Ce ilk düzenli Rus donanması oluşturulmuştur



Yüklə 1,09 Mb.
səhifə4/25
tarix17.11.2018
ölçüsü1,09 Mb.
#83006
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   25

312


lekleri cezalandırmış, bu arada Azazel'in de ellerini ve ayaklarını büyük melekler­den Rafael'e bağlatarak Dudael'deki bir çukura attırmıştır (Enoch, X, 4-6). Ya­hudiler arasında mevcut olup İsrâiliyat edebiyatı vasıtasıyla Câhiliye devri Arap­ları arasında da yayılan, karanlık gece­lerde yolculara türlü eziyetler eden sa­yısız çöl cinlerinden birinin bu Azazel ol­duğuna dair inanış, muhtemelen bu tah­rif edilmiş kıssadan gelmektedir.

Tevrat'ta biri Rab, öteki Azazel'e su­nulacak iki keçiden bahsedilmektedir (Levîliler, 16/8-10). Bu keçilerden ilki bir kurban iken ikincisinin Azazel'e, İsrâilo-ğullan'nın günahını çöle taşıması, halkı günahlarından temizlemesi için gönde­rildiği anlaşılmaktadır. Azazel'in burada tabiat üstü ruhanî bir varlık olarak ka­bul edildiği görülmektedir. Çöl, cinlerin ve ruhanî varlıkların meskeni olarak bi­lindiğinden (Levililer, 13/21, 17/7), kötü­lükten onu geldiği yere iade ederek kur­tulmak istenmektedir. Dolayısıyla Aza­zel, Enoch kitabında yeryüzüne indiği, yaptıklarından dolayı lânetli olarak son güne kadar kalmaya mahkûm edildiğin­den bahsedilen çöl cini olmalıdır.

BİBLİYOGRAFYA:

Ebû Hanîfe. et-Fıkhü'l-ekber, Haydarâbâd 1321, s. 25; Câhiz. Kitâbul-Hayevân, VI, 193 vd.; Hallâc-i Mansûr, KîtâbuL-Tauâstn (trc. Ya­şar Nuri Öztürk), İstanbul 1976, s. 109-112, 114-118; Zekeriyyâ b. Muhammed el-Kazvînî, cAcâ*ibü'1-mahiakât (nşr. Wüstenfeld), Göttin-gen 1848, s. 55-63; Süyûtî, el-Habâ'ik fî ah-bâri't-melâ*ik (nşr. Abdullah es-Sadîk), Kahi­re, ts. (Matbaatü Dâri't-Te'lîf), s. 56 vd.; V. Ka-zimirski. KMbü'l-Luğateyni'l-'Arabiyye ve'i Fıranseviyye, Bulak 1875, s. 300; DB2, s. 81 ; G. Davidson, A Dicüonary of Angels, London 1967, s. 63-64; Cevad Ali, el-Mufaşşal, V, 706 vd.; L. Massignon, La Passion d'al-Hosayn ibn Mansour al-Hallâj, Paris 1975, III, 330; "An-gelology", JE, I, 583-597; A. Câmİ Baykurt. "Azâzîl", İA, II, 90; A. J. Wensinck. "tblîs", a.e., V/2, s. 690-692; D. M. Macdonald. "Melâike", ae., VII, 661-664; A. S. Furat. "Şeytan", a.e., XI, 491-493; T. H. Gaster, "Azazel", IDB, I, 325-326; Sh. Ahi, "Azazel", EJd., III, 1000-1002; Eb. Nestle, "Azazel", ERE, II, 282-283; G. Vajda, "'Azâzîl". E/2(Ing.),l,8Il. rrı

ffîl Salih Tuğ

AZEB


Osmanlı askerî teşkilâtında

kara ve deniz hafif piyadeleri için

kullanılan bir tabir.

Arapça'da "bekâr" mânasına gelen azeb kelimesi, XIV-XVI. yüzyıllarda Bizans, La­tin ve İtalyan kaynaklarında "korsan, de­niz haydudu" karşılığı kullanıldığı gibi.

Mısır'da şehir muhafazasında görev alan askerî bir grup da bu adla anılmıştır. Anadolu Selçuklularında, Akkoyunlular'-da ve deniz kuvvetlerine sahip sahil bey­liklerinde de azeb askerî sınıfı yer almak­taydı. Meselâ Enverî, Aydınoğlu Umur Bey'in donanmasında azeblerden oluşan piyade kuvvetinin bulunduğunu bildir­mektedir {Düsturnâme, s. 21,27,31,34).

Osmanlılar'da ise azebler yeniçeri teş­kilâtından önce kurulmuş ve hafif okçu olarak orduya katılmıştır. Daha sonraki dönemlerde de öncü kuvvet mahiyetin­de savaşa katılan azebler, Türkler ara­sından ve belirli avarız" haneleri karşı­lığında vilâyetlerden kefilli olarak ma­halle imamları ve kethüdaları tarafından toplanırdı. Azeb alınacak kimselerin güç­lü kuvvetli ve savaşabilecek kabiliyete sahip olması gerekmekteydi.

Azebler, kara ve deniz azebleri olmak üzere ikiye ayrılıyorlardı. Kara azebleri XVI. yüzyılın ortalarına doğru kale mu­hafazasında kullanılmaya başlanmış ve böylece maaşlı bir sınıf haline gelmiştir. Kale azeblerinin mevcudu kalelerin Öne­mine göre değişiyordu. Azebler, yeniçe­rilerde ve diğer ocaklarda olduğu gibi "orta" adı verilen gruplara ayrılıyor ve her ortanın başında reis, odabaşı ve bay­raktar bulunuyordu. Bütün ortaların ida­resi de azebler ağası ve kâtibin elinde idi. Azeb ağası azeblerin başkumandanı demekti: kâtip ise azeblerin isimlerini ve tahsisatlarını kaydederdi. Eyaletlerde­ki azebler beyler beyinin maiyetinde se­fere katılırlardı. Kara azebleri, kale mu­hafızlığından başka zaman zaman köp­rücülük ve lağımcılık hizmetlerinde de kullanılmışlardır. Deniz azebleri, görev yaptıkları yerlere göre Tersâne-i Âmire ve donanma azebleri olarak ikiye ayrılı­yorlardı. Donanma azeblerinin bölükba-şısı olan reis onların kumanda ve ida­resiyle görevliydi ve terfi edince harc-ı hassa reisi (kaptan) olurdu. Reisliğe yük­selen bir azeb kaptan olmazsa sırasıyla terfi ederek vardiyanbaşı, hünkâr gemi­si reisi olur ve Tersâne-i Âmire kethü-dâlığına yükselirdi. Tersâne-i Âmire hiz­metine girince ulufe* alan azebler za­man zaman yoklamaya tâbi tutulmak­taydılar. XVI. yüzyılın ortalarında 2279 olan deniz azeblerinin mevcudu XVII. yüz­yılda giderek azalmış ve 1604-1694 ara­sında 1S88'den 239'a kadar düşmüştür. Deniz azebleri kadırgalarda, paşa gemi­lerinde, mavnalarda, kalitelerde, top, taş ve at gemilerinde azeb neferi ve reisi olarak bulundukları gibi yelkenci, nöbet-

çi ve kürekçi olarak da bulunuyorlardı. Azebler ihtiyaç halinde başka görevler­de de kullanılmaktaydılar. Nitekim XVII. yüzyıl başlarında kadırga azeblerinden kırk beşi kumbaracı yapılmıştı (BA, KK, nr. 253, s. 225).

Azeb askerî sınıfının yeniçerilerle es­kiden gelen bir ihtilâfları olduğu bilin­mektedir. XVI. yüzyılda, Cezayir yeniçe­rilerinin yasakçılık görevi yapan azebler-den bu hizmetin alınıp kendilerine ve­rilmesini istemeleri bu hususu doğru­lamaktadır (BA, MD, nr. 7, s. 20/67, 236/ 655, nr. 874/2399). Azeb teşkilâtı II. Mah-mud dönemindeki askerî yenilikler sıra­sında kaldırılmıştır.

BİBLİYOGRAFYA:

BA. MD, nr. 7, s. 20/67, 236/655, 874/2399; BA. KK, nr. 253, s, 225; Enverî. DüsLurnâme, s. 21, 27, 31, 34; Kanunnâme-i Al-i Osman: Kanunî Kanunnâmesi [TOEM ilavesi, nşr. M. Arif], İstanbul 1329, s. 59-61; Graf Marsigli, Os­manlı imparatorluğunun Zuhur ve Terakki­sinden İnhitatı Zamanına Kadar Askerî Vazi-yetf (trc. M. Nazmi), Ankara 1934, s. 93; Ham-mer (Ata Bey), I, 141, 319-320; İdris Bastan, XVII. Asırda Tersâne-i Amire (doktora tezi, 1985), İĞ Ed.Fak., s. 83-105; M. Fuad Köprü­lü - İsmail Hakkı Uzunçarşıll. "Azeb", İA, II, 81-83; "Azeb", Küçük Türk-İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1974, s. 253-254; H. Bowen. "'Azeb",

Ei2i\ng.), I, 807. [Tl .

ISI Idris Bostan

AZEB


Daha iyi

bir dinî hayat yaşamak gayesiyle

bekârlığı evliliğe tercih eden

erkek.


"Bekârlık" anlamındaki uzûbe ve uz-be kökünden gelir. Uzûbe masdar ola­rak "gizli olmak, uzak düşmek, sahipsiz kalmak" demektir. Bu sebeple kadından uzak yaşayan kişiye a'zeb denilmiştir. Aynı anlama gelen azeb kadın erkek her iki cins için, azbe kelimesi ise sadece ka­dın için kullanılır.

Kur'an'da uzûbe kökünden gelen bir fiil şekli (ya'zübü) iki âyette geçmektey-se de bunların bekârlık anlamıyla ilgisi yoktur (bk. Yûnus 10/61; Sebe' 34/3). Uzûbe, a'zeb ve aynı kökten başka keli­melerin yer aldığı hadisler içinde bekâr yaşamayı teşvik edenlerin sıhhati tar­tışmalıdır. Bu kelimelerin geçtiği sahih hadislerde ise cennette hiçbir bekâr kim­se bulunmayacağı (Darimî, "Rikâk", 108; Müslim, "Cennet", 14), bekârlığın ibadet­lerin sevabını azaltacağı {Müsned, VI, 25, 29; Ebü Dâvûd, "İmâre", 14), bekârlığı ter­cih edenlerin durumlarının dünya ve âhi-

rette evlilerin ki ne göre daha kötü ve kendilerinin bedbaht olacağı (Müsned, V, 163) belirtilerek bekâr yaşamanın yanlış­lığına dikkat çekilmiş, ayrıca daha baş­ka sahih hadislerde de müslümantar ev­lenmeye, aile kurmaya, çocuk yetiştir­meye teşvik edilmiştir.

İslâm öncesi Arap toplumunda bekâr yaşama âdetinin, bilhassa dinî gayeler-ie evlenmekten kaçınma anlayışının var­lığını gösteren herhangi bir kayıt yok­tur. Ancak Araplar'in, hıristiyanlardaki ve özellikle Arabistan'ın kuzey kısmında yaşayan hıristiyanlaşmış Gassânîler'de-ki ruhban hayatını bildikleri muhakkak­tır. Onlarla ilişkileri sonucunda az da ol­sa bekâr yaşamaya heves eden kişilerin bulunması muhtemel olmakla birlikte bu durum söz konusu edilmeye değer bir önem kazanmamıştır.

İslâmiyet'in evlenilecek kadın sayısını dörde indirmesi, hatta tek kadınla evli­liği teşvik etmesi (bk. en-Nisâ 4/3! ve dünya nimetlerinden çok âhiret nimet­lerinin önemine dikkat çekmesi, bazı zâ-hid ruhlu sahâbîlerin bekârlığa ilgi duy­malarına sebep olmuştur. Böyle bir eğili­min meydana gelmesinde hıristiyan ruh­banlığının tesirini de hesaba katmak ge­rekir. Bununla birlikte Hz. Peygamber'in İslâm'da ruhban hayatının bulunmadı­ğını [Aclûnî, II, 377; Müsned, III, 266; VI, 226), kendisine de ruhbanlığın buyurul-madığını (Dârimî, "Nikâh", 3) belirtmesi, ayrıca bekâr kalmaya arzulu olan bazı müslümanlarla şahsen görüşerek onları ikaz etmesi (bk. Müsned, V, 163; Buharı, "Nikâh", 7; Müslim, "Nikâh", 1), Asr-ı sa-âdet'te çok az görülen bekâr yaşama temayüllerine engel olmuş ve bu sebep­le I. (VII.) yüzyılda yaşamış olan zâhidler dünyadan ve her türlü dünya nimetle­rinden yüz çevirdikleri halde çoğunluk­la bekâr yaşamayı zühdün gereği say­mamışlardır. Süfyân b. Uyeyne, sahabe­nin en zahidi olan Hz. Ali'nin dört zev­cesi ve on yedi cariyesi olduğunu ileri sürerek, "Bir ve daha fazla kadınla evli olmak -dinde yerilmiş olan- dünya zevk­lerinden sayılmaz" diyor, İbn Abbas da evli olmayı zühdün gereği sayıyordu. Ab­dullah b. Mes'ûd, "On günlük ömrüm kalsa yine de Allah'ın huzuruna bekâr olarak çıkmamak için evlenmeyi tercih ederdim" demiştir. İki karısı vebadan ölen ve kendisi de bu hastalığa yakala­nan Muâz b. Cebel, Allah'ın huzuruna be­kâr olarak gitmek istemediğinden, çev­resindekilerden kendisini hemen evlen­dirmelerini istemişti. Hz. Ömer de aynı şekilde birden fazla kadınla evlenmeyi

tercih ediyordu. İlk müslümanlann inan­cına göre evli bir kimsenin kıldığı iki re­kât namaz, bekârın kılacağı yetmiş re­kâttan daha üstündü; bir mücahid ci­hada katılmayandan ne kadar üstünse bekâra nisbetle evli kişi de o kadar fa­ziletliydi. Rivayete göre, bekâr yaşamayı tercih etmiş olan Bişr el-Hâfî vefatın­dan sonra kendisini rüyada görenlere, "Allah bana çok yüksek makamlar ver­di, ancak yine de evlilerin derecesine ula­şamadım; çünkü Allah bekâr olarak hu­zuruna çıkmama rızâ göstermedi" de­miş ve' çoluk çocuğun yüküne katlanıp nafakalarını temin etmek için didinen Ebû Nasr et-Temmâr'ın kendisinden yet­miş derece daha yüksekte olduğunu söy­lemiştir.

Sahabe, tabiîn ve tebeu't-tâbiîn dö­nemlerinde kadın zühd hayatına engel görülmemiş, kötülenen ve terki istenen dünya zevklerinden sayılmamış, aksine zühdün ve dindarlığın tamamlayıcı bir unsuru olarak değerlendirilmiştir. O dö­nemlerde nikâhın mutlaka yerine getiril­mesi gereken bir sünnet olduğuna ina­nılmakta ve bu sünnetin terki bir kemal değil kusur sayılmaktaydı. Ancak Mısır, Suriye, Filistin, İrak ve İran gibi ülkele­rin fethinden sonra buralarda yaşayan ve tam dindar olabilmek için ruhban hayatı yaşamanın faydasına inananların zamanla İslâm dinini benimsemeleri, be­kâr yaşama âdetinin giderek İslâm top­lumunda da yayılmasına, özellikle bazı sûfflerin bu hayat tarzına yönelmeleri­ne sebep olmuştur. II. (VIII.) yüzyılda gö­rülmeye başlayan bu anlayış, bekâr ya­şamaya taraftar olanlarla evliliğin Öne­mini savunanlar arasında çeşitli tartış­malara yol açmıştır. Mevzu hadisler ih­tiva eden kitaplarda yer alan rivayetler bu gelişmenin ürünü olarak ortaya çık­mış, daha sonra bu tartışmalar çocuk sahibi olup olmama, doğurgan veya kı­sır kadınlardan hangisinin tercih edil­mesi gerektiği gibi konularda yeni tar­tışmaların başlamasına sebep olmuş­tur. Evlenmeye karşı çıkan anlayışın gi­derek yaygınlaşmasının en güçlü sebe­binin bazı büyük sûfflerin bekâr yaşa­mayı tercih etmeleri olduğunda şüphe yoktur. İbrahim b. Edhem, Râbİa el-Ade-viyye ve Bişr el-Hâfî bunların başında gelmekteydi. Mâlik b. Dînâr'a niçin ev­lenmediği sorulduğunda dünyayı üç ta­lâkla boşadığını ve bir daha ona dönme­yeceğini söylüyordu. Hasan-ı Basrî, "Al­lah bir kişinin hayır içinde bulunmasını irade ederse onu mal ve kadınla meş­gul etmez" diyordu. Ancak Bişr el-Hâfî

313


ve İbrahim b. Edhem gibi ilk sûffler, be­kâr yaşamayı tercih etmiş olmalarına rağmen evliliğin daha faziletli olduğuna inanıyorlardı. Fakat giderek bekârlık bir fazilet, hatta zaman zaman dinî bir za­ruret sayıldı. Meşhur sûfî Ebû Süleyman ed-Dârânî kadını, çocuğu ve serveti insa­nın Allah'la meşgul olmasına engel teş­kil eden birer uğursuzluk kabul etti. Cü-neyd-i Bağdadî bile müridlere hiç değil­se başlangıçta evlenmemelerini tavsiye ediyordu. Necmeddîn-i İsfahânî, evlen­me arzusu bir yana kadın tarafından pi­şirilen yemeğe bile el sürmezdi.

Bu sûffler, Tegâbün sûresinin 14 ve 15. âyetlerinden ilham alarak kadını mal ve evlât gibi, erkeği baştan çıkaran bir fit­ne saymışlardı. Nitekim onlara göre Hav­va Hz. Âdem'in cennetten çıkarılmasına sebep olmuştu. Yeryüzünde ilk cinayet de kadın yüzünden işlenmiş, Kabil Hâ-bil'i kadın için katletmişti. Mutasavvıf­lara göre evlenmeyi mubah kılan zaru­ret, yani zinaya düşme korkusudur. Ev­lendikleri zaman Allah'a ve ailesine karşı yükümlülüklerini yerine getiremeyenle­rin zina endişesinden emin olurlarsa be­kâr yaşamayı tercih etmeleri daha fazi­letlidir. Evlenmek ruhsat*, bekârlık azî-met"tir. Geniş ölçüde tatbik sahası bul­mamakla birlikte tasavvufun genel te­mayüllerine uygun düşen bekâr yaşa­mayı mutasavvıflar umumiyetle benim­semişler, ancak bunun ruhen çok güçlü ve manevî derecesi yüksek kişilere mah­sus olduğunu ifade etmişlerdir. Nefsini tatmin etmedikçe sükûna kavuşmayan kişilerin evlenmesini lüzumlu görmüş­lerdir.

Bu anlayış evlilikten ve kadından uzak kalıp bekâr yaşamayı esas alan bazı züm­relerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Abbasîler zamanında bekârlara İslâm âleminin her tarafında rastlanmaktay­dı. Fütüvvet* mensupları içinde evlen-meyenler baştan beri mevcuttu. İbn Bat-tûta, Anadolu'da ziyaret ettiği zaviye­lerde yaşayan fütüvvet ehlinin bekâr ol­duklarını söyler. Fütüvvetnâ meler fütüv­vet ehline evlenmemeyi tavsiye eder. Be­kâr yaşama anlayışı Ahîlik'te de yaygın­dı. Bektaşîlik'teki mücerrecTlik âdeti de a'zebliğin devamından başka bir şey de­ğildir. Esasen mücerredlik Bektaşîlik'ten çok önce Sünnî tasavvufunda yaygın bu­lunuyordu. Bekâr dervişler Osmanlı Dev-leti'nin kuruluşunda asker olarak önemli görevler ifa etmişlerdir.

Mutasavvıfların, kadını kınanan ve kö-tülenen dünya zevklerinden sayıp olabil-

314

diğince ondan uzak durmayı bir gaye haline getirmeleri evlilik, nikâh ve kadın konusunda çok değişik birtakım yorum­ları da beraberinde getirmiştir. Bu an­layışa göre mecburiyet bulunduğu için evlenilir, o halde kısır kadın doğurgan kadına tercih edilmelidir. Çünkü çocuk dünyaya daha çok bağlanmaya yol açar. İbrahim b. Edhem'e göre, "Bir adamın evlenmesi gemiye binmesi mânasına ge­lir; çocuğu oldu mu battı demektir". Cü-neyd'e göre. "Helâl yoldan şehveti tat­minin cezası çocuktur, haram yoldan şehveti teskin etmenin cezası buna kı­yas edilmelidir". Mutasavvıflar âhirette bile kadınların yüzünü görmek isteme­mişlerdir. Onlara göre bir kimsenin ak­lını hurilere takması cemâl-i ilâhîyi gö­remeyeceğine delildir. Öte yandan evli­lik hürriyetlerin bir kısmını alıp götüren bir çeşit kölelik sayılmıştır. Mutlaka ev-lenilecekse fakir kadın zengin kadına tercih edilmelidir. Yetim kızia evlenme­nin tavsiye edilmesinin sebebi de budur. Hadislerde hür, doğurgan ve bakirelerle evlenmek teşvik edildiği halde (bk. Bu-hârî, "Nikâh", 10; Müslim, "Nikâh", 16), mutasavvıflar dul kadınları bakirelere ve cariyeleri hür kadınlara tercih etmiş­lerdir. Herhalde böyle hareket etmele­rinde, kadınların hâkimiyeti altına gir­me ve geçim sıkıntısı çekme endişesinin yanı sıra dul, fakir, yetim, kısır, câriye vb. ilgiye muhtaç kadınları koruma gibi ahlâkî gayelerin de tesiri vardır.



Bekâr yaşamayı tercih eden mutasav­vıfların herhangi bir sebeple evlendikle­ri zaman da bazan cinsî temastan kaçın­dıkları söylenir ve onların şehvete düş­kün olmadıklarını anlatmak için çeşitli menkıbeler nakledilir. Öte yandan Ab-dülkâdir-i Geylânî, Ahmed-i Câmî gibi çok evlenen ve bunu bir fazilet sayan mutasavvıflar da vardır.

İslâm'da evlenmek sünnettir. Durumu evlenmeye müsait olanların hemen ev­lenmeleri, olmayanların ise gerekli im­kân ve gücü kazanmak için gayret gös­termeleri istenir. Bu yüzden sofilerin ev­lenme karşısındaki olumsuz tavırları baş­tan beri âlimler tarafından yadırganmış, zaman zaman bu konuda mutasavvıflar aleyhine reddiyeler yazılmıştır. İbnü'1-Cev-zî, İbn Teymiyye ve İbn Kayyim bu mese­lede mutasavvıfları şiddetle tenkit eden­lerin başında yer alırlar. Onlara göre şey­tanın aldattığı ve azıttığı bazı mutasav­vıflar evlenmekten yüz çevirmişlerdir. Eğer bunların evlenmeye ihtiyaç ve ar­zuları varsa, kendilerini hem dünya hem

de din yönünden tehlikeye atmışlardır. Böyle bir ihtiyaç ve arzuları yoksa o za­man da faziletli bir işi yapmaktan mah­rum olmuşlardır. Her iki halde de evlen­mek iyi, bekârlık kötüdür. Evlenmeyen mutasavvıflar hayattaki mücadeleden korkup kaçmışlar, rahatı ve şahsî huzu­ru tercih etmişlerdir. Halbuki insanın ço­luk çocuğu için sarfettiği para, cihad da dahil olmak üzere başka şeyler için har­cadığı paradan daha çok sevap getirir (bk. Müsned, 11,472; Müslim, "Zekât", 13). Hz. Peygamber, "Evleniniz, çoğalınız; zi­ra ben öbür ümmetlere karşı sizin çoklu­ğunuzla övünürüm" [İbn Mâce, "Nikâh", 8) buyurmuşken bekârlığı tercih etmek ruhbanlıktan başka bir şey değildir.

Mutasavvıflar dışındaki İslâm âlimle­rine göre sûfflerin çocuk sahibi olmayı istememeleri de şeriata, tabiata ve akla aykırıdır. Nitekim Kur'an'a göre birçok peygamber, "Rabbim, bana evlât lütfet!" diye dua etmiştir (bk. Âl-i imrân 3/38; Meryem 19/5; ei-Furkân 25/74). Hz. Pey­gamber yeni evlilere, Allah'ın kendileri­ne hayırlı evlât ihsan etmesi için dua ederdi (bk. Buhârî, "Da'avât", 47; "Şavm", 61]. Bizzat kendisi de çocuk sahibi ol­muş ve onları sevmiştir. Evlenmekten ve çocuk yetiştirmekten kaçınmak, İslâm'ın zaruri gördüğü neslin devamı ilkesine de aykırıdır.

Bekârlığın hiristiyan ruhbanlığının, Sâ-biî zühdünün ve Buda çileciliğinin tesi­riyle ve derece derece İslâm toplumuna yerleştiği kesin olmakla birlikte fazla yaygınlaşmadığı da bir gerçektir. Bunun­la beraber kutsiyetine inanılan bazı er­miş kişilerin şahsında bekârlığın yücel­tilmesi de son derece dikkate değer bir durumdur.

BİBLİYOGRAFYA:

Râgıb el-İsfahânî. el-Müfredât, Vzeb" md.; Müsned, II. 472; III, 82, 266; V, 163, 164; VI, 25, 29, 226; Dârimî. "Nikâh", 3, "Rikâk", 108; Buhârî, "Nikâh", 7, 10, "Da'avâl", 47, "Şavm", 61; Müslim, "Nikâh", 1, 16, "Zekât", 13,'"Cen-net", 14; ibn Mâce. "Nikâh", 8; Ebû Dâvûd, "Nikâh", 3, "îmâre", 14; Serrâc, çl-Lilma*, s. 264-265; Kütü'l-kuiûb, s. 429, 490, 492; Ku-şeyrî, er-Risâle, s. 389; Hücvîrî. Keşfü'l-mah-cüb (Uludağ], s. 514; Gazzâir, İhya\ II, 24; İb-nü'1-Cevzî, Telbîsü İblîs, s. 283-287; İbnü'I-Esîr, en-Nihâye (nşr. Tâhir Ahmed ez-Zâvî— MahrnÜd Muhammed et-Tanâhî), Kahire 1383-85/1963-65, III, 228; Sühreverdî, 'Aüâriful-ma'ârif, Beyrut 1966, s. 163; Necmeddîn-i Dâ-ye, Mirşâdü'l-'ibâd, Tahran 1353 hş., s. 144; Şevkânî. Neylül-eutâr, VI, 107; Aclûnî, Keşfü'l-hafâ\ II, 377; İbn Arrâk, Tenzîhü'ş-şert'a, II, 206; Abdülbâki Gölpınarlı, "Burgâzî ve Fütüv­vet -Nâme'si", İFM, XV/l-4 (1953-54). s. 125.

liffil Süleyman Uludağ

AZEB BEY MESCİDİ ve TÜRBESİ

Bursa'da XV. yüzyıla ait mescid ve türbe.

L J

Azeb Bey Mescidi Bursa'da Muradiye semtinde Kullukçu sokağında bulunmak­tadır. Kapısı üstündeki sülüs hatla yazıl­mış Arapça kitabesine göre ümerâdan Azeb Bey b. Abdullah tarafından 860 Re-bîülevvel sonlarında (1456 Mart başlan) yapılmıştır. Yanındaki türbenin üç satır­lık oldukça girift hatlı yine Arapça kita­besine göre ise türbe 854'te (1450) in­şa edilmiştir. Azeb Bey 1444'te II. Mu-rad'ın yanında Varna Savaşı'na katılmış ve zaferden sonra hediyelerle Memlûk sultanına elçi olarak gönderilmiştir. Bir şer'iyye sicili kaydına göre 10 Safer 983'-te (21 Mayıs 1575). mütevellisi Mustafa Bey'in ihmali yüzünden mescid harap ol­duğundan halk tarafından müdahalede bulunulmuştur.



Azeb Bey Mescidi, Bursa'da hayli ör­nekleri bulunan pâyeü son cemaat yeri olan, kare mekânı tek kubbe ile örtülü tiptedir (Acem Reis, Ahmed-i Dâl, Altıpar­mak vb.}. Bu devir camilerinde görüldü­ğü gibi iki sıra tuğla ve moloz taş dizi­leri halinde yapılmıştır. İki yanı duvarla kapalı olan son cemaat yeri, iki kemerle ayrılmış, üstleri beşik tonozlarla örtülü üç bölüm halindedir. Benzeri camilerde de olduğu gibi son cemaat yeri kemer­lerinin üstünde düz bir duvar yüksel­mektedir. Kare mekandan 5.80 m. ka-

dar çapı olan kubbeye geçiş ise Türk üç-genleriyle sağlanmıştır.

Mescidin sağında bulunan türbe de kare planlı olup üstünü mescidinki ça­pında bir kubbe örtmektedir. Kapının alınlığında altı köşeli tuğlalardan bir süs­leme vardır. Kâzım Baykal türbenin için­de Ubeyd Bey'in 901 (1495-96) tarihli kabrinden başka birkaç mezar bulun­duğunu bildirir. Onun tarafından türbe­nin çevresindeki hazîrede Turhan b. Azeb Bey'in mezar taşı görüldüğü gibi batı tarafında yıkılmış bir türbenin veya baş­ka bir binanın kalıntıları da tesbit edil­miştir. Caminin yakınında çok yaşlı bir de çınar ağacı bulunmaktadır.

BİBLİYOGRAFYA:

Kâzım Baykal, Bursa ue Anıtları, Bursa 1950 — 2. bs., İstanbul 1982, s. 43, 169 (kitabeler); Ayverdi, Osmanlı Mi'mârîsi III, s. 66-69; Türki­ye'de Vakıf Abideler ue Eski Eserler, Ankara

1983, 111,24,252. m

liffij Semavi Eyîce

AZEBLER NAMAZGAHI

Gelibolu'da donanmayla sefere çıkan azcblerin

denize açılmadan önce

ibadet ve dua etmeleri için

inşa edilmiş namazgah.

Çanakkale Boğazı'na hâkim müstesna manzaralı bir tepe üzerinde bulunan na­mazgah, kitabesine göre 810 yılı Muhar­reminde (Haziran 1407) Hacı Beşe oğlu İskender adında bir hayır sahibi tarafın­dan azebler için inşa ettirilmiştir. Hemen bütün bölümleriyle günümüze gelebilmiş nâdir namazgahlardan biri olan eser ay­nı zamanda mevkii, nisbetleri ve işçiliği­nin güzelliği bakımından da türü içinde çok değerli bir Örnektir.

Dikdörtgen planlı bir sofaya sahip olan namazgahı güneyde beyaz mermerden yapılmış mihrap duvarı, diğer yönlerde ise kesme köfeki taşından alçak korku­luklar çevirmektedir. Kuzey kenarının or­tasında, beyaz mermerden siimeli söve-lerin çevrelediği giriş yer alır. Girişin üs-

tündeki dilimli tacın dış yüzünde, üstte vl^'SPI^üa» «û! (Allah bütün kapılan açandır) ibaresi, alt satırda ı-sbyU*t=t;(JiU'İfi(JPi«i.Lı (Ey nice gizli Iutufları olan Allah! Bizi kork­tuklarımızdan emin eyle) duası, iç yüzün­de ise mimar ya da ustanın adını veren "Amel-i Âşık b. Süleyman el-Lâdikî" ya­zısı vardır. Celî-sülüs istifle yazılmış olan bu yazıların dışında kalan satıh kabart­ma rûmî tezyinat ile bezenmiştir. İki yan­dan çokgen kesitli köşe sütunçeleri ile kuşatılmış yarım sekizgen planlı hücre­si ve yedi sıra mukarnaslı kavsarası dik­kati çeken mihrabın üstünde duvar sat­hına kazınmış ters yüz lâle dizisi ile te­pesinde içi rûmîlerle süslü bir taç yer al­maktadır. Mihrabımyanlarında bulunan dikdörtgen şeklindeki- birer pencere, so­fada ibadet edenlerin denizi görmelerini sağlamaktadır. Sofanın güneybatı (sağ) köşesinde minber, güneydoğu (sol) kö­şesinde minber görünümlü vaaz kürsü­sü yükselir. Kemeri ve yanları sade tu­tulmuş minberin köşk kısmı ise göz alı­cı bir şekilde tezyin edilmiştir. Mihrap-takilerin eşi olan sütunçelerin taşıdığı sekizgen kasnaklı ufak bir kubbe min­berin köşk kısmını örtmektedir. Kasna­ğın ön yüzünde kelime-i tevhid, köşkün arkasına isabet eden duvarda ise bani­nin adını ve inşa tarihini veren Arapça kitabe vardır. Soldaki vaaz kürsüsü ise köşksüz yapılmıştır. Ancak burada, sağ­daki kitabenin tam simetriğinde, rûmî motiflerle süslü bir tacın altında. Âl-i İm-rân sûresinin 18 ile 19. âyetlerinin baş tarafının celî-sülüs istifle iki satır halin­de yazılı olduğu diğer bir kitabe bulun­maktadır.

Son zamanlarda tamir edilen namaz­gahın bu onarımı sırasında minber ka­pısının üstüne Zilhicce 809 {Mayıs 1407) tarihli bir kitabe konulduğu görülmek­tedir. 1968 yılında namazgahı ziyaret et­tiğinde resim ve planlarını vererek kita­belerini okuyan E. Hakkı Ayverdi'nin bil­dirdiğine göre bu kitabe, yıkılmış bulu-

nan Hoca Hamza Mescidi'ne aittir (Os­man/; Mi'mârîsi!!, s. 168). O yıllarda Tu­rizm Bürosu'nun önünde bulunan bu mermer kitabe onarım sırasında yanlış­lıkla minber kapısının üstüne yerleştiril­miş olmalıdır.

BİBLİYOGRAFYA:

Ayverdi, Osmanlı Mi'mârîsi II, s. 167-168; Yıldız Demiriz, Osmanlı Mimarisinde Süsleme, İstanbul 1979, I, 560-563; Oktay Aslanapa. Os­manlı Deurİ Mimarisi, İstanbul 1986, s. 30-31.


Yüklə 1,09 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   25




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin