Ce ilk düzenli Rus donanması oluşturulmuştur



Yüklə 1,09 Mb.
səhifə8/25
tarix17.11.2018
ölçüsü1,09 Mb.
#83006
1   ...   4   5   6   7   8   9   10   11   ...   25

Tasavvufta, "sâlîkin Hakk'a ermesine (vüsüi) engel olan bağlan koparıp atma­sı, ilmi hale hâkim kılması, iradeyi ken-

dişinden bilme illetinden kurtulması" gi­bi anlamlarda kullanılan azim, müridin hak yola girmesinin başlangıcıyla ilgili­dir. Herevfye göre Hakk'ın yolunu tutan bir sâlikin bu yolda ayak bağı olan her şeyi söküp atmasına, ne kadar zor ve acı olursa olsun bu yolda kendisine yar­dımcı olan ve rehberlik eden her şeyle uyum halinde olmasına azim denir. Azim bütün maddî-mânevT, bedenî-ruhî kuv­vetleri toplayıp hedefe yöneltmektir.

BİBLİYOGRAFYA:

Lisânil'l-cArab, "cazm" md.; Tehânevî, Keş­şaf, ııCazm" md.; Wensinck, Mu'cem, "cazm" md.; Kuşeyrî, er-Risâle, Kahire 1966, s. 726; Gazzâlî. İhya', III, 41-43; Fahreddin er-Râzî. Ke-lâm'a Giriş [el-Muhassalj (trc. Hüseyin Atay), Ankara 1978, s. 195; Baklî. Meşrebul-erüâh, s. 143, 208; İbn Kayyım el-Cevziyye, Medâri-cü's-sâlikîn, Kahire 1403/1983, I, 138; II, 374; Cürcânî, Şerhu'l-Mevâkıf, !i, 89, 119-120; İb-nü'l-Hümâm, el-Müsâyere, Kahire 1317, s. 109-113, 133; Bsyâzîzâde. İşârâtü'l-merâm, s. 259.

AZİM


Mustafa Çağrıcı "1

Allah'ın isimlerinden

(esmâ-i hüsnâ*)

biri.


Azîm "büyük olmak" mânasındaki izam kökünden sıfat olup "azametli, büyük" .demektir. Kur'ân-ı Kerîm'de altı yerde (el-Bakara 2/255, eş-Şürâ 42/4, el-Vâkıa 56/74, 96, el-Hâkka 69/33, 52) Allah'ın sıfatı, birçok âyette de diğer varlıkların ve hadiselerin sıfatı olarak kullanılmış, ayrıca "azâbün azîm", "ecrun azîm" gibi ibareler içinde maddî olmayan kavram­ları nitelemiştir.

Allah'ın isimlerinden olan azîm, "emir­lerine hiçbir şekilde karşı gelmek müm­kün olmayan ve âciz bırakılamayan, zâ­tının ve sıfatlarının mahiyeti anlaşılama-yacak kadar ulu varlık" mânasını ifade eder. Mutlak anlamda sadece Allah'a ad olabilir. Toplumun işlerini idare eden in­sanlara yalnız mecazi anlamda azîm adı verilir. Çünkü hiçbir zaman âciz bırakı-lamayan kâdir-i mutlak ve gerçek mâ­nada azîm sadece Allah'tır. Azîm, aslın­da kütle ve hacmi veya manevî özellik­leri ifade etmek üzere cisimler için de kullanılır ve bu mânada Allah'a nisbet edilmesi mümkün değildir. Çünkü bu­rada iki nesne arasında bazı kavramlar­da ortaklık ve karşılaştırma esası var­dır. Halbuki Allah Teâlâ ile diğer varlık-

lar arasında herhangi bir noktada işti­rak ve dolayısıyla mukayese söz konusu değildir. Nitekim Allah'ın azîm sıfatıy­la tavsif edildiği altı âyetin beşinde bu kelime, tenzih ifade eden "teşbih" veya "ulüv" kavramlarıyla birlikte kullanılmış­tır. Bu da Allah'ın gerek zâtı gerekse sı­fatları itibariyle insan idrakinin fevkin­de olduğunu ifade eder.

Azîm çeşitli hadislerde de Allah'a nis­bet edilmiştir. Hz. Peygamber'in emri­ne uyularak namazların rükû teşbihin­de "Sübhâne rabbiye'l-azîm" denilir.

BİBLİYOGRAFYA:

Lisânü'l-'Arab, "cazm" md.; İbnü'l-Esîr, en-Nihâye, "razm" md.; M. F. Abdülbâkî, Mu'cem, "cazîm" md.; Buhârî, "Da'avât", 27; Müslim, "Zikr", 83, "Şalât", 207; Ebû Dâvûd, "Şalât", 147, 148; Halîmî, el-Minhâc, I, 195; Beyhaki, el-Esmâ* ue'ş-şıfât, Kahire 1358, s. 33; Gaz­zâlî, et-Makşadü'i-esnâ, s. 73-74; Fahreddin er-Râzî, Leuâmi'u'i-beyyinât, s. 25] -253.

L%l Suat Yıldırım AZİMÂBADÎ

Ebü't-Tayyib

Muhammed Şemsü'1-Hak b. Emîr

Alî ed-Diyânüvî el-Azîmâbâdî

(1857-1911)

Hindistanlı hadis ve fıkıh âlimi.

L J

Zilkade 1273'te (Temmuz 1857) Azîmâ-bâd'da (Patna) doğdu. İlk tahsilini bura­da yaptı. 1875'te Leknev'e giderek bir yıl Fazlullah b. Ni'metullah el-Leknevî'-nin derslerine devam etti. Ardından Mu-radâbâd'a geçti. 1878'e kadar Beşîrüd-din el-Osmânî el-Kannûcrden ders oku­du. Daha sonra Delhi'ye giderek devrinin en büyük hadis âlimlerinden Nezîr Hüse­yin ed-Dİhlevî'nin derslerini takip ederek ondan hadis rivayet etti. Bir ara mem­leketine döndü ve 1302'ye (1884-85) ka­dar orada kaldı. Ardından tekrar Del­hi'ye gidip yine Şeyh Nezîr Hüseyin'den Kur'an, tefsir ve hadis okudu. Bu arada Hüseyin b. Muhsin es-Sub'î el-Ensârî'-nin derslerine de devam ederek ondan da hadis rivayetinde bulundu. Delhi'de­ki tahsilini tamamladıktan sonra mem­leketine dönen Azîmâbâdî bir taraftan hadis öğretimiyle, diğer taraftan kitap telifi ve özellikle hadis kitaplarını topla­yıp kendi imkânlarıyla neşretmekle meş­gul oldu. 1894'te hacca gitti ve orada ileri gelen ilim adamlarıyla tanıştı. 19 Rebîülevvel 1329'da (20 Mart 1911) ve­badan öldü.



Eserleri. Özellikle hadis sahasındaki ça­lışmaları ve şerhleriyle dikkati çeken Azî-mâbâdî'nin başlıca eserleri şunlardır: ı. Gâyetü'l-makşûd fî halli Süneni Ebî Dâvûd. Ebû Davud'un es-Sünen'inin şer­hidir. Çok hacimli olarak tasarlanan bu eser tamamlanamamıştır. Nezîr Hüse­yin eserin otuz iki cilt olduğunu söyle­mektedir {ÜDMİ, XI, 780). Yalnız 1. cildi yayımlanabilen eserin mukaddimesinde Ebû Dâvûd ve es-Sünen'i hakkında de­ğerli bilgiler vardır (yazma nüshası için bk. Brockelmann, I, 948; Brockelmann ese­rin adını Ğâyetü'l-makâşıd olarak vermek­tedir). Z. cAvnü'I-macbûd*. Gayetü'l-makşûd'u çok geniş tutan müellif eseri bitiremeyeceği endişesiyle ihtisar ede­rek 'Avnü'i-ma'bûcTu kaleme almıştır. Mukaddimede müellif olarak Azîmâbâ-dî'nin kardeşi Muhammed Eşref el-Azî­mâbâdî görünmekte ve bu sebeple bazı kaynaklarda sadece onun adı (Serkîs, 11, 1344) veya her ikisi birlikte (Brockelmann, I, 267; Sezgin, 1, 151) zikredilmekte ise de asıl yazar Muhammed Şemsülhak el-Azîmâbâdî'd İr. Nitekim kitabın sonunda­ki ifadeler ve yazılan takrizler bunu açık­ça ortaya koymaktadır (IV, 220, 223, 226, 227, 229, 231). Ayrıca ilk cildi kitabın ha­zırlanmasında yardımlarını gördüğü kar­deşi Muhammed Eşrefin adıyla neşret­meyi arzu ettiği için eseri ona nisbet et­tiğini bizzat Şemsülhakk'ın beyanına da­yanarak Abdülhay el-Hasenî zikretmek­tedir (Nüzh.etü'1-haoâtır, VIII, 408). EbÛ Davud'un en meşhur şerhi olan bu eser dört büyük cilt halinde yayımlanmıştır (Delhi 1918-1923). Daha sonra yine Delhi'­de çeşitli baskıları yapılan cAvnul-mac-bûd, son olarak Abdurrahman Muham­med Osman'ın tahkikiyle on dört cilt ola­rak neşredilmiştir (Medine 1388/1968). 3. Taclîku'l-mu.ğnî calâ Süneni'd-Dâre-kutnî. Dârekutnî'nin es-Sünen'inin şer­hi olup iki cilt (Delhi 1910) ve Dârekutnî'­nin es-Sünen'i ile birlikte dört cilt (Ka­hire, ts.) halinde yayımlanmıştır.

Azîmâbâdî'nin diğer eserleri de şunlar­dır: Vlâmü. ehli'I-casr bi-ahkâmi rekca-teyi'1-fecr (Kahire, ts.); "Uküdül-cümân fî cevâzi ta'lîmil-kitabeti li'n-nisvân, el-Mektubu'!-latif; el-Metâlibü'r-refî'a fi'î-mesâ'ili'n-nefîse (bu üç kitap için bk. Kettânî, II, 592-594); el-Akvâlü'ş-şa-hîha fî ahkâmı'n-nüsükiyye; el-Kav-lü'i-muhakkik fî tahkiki ihşâJi'l-be-hâ 'im (bu iki eser için de bk. ÜDMİ, XI, 78i); Ğunyetü'l-elma'î. Bazı hadis ve

329

fıkıh meselelerini soru - cevap tarzında ele alan küçük bir risaledir. Taberânî'nin eI-Muccemü'ş-şağîr'i ile birlikte basıl­mıştır (Beyrut 1403/1983; II, 153-176). Bunların dışında tamamlanmamış eser­leri arasında Tezkiretü'n-nübeJâ* fî te-râcimi'l-'ulemâ* adlı biyografi ile ilgili bir eseriyle Tenkıhu'1-mesâ* il adlı bir fetva kitabı da vardır.



BİBLİYOGRAFYA:

Azîmâbâdî, cAunü7-macöüd(nşr. Abdurrah-marı M. Osman), Medine 1388-89/1968-69, na­şirin takdîmi, I, 7, 13, not 1, Hâtimetû't-tab*, XIV, 220-231; Abdülhay el-Kettânî, Fihrisü'l-fehâ-ris, II, 592-594; Abdülhay el-Hasern, Nûzhetul-hauâhr, VI!1, 179-180, 408; Serkîs, Mu'cem, II, 1344İ Brockelmann. GAL Suppl, I, 267, 275, 948; Sezgin. GAS, I, 151; Kehhâle, Mu'cemü'l-mü'etlifîn, X, 72; Sehârenfûrî, Bezlü'l-mechûd, I, 8; Muhammad lshaq, india's-Contribution to the Study ofHadîth Literatüre, Dacca 1976, s. 185; İsmail L. Çakan, Hadîs Edebiyatı, İstan­bul 1985, s. 150-151 ; Nezîr Hüseyin, "Şemsü'l-Hak Diyânüvî", UDMİ, XI, 779-781.

Iffl M. Akif Aydın

AZİMET


İnsanların karşılaştığı

güçlük ve zaruret hali gibi

arızî durumlara bağlı olmaksızın konmuş

şer'î hükümler için kullanılan

fıkıh terimi.

J

Azîmet, "ısrarla istemek, kastetmek, kesin karar vermek" mânalarına gelen azm kökünden türetilmiş bir isimdir. Ha-nefîler azm kökünü, ifade ettiği tekit ve kuvvetten dolayı yemin mânası taşıyan lafızlardan saymışlardır. Azimetin karşı­tı ruhsat* tır.



Şer'î hükümlere değişik yönlerden bak­maktan kaynaklanan önemsiz bazı fark­lılıklar bir yana, fıkıh usulü âlimleri ge­nel olarak azîmeti "arızî hallere bağlı ol­maksızın başta konan aslî hükümlere verilen ad" şeklinde tarif ederler. Bu ta­rife göre azîmet farz, vacip, haram, mek­ruh, sünnet, nafile ve mubah gibi bütün teklifi hükümleri içine alır. Bu hüküm­ler, kulların karşılaştığı sıkıntı ve zorluk­lar gibi arızî hallere bağlı olmadan baş­langıçta konmuş bulunan ve normal şart­larda herkesin uymakla mükellef tutul­duğu aslî hükümlerdir. Buna karşılık, birtakım zaruret ve güçlükler sebebiyle, kullara azîmeti terketme imkânı veren ve yalnız söz konusu arızî durumla sınır­lı bulunan hafifletilmiş hükme de ruhsat denir. Meselâ Allah'a imanın farz oluşu bir azimettir; fakat kalben inanması ya-

330


nî gerçek inancını değiştirmemesi şar­tıyla, ölüm tehdidi karşısında bulunan bir müslümana diliyle Allah'ı inkâr et­me kolaylığının tanınmış olması bir ruh­sattır. Bunun gibi oruç tutmak normal şartlarda bütün mükelleflere farz olan aslî bir hüküm olması bakımından bir azîmettir. Hasta ve yolculara, karşılaş­tıkları güçlük sebebiyle oruç tutmama kolaylığının tanınmış olması ise bir ruh­sattır. Bu bakımdan azîmet ve ruhsat, teklifî hükümler çerçevesinde mütalaa edilmektedir. Ruhsat bulunan hususlar­da insan azîmet veya ruhsata göre amel etmekte serbesttir. Fakat aslî hüküm olması bakımından kişinin azîmetie amel etmesi, meselâ Allah'ı inkâr etmeye zor­lanan kimsenin buna direnerek netice­de şehid olması veya yolcu ve hastala­rın güçlüklere rağmen oruç tutmaları daha faziletli bir iştir. Ancak bu son du­rumda yolcu veya hastanın hayatı tehli­keye girecekse ruhsatla amel etmesi va­cip, azîmetie amel etmesi ise haramdır. Açlıktan ölecek duruma gelen kimsenin domuz eti veya ölü hayvan eti yemesi de bunun gibidir. Bu durumda ruhsatın asıl hükmü olan muhayyerlik söz konu­su değildir. Azîmeti terkederek ruhsat­la amel etmek bir bakıma artık azîmet haline gelmiştir. Buna ruhsat denmesi de gerçek mânada olmayıp mecazîdir.

Bazı fıkıh âlimleri, normal şartların Allah tarafından aslî hükümlerin uygu­lanması için bir sebep olarak konuldu­ğu noktasından hareketle azîmeti vaz'î hükümlere dahil ederler. Onlara göre ruhsat da Allah'ın bir hükmü hafiflet­mek için belli bir vasfı sebep olarak koy­masından ibaret olup o da vaz'î bir hü­kümdür. Fıkıh âlimlerinden bir kısmının azîmet ve ruhsatı teklifi hükümlerden, diğerlerinin ise vaz'î hükümlerden say­maları esasla ilgili olmayıp tamamen şer'î hükümlere farklı yönlerden bak­malarından kaynaklanmaktadır. Nitekim bazı fıkıh âlimleri, karşılığında ruhsat bulunsun veya bulunmasın bütün aslî hükümlere azîmet derken diğer bir bö­lümü yalnız karşılığında ruhsat bulunan hükümlere bu adı vermektedirler.

BİBLİYOGRAFYA:

Serahsî, el-Uşûl, I, 117; Fahreddin er-Râzî, el-Mahşûl, Riyad 1980, I, 154; Âmidî, et-İhkâm, Kahire 1387/1968, i, 122; Abdülazîz el-Buhâ-rî, Keşfü'l-esrâr, İstanbul 1308, II, 298; Sübkî, Cem*u'l-ceoBmi*, 1, 123; Şâtıbî, el-Muuâfakât, I, 300; Emîr Bâdişâh, Teysîrü't-Tahrtr, Kahire 1350-51/1932. II, 228-229; Halim Sabit Şibay, "Azîmet", İA, II, 151. rrI

İSO Mustafa Baktır

AZÎMÎ


EbÛ Abdillâh Muhammed

b. Alî b. Muhammed el-Azîmî et-Tenûhî

(ö. 556/1160-61 [?])

Selçuklu tarihçisi.


483 (1090-91) yılında Halep'te doğdu. Araplar'ın Tenûh kabilesine mensuptur. Biyografi kitaplarında Azîmrnin hayatı hakkında pek fazla bilgi yoktur. Babası Ebü'l-Hasan Ali'nin "reis" lakabını kullan­dığına bakılırsa, Suriye'nin herhangi bir şehrinde reislik yapmış olduğu düşünü­lebilir. Çağdaşı ve yakın arkadaşı İbn Asâkir'in (ö. 571/'-1176] kayıtlarına göre Azîmî, Dımaşk'ta İbn Asâkir'le birlikte Fakih Nasrullah'tan hadis okumuştur. Daha sonra devrin meşhur Şafiî fakihi Abdülkerîmes-Sem'ânîtö. 562/1166) ile de görüşüp tanışmıştır. İbn Asâkir'in Azî­mî'den "muallim" olarak bahsetmesine bakılırsa onun bir medresede müder­rislik yapmış olduğu söylenebilir. Halep tarihçisi İbnü'l-Adîm de meşhur bir âlim ve şair olduğu için ondan "üstat" diye söz etmektedir. Bütün aile fertleriyle birlik­te genellikle Halep'te ikamet ettiği an­laşılan Azîmî, devrin ileri gelen ve bil­hassa Haçlılar'a karşı başarılı mücade­lelerde bulunan İlgazi, Aksungur el-Por-sukî, Seyfeddin Savar gibi Selçuklu emir­leri için methiyeler kaleme almıştır.

Eserleri. 1. Târîhu'l- cAzîmî. Bugün el­de mevcut olan yegâne eseridir. Musul Atabegleri Hükümdarı İmâdüddin Zengî adına telif edilmiştir. Eserde Hz. Âdem'­den başlanarak ele alınan konular hic­retten itibaren kronolojik bir sıra içinde anlatılmaktadır. Azîmî tarihini kaynak olarak kullanan müelliflerin yaptığı na­kil ve iktibaslardan, eserin Abbasî Hali­fesi rvluktefî-Liemrillâh devrinin sonuna (555/ 1 !60) kadar cereyan eden olayları ihtiva ettiği anlaşılmaktadır. Ancak mev­cut nüsha muhtasar olup S38 (1143-44) yılı olaylarıyla son bulmaktadır. Eserin geri kalan kısmı muhtemelen kaybol­muş veya müstensihin eline geçmemiş­tir. Müellif peygamberler tarihinden son­ra Hz. Muhammed'in nesebi, hayatı, isim ve sıfatları, lakap ve künyeleri hakkında bilgi vermiş ve bunların ayrı ayrı listele­rini kaydetmiştir. Ayrıca vahiy kâtipleri, amcaları, halaları, kızları ve zevcelerine dair bilgi vermiş, mucizelerinden ve ah­lâkından bahsetmiştir. Daha sonra Hu-lefâ-yi Râşidîn, Emevîler, Abbasîler, Fâ-tımîler ve Büveyhîler'in tarihleriyle. İs-

panya (Endülüs), Kuzey Afrika, Sicilya ve Anadolu'da vuku bulan Müslüman-Frenk mücadelelerini anlatmıştır. Bunlardan başka eserde Kararı anlılar, Gaznelİler ve kuruluşundan başlayarak Büyük Selçuk­lu, Kirman, Irak, Anadolu ve Suriye Sel­çuklu devletleri, Dânişmendliler, Ahlat-şahlar, Artuklular, Bönler ve Zengîler hakkında da bilgiler mevcuttur. Eserde Türk - Haçlı ve Bizans, Bizans - Peçenek ve Bulgar münasebetlerine dair diğer kaynaklarda bulunmayan orijinal kayıt-iar da yer almaktadır. Azîmfnin fayda­landığını belirttiği kaynaklar arasında Vâkıdî'nin Kitâbü'l-Meğâzî, İbn Kutey-be'nin el - Mac arif, Maarrî'nin Zâdü'l-müsâfir, Fergânî'nin Şıîatü't-târih, Hilâl es-Sâbrnin Kitâbü't-Tâcî, İbnü'1-Kalâ-nisî'nin Zeylü Târihi Dımaşk, Ebû Be­kir Sûirnin Kitâbü'l-Evrak adlı eserleri bulunmaktadır. Azîmrnin eserini kaynak olarak kullanan tarihçiler arasında İbnü'l-Esîr, İbn Hallikân, İbnü'l-Adîm, İbnü'l-Furât, İbn Dokmak ve Bedreddin el-Aynî zikredilebilir. Yegâne yazma nüshası Be­yazıt Devlet Kütüphanesi'nde (Merzifon-lu Kara Mustafa Paşa, nr. 398) bulunan bu eserin 45S-538 (1063-1144) yılları­na ait olayları ihtiva eden bölümü ilk de­fa Claude Cahen tarafından bazı notlar­la birlikte neşredilmiştir ("La Chronique Abregee d'Al-Azimî", JA, Juillet-Sep-tembre 1938, s. 354-448). Daha sonra Ali Sevim, 430-538 (1039-1144) yıllarına ait kısımları Türkçe tercümesiyle birlikte yayımlamıştır {Azimt Tarihi, Selçuklular­la İlgili Bölümler, Ankara 1988). İhsan Ab-bas ise Târihu'l-'Azîmî'den faydalanan müelliflerin eserlerinden tesbit ettiği ba­zı yıllara ait olayları ihtiva eden pasajla­rı neşretmiştir (Şezerât miri kütübin mef-küde fi't-târîh, Beyrut 1408/1988, s. 53-76). Z. eî-Muvaşşal *alel-caşli'l-Mevşıl. İbnü'l-Adîm Buğyetü't-taleb adlı eserin­de bugün elimizde mevcut olmayan bu eserden oldukça geniş nakillerde bulun­maktadır. Bu kayıtlardan anlaşıldığına göre eî-Muvaşşal Halep'e dair mufas­sal bir tarih ve biyografi kitabıdır. İb­nü'l-Adîm, Azîmrnin bu eserde yanlış ve çelişkili bilgiler verdiğini söyleyerek onu tenkit eder {Buğyetü't-taleb, s. 68-69, 82). eî-Muvaşşal'm Târîhu Haleb ile aynı eser olması da muhtemeldir. 3. Târîhu Haleb. Kâtib Çelebi Azîmî'nin bu eseri­nin ismini zikretmekle beraber hakkın­da bilgi vermez. 4. Kitâbü'ş-Semere. Za­manımıza intikal etmeyen bu eser hak­kında da bilgi bulunamamıştır. Fakat ta­rihe dair bir eser olduğunda şüphe yok-

tur. Azîmî'nin bunlar dışında Sîretü'1-Fe-renc ve Tezyif eaîâ Târihi'1-Kalânisî ad­lı eserleri olduğu da kaynaklarda belir­tilmektedir.

BİBLİYOGRAFYA:

Azimî Tarihi (Selçuklular Dönemiyle ilgili Bölümler: h.430-538) (trc, ve nşr. Ali Sevim), Ankara 1988, mütercimin girişi IX-XX1X; İbn Asâkir, Târîhu Dımaşk, TSMK, nr. 2887-A, XI, vr. 491"; İbnü'l-Adîm, Buğyetü't-taleb, s. 29-33, 49, 68-69, 82; Safedî. el-Vâft IV, 131; Keş-fü'z-zunûn, I, 298; Cl. Cahen, La Surie du riord a l'epoque des Croisades, Paris 1940, s. 42-43; a.mlf., "al-cAzîmî", El2 (İng.i, I, 823; Mük-rimin Halil [Yınanç], "On İkinci Asır Tarihçile­ri ve Muhammed b. Ali el-Azîmî", //. Türk Tarih Kongresi Zabıtları (1937), İstanbul 1943, s. 673-690; Brockelmann, GAL Suppi, I, 586; Ziriklî, el-A^lâm, VII, 165; Kehhâle. Mu'cemü'l-mü'eliifîn, XI, 42-43; Sami Danan, "The Ori-gin and Development of the Local Histories of Syria", Hîstorians of the Middle East (ed. B. Lewis - P. M. Holt), London 1962, s. 111 ; Ali Sevim, Selçuklular Tarihi, s. 145; a.mlf., "Azimî'nin el-Muvassal Adlı Kayıp Eserin­deki Selçuklularla İlgili Kayıtlar", TTK Belle­ten, XLVII/187 (1983), s. 843-868; İhsan Ab-bas, Şezerât min kütübin mefküde fi't-târîh, Beyrut 1408/1988, s. 51-76; Abbas el-Azzâvî, "Mü'errih Halebî ev el-cAzîınî ve târîhuh", MMİADm., XVlll/5-6 (1943), s. 199-209.



İMİ Ali

Sevim

AZİRİYYE

~l

(bk. NECEDAT).

J

AZÎZ

"1

Allah'ın isimlerinden (esmâ-İ hüsnâ") biri.




L J

Azîz, "dengi ve benzeri bulunmayacak derecede değerli ve şerefli olmak, güç­lü ve yenilmez olmak; güç, şiddet, üs­tünlük" mânalarına gelen izz veya iz­zet kökünden sıfat olup "değerli, şeref­li, güçlü ve daima üstün gelen" demek­tir.

Azîz "dengi ve benzeri bulunmayan" manasıyla tenzîhî,"güçlü ve daima galip olan" manasıyla da zâtı sıfatlar grubu­na girer. Nadiren "izzet ve kuvvet veren" (el-muiz) anlamında da kullanılır ki bu durumda fiilî sıfatlardan sayılır. "Zayıf ve güçsüz" mânasındaki zelilin karşı­tı olan azîz, Allah'ın kudret ve kuvveti­nin kadîm olduğunu ve yaratıklardaki gibi değişikliğe uğramadığını da ifade eder.

Azîz ile birlikte izzet de birçok âyet ve hadiste Allah Teâlâ'ya nisbet edilmiş­tir. Doksan kadar âyette geçen azîz dai­ma esmâ-i hüsnâdan hakîm, kavî, muk­tedir, rahîm. gafur gibi başka bir isimle beraber kullanılmıştır. Azîz İle bu isimler arasında birbirini teyit etme ve denge­leme münasebeti vardır. Azîz ismi alfm, hamîd ve rahîm isimleriyle birlikte laf-za-i celâl yerine doğrudan zât-ı ilâhiy-yenin adı olarak da kullanılmıştır (bk. el-En'âm 6/96; İbrahim 14/1; eş-Şuarâ 26/ 217). Bu husus ulûhiyyetin başlıca özel­liklerinden birinin izzet olduğunu gös­terir.

BİBLİYOGRAFYA:

İbnü'l-Esîr, en-Nihâye, "ciz" md.; Lİsânü'l-cArab, "'iz" md.; Tâcü't-*arûs, "ciz" md.; M. F. Abdülbâkl, el-Mu'cem, "cazîz" md.; Müsned, II, 72; Buhârî, "Eymân", 12; Müslim, "Zikr", 33; Halîmî. el-Minhâc, !, 195; Beyhakf, el-Esmâ* ue'ş-şıfât, Kahire 1358, s. 33-34; Gazzâlî. el-Makşadü'l-esnâ, Kahire 1328, s. 47-48; Fah-reddin er-Râzî, Leuâmi'u'l-beyyinât, s. 194-196; Suat Yıldırım, Kur'ân'da ülûhiyyet, İstan­bul 1987, s. 149-151. r—ı

\m Suat Yıldırım

AZIZ


Senedinin râui sayısı, başından sonuna kadar

her tabakada en az İki olan hadisler için

kullanılan terim.

J

Azîzi. "her tabakada daha az veya da­ha çok olmamak üzere râvi sayısı iki olan hadis" yahut "bir hocadan iki ya da üç kişinin rivayet ettiği hadis" şeklinde ta­rif edenler de vardır. Bu tür hadislere azîz adının verilmesi, ya bu çeşidin nâ­dir olmasından veya kelimenin lügat mâ­nalarının birinde "sonradan kuvvet ve değer kazanmak" mefhumunun da bu­lunması sebebiyle hadîsin bir senedinin diğeriyle kuvvet kazanmış olmasından dolayıdır. Hadisin sahih olması için azîz olması gerektiğini söyleyenler varsa da böyle bir şart âlimlerin çoğunluğu tara­fından gerekli görülmemiştir.



BİBLİYOGRAFYA:

İbnü's-Salâh. 'ülûmü'l-hadîş, s. 243; Süyû-tî, Tedi-îbü'r-râuT, II, 181; Sehâvî, Fethu'i-mu-ğîş, Kahire 1388/1968, III, 31; Ali el-Kârf. Muş-talahâtü ehli'l-eşer, İstanbul 1327, s. 32, 36, 47; Nûreddİn ltr, el-imâmü't-Tirmizî, Kahire 1390/1970, s. 129; Talât Koçyiğit, Hadis Istı­lahları, Ankara 1980, s. 55,

\âİ Abdullah Aydınlı 331

AZÎZ


Dinî görevlerini yerine getiren,

nefsini terbiye edip dinî hayatta

her türlü fedakârlığa katlanan ve

çeşitli kerametler gösterdiğine inanılan

kimselere kilise tarafından

verilen unvan.

L J

"Güçlü, değerli ve şerefli" anlamındaki izz veya izzet kökünden sıfat olan azîz, Türkçe'de Batı dillerindeki saint kelime­sinin karşılığı olarak "Allah nezdinde de­ğerli, Allah dostu" mânasında kullanıl­mıştır. Arapça karşılığı kıddîstir. Batı dil­lerinde aslı Latince sanctus olan saint kelimesi, İbrânîce'de ise qâdoş kelime­si kullanılmaktadır. Bu kelimenin "ayır­mak, ayrı bir yere koymak" anlamına ge­len qâd kökünden türediği veya Âsur di­linde "parlak, temiz" mânasına olan qud-duşudan geldiği ileri sürülmüştür. Ahd-i Atîk'in Yunanca tercümesinde bu keli­menin karşılığı olarak "ayrıimış, diğer­leri arasından seçilmiş" anlamını taşıyan hagios kullanılmıştır.



Azîz kavramı Ahd-i Atîk'te Tanrı (I, Samuel, 6/20; Hoşea, 11/9; İşaya, 6/3) ve İsrâiloğulları (Çıkış, 19/5; Tesniye, 7/ 6) için kullanıldığı gibi Kudüs, Sînâ dağı gibi bazı yerler için de kullanılmıştır (işa­ya, 27/13, 52/1], İsrail kavmine lider olarak seçilmiş kimseler, Levililer ve ha­hamlar da bu sıfatla nitelendirilmiştir (Çıkış, 19/14; Yeşu, 7/13). Ahd-i Cedîd'de de Tanrı için kullanılan bu terim (Yuhan-na, 17/11), daha çok Hz. îsâ ve Rûhul-kudüs'e nisbet edilmiştir (Markos, 1/24; Luka, 1/35; Matta, 1/18). Melekler, pey­gamberler ve havariler de azîz kabul edilmiştir (Luka, 9/26; Resullerin İşleri, 3/21; Efesoslular'a Mektup, 3/5). Azfz Hıristiyanlığın ilk devirlerinde bütün hı-ristiyanlar için kullanılırken (Resullerin İşleri, 9/13) sonraları, özellikle kiliseye bağlı olarak yaşayan ve bu uğurda can­larını feda edenlere (martyr) verilen bir unvan olmuştur. 155'te öldürülen İzmir (Smyrne) piskoposu Polikarpos, bu şekil­de azîz ilân edilen ilk kişidir. Daha son­ra aziz kategorisine, imanları uğruna bü­yük işkencelere mâruz kalan, ancak ölü­me mahkûm edilmeyen kişiler de (con-fessore) katılmış, Ortaçağ'da büyük kral ve prensler de azîz ilân edilmiştir. İlk azîzler defteri (martyrologe) 332'de Ro­ma kilisesi tarafından tutulmuş, buraya yazılanlar faziletlerine göre sınıflandı­rılmıştır. Bunların başında bakire Mer-

332


yem, sonra havariler, İncil yazarları ve diğerleri gelmektedir.

Azîz unvanı verme yetkisi önceleri ma­hallî kilise yetkililerine ait iken 1234'ten itibaren bu yetki sadece papalara tanın­mıştır. Azîz unvanının verilmesi ve azîz-lere gösterilecek tazimle ilgili kurallar 1588 yılında Papa V. Sixte ve 1634 yılın­da Papa VIII. Urbain tarafından konul­muş, Papa XIV. Benoit (ö. 1758) bunlara yeni hükümler ilâve etmiştir. Bu husus­taki en son değişiklik ve düzenlemeler. Papa II. Joannes Paulus tarafından 25 Ocak 1983'te ilân edilmiştir.

Azîz unvanına hak kazanacak kişinin hayat ve eserleri etraflı bir şekilde araş­tırılmakta, hıristiyan inancına ve gele­neklerine aykırı bir durum yoksa kera­metleri incelenmekte ve o kişi papa ta­rafından azîz ilân edilmektedir. Azîzlere yapılan tazim, kiliselere resim ve hey­kellerinin konulması, âyinlerde isimleri­nin zikredilmesi, kendilerinden şefaat ve yardım dilenmesi suretiyle gösterilir, Azîzler ölüm yıl dönümlerinde anılırlar; ayrıca 1 Kasım günü bütün azîzler için azîzler günü (toussaint) olarak kutlan­maktadır. Ortodokslar da Katolikler gibi azîzliği kabul ederler; Protestanlar ise azîzliği kabul etmekle beraber ibadet derecesine vardırılan aşın tazimi red­detmektedirler.


Yüklə 1,09 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   4   5   6   7   8   9   10   11   ...   25




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin