BÜTÜNCÜL(HOLİSTİK) EĞİTİM FELSEFESİ ZARURETİ
Prof.Dr.Zekeriyya Uludağ
Özet
İnsanın hayatı anlama ve mutlu olma konusunda biyolojik ve psikolojik olarak kabul edilen iki yönünün bütünleştirilmesi gerektiği söylenmektedir. Bunu başarabilmenin yollarından birisi eğitim olarak kabul edilebilir. Eğitimdeki davranışçı yaklaşımlar ile parçalanmış ve sadece nesnel olana yönelmiş olan bilimsel düşünce bunu başaramadığı gibi insanlığı bunalıma sürükledikleri söylenmektedir. İşte bu noktada çözüm yolu olarak bütüncül eğitim felsefesi üzerine düşünmek gerektiği bildirimizin konusunu oluşturmaktadır.
Anahtar kelimeler: eğitim, bütüncül eğitim, modernizm.
İnsan, felsefi, dini, kültürel, biyolojik, sosyolojik, psikolojik siyasi, ekonomik v.s. açılardan olmak üzere çok farklı şekillerde belirlenebilir. Bütün bunlara karşılık bu farklı alanların ortak iki yönü madde ve mana ya da biyolojik ve psikolojik yön olarak ifade edilebilir. İşte böylesi iki farklı yönün kendi içinde bütünleştirilmesi, uyum içinde hayatiyet kazanabilmesinin vazgeçilmez yollarından birisi eğitim olarak görülmektedir.
Eğitimin söz konusu olduğu her yerde bulunduğu bir durumdan hoşlanmayıp daha iyi bir duruma ulaşabilmek adına insanın yapmış olduğu her tür faaliyet söz konusudur. Bunun içindir ki Kant, insan ancak eğitimle insan olur demektedir. İşte insan olabilme yolunda yapılan çalışmalar, tarih içinde çeşitli şekillerde farklı amaçlarla farklı yöntemler kullanılarak gerçekleştirilmeye çalışılmıştır.
Konuyu daha iyi anlaşılır kılabilmek için, öncelikle genel kabul görmüş eğitimle ilgili bazı tariflerle başlamak istiyorum:
Eğitim bireyin davranışlarında kendi yaşantısı yoluyla ve kasıtlı olarak istendik değişme meydana getirme sürecidir.”, “Eğitim önceden saptanmış esaslara göre insan davranışlarında belli gelişmeler sağlamaya yarayan planlı etkiler dizgesidir.” “Seçilmiş ve kontrollü çevrenin (özellikle okulun) etkisi altında sosyal yeterlilik ve optimum bireysel gelişmeyi sağlayan sosyal bir süreçtir.”1
Bu tarifleri çoğaltmak mümkündür. 20. yüzyılın başlarından itibaren bir bilim dalı olarak görülmeye başlanmış olan eğitimden “belli amaçlara göre insanların davranışlarının planlı olarak değiştirilmesi ve geliştirilmesinin yasa ve ilkelerini bulmaya ve bu amaçla teknikler geliştirmeye çalışan”2 bir bilim olma beklentisi daima kabul görmüştür.
Dikkat edilecek olursa bu tanımlarda amaç eğitimin objesi olarak görülen öğrencinin davranışlarının onun dışındaki diğer mercilerin beklentilerine uygun olarak değiştirilmesi söz konusudur. Bu tarifler hem kasıtlı ve istendik hatta kontrollü bir davranış değişikliğini talep etmekte hem de bir bilim olarak kabul edilen eğitimden bunları gerçekleştirmesini istemektedir. Brezinka’nın ifade ettiği gibi zaten eğitim amaç-araç-plan çerçevesinde yapılan bir faaliyet olarak kabul edilmektedir.3 İnsanlık tarihi boyunca bu beklentiler eğitimde hep varolagelmiştir. Doğrusu eğitimin plansız ve programsız olması bir bakıma düşünülemez. Burada esas problem amaçların tespiti noktasında toplanmaktadır. Ayrıca araç olarak kabul edilen eğitim faaliyetinde kullanılan yöntem ve tekniklerin belirli yani nicel bir alana sıkıştırılması bir takım rahatsızlıkların ortaya çıkmasına da neden olmaktadır.
Sosyolojizm-psikolojizm ile tabiatçı-kültürcü düşünce akımları arasındaki çatışmalar ister istemez eğitime yansımakta ve eğitim için tespit edilen amaçları etkilemektedir. Mesela Fransız ihtilali sonrasında gelişen eğitim düşünce ve hareketleri, ortaya çıkan yeni siyasi yapılanmaların gereği olarak vatandaşlık kavramına uygun tarzda “davranış mühendisliği” şeklinde sürekli iş başında olmuştur.
Ancak modernliğin kendi içindeki çelişkileri, yine kendi içinden modernizme yapılan eleştiriler takdim edilen yeni yapılanmalar ve düşünceler ile eğitimin amaçları ve ortaya çıkardığı sonuçlar arasındaki ikilemler dolayısıyla olması gereken güven duygusu sarsılmış görünmektedir. Bilimsel ve teknolojik gelişmeler, enformatik çağının ortaya çıkardığı sonuçlar, farklı dünyaların ortaya çıkmasına neden olurken okullar için hazırlanan müfredat programları ile mevcut gelişmeler arasındaki uyumsuzlukta bu güvenin sarsılmasına katkı yapmaktadır. Elbette eğitime duyulan güvensizliğin pek çok sebebi olduğunu söyleyebiliriz. Burada ortaya çıkan kırılmanın öncelikle “yapısal sujenin krizi”nde ortaya çıktığı görülmektedir. Çünkü günlük dünyanın somutlaştırılması duygu yoksulluğunu ortaya çıkarmıştır. Bu ise hazcı-egoizmin bireyselliğini hazırlamıştır. Böylece gittikçe izafileşen bir değer algısı, Freudçu anlamda dahi süper ego alanının gerçekleşmesini engellemektedir, denilebilir.
Diğer taraftan sosyo-kültürel alanda meydana gelen değişimler, modern hayat biçimleri içinde ortaya çıkan davranış ve değerlerin değiştiğini bunun ise teknolojik gelişmeler doğrultusunda gerçekleştiğini kabul etmektedir. Varoluşçu hümanist yaklaşımlar öğrenme kavramını temelde değiştirme yoluna giderken pozitivist öğretim yöntemlerine karşı çıkmaktadırlar. Bu düşüncelerden K. Rutschky Schwarze Peadagogik, H.Giesecke Das Ende der Erziehung isimli kitaplarında söz ederken eğitim bilimleri ile tabiat bilimleri arasındaki rasyonelleştirme sonucu üretim ve yapma paradigması arasında eğitim, hâkimiyet prensibi ile özdeşleştirilerek teknik bir üretim aracı haline dönüştürülmüştür. Dolayısıyla ortadan kaldırılması gerekir denilmektedir. Çünkü onlara göre her şey “içinde yaşadığımız an”a yönelmiştir. Modern eğitimi, organize olmuş hayat tarzı yerine pluralist bir zihniyet temel prensipleri belirlemeye başlamıştır.4 Dolayısıyla eğitimin meşruluğu tartışılır hale gelmiştir. Bu eğitimi tamamen ortadan kaldırmıyorsa da modernin eğitim anlayışının sıkıntılarını ortaya koyarken yerine yeni bir düşünce paradigmasının kaim olmasını talep etmektedir. A. Neil, P. Freire, I. İlich gibi eğitim teorisyenlerinin gündeme getirdikleri bundan başka bir şey değildir.
Bugünkü eğitim anlayışımızla gerçekleştirilmeye çalışılan kasıt ve niyete dayalı amaçlar ile yapısallaştırılmaya çalışılan sujenin değişmeyeceği şeklindeki kanaat sarsıldığı için Rogers ve Maslow tarafından dile getirilen “kendini gerçekleştiren” insan tipi biyo-psikolojik sahada kaldığı için ürettiği davranış ve değerler de izafileşmenin ötesine geçememektedir. Zira sosyolojizm ve psikolojizm arasındaki mücadele son yıllar içresinde ikincisinin lehine gelişmiş görünmektedir. Eğitim faaliyetleri içinde insanın kendi dışındaki dünya ve evren ile birlikte kendini tanıması gerekirken bütünden kopuk olarak, parçalanmış bir bilim dalı içerisinde yani psikoloji temelli bir öğrenme ağır basarken biyo-psikolojik temelli bir yaklaşım sergilemektedir. Öğrenme teorilerinin ortaya koyduğu bilişsel-duyuşsal-psikomotor yetenekler böyle bir anlayışın sonucu olarak ortaya çıkmakta ve insan denilen varlığın sadece bir yönü ele alınarak bütünden kopmuş bir düşünce olarak karşımıza çıkarken, problemi çözme konusunda sürekli bir eksikliği de içinde barındırmaktadır.
Eğitime duyulan güvenin sarsılmasının, amaçlarının tartışılır hale gelmesinin eğitim, öğretim ve öğrenmede kullanılan yöntem ve tekniklerin eleştiriye maruz kalmasının çeşitli sebepleri vardır. Bu sebeplerden biri gelişme ve ilerlemeyi, akla güvenmeyi, tabiata yönelmeyi maddeye hâkim olmayı insanın mutluluğu için tabiatı yeniden düzenlemeyi, ruhsal ve toplumsal alanı dahi maddi sahanın şartları gibi düşünüp bilimsel yöntemlerle anlamayı ve açıklamayı amaç edinmiş olan pozitif bilim anlayışı olmuştur.
Çağdaş dünya uzun zamandır bilim, felsefe sanat, ekonomi, edebiyat, dil hatta toplumsal kurumlar alanında önüne geçilemez bir parçalanmışlığı yani kesret dünyasını yaşıyor. Bu ise uzmanlık adına, etnisite adına, siyasi veya ekonomik kaygılar adına ve kültür adına meydana çıkıyor.
Hâlbuki üç yüz yıldır modernite ve onun düşünce dünyası sürekli bir hayatın ancak sınırları belirlenmiş ve prensipleri önceden tespit edilmiş bir alanda mümkün olabileceğini ileri sürmüştür. Bu standartları ve prensipleri belirleme yetkisini ise bilimsel düşünceye yani pozitivizme bırakmıştır. Sadece gözlem ve deneye dayanan bu düşünce akımı yeni bir zihniyet yeni bir dünya görüşü ortaya çıkarmıştır. Aydınlanma hareketiyle başlayan ve gittikçe seküler hale dönüşen sonuçta bilimsel aklın zirveye ulaştığı onun dışında hiçbir vasıtanın meşru olarak görülmediği bir anlayışın dünyaya hâkim olduğunu söyleyebiliriz. Türkdoğan H.Reihanbach’tan yaptığı bir alıntıda: “Bilimsel sonuçlara gereğinden fazla güvenirlik tanımak felsefecilere özgü bir yanılgı değildir. …. Bilimin tüm sorunlara çözüm getireceği inancı o denli yaygındır ki bilim günümüzde, daha önceleri dinin karşılaştığı sosyal bir işlevle, kişilere ve topluma kesin güvenlik sağlama işleviyle, yüklü hele gelmiştir. Denilebilir ki bilime beslenen inanç Tanrıya olan inancın yerini almıştır.”5
Bu kabul şekli çağdaş düşünce biçimini bilimcilik anlayışına kadar götürmüştür. Bugün gelinen noktada bilimsel düşünce ve bilim hakkında kimsenin şüphesi olamaz. Ancak hayatın problemlerini çözmede yegâne bilgi türünün pozitivizmin içinde var olduğunu düşünmek ve ifade etmek ne kadar doğrudur? Kaldı ki modern bilim anlayışının yöntemini, sonuçlarını ve hayatın her safhasını kucaklama isteğini bugün Batıda birçok bilim adamı ve düşünür ele almakta ve konuyu enine boyuna tartışmaktadır. Bunlardan birisi olan Paul Feyerabend, çağdaş bilim anlayışı ile özgür bir toplum yaratılamayacağından söz etmektedir çünkü ona göre, “bilim adamları ve bilim filozofları bilimi, bir zamanların Roma Kilisesi’nin Hıristiyanlığı savunduğu tarzda savunmaktadır…”.6 Diğer taraftan gündelik hayatımızda uyguladığımız demokratik birçok kuralı bilimsel gerçekleri kabulde uygulamadığımızı çünkü bu sonuçların uzman görüşü olarak kabul edilişi bizi yine özgürlükten ve demokratlıktan uzaklaştırmaktadır derken onyedi ve onsekizizinci yüzyılda bilimin birbiriyle rakip yığınla ideolojiden biri olduğu ve o dönemler için kabul görmesinin sebebinin insanın özgürlüğünü engelleyen birçok unsurun karşısında durması olduğunu belirtirken bugünün bilim adamının tutumları ile toplumu köleleştirmeye doğru sürüklediğini de ilave etmektedir. M. Horkheimer ise bunu “ zamanımızın ortalama aydınının felsefesine göre bir tek otorite vardır: bilim yani olguların sınıflandırılması ve olasılıkların hesaplanması”7, şeklinde belirtilmektedir.
Bu düşünce şekli özellikle A.Comte’un üç hal kanunu olarak ifade ettiği üçüncü safhanın sonunda ortaya çıkmıştı. İnsanı ve kâinatı temelinden anlamaya çalışan metafizik dışlanmış, bilimler felsefeden ayrılarak nesnel olanın sahasına indirgenmiştir. Böylece bütünlüğünü kaybeden insan ve tabiat âlemi kesret dünyası olarak karşımıza çıkmıştır. Uzmanlık dünyası olarak da ifade edilen sahalarda çalışanlar derinliğine bilgi sahibi olurken birbirinden koparılmış alanlar olarak yan yana yaşayan ama aralarında hiçbir ilişki olmayan ve birbirinden habersiz kar taneleri şeklinde bilimsellik adı altında hayatı ve insanı ve dünyayı anlamaya çalışmaktadır. “Varlık olmak bakımından varlığın ilmi” olarak tavsif edilen metafizik olmayınca bütünlüğünü kaybeden insan “kendini tanıma”dan “kendini gerçekleştirme”ye kalkmıştır. Aydınlanma hareketinin bir sonucu olan bu düşünce hakikatin peşinden koşan, varlığı bütün olarak idrak etmeye çalışan felsefeyi dışlayınca uğruna gayret edilecek hakikatte kalmamıştır.8
Dolayısıyla bugün dünyanın içinde bulunduğu durumu bir “bunalım” çağı olarak adlandıranların sayısı oldukça artmıştır. R.Guenon “Rönesans zamanında itibar kazanan ve modern uygarlığın yapacaklarını çok önceden belirleyen bir kelime vardı: Hümanizm. Hümanizm, aslında her şeyi katıksız insani ölçülere indirgeme, insanı aşan bütün ilkeleri saf dışı bırakma, mecazi olarak söylersek, yeryüzüne sahip olma bahanesiyle göklerden yüz çevirme meselesi olmuştur”9, demektedir.
Modern hayat biçimlerine karşı tepkilerin yine modernin içinden çıktığı postmodern tasarılar eğitim de dâhil bütün düşünce anlayışlarımızı eleştirel tarzda yeniden gündeme getirdi. Frankfurt Okulunun düşüncelerinden önce A.Carrel, İnsan Denen Meçhul isimli kitabının başlangıcında Batı Medeniyetinin içine düştüğü bunalımlı durumu açıklarken “İnsan kendini tanımadan önce madde dünyasına hâkim oldu. Böylece modern toplum ilmi buluşların tesadüfü ile ideoloji kaprislerine göre, vücut ve ruh kanunlarını hiç dikkate almadan kurulmuştur. Biz feci bir hayalin kurbanları olduk… Şimdiden herkes hayatın ve müesseselerin düzensizliğinden, ahlak duygusunun umumi zaafından, ekonomik güvensizlikten, kusurluların ve canilerin yüklediği yüklerden ıstırap çekiyor. Kriz bizzat medeniyetin yapısından ileri geliyor. Bu bir insan krizidir. .. ekonomik ve siyasi ilimler insan ilmini ihmal ettiler…biz şu anda Aristo gibi evrensel bilgi sahibi insanlara muhtacız. İlmi araştırma müesseselerimiz kâfi gelmiyor, çünkü bunların çalışmaları daima parça parçadır,10 ifadeleri ile modern bilim ve teknolojinin ortaya çıkardığı sıkıntıları dile getirmektedir.
XX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren gittikçe artan eleştiriler; modernizmin kurumsallaştırarak standartlaştırdığı “hesaplanabilirlik ve yararlılık ölçülerine” uygun yapıların “totaliter” anlayışına karşı ortaya çıkmıştır11. Bu durumunun sonucu olarak kültürel alanda yeniden yapılanma çalışmaları, sivil haklar hareketi, kadın hakları hareketi, sanayileşmenin zararlarına karışı çıkış, çevrecilik hareketi arka arkaya kendini göstermeye başlamış ve birçok taraftar bulmuştur.
Kurumsallaşan ve standartlaşan bilimsel düşüncelere karşı mesela psikiyatri ve pedagoji gibi alanlarda bu bilim dallarına karşı gelişen antipsikiyatri ve antipedagoji gibi çalışmalar oluşturulmaya çalışılmaktadır. Uzak doğunun “yoga” ve “meditasyon” odaklı kabulleri Batıda kendine yeni yeni taraftarlar bulmaya başlamıştır.12 Fizikte meydana gelen yeni anlayışlar ve kavramlar Descartes ve Newton’un mekanistik görüşünün ötesinde mistik tarafı ağır basan bütüncül ve ekolojik bir anlayışın gelişmesine yol açmıştır.13 Eğitimdeki hâkimiyet ve otorite kavramları hem okul, öğretmen hem de müfredat programları adına tartışılmaya başlanmıştır
Bugün bilim ve teknolojinin ulaştığı son noktada insan ve dünya arasında bir kopukluk yaşanmaktadır. Bilimler kendi kulvarlarında koşarken, düşünen, yapabilen ve özgürce seçimlerde bulunarak eylemde bulunabilme gücüne sahip olan insanı da kendi şartlarına uymaya zorlamaktadır. Bunun neticesinde; “iyi eğitilmiş vatandaşlar ya da ekonomik sistemin üretken katılımcıları olmak üzere eğitilmiş”14 insanlar olarak onlardaki şefkat, merhamet, sevgi, kendini bilme, doğal çevreye saygı, sosyal adalet duygusu gibi bir takım evrensel değerlerin yok edilmesine yol açmıştır. Başka bir ifadeyle söylersek modern bilimden hareketle uygulanan eğitim sistemleri madde ve mananın birbirinden kopmasına, bütünlüğün bozulmasına neden olmuştur.
Bilişsel, duyuşsal ve psikomotor yetenekler olarak eğitimde insanı farklı yönleriyle ele alan modernizmin düştüğü bu durumu Aion isimli kitabında Jung “er geç nükleer fizik ve bilinçaltı psikolojisi ikisi birlikte birbirinden bağımsız ve zıt yönlerden aşkın alana doğru birleşerek çekileceklerdir…Psike(ruh), maddeden bütünüyle ayrı olamaz”15 demektedir. Böyle bir bütünlüğü Anna Lemkow, “bütün yaşamın birliği ve tekliği, hakikat ya da Mutlak’ın her yere yayılmış olması, çok boyutluluk ya da varoluşun hiyerarşik karakteri” olarak belirlediğini aktaran Miller aynı makalesinde K.Wilber’in “hiçbir şey bir tür konteks olmaksızın var olamaz, hiçbir şey yalnızca ayrılmış, bağlantısı koparılmış bir parça değildir” dediğini aktarırken bütüncül bir evren düşüncesini vurgulamaktadır16(R. Miller, Büt. Eğit. Fels. Kaynakları, s.35)
Bütüncül düşünce biçimi, insanlık tarihi içerisinde zaman zaman oluşmuş ve kitleleri etkilemiştir. Mesela “Ortaçağ düşüncesi bütüncüldür yani anlamlandırma girişimlerini, varlığın bir bölümüne veya belirli bölümlerine değil bütün varlığa yöneltmiştir”17 Ancak oluşumu içerisinde ifrat ve tefrit noktasını tayin edemediği için dengeyi sağlayamamış, tekrara düşerek kendisinden şüphe edilmesine hatta terk edilmesine yol açmıştır.
Parçanın asla bütün olmadığı hatta parçayı tanımanın bütünü tanımak olmadığı herkesi tarafından kabul edilen bir gerçektir. Buradan hareketle; Parçalanmış bir evren ve varlık anlayışının yerine temelinde birlik ve özünde maneviyat olma konusundan başlayarak, bütüncül perspektif bütün fenomenlerin bölünmesi ve birbirine muhalefeti yerine, birbirini tamamlayıcılığını vurgulamakta dünyada güçlerin dinamik dengesinin savunan düşüncenin modern bilim ve eğitimin sıkıntılarına yeni bir soluk getireceği düşünülmektedir.
Özellikle eğitim alanında “pedagojik sendrom”dan çocukları kurtarabilmek, “çocuğu akla uygun hale getirebilme”, “ebeveynin çocuğu kendine maletme” meselesi, insanların kendi rahatsızlıklarını çocuklarına miras bırakma, okulun hâkimiyet duygusu, yabancılaşma, niteliksiz insan yetiştirme, benlik kaybı, değerlerin eleştirisi v.s. gibi konular bugün eğitim-öğretim yapılan kurumların ürettiği problemler olarak görülmektedir. Diğer taraftan eğitimin didaktik yönünde kabul etmiş olduğumuz sosyal ve sayısal zeka kavramları duygusal, ruhsal ve çoklu zeka anlayışları gibi yeni çalışmalarla yeni problem alanlarına işaret etmektedir. Bu ise eğitimin başarıya endeksli ölçme ve değerlendirme standartlarını sarsmakta eğitimde yapılandırmacı düşüncelere kapı açmakta ve teşvik etmektedir. Burada şunu rahatlıkla ifade edebiliriz ki, teorik düşünce tasarıları postmodern anlayışlardan küreselci yaklaşımlara doğru yeni açılımlar ortaya koyarken tek düze kabulleri sarsmaktadır.
Sonuç;
İçinde yaşadığımız yüzyıl insan açısından bunalımlı bir dönemi hazırlamaktadır. Sosyal açıdan toplum bağları çözülmektedir. Ekonomik üretim araçları sosyal adalet duygusunu tahrip etmektedir. Siyasal sistemler düşmanlık üretmektedir. Sanayi dünyayı tahrip etmeyi sürdürmektedir. Bütün bunların yaratıcısı, yaptıkları ile mutlu olma heveslisi olan insan tarafından ortaya çıkarılmaktadır. İnsanın ise “her şeye gücü yettiğine inanılan, modernin kurucusu olan okulda uygulanan eğitim vasıtasıyla şekillendirildiği, yetiştirildiği ve hayata hazırlandığı söylenebilir.
İnsani temel hak ve hürriyetler zaman zaman vatandaşlık uğruna, etnik benlik uğruna görmezden gelinmektedir. Pozitif bilim metafiziği dışlayarak hem kendi alanını hem de varlık sahasını parçalamıştır.
Henüz erken olsa da gelecek on yıllar içerisinde varlık kendi bütünlüğünü sağlamak zorundadır. Farklı hayatların değil tek bir hayatın olduğu fark edilmek zorundadır. Bilim ve bilimsel düşünce farklı dünyaların değil aynı dünyanın bilgisine ulaşabilmek için disiplinler arası çalışmak zorundadır. Evren ile insan, makro kozmos ile mikro kozmos arasındaki uyum sağlanmak daha da önemlisi anlaşılmak durumundadır. Bir şairin dediği gibi; “Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen/Merdum u dide-i ekvan olan âdemsin sen” mısralarının anlamı üzerine yetişecek nesilleri, kendi kabullerimizi yaşatmak için değil kendi yaşayacakları zamanın bilgi ve değerlerini kazanacak şekilde yeni bir nesil için yeni bir eğitim düşüncesine hazırlanmalıyız.
Dostları ilə paylaş: |