Ce ilk düzenli Rus donanması oluşturulmuştur



Yüklə 1,09 Mb.
səhifə16/25
tarix17.11.2018
ölçüsü1,09 Mb.
#83006
1   ...   12   13   14   15   16   17   18   19   ...   25

Yine aynı hatt-ı hümâyunda Fetvahâ-ne'nin ihtiyaçtan fazla olan oda ve bina­larının boş kalmaması için bunların çe­şitli sebeplerle ilim tahsil edemeyenlere haftanın belli günlerinde ders verilmek üzere tahsis edilmesi istenmiş, bu hu­susların şeyhülislâm efendiye bildirilerek görüşünün alınması emredilmiştir (Lut-ff,I, 161-162).

1836'ya kadar burası sadece Fetva­hane olarak kullanılırken o zamana ka­dar kendi evlerini resmî daire gibi kul­lanan kazaskerler ve İstanbul kadıları da çok geniş olan bu mekâna taşınmış­lardır. Böylece başlıca şer'î ve hukukî ku­rumlar bir yerde toplanmış bulunuyor (Lutfî, V, 66), sık sık değişen şeyhülislâm, kazasker ve İstanbul kadısı konakları­nın yerini bulmakta güçlük çeken halk da rahata kavuşmuş oluyordu (bu bina­nın daha önceki yüzyillardaki durumu için bk.AĞAKAPISI),

Kaynaklarda zaman zaman Bâb-ı Fet­va ve Fetvahane olarak da geçen Bâb-ı Meşihat çeşitli dairelerden teşekkül et­mekteydi. Bu kurumun XIX ve XX. yüz-yıllardaki teşkilât ve gelişmesini devlet

salnamelerinden takip etmek mümkün olmaktadır. Meselâ 1918 yılında Bâb-ı Meşîhat Fetvâhâne-i Âlî, Hey'et-i İftâiy-ye. İ'lâmât-ı Şer'iyye Müdüriyeti, Te'lîf-i Mesâil Şubesi, Nakîbüleşraf Dairesi (ne-kâbet ale'l-eşrâf), Ders Vekâleti ve Mec-lis-i Mesâlih-i Talebe, Medrese-i Süley-mâniyye, Sahn Medresesi, İbtidâ-i Dâ­hil Medresesi, İbtidâ-i Hâriç Medresesi. Tedkîk-i Mesâhİf ve Müellefât-ı Şer'iyye Meclisi, Meclis-i Meşâyih, Mektübî Dai­resi, Muhasebat Dairesi, Me'mürîn Mü­düriyeti, Sicili - i Ahvâl Müdüriyeti, Evrak Müdüriyeti, Şûrâ-yi İlmiyye, Encümen-i İntihâb-i Me'mûrîn-i İlmiyye, Medresetü'l-kudât, Müneccimbaşılık. Sıhhiyye Müfet-tiş-i Umumîliği gibi dairelerden oluşmak­taydı {Salnâme-i Deulet-i AUyye-i Osmâ-niyye, s, 138-143). Bâb-ı Meşîbafın tam ve ayrıntılı teşkilâtı ayrıca /imiyye Scıl-nâmesi'nûe de verilmiştir.

Bâb-ı Meşîhat sadece resmî bir daire değil aynı zamanda Osmanlı Devleti'n-deki pek çok ilmî, kazâî ve siyasî-idarî toplantı ve faaliyetler için de bir merkez olmuştur. Medrese mezunlarının mülâ-zemet imtihanları ile (Vâsıf, s. 293) kadı ve müderrislerin ruûs imtihanları bura­da yapılırdı (Lutfî, IX, 150; X, 102). XIX. yüzyıl boyunca giderek önem kazanan ve sık sık akdedilmeye başlanan meşve­ret meclisleri de zaman zaman Bâb-ı Meşîhat'ta toplanır ve başta sadrazam olmak üzere bütün yetkililer bir araya gelir ve ülkenin önemli meselelerini gö­rüşürlerdi. Bu fevkalâde toplantıların ne-

BAB NAİBİ

rede yapılacağı padişah iradesiyle ke­sinlik kazanırdı.

XIX. yüzyıl sonu ile XX. yüzyıl başla­rında padişahlar çeşitli vesilelerle Bâb-ı Meşîhat'ı ziyaret etmişler, şeyhülislâm ve diğer yetkililerle konuşup taltiflerde bulunmuşlardır (Lutfî, X, 27). Şeyhülislâm­ların azledildiğini göstermek için Bâb-ı Meşîhafın fenerinin söndürülmesi bir âdet idi. Bu âdet çeşitli şiirlerde nükte konusu büe olmuştur.

Ağakapısı meşihata tahsis edildikten sonra birçok defa tamir görmüş, tefrişi ve eksikliklerinin giderilmesi için gayret sarfedilmiştir. Başbakanlık Osmanlı Ar-şivi'nde bu iş için kullanılan malzeme ve binaların bedelleriyle ilgili pek çok bel­ge bulunmaktadır/^

Daha sonra İstanbul Kız Lisesi buraya taşınmış. 1927'de çıkan yangında bina­larla birlikte Meşihat'ın arşivi de büyük hasara uğramıştır. Bir süre sonra giriş kapısının sağında yapılan üç katlı bina 15.000 m2 civarındaki bahçe ile birlikte İstanbul Üniversitesi Botanik Enstitüsü'-ne verilmiş, ancak Süleymaniye Külliye-si'nin Haliç'ten görünüşünü engelleyen bu yapının iki katı yıktırılmıştır.

Bâb-ı Meşîhafın günümüzde İstanbul Müftülüğü olarak kullanılan Fetvahane binası 1982-1985 yılları arasında tama­men yıktırılarak aslına uygun şekilde ye­niden yaptırılmıştır. Ayrıca giriş kapısı­nın hemen sağındaki iki Katlı bina bu­gün yaklaşık 10.000 cilt sicilin muhafa­za edildiği Şer'iyye Sicilleri Arşivi olarak kullanılmaktadır. Cümle kapısının solun­daki iki katlı binanın üst katı müftülük kütüphanesi olup yazma ve matbu bü­tün muteber fetva kitapları başta olmak üzere zengin bir fıkıh eserleri koleksiyo­nunu ihtiva etmektedir. Binanın alt ka­tında ise henüz gereği gibi tasnif edil­memiş olan meşihat arşivi bulunmak­tadır.

BİBLİYOGRAFYA:

BA. HH, nr. 8871, 16.248; BA, İrâde-Dâhiliye, nr. 20.772, 27,379, 33.095, 36.841 ; BA. İrâde-Meclİs-i Mahsus, nr. 2043; BA. İrâde-Meclis-i Vâlâ, nr. 19.670; Salnâme-i Deulet-i Aliyye-i Osmâniyye, İstanbul 1334, s. 138-143; İlmiy­ye Salnamesi, tür.yer.; Vâsıf, Târih (îlgürel), s. 293; Atâ Bey, Târih, lil, 139-140; LutfT, Târih, 1,161-162, 166-167; V, 66; (X, 39, 57, 114, 121, 127, 150, 157; X, 27, 93, 102; Uzunçarşılı, İlmi­ye Teşkilâtı, s. 139, 199, 208-209; İbnülemin, Son Hattatlar, s. 647. r—ı

İSI Mehmet Ipşikli

BAB NAİBİ

(bk. BAB MAHKEMESİ).

363

BÂB-ı SERASKERÎ



Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye'nin en üst rütbedeki kumandanı o!an

seraskerin resmî makamı ve buranın âbidevî ana giriş kapısı.

D TARİH. Serasker Kapısı olarak da anılan bu makama, önce, eskiden yeni­çeri ağalarının ikametgâhı olan Ağa Ka­pısı, 1252'de de (1836-37) Eski Saray tahsis edilmiştir. Seraskerlik ikametgâ­hı için ilk müstakil yapı Sultan Abdülaziz zamanında yaptırılmış olup bugün İs­tanbul Üniversitesi merkez binası ola­rak kullanılmaktadır.

Bâb-ı Seraskerî'nin kurulup teşkilât­landırılmasından sonra sadrazamlar ar­tık "serdâr-ı ekrem" unvanıyla askere kumanda etmeyi terketmişlerdir. Gerek barış gerekse savaş zamanlarında bütün askerî işler bu dairece yürütülmüş, se­rasker de Osmanlı kara kuvvetlerinin en büyük kumandanı olmuştur. 183S yılın­dan sonra rütbece şeyhülislâmlıkla, hat­ta zaman zaman sadrazamlıkla aynı se­viyede tutulan seraskerliğin sadrazam­lıkla birlikte aynı şahısta birleştiği de olmuştur.

Bâb-ı Seraskerî'nin bünyesinde zaman­la bazı değişiklikler ve yenilikler yapıl­mıştır. Meselâ 1834'ten sonra kurulan redif* teşkilâtı Seraskerlik'e bağlanmış, 1837'de Serasker Kapısı'nda bir tercüme odası açılmıştır. Bâb-ı Seraskerî, Tanzi­mat'ın ilânından önce, nezâretlerin he­nüz kuruluş safhasında çoğu gayri müs-limlerin nüfuslarına dair olan "nüfus jur­nalleri" tanzimini de yürütmüştür. 1839'-da Tanzimat'ın ilânından sonra Bâb-ı Se-raskerînin önemi daha da artmış, hat­ta sadâretten sonra ikinci sırayı almış­tır. Askerî alanda yapılan değişikliklere paralel olarak Serasker Kapısı'nda da ye­ni bürolar oluşturulmuş, doğrudan doğ­ruya serasker paşaya bağlı olarak mek-tûbî, yoklama, jurnal, nizamiye, muha­bere, rûznâmçe ve vezne gibi kalemler teşkil edilmiştir. 1845 yılında zaptiye mü­şirliğinin kuruluşuna kadar İstanbul'da zabıta İşlerini de Seraskerlik yürütmüş­tür. II. Abdülhamid'in tahta çıktığı yıl­larda Bâb-ı Seraskerîde serasker paşa­nın maiyetinde bir müsteşar, bir mek-tupçu, bir nizamiye muhasebecisi ile bir hassa muhasebecisi bulunmaktaydı. Bu kalemler zamanla ya genişletilerek ba­ğımsız bir hale getirilmiş veya tamamen lağvedilmiştir. 1879'da Bâb-ı Seraskerî

364


Harbiye Nezâreti'ne dönüştürülmüşse de 1884'te tekrar eski şekline çevriimiştir. II. Meşrutiyet'in ilânı arefesinde Har­biye Nezâreti'nin kesin olarak kurulma­sıyla bütün askerî işler bu nazırlığa bağ­lanmış ve bu durum Cumhuriyetin ilâ­nına kadar devam etmiştir.

BİBLİYOGRAFYA:

BA, HH. nr. 50.912, 51.034, 51.356, 51.533; Lutfî. Târih, I, 192; Mecelle-İ ümûr-ı Belediy-ye, !, 926-933; Uzunçarşılı, Kapukulu Ocakla­rı, 1, 582, 672-674; Pakalın. I, 142; Karal, Os­manlı Tarihi,V, 151 ; VI, 115-116; VII, 141-142; VIII, 352-353; Halim Alyot. Türkiye'de Zabıta, Ankara 1947, s. 70; Sertoğlu, Tarih Lügati, s. 311-312; B. Lewis, "Bâb-ı Seraskeri", El2 (İng.), I, 838; a.mlf., "Bâb-ı Seraskerî", ÜDMİ,

III, 794. m

MU

Abdülkadir Özcan



D MİMARİ. Bugün İstanbul Üniver­sitesi merkez binasının giriş kapısı olan bu âbidevî kapı, güney (dış) tarafındaki yazıda belirtildiği üzere Dâire-i Umûr-i Askeriyye girişi idi. Kesme köfeki taşı kaplamalı ve iki tarafından dendanlı ku­lelerle sınırlandırılmış olan üçlü bir giriş takı biçiminde inşa edilmiştir. Ortada geniş ve yüksek, hafif at nalı bir kemer ve iki yanında sütun demetlerine otur­tulmuş daha alçak ve dar iki kemer var­dır. Yanlardaki kuleler iki katlı olup üst katlara girişler arka taraftaki kapılarla sağlanır. Dış cephede "T.C." harflerinin bulunduğu ovai madalyonda daha önce Sultan Abdülaziz'in tuğrası bulunmak­taydı. Günümüzde ilâve edilmiş "İstan­bul Üniversitesi" yazısının altında üçlü bir düzenleme ile Şefik Bey hattı, celî-sülüs kitabe bulunur. Ortasında diğer­lerine göre daha irice "Dâire-i Umûr-ı Askeriyye" yazısı, bunun sağında Fetih sûresinin birinci âyeti i ^ ^ ^U*^W "Biz sana apaçık bir fetih yolu açtık"), solunda ise aynı sûrenin üçüncü âyeti ( Irfj*1 ir*" ^^jr^ij "Seni kıymetli bir zaferle destekledik"] yazılıdır. Altında ise Şefik Bey'in imzası ile 1282 (1865) tari­hi yer alır.

Yeşil zemin üzerine altın varakla ya­zılmış bu kitabe düzeni kapının iç tara­fında da yer almakta, ancak burada Ka­zasker Mustafa İzzet Efendi'nin hattıy-

la tarih beyti, "Askere Nüzhet kulu teb-şîr eder târîhini /-Uıtf-i Şâh Abdülazîz açtı der-i nasr-ı azîz" olan manzume bu­lunmaktadır. Bu âbidevî kapının iki ya­nında ve eşit uzaklıkta iki de köşk yer almaktadır. Bunlardan batıdaki köşk, es­kiden rektörlük ve senato binası olan, günümüzde ise Atatürk İlkeleri ve İnkı­lâp Tarihi Enstitüsü olarak hizmet ve­ren Biniş Dairesi, bunun karşılığında yer alan doğudaki ise Şehzadeler Dairesi idi. İkişer katlı ve üst katları itibariyle re-vaklı girişlerle eyvanlı-köşe odalı eski Türk sivil mimarisine ait plan düzenini tekrarlayan bu köşklerin bahçe tarafın­da mermer basamaklar ortasında biniş platformları dikkati çeker.

Türk neo-kiasik mimarisinde geniş yer bulan iç süslemelerde de varak yaldız kullanılmış ve özellikle orta tavanlarda manzara resimleri yer almıştır. Bugün mevcut avizelerin bir kısmı da o dönem­den kalmadır.

Bâb-ı Seraskerî olarak tanınan bütün bu yapılar, Seraskerlik Dairesi'nin Sul­tan Abdülaziz zamanında neo-rönesans üslûbunda yapılmış ana binasının girişi­ni meydana getirmektedir. Mühendishâ-ne'den yetişme Ali Paşa tarafından ya­pılan ve bina eminliğini Altunîzâde İs­mail Zühdü Paşa'nın yürüttüğü bu bü­yük binanın girişindeki âbidevî kapı ve yan köşklerin mimarı olarak da Fransız asıllı Bourgeois'nın adı geçmektedir. Ni-

müdürlerinden Dr. A. Dethier'nin yazıla­rında mimarının Bourgeois olduğu be­lirtilir. Neo-klasik-Mağrib üslûpları ka­rışımı karma (eklektik) bir dış görünüşe sahip olan bu kapı ve köşk kompozisyo­nu, yan köşklerin planı ve düzeni açısın­dan klasik ve klasik öncesi Türk mima­risinin izlerini taşımaları bakımından ay­rıca dikkat çekicidir. Bu dönemlerde Ba­tı etkilerini dış mimaride en çok göste­ren yapılardan Dolmabahçe Sarayı'nda ve özellikle harem bölümünde de böyle bir durumla karşılaşılmaktadır.

Fâtih'in İstanbul'da yaptırdığı Sarây-ı Atîk'in (Eski Saray) arazisinde bulunan Seraskerlik Dairesi'nin ilk çekirdeği, II. Sultan Mahmud'un 1251'de (1836) Asâ-kir-i Mansûre-i Muhammediyye'nin yö­netildiği bir kışla inşa ettirmesiyle ilgili­dir. Sarayın kalıntıları bu maksatla yık­tırılmıştır. Bugün üniversite bahçesinin Süleymaniye Camii tarafına bakan kuzey kısmında, Beyazıt Meydanı'na açılan ka­pının genel hatlarını taşıyan, fakat da­ha sade ve ampir üslûba yakın bir âbi­devi kapı daha vardır. Orta kısmında dik bir rampa ile iç kısma geçilen bu kapı­nın üstünde, eskiden Sarı Kışla adıyla bi­linen ve bir zamanlar Yüksek Öğretmen Okulu ile Halkevi Talebe Yurdu'nun ba­rındığı iki katlı geniş kışla binası vardı. Bina tamamen yıkılmış olmakla birlik­te Süleymaniye yönündeki kapı bakıma muhtaç durumda ayaktadır. Kuruluşu Sultan 11. Mahmud devrine inen ilk Bâb-ı Seraskerfnin bu kuzeydeki âbidevî kapı olduğunu düşünmek için yeterli bilgi ol­masına rağmen üzerinde hiçbir kitabe veya tuğra tesbit edilememiştir. Beya­zıt Meydanı'ndaki âbidevî kapı ile geri­deki üç katlı Seraskerlik binası arasın­daki alan, eski resim ve kartpostallarda da görüldüğü gibi tâlim alanı olduğun­dan ağaçsızdı. Ağaçlandırma Darülfü­nun emini olduğu yıllarda Ismayıl Hakkı Bey (Baltacıoğlu) tarafından başlatılmış­tır. Bâb-ı Seraskerî 1988 yılında dış cep­heleri temizlenerek onarım geçirmiştir.

BİBLİYOGRAFYA:

Semavi Eyice, "İstanbul Arkeoloji Müzeleri­nin İlk Müdürlerinden Dr. Ph. Anton Dethier Hakkında Notlar", İstanbul Arkeoloji Müzele­ri Yıllığı, İstanbul 1960, s. 47; Oktay Aslanapa, "İstanbul Darülfünun ve Üniversite Binaları Tarihçesi", İstanbul Üniversitesi, istanbul 1983, 1, 38-47; a.mlf., "İstanbul Darülfünun ve Üni­versite Binaları Tarihçesi", istanbul Üniüersi-tesi Bülteni, sy. 13, İstanbul 1980, s. 32-37; Nurhan Atasoy. Ünioersite Giriş Kapısı için Rapor, İstanbul 1989; Cahit Kayra. İstanbul: Mekanlar ve Zamanlar, İstanbul 1990, s. 61-62; Hamid Küçükbatır, "Altunîzâde, İsmail

Zühdü Paşa", DİA, II, 545. [Tl MU

Aha Altun

BABA


(bk. ANA BABA).
r n

BABA


Bazı mutasavvıflara,

tarikat şeyhleriyle halifelerine veya

meczuplara verilen bir unvan.

Sevgi, saygı, fedakârlık ve himaye gi­bi ahlâkî esaslar üzerine kurulan baba-evlât münasebeti, çok eski zamanlardan beri din önderleriyle onlara tâbi olan ki­şiler arasında bulunması gereken iyi iliş­kiler için örnek alınmıştır. Tevrat'ta Hz. Âdem, Hz. Şît, Hz. İbrahim ve Hz. İshak gibi peygamberlerden "baba" diye söz edilmiş, bu anlayış Hıristiyanlık'ta da de­vam etmiştir.

Hz. Muhammed'in kendi öz çocukları dışında hiçbir kimsenin babası olmadı­ğını ifade eden âyeti lel-Ahzâb 33/40} tefsir âlimleri genellikle evlât edinme yasağıyla açıklamışlar, Hz. Peygamberle kendi sulbünden gelmeyen herhangi bir kimse arasında aile hukuku bakımından özel hükümler doğuracak şekilde bir ba-balık-evlâtlik münasebetinin söz konu­su olamayacağını belirtmişlerdir. Zemah-şeri'nin işaret ettiği üzere peygamber­ler ümmetlerine gösterdikleri sevgi, şef­kat ve samimiyet bakımından onların babaları yerinde oldukları gibi ümmet fertleri de peygamberlerine gösterdik­leri saygı ve bağlılık açısından onların evlâdı durumundadırlar (bk. ei-Keşşâf, III, 264). Nitekim Kur'ân-ı Kerîm Hz. Pey-gamber'in hanımlarından "müminlerin anneleri" (el-Ahzâb 33/6) diye söz etmek­te, bir hadiste de Hz. Peygamber'in üm­metinin babası mevkiinde bulunduğu belirtilmektedir [bk. İbn Mâce, "Taharet", 16; Ebü Dâvûd, "Taharet", 4; Nesâî, "Ta­haret", 35). İslâm âlimlerine göre bu ne­vi naslarda müminlerin Hz. Peygamber'! ve onun eşlerini kendi baba ve anneleri gibi saygıdeğer bilerek onlara hürmet duyguları beslemeleri, kendilerine say­gısızlık göstermekten veya onları saygı­sız ifadelerle anmaktan kaçınmaları ge­rektiği anlatılmak istenmiştir.

İslâm'ın ilk asırlarında din âlimlerine, âbid. zâhid ve mürşidlere baba unvanı verildiğine dair bir bilgiye sahip değiliz. X. yüzyıldan itibaren çeşitli tesir ve se­beplerle bazı meczuplarla münzevi süfî-lere bab veya baba unvanının verilmeye başlandığı görülmektedir. Hücvîri Keş-ful-mcıhcûb'öa Ferganalı Bab Amr adlı

bir sûfîden bahsederken bu bölgede bü­yük şeyhlere ve dervişlere bab unvanı­nın verildiğini söyler. Baba Kûhîfö. 442/ 1050) ile Baba Tâhir-i Uryân da (ö. 441/ 1055) bu unvanla meşhur olan sûfîler-dendir. XI. yüzyıldan itibaren baba unva­nı, başta İran ve Azerbaycan olmak üze­re İslâm ülkelerinde yaygın bir şekilde kullanılmaya başlanmış, halk çoğunlu­ğunun mutasavvıflara manevî koruyucu, ermiş ve baba nazarıyla bakması bu un­vanın yaygınlaşmasını kolaylaştırmıştır.

Baba unvanı XII. yüzyılda Türkistan'da hâcegân* yolunu tutan sûfîlerle Yesevî dervişleri arasında da ilgi görmeye baş­ladı. Menkıbelerde Ahmed Yesevî'nin mürşidi olarak adı geçen Arslan Baba ile Ahmed Yesevî'nin halifelerinden Zen-gi Baba ve Maçin Baba bu unvanla tanı­nırlar. Ata ile baba kelimeleri aynı anla­mı taşıdığından Yesevî dervişlerine ön­celeri ata denirdi. Bir ara bunlara hem baba hem de ata unvanı verildi. Nitekim Zengi Baba aynı zamanda Zengi Ata di­ye bilinir. Ali Sîr Nevâî, Nesâyimü'1-me-İmbbe adlı eserinde baba unvanıyla anı­lan Türkistan sofilerinin bir kısmından bahsetmektedir.

Baba kelimesi Anadolu'nun fethinden önce yaygın bir biçimde kullanılmakta idi. Baba Tâhir, Baba Hacı, Baba Efda-lüddîn-i Kâşî, Baba Rükn-i İsfahânî, Ba­ba Kûhî-i Şîrâzî, Baba Tevekkül! ve Ba­ba Sevdaî bu unvanla meşhur oldular. Selçuklu Hükümdarı Tuğrul Bey (ö. 455/ 1063) Hemedan'a geldiğinde Baba Tâhir ve Baba Cafer adlı iki sûfî ile tanışmış, nasihatlarını dinleyerek hayır dualarını almıştı. Baba unvanıyla tanınan pek çok şeyh, halife, derviş ve meczup vardır. Baba Ali Hoşmerdân, Baba Kemâl-i Ho-cendî, Baba Kanber-i Velî. Baba Hacı Mahmud, Sâmit Şeyh Ali Baba, Baba Bîk Esedâbâdî, Baba Çomaklu, Baba Ferec, Baba Şâdân, Baba Mahmûd-i Tûsî, Ba­ba Heten, Baba Süngü, Baba Ni'metul-lâh-ı Nahcuvânî Baba Semmâsî bu un­vanla tanınan mutasavvıflardandır.

Baba kelimesi Şiî ve Sünnî tasavvuf çevrelerinde ortaklaşa kullanılan bir un­vandır. Bundan dolayı bir mutasavvıfa baba denilmesi onun Sünnî veya Şiî ol­duğunu göstermeye yetmez. Çünkü Ka-lenderiyye. Haydariyye ve Bektaşiyye gi­bi Siî meşrepli tarikatlara mensup şeyh­lerle onların halife ve dervişlerine baba denildiği gibi Çiştiyye. Kübreviyye ve Nak-şibendiyye gibi Sünnî tarikatlara men­sup bazı şeyhlere de bu unvan verilmiş­tir. Meselâ Nakşibendiyye'nin kurucusu

365

Bahâeddin Nakşibend'in manevî babası ve şeyhi Muhammed Semmâsî ile Küb-reviyye'den Kemâl-i Cendî, Çiştiyye'den Köhnepûş baba unvanıyla tanınmışlardır. Anadolu'nun fethinden sonra buraya gelen sûfî ve dervişler arasında baba un­vanlı mutasavvıf ve şeyhler vardı. Bun­ların en tanınmışı, Babaî tarikatının ku­rucusu sayılan Baba İlyâs-ı Horasânî (ö. 637/12401 ile onun adına bir isyan hare­keti gerçekleştiren Baba İshak'tır. Bas­ta Hacı Bektâş-ı Velî olmak üzere Baba İlyas'ın halifelerinden çoğu ve ilk Bekta-şîler baba unvanını kullanmamıştır. Bu­nunla birlikte bu unvan XIII ve XIV. asır­da Anadolu'daki tasavvuf zümreleri ara­sında oldukça yaygındı. Nitekim Osman­lı Devleti'nin kuruluşu ile ilgili rivayet­lerde sık sık adları geçen Geyikli Baba ve Koyun Baba'dan başka Barakller'in şeyhi sayılan Barak Baba ile Duğlu Ba­ba, Avşar Baba, Postinpüş Baba, Somun-cu Baba, Otman Baba ve Timur'un ziya­ret ettiği Baba Süngü ile halifeleri bu unvanla tanınan sofilerdendir.



Balım Sultan tarafından teşkilâtlan­dırılan Bektaşîliğin iki kolundan biri Ba­balar (Babagân veya Nâzenînan) koludur. Daha çok şehir ve kasabalarda yaşayan, tekke ve zaviyeleri bulunan Bektaşî ba­balan "yol evlâdı", diğer kolu temsil eden Çelebiler ise "bel evlâdı" olarak tanınır. Bektaşîliğin son şeklinde babalık belli bir eğitimden geçtikten sonra ulaşılan önemli bir tarikat makamı haline gel­miştir. Ahî* birliklerinde esnaf teşkilâtı­nın başında bulunan kişiye de "ahî baba" denirdi. Akşemseddin'in halifelerinden Sivrihisarlı Baba Yûsuf (ö. 917/1511), Bayramiyye tarikatı mensuplarından ol­masına rağmen bu lakapla tanınmıştır. Abdülganî Pîr Babaî de (ö. 870/1465) Babaiyye adlı bir başka tarikatın kuru­cusudur. Ayrıca velî olduğuna inanılan babaların hâtıralarını yaşatmak için Ana­dolu ve Rumeli'de çeşitli köylere, kasa­balara, şehirlere, mahalle, cami, mezar­lık ve türbelere baba kelimesiyle başla­yan adlar verilmiştir (bk. "Türk Kültürün­de Babalar", s. 56-77).

Türkler arasında baba ve ata kelime­leri yanında, bunlar kadar yaygın olma­sa bile aynı mânada olmak üzere bab kelimesi de kullanılmaktaydı. Ancak bu son kelimenin Arapça'da "kapı" aniamı-na gelen bâb ile ilgisi yoktur ve kelime Fuad Köprülü'ye göre babanın kısaltıl­mış seklinden ibarettir [bk. İA, II, 165). Nitekim Farsça'da da baba ve bâb ke-

366

limeleri eş anlamlı olarak kullanılmak­tadır.



Baba unvanı tasavvuf? çevrelerin dı­şında çeşitli meslek zümreleri arasında da kullanılmıştır.

BİBLİYOGRAFYA:

İbn Mâce, "Taharet", 16; Ebû Dâvûd, "Ta­haret", 4; Tirmizî, "Menâkıb", 30; Nesâî, "Ta­haret", 35; Hücvîrî, Keşfü'l-mahcûb, Tahran 1979, s. 301; Gazzâlî, İhya', Kahire 1939, I, 61; Zemahşerî. et-Keşşâf, III, 264; Lâmiî. Nefehât Tercümesi, s. 350; Ali Şîr Nevâî, Nesâyim, s. 404, 414; SafT, Reşehât, s. 19, 29; Ma'sum Ali Sah, Tar&'ik, I, 261, 412; Köprülü. İlk Mutasau-oıflar (Ankara 1966), s. 13, 14; a.mlf., "Baba", /A, II, 165-166; Abdülbâki Cölpınarlı. Tasauüuf-tan Dilimize Geçen Atasözleri ve Deyimler, İs­tanbul 1977, s. 43-44; A. Güzel - Ş. K. Seferoğ-lu, "Türk Kültüründe Babalar", Erol Güngör İçin, Ankara 1988, s. 51-77; F. Taeschner, "Bâ-bâ", ÜDMİ, III, 798-799; H. Algar, "Bâb", Eln,

III, 278. [Ti

İRİ Süleyman Uludağ

BABA CAFER ZİNDANI

İstanbul'da Haliç surlarındaki

bir burcun altında ve içinde Bizans ve Osmanlı dönemlerinde hapishane olarak kullanılan yer.

Günümüzde İstanbul Ticaret Odası ile Galata (Karaköy) köprüsü arasındaki Ha­liç kıyısında yakın zamana kadar Yemiş İskelesi adıyla anılan yerde bulunmak­tadır. Buraya adını veren Cafer rivayete göre Hz. Peygamber soyundan gelmek­tedir ve Abbasî Halifesi Hârûnürreşîd tarafından Bizans İmparatorluğu'na elçi olarak gönderilmiştir. Cafer, İstanbul'da bulunan Araplar'la Rumlar arasındaki çarpışmalarda ölen müslümanların na-aşlarının sokak aralarında kalmasına çok üzülerek devrin imparatoru Nikephoros'a sert bir dille çatınca zindana atılmış, da­ha sonra da öldürülerek mahpus bulun­duğu burcun aitına gömülmüştür. Bir başka rivayete göre ise Şeyh Zindanı Ab-durraûf Samedânî adlı bir kişi İstanbul'­un fethinde bulunmuş ve onun girdiği kapıya Zindan Kapısı denilmiştir. Seyyid Baba Cafer'in torunlarından olduğu id­dia edilen Zindânî Abdurraûf yıllarca ceddinin türbedarlığını yapmış ve ölün­ce buraya gömülmüştür.

İstanbul'un fethinden sonra yeniçeriler bu kapıya, mensubu bulundukları Bek­taşîlik geleneklerine uygun olarak muh­temelen Bâb-ı Cafer'den bozma Baba Cafer demişlerdir. Cafer'in türbesinin üst kısmında bulunan hapishaneye de Baba Cafer Zindanı adı verilmiştir. Bu­raya sivil ve bazan da asker, özellikle ye-

niçeri zümresinden katil, hırsız, borç ve zina hükümlüleri gibi âdi suçlular atılır­dı. Hapishanede ayrıca hırsızlık yapan veya zina eden kadın suçlular için de bir bölüm vardı. Hatta XIX. yüzyılda bir ara burası bütünüyle kadınlara tahsis edil­mişti. Zindanda Rum, Ermeni ve yahudi gibi azınlıklar için de ayrı ayrı koğuşlar mevcuttu.

Buraya giren mahpuslar serbest bı­rakılırken kendilerinden harç adı altın­da 18 para ve dilekçi akçesi olarak da 2 para alınırdı. Ancak daha sonraları ki­lim, keçe vb. mefruşat getirenlerden ya­tak akçesi adıyla ücret alınmıştır. Mah­pusların iaşesi için devletçe herhangi bir ödenek ayrılmaz, mahkûmlar bazı hayır sahiplerinin sadaka ve adak gibi yardım­larıyla geçinirlerdi. Zaman zaman gerek bu bağışlar gerekse buraya düşen bazı zenginlerin verdiği rüşvetler yüzünden zindan kâtipleri ve subaşılar arasında anlaşmazlıklar, hatta kavgalar çıktığın­dan 1766'da bazı tedbirlerin alınmasına ihtiyaç duyuldu. Buna göre İstanbul ka­dılığı tarafından zindana tecrübeli ve dürüst bir subaşı tayin edilecek, mah­kûmlardan kesinlikle para alınmayacak, hayır sahiplerinin yaptığı aynî ve nakdî yardımlar Baba Cafer türbedarı, müte­velli ve zindan subaşısı nezâretinde mu­hafaza edilecek ve İstanbul kadısı dört ayda bir hesaplan kontrol edecekti. Su­başı mahpusların yiyeceklerinden, ser­best bırakılan bir mahkûmdan 20 akçe­den fazla harç alınmamasına kadar zin­danın her işinden sorumluydu. Mahpus­lara hiçbir şekilde eziyet edilmeyecek, herhangi bir suistimali görülen subaşı cezalandırılacaktı. Zindan bekçiliğinden ise asesbaşı"lar sorumluydu. İstanbul bazı isyan hareketlerine sahne olduğu zamanlarda âsiler tarafından öteki ha­pishanelerdeki mahpuslarla birlikte bu­radakiler de salıverilir, böylece isyancı­lar taze güç kazanırlardı.

Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılmasından son­ra ocakla ilgili her şey ilga edilirken Bek­taşîliği hatırlatan Baba Cafer Kapısı ye­rine Bâb-ı Cafer veya Hazret-i Cafer Ka-

pisi, inşa edilecek karakola da Bâb-ı Ca­fer Karakolhânesi denilmesi hakkında II. Mahmud'un bir fermanı çıkmışsa da yeni isimler pek tutun ma m ıştır. Bu dö­nemde hapishane Sultanahmet'teki Tab-hâne'ye nakledilince burası kısmen kara­kol, kısmen de esnaf ve tüccar için tica­rethane olarak kullanılmıştır. Seyyid Ca­fer'in türbesi II. Mahmud tarafından ta­mir ettirilmiş, Kapının üstüne de bu pa­dişahın tamir kitabesi konulmuştur. So­kak kapısı üstünde bulunan 1298 (1881] tarihli kitabede ise Ca'fer el-Ensârî'ye yapılacak ziyaretin faziletleri belirtilmek­tedir. Burası gerçekten yüzyıllarca hal­kın ümit kapılarından biri olmuş, dertli, çocuksuz, sakat kimseler gerek türbe sahibinden gerekse türbe içindeki su­dan medet ummuş ve şifa aramışlardır. Zindanın halen (1989-1990] restorasyo­nu yapılmaktadır. Bitişiğinde bulunan Batı mimari üslûbundaki ticaret hanı da Baba Cafer Hanı veya Zindan Hanı olarak tanınır.


Yüklə 1,09 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   12   13   14   15   16   17   18   19   ...   25




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin