parça halinde düzenlenmiş, bunların ortasına adı geçen padişahın tuğrası kon-durulmuştur. Kapının solunda yan yana iki çeşme mevcuttur ki muhtemelen ilk banileri Aziz Mahmud Hüdâyî'dir. Her ikisi de klasik üslûpta silmeler ve sivri kemerlerle donatılmış olan bu çeşmelerden soldakinde, kemerin üzerinde, 1033'te (1623-24) yaptırıldığını gösteren sülüs hatlı Arapça mensur bir kitabe, kemer aynası içinde ise 1272 (1855-56) tarihinde külliye ile beraber Sultan Abdülmecid tarafından tamir edildiğini gösteren, manzum metni Zîver Paşa'ya ait ta'lik hatlı manzum bir kitabe daha bulunmaktadır. Bunun sağında yer alan ve daha ufak ölçülerdeki çeşmede de, son mısraı ebced*le 1019 (1610-11) tarihini veren sülüsle yazılmış manzum bir kitabe yer almaktadır. Cümle kapısının sağındaki çeşmede, Lâle Devri'nde 1141 (1728-29) yılında Nevşehirli Damad İbrahim Paşa'nın oğlu "Genç" lakaplı Damad Mehmed Paşa tarafından yaptırılmış olduğunu belirten ta'lik hatla yazılmış, metni şair Şâkir'e ait manzum bir kitabe bulunmaktadır. Bu çeşmenin gerek cephe düzeni gerekse detayları tamamen ampir üslûbunda olup 1272'de (1855-56) yenilendiğini ispata yeterlidir. Bu çeşmelerin üstünde, halen imam ve müezzin meşrutası olarak kullanılan birer ahşap mesken vardır. Geçen yüzyılın ikinci yarısında elden geçirildikleri anlaşılan bu evlerden soldaki yakın bir zamanda kagire çevrilerek orijinal şeklini kaybetmiştir. Bunun arkasında, muhtemelen külliyenin ilk İnşasından kalma bir su haznesi ile bir grup hela yer almaktadır.
Cümle kapısından sonra batıya doğru kademeli olarak devam eden Hüdâî Avlusu sokağı üzerinde, solda Hüdâyî Türbesi ile daha sonra buna dışarıdan bitiştirilmiş olan ve tekke şeyhleriyle aile fertlerinin gömülü oldukları türbe, Hüdâyî Türbesi'nin arkasında bu yapıya bitişik olarak yer alan cami - tevhidhâne, bunun batısında dar bir aralıktan sonra içinde Kaya Sultan'ın (ö. 16591 kızı Fatma Hanım - Sultan'a (ö. 1L40/I727-28) ait açık türbeyi barındıran hazîre parçası sıralanmaktadır. Bu hazîrenin batısında, Aziz Efendi Mektebi sokağının kuzeye doğru kıvrılan kesiminin arkasında, duvarlarla çevrili bir bahçenin içinde harem dairesiyle müstakil mutfağı bulunmaktadır. Hüdâî Avlusu sokağının kuzey yakasında ise en altta küçük meş-
341
rutadan sonra sırayla yerden yüksek hazîre parçası, mutfak ile buna bitişik hünkâr mahfili girişi, abdest muslukları, kütüphane ve yine bir bölüm hazîre yer almaktadır. Abdest musluklarının üzerinde sıralandığı duvar, arsanın kuzey kesimini işgal eden geniş bir bölümü ayırmaktadır. Musluklar dizisini ikiye bölen bir kapıdan geçilen bu kesimde vaktiyle derviş hücreleri, kahve ocağı, taamhâne ve diğer selâmlık bölümlerinin bulunduğu bilinmektedir. Ahşap oldukları anlaşılan bu binalardan günümüzde hiçbir iz kalmamıştır. Hüdâî Avlusu sokağının Hüdâyî Mahmud sokağına birleştiği batı ucunda, cümle kapısı ile aynı üslûpta ve aynı ebatta kitâbesiz ikinci bir kapı görülmektedir. Bu kapının güneyinde sokak üzerinde, külliyeye ait meşrutalardan ikisi müstakil bahçeler içinde yer almaktadır.
Cami - tevhidhâne dikdörtgen planlı, kagir duvarlı, ahşap çatılı, biri bodrum, biri de mahfillerin teşkil ettiği kısmî üst kat olmak üzere toplam üç katlı fevka-nî bir binadır. Bütün açıklıkların basık kemerlerle geçilmiş olduğu cephelerde kat döşemeleri ve saçak hizalarında yatay silmeler dolaşmaktadır. Zemin katta namaza ve âyinlere tahsis edilmiş olan dikdörtgen alan kıble yönünde yer almakta, bunu batıda ve kuzeyde erkeklere mahsus, zeminleri bir seki ile yükseltilmiş mahfiller kuşatmaktadır. Bu mahfillerin sınırında ahşap korkuluklar arasında üst kat mahfillerini taşıyan ve kısa bir parapet duvarından sonra tava-
na kadar devam eden kare kesitli ve pi-lastr başlıklı ahşap sütunlar sıralanmaktadır. Her sütuna karşısındaki duvarda aynı ebatta bir duvar payesi tekabül etmekte, bunların arasında altlı üstlü ikişer pencere yer almaktadır. Batıdaki zemin kat mahfilleri ortada iki sütun arasındaki açıklık boyunca kesintiye uğratılarak buraya yalnızca Hüdâyî Tekkesi'-ne mahsus ilginç bir mimari unsur olan "şeyh kafesi" yerleştirilmiştir. Bu değişik tertip, Aziz Mahmud Hüdâyî ile Hızır arasında cereyan etmiş olan bir menkıbeye dayanan ve sırf burada icra edilen âyinlerde riayet edilen farklı bir erkândan kaynaklanmaktadır. Cuma namazlarını müteakip icra edilen âyinlerde, cuma namazını da bu kafesin içinde eda eden şeyh efendi âyinin belirli bir yerinde, dervişler kıyama kalktıktan bir müddet sonra kafesten çıkarak esas tevhid-hâneye girer ve âyindeki yerini alırdı. Gereğinde kapı şeklinde açılan kafesli bölmelerle kuşatılmış olan bu bölümün arkasında, iki ucu kapılı ufak bir koridor mahfiller arasındaki bağlantıyı temin etmekteydi. Şeyhler harem dairesinin bulunduğu batı yönünde, binayı kuşatan dar geçide açılan ve şeyh kapısı olarak adlandırılan müstakil girişi kullanırlar ve cemaate görünmeden bu kafese girerlerdi. Kafesin kıble yönündeki sınırı hizasında yer alan bir seki, cami-tevhidhânenin ilk inşasındaki güney sınırını göstermektedir. Kuzey yönündeki mahfiller de ortada iki sütun arasındaki açıklık miktarınca kesintiye uğramakta ve bu açıklığın ekseninde harimin güney duvarında mihrap, kuzey duvarında son cemaat yerine açılan kapı, bunun da karşısında yapının dış duvarındaki esas kapı yer almaktadır. Dışarıdan bir sıra basamakla ulaşılan ve cami cema-atince kullanıldığı anlaşılan bu kapının üzerinde, ortada Sultan Abdülmecid'in tuğrasının yer aldığı, şair Zîver'in kaleminden çıkmış ve ta'likle yazılmış 1272 (1855-56) tarihli bir kitabe bulunmaktadır. Bu esas kapının batı yönünde, aynı şekilde önü basamaklı daha ufak boyutlu diğer bir kapı daha vardır ki tevhidhâne kapısı olarak adlandırıldığma göre daha çok tekke sakinlerince kullanılmış olduğu anlaşılan bu girişin üzerindeki kitabe levhasında, sülüsle yazılmış ve Aziz Mahmud Hüdâyfye ithaf edilmiş bir beyit yer almaktadır. Son cemaat yerinin doğu ucundan geçilen minare, dışarı taşkın kare bir kaide üzerinde yükselen daire kesitli gövdesi, basit şerefesi ve kurşun kaplı koni biçimindeki
ahşap külahı ile iddiasız bir görünümdedir.
İçinde birçok sofalarla odaların ve bir helanın bulunduğu hünkâr mahfili girişi cami - tevhidhânenin kuzeyinde, Hüdâî Avlusu sokağının öbür yakasında yer alan kısmî bir zemin kattan temin edilmiştir. Duvarları içeriden bağdadî sıva, dışarıdan ahşap kaplama ile donatılmış olan ve bir hünkâr kasrı niteliği arze-den bu bölümün üst katı, iki çift ahşap sütunun yardımı ile sokağı köprü gibi geçerek yapıya bağlanmaktadır. Cami-tevhidhânenin kafeslerle donatılmış olan üst kat mahfillerinin kuzey kanadı hünkâr ile maiyetine ve hanedan mensuplarına, batı kanadı ise hanımlara ayrılmıştır. Ahşap bölmelerle taksim edilmiş olan bu mahfillere biri son cemaat yerinden, diğeri de batı yönündeki geçitten hareket eden iki merdivenle ulaşılabilmektedir.
Bodrum katının, ilk mescid-tevhidhâ-nenin altına tekabül eden kuzey kesiminde dar uzun koridorlara açılan ve ufak pencerelerden az miktarda ışık alan hal-vethâne (çilehâne) niteliğinde mekânlar vardır. Güney kesiminde ise 1272'deki (1855-56) genişletme sırasında içeriye alınarak bir türbe hüviyeti kazanmış olan hazîre parçası yer almaktadır. Ampir üslûbuna has sadeliğin hâkim olduğu cami - tevhidhâne cephelerinde herhangi bir süsleme unsuru göze çarpmaz. İçeride de süsleme asgari ölçülerde tutulmuştur. Profilli çıtalarla meydana getirilmiş geometrik taksimata sahip tavanda ve pencere sıralan ile alt ve üst kat mahfilleri arasındaki kuşakta pastel renkler kullanılarak ampir üslûbunda stilize çiçekler ve dal kıvrımlarından oluşan bir tezyinat uygulanmıştır. Ayrıca üst kat pencereleriyle üst kat mah-
fillerinin kafesleri oymalı ve yaldızlı hotozlarla taçl andırıl mı ştır. Bu hotozların tepelerinde, zemini siyaha boyalı daireler içine, zerendûd tekniğiyle ve sülüs hatla, camilerdeki alışılmış düzene uyularak "Allah", "Muhammed" ibareleriyle dört halifenin isimleri yazılmıştır. Minber ile şeyh kafesinin önünde yer alan vaaz kürsüsü ahşaptan yapılmış olup S ve C kıvrımlarını ihtiva eden ve daha çok barok üslûba bağlanan kabartmalarla süslüdür.
Aziz Mahmud Hüdâyî'nin türbesi, vefatından 1925'e kadar Celvetiyye mensuplarınca bayram arefelerinde, âsitâne şeyhinin riyasetinde debdebeli bir şekilde ziyaret edilmiş, ayrıca İstanbul'daki velî türbeleri içinde en çok rağbet görenlerden birisi olma vasfını da günümüze kadar sürdürmüştür. Cami - tev-hidhâne ile aynı inşaî ve tezyini özellikleri paylaşan türbe, kuzeyden güneye doğru sıralanan camekânlı bir giriş bölümü, türbedarların nöbet tuttukları piramit biçiminde bir külahla örtülü oda ve esas harimden oluşmaktadır. Harım kapısı üzerinde Aziz Mahmud Hüdâyî'nin vefat tarihini (1038/1628) veren talik hatlı Arapça mensur bir kitabe vardır. Dikdörtgen planlı harimin ortasında daire kesitli dört mermer sütuna oturan ve içeriden Celvetî tacınin tepeliği gibi on üç dilime taksim edilmiş olan bir ahşap kubbe yükselmektedir. Pîrin yaldızlı demir şebekelerle kuşatılmış olan ahşap sandukası bu kubbenin altındadır. Çevresinde çocuklarına ve bir torununa ait on sanduka sıralanmaktadır. Duvarların üst kesiminde hattat Mahmud Celâled-din'in kaleminden çıkmış, Mülk sûresini ihtiva eden sülüs bir yazı kuşağı dolaşmaktadır. Türbede bulunan sandıklar İçinde Aziz Mahmud Hüdâyî'nin birtakım emanetleri muhafaza edilmektedir. Bu türbenin doğusunda, önceleri açık hazî-re şeklindeyken sonradan muhtemelen 1272'de (1855-56), üstü örtülerek türbeye tahvil edilmiş olan bölüm vardır. Tekke şeyhlerinden, mensuplarından ve aile fertlerinden birçok kişinin gömülü olduğu bu ikinci türbenin çatısı Cumhuriyet devrinde ortadan kalkınca ahşap sandukaların yerlerine çimentodan garip lahitler kondurulmuş, üzerlerine de bir kısmı hatalı Latin harfli ufak kimlik levhaları iliştirilmiştir. Külliyenin hazîre-sinde, birçoğu hat ve oymacılık sanatları açısından dikkat çekici nitelikte mezar taşları bulunmaktadır. Cami-tevhid-hânenin batısındaki hazîre parçası için-
de yer alan Fatma Hanım - Sultan Türbesi, hepsi mermerden yontulmuş sekiz adet sekizgen kesitli ve baklavalı başlıklı sütunları, bunlara oturan sivri kemerleri, sütunların arasını kapatan tunçtan dökülmüş nefis şebekeieriyle, emsali olan açık türbeler içinde müstesna bir yere sahiptir.
Külliyenin mutfağı kagir duvarlı ve ahşap çatılı olup biri büyük, diğeri daha küçük içice iki bölümden oluşmaktadır. Basık kemerli kapılar ve pencerelerle donatılmış olan bu mekânlardan büyük olanında tuğladan örülmüş kemeriyle muazzam ocak yer almaktadır. Dikdörtgen planlı olan kütüphanenin duvarları sarı renkli yumuşak bir taşla kaplanmıştır. Üzeri tuğladan örülmüş bir tekne tonozla örtülü olan bu yapının girişi, ca-mi-tevhidhâneye bakan güney cephesinin ortasındadır. Gerek bu kapı gerekse pencereler, kilit taşlan konsollarla belirtilmiş yarım daire kemerlere sahiptir. Aralarında, duvara gömülmüş ve İyon nizamında başlıklarla donatılmış yivli sütunlar vardır. Başlıkların üstünde de çeşitli silmelerle teçhiz edilerek "architra-ve" görünümü kazandırılmış bir kuşak uzanmaktadır. Cephenin en üst kesimi, sütunların hizasında yer alan, ortaları birer kabartma rozetle süslenmiş küçük pilastrlarla üçe taksim edilmiş, bu bölümlere bani Lutfi Bey'in adını ve ebced-le 1317(1899-1900) tarihini veren talikle yazılmış manzum kitabenin mısraları yerleştirilmiştir. Halen Aziz Mahmud Hüdâyf Vakfi'nın idare binası olarak kullanılan kütüphanenin batı kesimi demir parmaklıklarla tecrit edilerek bani ile ailesine ait sandukaları ihtiva eden bir türbe haline sokulmuştur. Ampir üslûbunun antik tapınak cephelerini taklit eden ve Osmanlı mimarisine çok yabancı düşen bir uygulamasını sergileyen bu binanın tonozlu örtüsü üzerinde de başka yerde benzerine rastlanılmayan koni biçiminde üç madenî alem sıralanmaktadır. Hepsi geçen yüzyılın ikinci yarısı içinde yenilenmiş olan meşrutahâneler-den harem dairesi, zemindeki kagir, diğerleri ahşap olmak üzere üç katlı, oldukça büyük, tipik bir eski İstanbul konağıdır.
Bu arada külliyenin yakın ve uzak çevresinde yer alan ve onunla ilgili sayılan bazı yapıları da zikretmek gerekir. Bunlar arasında, Aziz Mahmud Hüdâyî'nin halifelerinden olan tekkenin üçüncü post-nişini Ehl-i Cennet Şeyh Mehmed Fena-yî Efendi'nin (o. 1664) cümle kapısının
karşısında yer alan türbesi; yine baninin mensuplarından olup mürşidine duyduğu hürmetten ötürü kendisini onun tekkesinde "kapıcı" olarak vasfeden Kayserili Halil Paşa'nın (ö. 1629) külliyenin güneydoğusunda ve az ilerisinde inşa ettirmiş olduğu Kapıcı Tekkesi ile Çamlıca'da Bulgurlu köyü yakınlarında, Aziz Mahmud Hüdâyî'nin çileye soyunduğu mahal olan ve bu yüzden Çilehâne adını alan mevkide 1024'te (1615) inşa ettirilen mescid - zaviye bulunmaktadır.
BİBLİYOGRAFYA:
Naîmâ, Târih, II, 112; Evliya Çelebi. Seyahatname, I, 473-474; Kâtib Çelebi, Fezleke, II, 114; Ayvansarâyf, Mecmûa-i Teuârih, s. 55-56, 87-88, 222-223, 231, 273, 328. 395; a.mlf.. Hadî-katü'l-cevSmi', II, 195-204; Asitûne Tekkeleri, s. 2; Mecmûa-i Ceuâmi', 11, 72-73; Bandırmalı-zâde, Mecmûa-i Tekâyâ, istanbul 1307, s. 5; Mehmed Râif, Mir'âL-ı İstanbul, İstanbul 1314,
I, 53, 63-67, 102; Zâkir Şükrü, Mecmûa-i Tekâyâ (Tayşil, s. 21, 72-74; Muallim Vahyi, Müslümanlık ve Türklüğü Yükseltmeye Çalışanlardan Bursalı Tâhir Bey, İstanbul 1335, s. 101; Külliyyâl-ı Hazret-i Hüdâyî (nşr. Mehmed Gülsen), istanbul 1338, naşirin önsözü, s. 5; Tahsin Öz. İstanbul Camileri, Ankara 1965,
II, 31; Ahmed Hamdi Tanpınar, Beş Şehir, İstanbul 1969, s. 185; Kemaleddİn Şenocak, Kutb-ul Arifin Seyyid Aziz Mahmud Hüdayt, istanbul 1970, s. 29-32; Konyalı, Üsküdar Tarihi, I, 104-107, 129-130, 325-341, 356, 419, 427-428; 11, 16-18, 69-70, 128, 303, 403, 437; M. Orhan Bayrak, istanbul'da Gömülü Meşhur Adamlar, İstanbul 1979, s. 119; H. Kamil Yılmaz, Aziz Mahmud Hüdâyî ve Celueüyye Tarikatı, İstanbul 1982, s. 216-258; İstA, III, 1718-1722; 1. Beldiceanu-Steinherr, "Hüdâ'i", El2 (İng.l, II, 538-539; Abdülbâkî Gölpinarlı, "Djihvatıyya",
İ), II, 542-543. ı—ı
m M. Baha Tanman
AZÎZ-İ MISR
Mısır'ın ulusu, güçlüsü anlamında bir unvan.
J
Kur'ân-ı Kerîm'de, kardeşleri tarafından kuyuya atılan ve orada terkedilen Hz. Yûsuf'u bir kervanın kuyudan çıkararak Mısırlı birine sattığı belirtilmekte (Yûsuf 12/15-20], daha sonraki iki âyette (30,51], Yûsuf'u satın alan kişiden adı verilmeksizin "Aziz" unvanı ile söz edilmektedir. Tefsirlerde bu kişinin adı Kıt-ffr veya Itffr şeklinde geçmektedir (bk. Taberî, XI, 104; İbn Kesîr, IV, 305i. Tevrat'ta ise Hz. Yûsuf'u satın alan Mısır-lı'nın adı Potifar (Potiphar) olarak zikredilmekte ve onun Firavun'un harem ağası (sâris), muhafız askerler reisi (sar hat-tarjhahîm) olduğu belirtilmektedir (Tek-
343
vîn, 37/36; 39/1]. İbranîce sâris kelimesi "hadım" ve "harem ağası" anlamındadır. Ancak eski Mısır'da harem ağalığı mevcut değildir {Ancien Testament, s. 103) ve Hz. Yûsuf'u satın alan Potifar da evlidir. Bu sebeple sâris kelimesi farklı bir anlamda, "krala çok yakın, ona bağ-iı, sarayın üst düzey görevlisi" mânasında kullanılmıştır (DB2, V/l, s. 888). Dolayısıyla Potifar'ın saray memuru, muhtemelen kralın çok yakın dostlarından, nedimlerinden biri, önemli işleri kendisine havale ettiği kişi olduğu söylenebilir. Tevrat'ta Hz. Yûsuf'u satın alan kişiye verilen diğer unvan ise sar hattab-bahîmdir. Tevrat'ın Yunanca tercümesinde kelime "aşçıların şefi, kilercibaşı" olarak çevrilmiştir. Ancak emrinde çalışanlar ne kadar çok olursa olsun aşçıların şefinin yetkisinin çok geniş olduğu söylenemez. Tabbah kelimesi İbrânîce'-de aşçı mânasına geldiği gibi "kesen, boğazlayan, Öldüren", dolayısıyla da "muhafız" anlamlarına da gelmektedir (11. Krallar, 25/8). Buna göre sar hattabba-hîm askerî bir görevi ifade etmektedir ve kralın emirlerini yerine getirenlerin şefi demektir. Nitekim kelime Tevrat'ın
Yunanca tercümesinin aksine Latince ve Süryânîce tercümeleriyle Onkelos'un Tar-gum'unda bu şekilde çevrilmiştir {DB2, V/l, s. 889). Esasen Kur'ân-ı Kerîm'de, rüyasını yorumlaması üzerine kralın. "Onu bana getirin" emrine karşılık Hz. Yûsuf'un gelen elçiye, "Efendine dön de ona sor. ellerini kesen o kadınların maksadı neydi?" diye sordurması ve kralın konuyu araştırması, Azfz'in karısının kral huzurunda gerçeği itiraf etmesi (Yûsuf 12/50-51), Azîz'in krala çok yakın olduğunu göstermektedir.
Kur'ân-ı Kerîm'de azız unvanı sadece Hz. Yûsuf'u satın alan kişi için değil Hz. Yûsuf için de kullanılmaktadır. Kral tarafından hapisten çıkarılan ve, "Sen artık yanımızda mevki sahibi, güvenilir bir kimsesin" (Yûsuf 12/54) diye taltif edilen Hz. Yûsuf ülkenin hazinelerinden sorumlu makama talip olur ve geniş yetkilerle donatılır (Yûsuf 12/55-56). Yiyecek almak üzere Mısır'a Hz. Yûsuf'un yanına gelen kardeşleri ona "Azîz" diye hitap ederler (Yûsuf 12/78, 88]. Tevrat'a göre de Hz. Yûsuf Mısır'da Firavun'dan sonra ikinci adamdı. Firavun ona, "Sen evimin üzerinde bulunacaksın ve bütün kavmim senin emrin üzerine idare olunacaktır; ben yalnız tahtta senden büyük olacağım" (Tekvîn, 41/40) demiş, ikinci arabasını ona tahsis etmiştir. Ayrıca herkesin onun önünde diz çökmesini emretmiş, bütün Mısır diyarında hiç kimsenin onun izni olmadan "elini yahut ayağını kaldıramayacağını" belirtmiştir (Tekvin, 41/41-44). Şu halde azîz unvanı, Hz. Yûsuf zamanında Firavun'dan sonraki en önemli makamı ifade etmekteydi.
Bazı Arapça lugatlarda azîz kelimesinin "Mısır ve İskenderiye'nin hâkimi" şeklinde açıklandığı da görülür (Kamus Tercümesi, "'azîz" mel). Osmanlı kaynaklarından Feridun Ahmed Bey'in Münşe-âtü's-selâtîn'ınde ise azîz, Memlûk sultanları için "Mısır'ın hâkimi" anlamında geçmekle beraber onların resmî unvanları arasında böyle bir tabire yer verilmemiştir.
Osmanlılar'da azîzin resmî bir unvan olarak kullanılmak istenmesi Hidiv İsmail Paşa zamanına rastlar. Kendisinden sonra ailesine kalmak şartıyla Mısır valiliğini eline geçiren İsmail Paşa, diğer Osmanlı vezirleri arasında daha üstün bir durumda bulunduğunu ve Hz. Yûsuf'un Mısır'ı idare ettiği gibi burayı yönetmek niyetinde olduğunu ima ederek kendisine "Azîz-i Mısr" unvanının
verilmesini istedi. Ancak bu isteği kabul edilmedi. Bununla birlikte 1867 tarihli bir fermanla kendisine yeni yetkiler tanındı ve "hidiv" unvanı ile yetinmesi sağlandı.
BİBLİYOGRAFYA:
Kamus Tercümesi, "'azîz" md.; Taberî, Tefsir, XI, 104; İbn Kesîr, Tefsîr, IV, 305; Feridun Bey, MünşeâL, I, 164, 195; Memduh Paşa, Mir'âl-ı Şuûnâl, İzmir 1328, s. 34-35; Mısır Meselesi (nşr. Babıâli Hâriciye Nezâreti), İstanbul 1334, s. 36-37; E. Dicey. The Story of the Khediuate, London 1902, s. 38; Elmalıll, Hak Dini, IV, 2853, 2875 vd; Karal, Osmanlı Tarihi, VIİ, 43; Ancien Testament (Traduction Oecu-menique de la Bible), Paris 1980, s. 103; J. F. Mel., "Potiphar", JE, X, 147; 0. S. VVİntermute, "Potiphar", IDB, III, 845; C. Lagier, "Putiphar", DB2, V/l, s. 886-893; A. R. Schulman, "Potiphar", EJd., XIII, 933; B. Lewis, "cAzIz Mışr?, El2 (İng.), I, 825. r-j ..
İHÜI Omf.r Faruk Harman
AZÎZ NESEFÎ
Azîz b. Muhammed en-Nesefî (ö. 700/1300 [?])
Vahdet-i vücûd konusundaki düşünceleriyle tanınan
İranlı mutasavvıf.
L J
Mâverâünnehir bölgesinde Nesef (Nah-şeb) şehrinde doğdu. Doğum tarihi belli değildir. Öğrenimini doğduğu şehirde tamamladı. Bu arada kendini fizikî ve ruhf bakımdan daha iyi tanımak için tıp tahsil etti ve bu alanda hekimlik yapacak seviyeye geldi. Bir süre kaldığı Bu-hara'da adini belirtmediği bir mürşide intisap ettiğini söyleyen Azîz Nesefî, Re-ceb 671'de (Şubat 1273) Orta Asya'dan gelip Horasan ve Fars'a saldıran Akbeg kumandasındaki kuvvetlerin şehri yağmalamaları üzerine buradan ayrıldı. Çeşitli risalelerinden, 680-690 (1281-1291) yılları arasında Eberküh, Şîraz, İsfahan, Behrâbâd, Semerkant ve Buhara'da bir süre yaşadığı veya buralara seyahat ettiği, buralardaki sûfîler, felsefeciler ve diğer bilginlerle tanıştığı anlaşılmaktadır. Nesefî, Sa'deddîn-i Hammûye veya Hammûî adlı bir şeyhin müridi olduğundan bahsetmektedir. Bu şeyhin 587-650 (1191-1252) yılları arasında yaşayan meşhur süfî Sa'deddîn-i Hammûye olup olmadığı şüphelidir. Zira Nesefî şeyhinin 670 (1272) tarihinde sağ olduğundan bahseder. Ancak sözü edilen şeyh gerçekten Sa'deddîn-i Hammûye ise, ya kaynaklarda onun 650 (1252) olarak verilen ölüm tarihi yanlıştır veya onunla manen
irtibat kurmuştur; yahut da aynı ad ve nisbeyi taşıyan ikinci bir kişi vardır. Azîz Neseff'nin Hammûye'den sonra İsmini zikretmediği başka bir şeyhe daha intisap ettiği anlaşılmaktadır. Neseff nin ne zaman ve nerede öldüğü de bilinmemektedir. Ölüm tarihi olarak M.ecâlisü'1-'uşşak müellifi Hüseyin Baykara'nın verdiği 661 (1263) ve Hediyyetul-'arifin Ğe kaydedilen 686 (1287) rakamları doğru değildir. Zira onun bu tarihlerden epeyce sonra yazılmış eserleri vardır. Nitekim bu eserlerindeki bazı ifadelerden Nesefî'nin 700 (1300) yılından biraz önce veya bu tarihte ölmüş olduğu sonucu çıkarılabilir.
Tasavvuf âdâb ve ilkelerini çok iyi bildiği anlaşılan Nesefî, bu bilgileri herkesin anlayabileceği açık ve sade bir ifade ile anlatır. Şiîler'in İsmâilî kolu Neseff'yi kendilerinden sayarlarsa da bu doğru değildir. Ancak o aşırıların dışında Şiîliğe de düşman değildir. Eserlerinde Sünnîlik ile Şiîlik arasında fark gözetmez. Muhtemelen bu da onun vahdet-i vücûd-culuğundan gelmektedir.
Eserleri. Nesefî'nin büyük bir kısmını 671-680 (1273-1281) yılları arasında yazdığı anlaşılan ve yazma nüshalarına fazlaca rastlanan eserlerinin çoğu günümüze kadar gelmiştir. Tasavvuf, felsefe ve kelâmla ilgili olan ve sade bir dil ve üslûpla kaleme aiınan, ayrıca hepsi de Farsça olan bu eserlerin başlıcalan şunlardır: 1. Tenzil. Yirmi bölümden (asi) meydana gelen bu kitabın ilk altı bölü-
mü Nesef'te, daha sonraki dört bölümü Buhara'da, son bölümü de Horasan'da tamamlanmıştır. Eserde söz konusu edilen her mesele kelâm, felsefe, vahdet-i vücûd, tenasüh, cennetlik ve cehennemlikler bakımından incelenir. Aynı metoda diğer eserlerinde de rastlanır. Yazma nüshaları Süleymaniye (Şehid Ali Paşa, nr. 1363/2) ve Beyazıt Devlet Kütüphanelerinde (Veliyyüddin Efendi, nr. 17671 bulunmaktadır. 2. Keşfü'I-hakâ'ik. 671'-de (1273) yazılmaya başlanan eser ansiklopedik bir nitelik taşır. Önsözde çeşitli dinî konulardaki düşüncelerini anlatan Nesefî, diğer eserlerinde olduğu gibi burada da yaşadığı dönemden ve kendisini anlamayan kişilerden şikâyet eder. Rüyada Hz. Peygamber'le görüştüğünü, 700 (1300) yılından sonra çeşitli mezheplerin ortadan kalkacağını ve yerini tek mezhebin alacağını söyler. Eserde sırasıyla varlık (vücûd). insan, sülük, tevhid, meâd, dünya, âhiret, kadir gecesi, kıyamet günü ve yedi gök gibi konulara yer verilir. Yazma bir nüshası Süleymaniye Kütüphanesi'ndedir (Cârullah Efendi, nr. 10871. 3. Beyânüı-Tenzîl. Keşful-hakâ'ik'ten sonra yazıldığı anlaşılan bu eserde Tenzilde ele alınan konular daha ayrıntılı bir biçimde anlatılmıştır. Eserin bir nüshası Beyazıt Devlet Kütüphanesi'ndedir (Veliyyüddin Efendi, nr. 1685). 4. Makşad-ı Aksa. 672-680 (1274-1281) yılları arasında kaleme alınan bu eserin konusunu Allah'ın zâtı, sıfatları, fiilleri, peygamberlik, velîlik, insan ve ölümden
Önceki ve sonraki hayat teşkil eder. Türkçe'ye de tercüme edilen (bk. Süleymaniye Ktp., İzmirli İsmail Hakkı, nr. 1240; Hacı Mahmud Efendi, nr. 3166) bu eser oldukça erken bir tarihten itibaren Batı'da tanınmıştır. Nitekim eserin Türkçe tercümesinden bazı parçalar Andreas Müller tarafından Latince tercümesiyle birlikte Exerpta manuscripti Cujusdam Turcici adıyla yayımlanmıştır (Coloniae Branden-burgicae 1665). F. A. G. Tholuck da Sufis-mus Şive Theosophia Persarum Pant-heistice (Berlin 1821) adlı kitabında bu eserden geniş ölçüde faydalanmıştır. Daha sonra E. H. Palmer, aslını Türkçe sandığı için eserin bu dilden çevrildiğini söylediği Farsça'sından vahdet-i vücûdla ilgili bir parçayı Oriental Mysticism (Lon-don 1868) adındaki eserinde neşretmiş-tir. Bunları F. Meier'in Das Problem der Natar im esoterischen Monismus des islam (Eranos-lahrbuch 1949, XIV, 149-2271, Die Schriften des "Aziz-i Nasoîi {TAnz., s. 125-182) adlı çalışmaları takip etmiştir. Kâtib Çelebi Makşad-ı Akşa-nın Kemâleddîn-i Hârizmî (XV. yüzyıl) tarafından yapılan bir çevirisinin bulunduğunu söyler {Keşfü'z-zıınûn, II, 1805-1806). s. Keşiü'ş-şırât. Eser, "Kendini bilen rab-bini de bilir" hadisi üzerindeki tartışmalarla başlar. Çeşitli konulardan bahsedilirken Aynülkudât e!-Hemedânî, Şehâ-beddin es-Sühreverdî, İbnü'l-ArabT, İbn Seb'în ve Şa'deddîn-i Hammûye'nin de fikirleri nakledilir ve velîlik (velayet) meselesi hakkındaki çeşitli mezheplerin görüşleri anlatılır. Şiîlik ve Sünnîlik görüşleri bakımından olduğu kadar üslûp bakımından da müellifin diğer eserlerinden ayrılan bu kitabın Nesefî'ye aidiyeti şüphelidir. Eserin bir nüshası Beyazıt Devlet Kütüphanesi'ndedir (Veliyyüddin Efendi, nr. 1767, vr. 204b-243b; nr. 1685, vr. 79a-103b). 6. Zübdetü'l-hakö'ik. Mü-ridlerinin kendisinden kâinat, insan, mebde ve meâd hakkında bir kitap yazmasını istemeleri üzerine Mebde= ve Mecâd adlı bir eser yazmış, ancak kitap mü-ridlerince uzun görüldüğü için onu özetleyerek bu eserini kaleme almıştır. Bir nüshası İstanbul Üniversite Kütüphane-si'nde (FY, nr. 797) bulunmaktadır. Eser Makşad-ı Akşâ İle birlikte Câmî'nin Le-ma^ât şerhinin sonunda basılmıştır (Tahran 1303). 7. Kitâbüı-İnsâni'l-kâmil. Şeriat, tarikat ve hakikat, insan-ı kâmil, sohbet ve sülükten bahseden bir mukaddime ile yirmi iki felsefî ve tasavvufî risaleyi ihtiva eden bu mecmua, Marijan MolĞ tarafından müellifin hayatı, eserle-
Dostları ilə paylaş: |