Ce ilk düzenli Rus donanması oluşturulmuştur



Yüklə 1,09 Mb.
səhifə11/25
tarix17.11.2018
ölçüsü1,09 Mb.
#83006
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   ...   25

parça halinde düzenlenmiş, bunların or­tasına adı geçen padişahın tuğrası kon-durulmuştur. Kapının solunda yan yana iki çeşme mevcuttur ki muhtemelen ilk banileri Aziz Mahmud Hüdâyî'dir. Her ikisi de klasik üslûpta silmeler ve sivri kemerlerle donatılmış olan bu çeşme­lerden soldakinde, kemerin üzerinde, 1033'te (1623-24) yaptırıldığını göste­ren sülüs hatlı Arapça mensur bir kita­be, kemer aynası içinde ise 1272 (1855-56) tarihinde külliye ile beraber Sultan Abdülmecid tarafından tamir edildiğini gösteren, manzum metni Zîver Paşa'ya ait ta'lik hatlı manzum bir kitabe daha bulunmaktadır. Bunun sağında yer alan ve daha ufak ölçülerdeki çeşmede de, son mısraı ebced*le 1019 (1610-11) ta­rihini veren sülüsle yazılmış manzum bir kitabe yer almaktadır. Cümle kapısının sağındaki çeşmede, Lâle Devri'nde 1141 (1728-29) yılında Nevşehirli Damad İb­rahim Paşa'nın oğlu "Genç" lakaplı Da­mad Mehmed Paşa tarafından yaptırıl­mış olduğunu belirten ta'lik hatla yazıl­mış, metni şair Şâkir'e ait manzum bir kitabe bulunmaktadır. Bu çeşmenin ge­rek cephe düzeni gerekse detayları ta­mamen ampir üslûbunda olup 1272'de (1855-56) yenilendiğini ispata yeterlidir. Bu çeşmelerin üstünde, halen imam ve müezzin meşrutası olarak kullanılan bi­rer ahşap mesken vardır. Geçen yüzyılın ikinci yarısında elden geçirildikleri anla­şılan bu evlerden soldaki yakın bir za­manda kagire çevrilerek orijinal şeklini kaybetmiştir. Bunun arkasında, muhte­melen külliyenin ilk İnşasından kalma bir su haznesi ile bir grup hela yer al­maktadır.

Cümle kapısından sonra batıya doğru kademeli olarak devam eden Hüdâî Av­lusu sokağı üzerinde, solda Hüdâyî Tür­besi ile daha sonra buna dışarıdan bi­tiştirilmiş olan ve tekke şeyhleriyle aile fertlerinin gömülü oldukları türbe, Hü­dâyî Türbesi'nin arkasında bu yapıya bi­tişik olarak yer alan cami - tevhidhâne, bunun batısında dar bir aralıktan sonra içinde Kaya Sultan'ın (ö. 16591 kızı Fat­ma Hanım - Sultan'a (ö. 1L40/I727-28) ait açık türbeyi barındıran hazîre par­çası sıralanmaktadır. Bu hazîrenin ba­tısında, Aziz Efendi Mektebi sokağının kuzeye doğru kıvrılan kesiminin arkasın­da, duvarlarla çevrili bir bahçenin için­de harem dairesiyle müstakil mutfağı bulunmaktadır. Hüdâî Avlusu sokağının kuzey yakasında ise en altta küçük meş-

341


rutadan sonra sırayla yerden yüksek ha­zîre parçası, mutfak ile buna bitişik hün­kâr mahfili girişi, abdest muslukları, kü­tüphane ve yine bir bölüm hazîre yer al­maktadır. Abdest musluklarının üzerin­de sıralandığı duvar, arsanın kuzey ke­simini işgal eden geniş bir bölümü ayır­maktadır. Musluklar dizisini ikiye bölen bir kapıdan geçilen bu kesimde vaktiyle derviş hücreleri, kahve ocağı, taamhâne ve diğer selâmlık bölümlerinin bulundu­ğu bilinmektedir. Ahşap oldukları anla­şılan bu binalardan günümüzde hiçbir iz kalmamıştır. Hüdâî Avlusu sokağının Hüdâyî Mahmud sokağına birleştiği ba­tı ucunda, cümle kapısı ile aynı üslûpta ve aynı ebatta kitâbesiz ikinci bir kapı görülmektedir. Bu kapının güneyinde sokak üzerinde, külliyeye ait meşruta­lardan ikisi müstakil bahçeler içinde yer almaktadır.

Cami - tevhidhâne dikdörtgen planlı, kagir duvarlı, ahşap çatılı, biri bodrum, biri de mahfillerin teşkil ettiği kısmî üst kat olmak üzere toplam üç katlı fevka-nî bir binadır. Bütün açıklıkların basık kemerlerle geçilmiş olduğu cephelerde kat döşemeleri ve saçak hizalarında ya­tay silmeler dolaşmaktadır. Zemin kat­ta namaza ve âyinlere tahsis edilmiş olan dikdörtgen alan kıble yönünde yer almakta, bunu batıda ve kuzeyde erkek­lere mahsus, zeminleri bir seki ile yük­seltilmiş mahfiller kuşatmaktadır. Bu mahfillerin sınırında ahşap korkuluklar arasında üst kat mahfillerini taşıyan ve kısa bir parapet duvarından sonra tava-

na kadar devam eden kare kesitli ve pi-lastr başlıklı ahşap sütunlar sıralanmak­tadır. Her sütuna karşısındaki duvarda aynı ebatta bir duvar payesi tekabül et­mekte, bunların arasında altlı üstlü iki­şer pencere yer almaktadır. Batıdaki ze­min kat mahfilleri ortada iki sütun ara­sındaki açıklık boyunca kesintiye uğra­tılarak buraya yalnızca Hüdâyî Tekkesi'-ne mahsus ilginç bir mimari unsur olan "şeyh kafesi" yerleştirilmiştir. Bu deği­şik tertip, Aziz Mahmud Hüdâyî ile Hızır arasında cereyan etmiş olan bir menkı­beye dayanan ve sırf burada icra edilen âyinlerde riayet edilen farklı bir erkân­dan kaynaklanmaktadır. Cuma namaz­larını müteakip icra edilen âyinlerde, cu­ma namazını da bu kafesin içinde eda eden şeyh efendi âyinin belirli bir yerin­de, dervişler kıyama kalktıktan bir müd­det sonra kafesten çıkarak esas tevhid-hâneye girer ve âyindeki yerini alırdı. Gereğinde kapı şeklinde açılan kafesli bölmelerle kuşatılmış olan bu bölümün arkasında, iki ucu kapılı ufak bir kori­dor mahfiller arasındaki bağlantıyı te­min etmekteydi. Şeyhler harem dairesi­nin bulunduğu batı yönünde, binayı ku­şatan dar geçide açılan ve şeyh kapısı olarak adlandırılan müstakil girişi kul­lanırlar ve cemaate görünmeden bu ka­fese girerlerdi. Kafesin kıble yönündeki sınırı hizasında yer alan bir seki, cami-tevhidhânenin ilk inşasındaki güney sı­nırını göstermektedir. Kuzey yönündeki mahfiller de ortada iki sütun arasında­ki açıklık miktarınca kesintiye uğramak­ta ve bu açıklığın ekseninde harimin gü­ney duvarında mihrap, kuzey duvarında son cemaat yerine açılan kapı, bunun da karşısında yapının dış duvarındaki esas kapı yer almaktadır. Dışarıdan bir sıra basamakla ulaşılan ve cami cema-atince kullanıldığı anlaşılan bu kapının üzerinde, ortada Sultan Abdülmecid'in tuğrasının yer aldığı, şair Zîver'in kale­minden çıkmış ve ta'likle yazılmış 1272 (1855-56) tarihli bir kitabe bulunmakta­dır. Bu esas kapının batı yönünde, aynı şekilde önü basamaklı daha ufak boyut­lu diğer bir kapı daha vardır ki tevhid­hâne kapısı olarak adlandırıldığma göre daha çok tekke sakinlerince kullanılmış olduğu anlaşılan bu girişin üzerindeki kitabe levhasında, sülüsle yazılmış ve Aziz Mahmud Hüdâyfye ithaf edilmiş bir beyit yer almaktadır. Son cemaat yeri­nin doğu ucundan geçilen minare, dışa­rı taşkın kare bir kaide üzerinde yük­selen daire kesitli gövdesi, basit şere­fesi ve kurşun kaplı koni biçimindeki

ahşap külahı ile iddiasız bir görünüm­dedir.

İçinde birçok sofalarla odaların ve bir helanın bulunduğu hünkâr mahfili giri­şi cami - tevhidhânenin kuzeyinde, Hü­dâî Avlusu sokağının öbür yakasında yer alan kısmî bir zemin kattan temin edil­miştir. Duvarları içeriden bağdadî sıva, dışarıdan ahşap kaplama ile donatılmış olan ve bir hünkâr kasrı niteliği arze-den bu bölümün üst katı, iki çift ahşap sütunun yardımı ile sokağı köprü gibi geçerek yapıya bağlanmaktadır. Cami-tevhidhânenin kafeslerle donatılmış olan üst kat mahfillerinin kuzey kanadı hün­kâr ile maiyetine ve hanedan mensup­larına, batı kanadı ise hanımlara ayrıl­mıştır. Ahşap bölmelerle taksim edilmiş olan bu mahfillere biri son cemaat ye­rinden, diğeri de batı yönündeki geçit­ten hareket eden iki merdivenle ulaşı­labilmektedir.

Bodrum katının, ilk mescid-tevhidhâ-nenin altına tekabül eden kuzey kesimin­de dar uzun koridorlara açılan ve ufak pencerelerden az miktarda ışık alan hal-vethâne (çilehâne) niteliğinde mekânlar vardır. Güney kesiminde ise 1272'deki (1855-56) genişletme sırasında içeriye alınarak bir türbe hüviyeti kazanmış olan hazîre parçası yer almaktadır. Ampir üs­lûbuna has sadeliğin hâkim olduğu ca­mi - tevhidhâne cephelerinde herhangi bir süsleme unsuru göze çarpmaz. İçe­ride de süsleme asgari ölçülerde tutul­muştur. Profilli çıtalarla meydana geti­rilmiş geometrik taksimata sahip ta­vanda ve pencere sıralan ile alt ve üst kat mahfilleri arasındaki kuşakta pas­tel renkler kullanılarak ampir üslûbun­da stilize çiçekler ve dal kıvrımlarından oluşan bir tezyinat uygulanmıştır. Ayrı­ca üst kat pencereleriyle üst kat mah-

fillerinin kafesleri oymalı ve yaldızlı ho­tozlarla taçl andırıl mı ştır. Bu hotozların tepelerinde, zemini siyaha boyalı daire­ler içine, zerendûd tekniğiyle ve sülüs hatla, camilerdeki alışılmış düzene uyu­larak "Allah", "Muhammed" ibareleriyle dört halifenin isimleri yazılmıştır. Min­ber ile şeyh kafesinin önünde yer alan vaaz kürsüsü ahşaptan yapılmış olup S ve C kıvrımlarını ihtiva eden ve daha çok barok üslûba bağlanan kabartmalarla süslüdür.

Aziz Mahmud Hüdâyî'nin türbesi, ve­fatından 1925'e kadar Celvetiyye men­suplarınca bayram arefelerinde, âsitâne şeyhinin riyasetinde debdebeli bir şekil­de ziyaret edilmiş, ayrıca İstanbul'daki velî türbeleri içinde en çok rağbet gö­renlerden birisi olma vasfını da günü­müze kadar sürdürmüştür. Cami - tev-hidhâne ile aynı inşaî ve tezyini özellik­leri paylaşan türbe, kuzeyden güneye doğru sıralanan camekânlı bir giriş bö­lümü, türbedarların nöbet tuttukları pi­ramit biçiminde bir külahla örtülü oda ve esas harimden oluşmaktadır. Harım kapısı üzerinde Aziz Mahmud Hüdâyî'nin vefat tarihini (1038/1628) veren talik hatlı Arapça mensur bir kitabe vardır. Dikdörtgen planlı harimin ortasında dai­re kesitli dört mermer sütuna oturan ve içeriden Celvetî tacınin tepeliği gibi on üç dilime taksim edilmiş olan bir ahşap kubbe yükselmektedir. Pîrin yaldızlı de­mir şebekelerle kuşatılmış olan ahşap sandukası bu kubbenin altındadır. Çev­resinde çocuklarına ve bir torununa ait on sanduka sıralanmaktadır. Duvarların üst kesiminde hattat Mahmud Celâled-din'in kaleminden çıkmış, Mülk sûresi­ni ihtiva eden sülüs bir yazı kuşağı do­laşmaktadır. Türbede bulunan sandıklar İçinde Aziz Mahmud Hüdâyî'nin birtakım emanetleri muhafaza edilmektedir. Bu türbenin doğusunda, önceleri açık hazî-re şeklindeyken sonradan muhtemelen 1272'de (1855-56), üstü örtülerek tür­beye tahvil edilmiş olan bölüm vardır. Tekke şeyhlerinden, mensuplarından ve aile fertlerinden birçok kişinin gömülü olduğu bu ikinci türbenin çatısı Cumhu­riyet devrinde ortadan kalkınca ahşap sandukaların yerlerine çimentodan ga­rip lahitler kondurulmuş, üzerlerine de bir kısmı hatalı Latin harfli ufak kimlik levhaları iliştirilmiştir. Külliyenin hazîre-sinde, birçoğu hat ve oymacılık sanatla­rı açısından dikkat çekici nitelikte me­zar taşları bulunmaktadır. Cami-tevhid-hânenin batısındaki hazîre parçası için-

de yer alan Fatma Hanım - Sultan Tür­besi, hepsi mermerden yontulmuş sekiz adet sekizgen kesitli ve baklavalı baş­lıklı sütunları, bunlara oturan sivri ke­merleri, sütunların arasını kapatan tunç­tan dökülmüş nefis şebekeieriyle, em­sali olan açık türbeler içinde müstesna bir yere sahiptir.

Külliyenin mutfağı kagir duvarlı ve ahşap çatılı olup biri büyük, diğeri daha küçük içice iki bölümden oluşmaktadır. Basık kemerli kapılar ve pencerelerle donatılmış olan bu mekânlardan büyük olanında tuğladan örülmüş kemeriyle muazzam ocak yer almaktadır. Dikdört­gen planlı olan kütüphanenin duvarları sarı renkli yumuşak bir taşla kaplanmış­tır. Üzeri tuğladan örülmüş bir tekne to­nozla örtülü olan bu yapının girişi, ca-mi-tevhidhâneye bakan güney cephesi­nin ortasındadır. Gerek bu kapı gerekse pencereler, kilit taşlan konsollarla belir­tilmiş yarım daire kemerlere sahiptir. Aralarında, duvara gömülmüş ve İyon nizamında başlıklarla donatılmış yivli sü­tunlar vardır. Başlıkların üstünde de çe­şitli silmelerle teçhiz edilerek "architra-ve" görünümü kazandırılmış bir kuşak uzanmaktadır. Cephenin en üst kesimi, sütunların hizasında yer alan, ortaları birer kabartma rozetle süslenmiş küçük pilastrlarla üçe taksim edilmiş, bu bö­lümlere bani Lutfi Bey'in adını ve ebced-le 1317(1899-1900) tarihini veren talik­le yazılmış manzum kitabenin mısrala­rı yerleştirilmiştir. Halen Aziz Mahmud Hüdâyf Vakfi'nın idare binası olarak kul­lanılan kütüphanenin batı kesimi demir parmaklıklarla tecrit edilerek bani ile ailesine ait sandukaları ihtiva eden bir türbe haline sokulmuştur. Ampir üslû­bunun antik tapınak cephelerini taklit eden ve Osmanlı mimarisine çok yaban­cı düşen bir uygulamasını sergileyen bu binanın tonozlu örtüsü üzerinde de baş­ka yerde benzerine rastlanılmayan koni biçiminde üç madenî alem sıralanmak­tadır. Hepsi geçen yüzyılın ikinci yarısı içinde yenilenmiş olan meşrutahâneler-den harem dairesi, zemindeki kagir, di­ğerleri ahşap olmak üzere üç katlı, ol­dukça büyük, tipik bir eski İstanbul ko­nağıdır.

Bu arada külliyenin yakın ve uzak çev­resinde yer alan ve onunla ilgili sayılan bazı yapıları da zikretmek gerekir. Bun­lar arasında, Aziz Mahmud Hüdâyî'nin halifelerinden olan tekkenin üçüncü post-nişini Ehl-i Cennet Şeyh Mehmed Fena-yî Efendi'nin (o. 1664) cümle kapısının

karşısında yer alan türbesi; yine baninin mensuplarından olup mürşidine duydu­ğu hürmetten ötürü kendisini onun tek­kesinde "kapıcı" olarak vasfeden Kayse­rili Halil Paşa'nın (ö. 1629) külliyenin gü­neydoğusunda ve az ilerisinde inşa et­tirmiş olduğu Kapıcı Tekkesi ile Çamlı­ca'da Bulgurlu köyü yakınlarında, Aziz Mahmud Hüdâyî'nin çileye soyunduğu mahal olan ve bu yüzden Çilehâne adını alan mevkide 1024'te (1615) inşa etti­rilen mescid - zaviye bulunmaktadır.

BİBLİYOGRAFYA:

Naîmâ, Târih, II, 112; Evliya Çelebi. Seyahat­name, I, 473-474; Kâtib Çelebi, Fezleke, II, 114; Ayvansarâyf, Mecmûa-i Teuârih, s. 55-56, 87-88, 222-223, 231, 273, 328. 395; a.mlf.. Hadî-katü'l-cevSmi', II, 195-204; Asitûne Tekkeleri, s. 2; Mecmûa-i Ceuâmi', 11, 72-73; Bandırmalı-zâde, Mecmûa-i Tekâyâ, istanbul 1307, s. 5; Mehmed Râif, Mir'âL-ı İstanbul, İstanbul 1314,

I, 53, 63-67, 102; Zâkir Şükrü, Mecmûa-i Te­kâyâ (Tayşil, s. 21, 72-74; Muallim Vahyi, Müs­lümanlık ve Türklüğü Yükseltmeye Çalışan­lardan Bursalı Tâhir Bey, İstanbul 1335, s. 101; Külliyyâl-ı Hazret-i Hüdâyî (nşr. Meh­med Gülsen), istanbul 1338, naşirin önsözü, s. 5; Tahsin Öz. İstanbul Camileri, Ankara 1965,

II, 31; Ahmed Hamdi Tanpınar, Beş Şehir, İstan­bul 1969, s. 185; Kemaleddİn Şenocak, Kutb-ul Arifin Seyyid Aziz Mahmud Hüdayt, istanbul 1970, s. 29-32; Konyalı, Üsküdar Tarihi, I, 104-107, 129-130, 325-341, 356, 419, 427-428; 11, 16-18, 69-70, 128, 303, 403, 437; M. Orhan Bayrak, istanbul'da Gömülü Meşhur Adamlar, İstanbul 1979, s. 119; H. Kamil Yılmaz, Aziz Mahmud Hüdâyî ve Celueüyye Tarikatı, İstan­bul 1982, s. 216-258; İstA, III, 1718-1722; 1. Beldiceanu-Steinherr, "Hüdâ'i", El2 (İng.l, II, 538-539; Abdülbâkî Gölpinarlı, "Djihvatıyya",

İ), II, 542-543. ı—ı

m M. Baha Tanman

AZÎZ-İ MISR

Mısır'ın ulusu, güçlüsü anlamında bir unvan.

J

Kur'ân-ı Kerîm'de, kardeşleri tarafın­dan kuyuya atılan ve orada terkedilen Hz. Yûsuf'u bir kervanın kuyudan çıka­rarak Mısırlı birine sattığı belirtilmekte (Yûsuf 12/15-20], daha sonraki iki âyet­te (30,51], Yûsuf'u satın alan kişiden adı verilmeksizin "Aziz" unvanı ile söz edil­mektedir. Tefsirlerde bu kişinin adı Kıt-ffr veya Itffr şeklinde geçmektedir (bk. Taberî, XI, 104; İbn Kesîr, IV, 305i. Tev­rat'ta ise Hz. Yûsuf'u satın alan Mısır-lı'nın adı Potifar (Potiphar) olarak zikre­dilmekte ve onun Firavun'un harem ağa­sı (sâris), muhafız askerler reisi (sar hat-tarjhahîm) olduğu belirtilmektedir (Tek-



343

vîn, 37/36; 39/1]. İbranîce sâris keli­mesi "hadım" ve "harem ağası" anlamın­dadır. Ancak eski Mısır'da harem ağalı­ğı mevcut değildir {Ancien Testament, s. 103) ve Hz. Yûsuf'u satın alan Potifar da evlidir. Bu sebeple sâris kelimesi farklı bir anlamda, "krala çok yakın, ona bağ-iı, sarayın üst düzey görevlisi" mânasın­da kullanılmıştır (DB2, V/l, s. 888). Do­layısıyla Potifar'ın saray memuru, muh­temelen kralın çok yakın dostlarından, nedimlerinden biri, önemli işleri kendi­sine havale ettiği kişi olduğu söylenebi­lir. Tevrat'ta Hz. Yûsuf'u satın alan ki­şiye verilen diğer unvan ise sar hattab-bahîmdir. Tevrat'ın Yunanca tercüme­sinde kelime "aşçıların şefi, kilercibaşı" olarak çevrilmiştir. Ancak emrinde çalı­şanlar ne kadar çok olursa olsun aşçıla­rın şefinin yetkisinin çok geniş olduğu söylenemez. Tabbah kelimesi İbrânîce'-de aşçı mânasına geldiği gibi "kesen, bo­ğazlayan, Öldüren", dolayısıyla da "mu­hafız" anlamlarına da gelmektedir (11. Krallar, 25/8). Buna göre sar hattabba-hîm askerî bir görevi ifade etmektedir ve kralın emirlerini yerine getirenlerin şefi demektir. Nitekim kelime Tevrat'ın

Yunanca tercümesinin aksine Latince ve Süryânîce tercümeleriyle Onkelos'un Tar-gum'unda bu şekilde çevrilmiştir {DB2, V/l, s. 889). Esasen Kur'ân-ı Kerîm'de, rüyasını yorumlaması üzerine kralın. "Onu bana getirin" emrine karşılık Hz. Yû­suf'un gelen elçiye, "Efendine dön de ona sor. ellerini kesen o kadınların mak­sadı neydi?" diye sordurması ve kralın konuyu araştırması, Azfz'in karısının kral huzurunda gerçeği itiraf etmesi (Yûsuf 12/50-51), Azîz'in krala çok yakın oldu­ğunu göstermektedir.

Kur'ân-ı Kerîm'de azız unvanı sadece Hz. Yûsuf'u satın alan kişi için değil Hz. Yûsuf için de kullanılmaktadır. Kral ta­rafından hapisten çıkarılan ve, "Sen ar­tık yanımızda mevki sahibi, güvenilir bir kimsesin" (Yûsuf 12/54) diye taltif edi­len Hz. Yûsuf ülkenin hazinelerinden so­rumlu makama talip olur ve geniş yet­kilerle donatılır (Yûsuf 12/55-56). Yiye­cek almak üzere Mısır'a Hz. Yûsuf'un ya­nına gelen kardeşleri ona "Azîz" diye hi­tap ederler (Yûsuf 12/78, 88]. Tevrat'a göre de Hz. Yûsuf Mısır'da Firavun'dan sonra ikinci adamdı. Firavun ona, "Sen evimin üzerinde bulunacaksın ve bütün kavmim senin emrin üzerine idare olu­nacaktır; ben yalnız tahtta senden büyük olacağım" (Tekvîn, 41/40) demiş, ikinci arabasını ona tahsis etmiştir. Ayrıca her­kesin onun önünde diz çökmesini em­retmiş, bütün Mısır diyarında hiç kim­senin onun izni olmadan "elini yahut aya­ğını kaldıramayacağını" belirtmiştir (Tek­vin, 41/41-44). Şu halde azîz unvanı, Hz. Yûsuf zamanında Firavun'dan sonraki en önemli makamı ifade etmekteydi.

Bazı Arapça lugatlarda azîz kelime­sinin "Mısır ve İskenderiye'nin hâkimi" şeklinde açıklandığı da görülür (Kamus Tercümesi, "'azîz" mel). Osmanlı kaynak­larından Feridun Ahmed Bey'in Münşe-âtü's-selâtîn'ınde ise azîz, Memlûk sul­tanları için "Mısır'ın hâkimi" anlamında geçmekle beraber onların resmî unvan­ları arasında böyle bir tabire yer veril­memiştir.

Osmanlılar'da azîzin resmî bir unvan olarak kullanılmak istenmesi Hidiv İs­mail Paşa zamanına rastlar. Kendisin­den sonra ailesine kalmak şartıyla Mısır valiliğini eline geçiren İsmail Paşa, di­ğer Osmanlı vezirleri arasında daha üs­tün bir durumda bulunduğunu ve Hz. Yûsuf'un Mısır'ı idare ettiği gibi burayı yönetmek niyetinde olduğunu ima ede­rek kendisine "Azîz-i Mısr" unvanının

verilmesini istedi. Ancak bu isteği kabul edilmedi. Bununla birlikte 1867 tarihli bir fermanla kendisine yeni yetkiler ta­nındı ve "hidiv" unvanı ile yetinmesi sağ­landı.

BİBLİYOGRAFYA:

Kamus Tercümesi, "'azîz" md.; Taberî, Tef­sir, XI, 104; İbn Kesîr, Tefsîr, IV, 305; Feridun Bey, MünşeâL, I, 164, 195; Memduh Paşa, Mir'âl-ı Şuûnâl, İzmir 1328, s. 34-35; Mısır Meselesi (nşr. Babıâli Hâriciye Nezâreti), İstan­bul 1334, s. 36-37; E. Dicey. The Story of the Khediuate, London 1902, s. 38; Elmalıll, Hak Dini, IV, 2853, 2875 vd; Karal, Osmanlı Tarihi, VIİ, 43; Ancien Testament (Traduction Oecu-menique de la Bible), Paris 1980, s. 103; J. F. Mel., "Potiphar", JE, X, 147; 0. S. VVİntermute, "Potiphar", IDB, III, 845; C. Lagier, "Putiphar", DB2, V/l, s. 886-893; A. R. Schulman, "Potip­har", EJd., XIII, 933; B. Lewis, "cAzIz Mışr?, El2 (İng.), I, 825. r-j ..

İHÜI Omf.r Faruk Harman

AZÎZ NESEFÎ

Azîz b. Muhammed en-Nesefî (ö. 700/1300 [?])

Vahdet-i vücûd konusundaki düşünceleriyle tanınan

İranlı mutasavvıf.

L J

Mâverâünnehir bölgesinde Nesef (Nah-şeb) şehrinde doğdu. Doğum tarihi belli değildir. Öğrenimini doğduğu şehirde tamamladı. Bu arada kendini fizikî ve ruhf bakımdan daha iyi tanımak için tıp tahsil etti ve bu alanda hekimlik yapa­cak seviyeye geldi. Bir süre kaldığı Bu-hara'da adini belirtmediği bir mürşide intisap ettiğini söyleyen Azîz Nesefî, Re-ceb 671'de (Şubat 1273) Orta Asya'dan gelip Horasan ve Fars'a saldıran Akbeg kumandasındaki kuvvetlerin şehri yağ­malamaları üzerine buradan ayrıldı. Çe­şitli risalelerinden, 680-690 (1281-1291) yılları arasında Eberküh, Şîraz, İsfahan, Behrâbâd, Semerkant ve Buhara'da bir süre yaşadığı veya buralara seyahat et­tiği, buralardaki sûfîler, felsefeciler ve diğer bilginlerle tanıştığı anlaşılmakta­dır. Nesefî, Sa'deddîn-i Hammûye veya Hammûî adlı bir şeyhin müridi olduğun­dan bahsetmektedir. Bu şeyhin 587-650 (1191-1252) yılları arasında yaşayan meş­hur süfî Sa'deddîn-i Hammûye olup ol­madığı şüphelidir. Zira Nesefî şeyhinin 670 (1272) tarihinde sağ olduğundan bahseder. Ancak sözü edilen şeyh ger­çekten Sa'deddîn-i Hammûye ise, ya kay­naklarda onun 650 (1252) olarak verilen ölüm tarihi yanlıştır veya onunla manen



irtibat kurmuştur; yahut da aynı ad ve nisbeyi taşıyan ikinci bir kişi vardır. Azîz Neseff'nin Hammûye'den sonra İsmini zikretmediği başka bir şeyhe daha inti­sap ettiği anlaşılmaktadır. Neseff nin ne zaman ve nerede öldüğü de bilinmemek­tedir. Ölüm tarihi olarak M.ecâlisü'1-'uş­şak müellifi Hüseyin Baykara'nın verdi­ği 661 (1263) ve Hediyyetul-'arifin Ğe kaydedilen 686 (1287) rakamları doğru değildir. Zira onun bu tarihlerden epey­ce sonra yazılmış eserleri vardır. Nite­kim bu eserlerindeki bazı ifadelerden Nesefî'nin 700 (1300) yılından biraz ön­ce veya bu tarihte ölmüş olduğu sonu­cu çıkarılabilir.

Tasavvuf âdâb ve ilkelerini çok iyi bil­diği anlaşılan Nesefî, bu bilgileri herke­sin anlayabileceği açık ve sade bir ifade ile anlatır. Şiîler'in İsmâilî kolu Neseff'yi kendilerinden sayarlarsa da bu doğru değildir. Ancak o aşırıların dışında Şiîli­ğe de düşman değildir. Eserlerinde Sün­nîlik ile Şiîlik arasında fark gözetmez. Muhtemelen bu da onun vahdet-i vücûd-culuğundan gelmektedir.

Eserleri. Nesefî'nin büyük bir kısmını 671-680 (1273-1281) yılları arasında yaz­dığı anlaşılan ve yazma nüshalarına faz­laca rastlanan eserlerinin çoğu günü­müze kadar gelmiştir. Tasavvuf, felsefe ve kelâmla ilgili olan ve sade bir dil ve üslûpla kaleme aiınan, ayrıca hepsi de Farsça olan bu eserlerin başlıcalan şun­lardır: 1. Tenzil. Yirmi bölümden (asi) meydana gelen bu kitabın ilk altı bölü-

mü Nesef'te, daha sonraki dört bölümü Buhara'da, son bölümü de Horasan'da tamamlanmıştır. Eserde söz konusu edi­len her mesele kelâm, felsefe, vahdet-i vücûd, tenasüh, cennetlik ve cehennem­likler bakımından incelenir. Aynı meto­da diğer eserlerinde de rastlanır. Yaz­ma nüshaları Süleymaniye (Şehid Ali Pa­şa, nr. 1363/2) ve Beyazıt Devlet Kütüp­hanelerinde (Veliyyüddin Efendi, nr. 17671 bulunmaktadır. 2. Keşfü'I-hakâ'ik. 671'-de (1273) yazılmaya başlanan eser an­siklopedik bir nitelik taşır. Önsözde çe­şitli dinî konulardaki düşüncelerini an­latan Nesefî, diğer eserlerinde olduğu gibi burada da yaşadığı dönemden ve kendisini anlamayan kişilerden şikâyet eder. Rüyada Hz. Peygamber'le görüştü­ğünü, 700 (1300) yılından sonra çeşitli mezheplerin ortadan kalkacağını ve ye­rini tek mezhebin alacağını söyler. Eser­de sırasıyla varlık (vücûd). insan, sülük, tevhid, meâd, dünya, âhiret, kadir gecesi, kıyamet günü ve yedi gök gibi konulara yer verilir. Yazma bir nüshası Süleyma­niye Kütüphanesi'ndedir (Cârullah Efen­di, nr. 10871. 3. Beyânüı-Tenzîl. Keşful-hakâ'ik'ten sonra yazıldığı anlaşılan bu eserde Tenzilde ele alınan konular da­ha ayrıntılı bir biçimde anlatılmıştır. Ese­rin bir nüshası Beyazıt Devlet Kütüpha­nesi'ndedir (Veliyyüddin Efendi, nr. 1685). 4. Makşad-ı Aksa. 672-680 (1274-1281) yılları arasında kaleme alınan bu eserin konusunu Allah'ın zâtı, sıfatları, fiilleri, peygamberlik, velîlik, insan ve ölümden

Önceki ve sonraki hayat teşkil eder. Türk­çe'ye de tercüme edilen (bk. Süleymani­ye Ktp., İzmirli İsmail Hakkı, nr. 1240; Ha­cı Mahmud Efendi, nr. 3166) bu eser ol­dukça erken bir tarihten itibaren Batı'da tanınmıştır. Nitekim eserin Türkçe tercü­mesinden bazı parçalar Andreas Müller tarafından Latince tercümesiyle birlikte Exerpta manuscripti Cujusdam Turcici adıyla yayımlanmıştır (Coloniae Branden-burgicae 1665). F. A. G. Tholuck da Sufis-mus Şive Theosophia Persarum Pant-heistice (Berlin 1821) adlı kitabında bu eserden geniş ölçüde faydalanmıştır. Da­ha sonra E. H. Palmer, aslını Türkçe san­dığı için eserin bu dilden çevrildiğini söy­lediği Farsça'sından vahdet-i vücûdla il­gili bir parçayı Oriental Mysticism (Lon-don 1868) adındaki eserinde neşretmiş-tir. Bunları F. Meier'in Das Problem der Natar im esoterischen Monismus des islam (Eranos-lahrbuch 1949, XIV, 149-2271, Die Schriften des "Aziz-i Nasoîi {TAnz., s. 125-182) adlı çalışmaları takip etmiştir. Kâtib Çelebi Makşad-ı Akşa-nın Kemâleddîn-i Hârizmî (XV. yüzyıl) ta­rafından yapılan bir çevirisinin bulundu­ğunu söyler {Keşfü'z-zıınûn, II, 1805-1806). s. Keşiü'ş-şırât. Eser, "Kendini bilen rab-bini de bilir" hadisi üzerindeki tartışma­larla başlar. Çeşitli konulardan bahsedi­lirken Aynülkudât e!-Hemedânî, Şehâ-beddin es-Sühreverdî, İbnü'l-ArabT, İbn Seb'în ve Şa'deddîn-i Hammûye'nin de fikirleri nakledilir ve velîlik (velayet) me­selesi hakkındaki çeşitli mezheplerin gö­rüşleri anlatılır. Şiîlik ve Sünnîlik görüş­leri bakımından olduğu kadar üslûp ba­kımından da müellifin diğer eserlerin­den ayrılan bu kitabın Nesefî'ye aidiye­ti şüphelidir. Eserin bir nüshası Beyazıt Devlet Kütüphanesi'ndedir (Veliyyüddin Efendi, nr. 1767, vr. 204b-243b; nr. 1685, vr. 79a-103b). 6. Zübdetü'l-hakö'ik. Mü-ridlerinin kendisinden kâinat, insan, meb­de ve meâd hakkında bir kitap yazması­nı istemeleri üzerine Mebde= ve Mecâd adlı bir eser yazmış, ancak kitap mü-ridlerince uzun görüldüğü için onu özet­leyerek bu eserini kaleme almıştır. Bir nüshası İstanbul Üniversite Kütüphane-si'nde (FY, nr. 797) bulunmaktadır. Eser Makşad-ı Akşâ İle birlikte Câmî'nin Le-ma^ât şerhinin sonunda basılmıştır (Tah­ran 1303). 7. Kitâbüı-İnsâni'l-kâmil. Şe­riat, tarikat ve hakikat, insan-ı kâmil, sohbet ve sülükten bahseden bir mu­kaddime ile yirmi iki felsefî ve tasavvufî risaleyi ihtiva eden bu mecmua, Marijan MolĞ tarafından müellifin hayatı, eserle-


Yüklə 1,09 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   ...   25




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin