak için rüzgar oluyor, sökmeye çalışıyor, beceremezse gelen geçeni başına topluyordu. Bu, zaten yığınların eğlencesi oluyordu
Biz küçükler, ödev dışı çabalar harcar ertesi gün sokak şenliği hazırlardık. Sabah okula giderken sezdirmeden birkaç kağıdı rüzgara emanet ederdik. Bu, öğretmenlerimizin bizler için olduğu kadar halkımız için de yararlı, dahiyane bir buluşuydu.
Dil devrimi öylesine bitek bir toprağa rastlamıştıki; tohum yere düşmeden boy üstüne boy kazanıyordu. Bir gün bir diğer güne denk değil; aylar yıllar, asırlar kadar farklı oluyordu.
Herşey rüyalar kadar hızlı, onlar kadar görkemliydi. Sanki bir gökkuşağı altından geçiliyordu. Tansıktı.! Nükleer bir patlama olmuştu. Toplumun yapısı akıl almaz bir hızla gelişiyordu.
1930 lara gelindiğinde, Türkocakları, Halk evleri, okullar, Müsahipzade Celal’den; İstanbul efendisi, Macun hokkası, Yedekci, Fermanlı deli hazretleri, Aynaroz kadısı, Bir kavuk devrildi, Mum söndü, Pazartesiperşembe, Balabanağa, Namık Kemal’in; Vatan ve Silistre’si sahnelere konmuş, halkımız bir hafta boyu dönüşümlü olarak izlemişti.
Amele, berber, kaymakam, komutan, öğretmen, öğrenci, hakim, tüccar, esnaf, kasap, fırıncı, imam kolkola halay çekmiş, dünyada bir örneği görülemeyecek kadar bütünleşmişti.
Hele hele cumhuriyetin onuncu yılına gelindiğinde, 1933’de, sözleri Behçet Kemal Çağlar ve Faruk Nafiz Çamlıbel’e ; müzik Cemal Reşit Rey’e ait onuncu yıl marşını bütün yurt bir ağızdan, içten, inanarak yüksek sesle söylüyordu.
5Mayıs1998, Mut’tan anılar
SEVGİLİ KEMAL.
Yıl, bindokuzyüz kırküç. Ankara Gazi Eğitim Devrim Tarihi imtihanındayız. Oldu bitti belleğim zayıf olmasına karşın Lozan ilgimi çekti. İsmet Paşa ve Lozan konferansı isimli soy kitabı derinlemesine okudum. Sindirdim. Üç soru çıktı. Biri Lozan’dı.
Yirmibir sayfa arkalı önlü yazdım. Yoruldum. Sınav saatı da dolmuştu. Kağıtları verdik. Prof Cevat Memduh Altar bana sıfır vermiş. Dünyam yıkıldı.
Ağladım sızladım, zaman zaman intiharı düşündüm. Yemeklere inmiyorum, yatağa girmiyorum, öğrenci arkadaşlar hep çevremde. Kimseyle konuşmuyorum. Durumu her kimse Müdür Esat Altan’a iletmişler. Bir gece gelip beni koridorda buldu, odasına götürdü. Seller gibi akan gözyaşlarım arasından konuştuklarımı dinledi.
Gece araç yollayıp bir devrim tarihi doçentini okula çağırttı. Yazılımı buldurup okuttu. En azından bu ödev geçer not alır yanıtını aldı.
Müdür kalktı, beni bağrına bastı. Türk çocuğu bu demektir. Lütfen git huzur içinde ol bu dava artık benim davamdır dedi, öptü, öptü...!!
Ertesi günler Prof da dahil, bir bilirkişi yazılı okudu, sınıfımı geçtim.
Cevat Memduh bey’in tezi de yanlış değildi. Bu çocuk sınava mı giriyor yoksa Lozan konulu bir konferans mı veriyordu? Tez mi hazırlamıştı? diyordu.
E. Aydın, 7Ağustos1998
Dostları ilə paylaş: |