Ce ilk düzenli Rus donanması oluşturulmuştur



Yüklə 1,09 Mb.
səhifə15/25
tarix17.11.2018
ölçüsü1,09 Mb.
#83006
1   ...   11   12   13   14   15   16   17   18   ...   25

adlı eserine yapılan bir zeyildir. Muham­med b. Abdurrahman el-Hadramrnin ed-Dürrü'l-fâhİr fî temcimi acyâni'l-kar-ni'I-^âşir adındaki eserinin (Eymen Fuâd Seyyid, s. 210-211) kaynaklarından biri olan bu kitabı Abdullah Muhammed ei-Habeşî Meşâdirü'l-fikri'l-İslâmî fil- Ye-men'de (s. 480) Reşfü'z-zülâl fi't-tekmîl ve't-tezyîl, Merâdcu tânhi'l- Yemen'-de ise Is. 88! Tetimmetü Tabakâti'ş-Şâ-fi'iyye adıyla kaydetmekte ve kayıp olduğunu belirtmektedir. 3. Haşiye eaîâ Esrie'l-metâlib. İbnü'l-Mukrî el-Yeme-nî'nin Ravzü't-tâlib adlı eserine Zeke-riyyâ el-Ensârî'nin yaptığı şerhten iba­ret olan dört ciltlik Esne'I-metâlib üze­rine yazdığı haşiyedir. 4. ed-Dürretü (er-Rauzatü)'z-zehiyye fî şerhi'r-Rahbiyye. Muhtemelen İbnü'l-Mütefennine'nin fe-râiz ilmine dair kaleme aldığı ei-Rahbiy-ye adıyla bilinen Buğyetü'l-bâhiş adlı urcûze*sinin şerhidir. S. Hakikatü't-tev-hîd. Muhyiddin İbnü'l-Arabî'nin vahdet-i vücûd* görüşüne reddiye olarak yazıl­mıştır. 6. Mişkâtü'l-mişbâh H-şerhi'î-'idde ve's-silâh. Yazann basılmış tek eseridir (Kahire, ts.). 7. el-Fetâvâ. 8. el-Lüm^a fî cilmi'I-felek. 9. Risâletü'r-mb'i'l-müceyyeb. 10. Risale fî 'ilmi'i-hisâb. 11. Risale fi'hülâfi'l-metali* ve't-lifâkıhâ (diğer eserleri ve bunların yazma nüshaları için Abdullah Muhammed el-Ha-beşî'nin Meşâdirü'l-fikri'l-İslâmî fi'l-Yemen adlı kitabına bakılabilir).

BİBLİYOGRAFYA:

Abdiilkadir el-Ayderûsî, en-Nûrü's-sâfır, s. 250-254; İbnü'j-İmâd, Şezerât, VIII, 367-368; el-Kamûsü'l-İslâmî, 1, 264; Kehhâle, Mu'ce-mü'l-mü'ettifîn, VI, 95; Abdullah Muhammed el-Habeşî, Merâci'u târîhi'l-Yemen, Dımaşk 1972, s. 88; a.mlf., Meşâdirü'I-fikrVl-İslâmT fi'l-Yemen, Beyrut 1408/1988, s. 236, 296, 320, 480, 540, 549; Eymen Fuâd Seyyid, Meşâdiru târîhi'l-Yemen fı'l-'aşri'l-İslâml Kahire 1974, s. 210-211; Ziriklî, el-A'lâm (Fethullah), IV, 110.

liltJ Kasım Kırbtvık

BAAL


(bk. BA'L).

BAALBEK


r

BAB



(bk. KAPI).

BAB


Şîa fırkalarının

kendi mezhep büyükleri için

kullandıkları dinî unvan.

Sözlükte "kapı; vesile; konu, bahis" gi­bi değişik anlamlara gelen bab kelime­sinin bu farklı mânalarından hareketle bir kitabın aynı cins konularının toplan­dığı fasıllarla Arapça'daki fiil çekim ka­lıplarının her birine de bab denmekte­dir. Mezhepler tarihinde ise dinî-hiye-rarşik bir unvan oiarak kullanılır.

Şifler, imamın manevî nurunu akset­tirecek ve kendileriyle imam arasında ir­tibatı sağlayacak "kâmil bir Şiî'nin ge­rekliliğine inandıklarından bab fikri baş­langıçtan itibaren bütün Şiî grupları için­de mevcut olmuştur. "Ben iiim şehriyim, Ali ise o şehrin kapısıdır (bab)" anlamın­da Hz. Peygamber'e izafe edilen ve Şiî muhitlerde fazlaca itibar gören hadisin (bk. Aclûnî, I, 235-236), bab telakkisinin bu çevrelerde ortaya çıkmasında ve yay­gınlaşmasında büyük payı olduğu mu­hakkaktır. Konu. mehdî fikriyle bağlan­tılı olduğu gibi diğer semavî dinlerde mevcut "bin yıl inanışı" (milenium) ile de ilgili olabilir (Yeni Ahit, Vahiy, 20/ 1 -7).

İlk dönem Şia'sında imamın en kıdem­li ve en yetkili talebeleri için kullanılan bab kelimesi, sonraları çeşitli Şîa grup­larınca ayrıntılarda görüş ayrılıkları ol­makla birlikte genellikle "derun ile mü­nasebet sağlayan vasıta" şeklinde anla­şılmış ve böylece "gaybet"ten (on ikinci imamın gizlenmesi} sonra, "imamla bu­luşan, onun yazılı ve sözlü emirlerini ala­rak kendisiyle ona inanıp bağlananlar arasında irtibatı sağlayan kişi" anlamı­nı kazanmıştır. Çoğunlukla bâbü'1-imâm şeklinde kullanılan bu terim zamanla, "gelişi beklenen, gelmesi yakın olan ve Allah'ın ortaya çıkaracağı (men yüzhiru-hu'llâh) önemli birinin habercisi" olarak da anlaşılmıştır. 260-328 (874-940) yıl­ları arasını kapsayan "gaybet-i suğrâ" döneminde bab kelimesi, sadece on ikin­ci imam i!e Şiîler arasında irtibatı sağla­yan ve bir nevi sefirlik hizmeti gördük­lerine inanıldığı için "süferâ-i erbaa" ve­ya "nüwâb-ı erbaa" diye adlandırılan ki­şiler için kullanılmıştır. Ancak 328'de (940) başladığı kabul edilen "gaybet-i kübrâ" döneminden itibaren bab unva­nının kime verileceği hususu Şîa grup-

ları arasında tartışma konusu olmuştur. Bab olarak kabul edilecek mezhep bü­yüğünün tesbitinde birbirinden farklı görüşlere sahip olsalar dahi, hemen hep­sinde "gâib ve muntazar bir imam" fik­ri bulunduğundan, bu dönemde bütün Şîa kollan babı "beklenen gizli imama açılan kapı" mânasında anlamıştır.

Başlangıçta bab unvanıyla anılan Şîa ileri gelenleri bu unvanı kendileri talep etmeyip öteki Şiîler'ce onlara tevcih edil­diği halde sonradan bazıları kendileri­nin bab olduğunu iddia etmiş ve bu un­vana talip olmuşlardır. Şîa'nın müfrit kolları arasında, bab olduğu iddiasında bulunan ilk kişinin, tenasüh* ve hulul* inançlarını da Şia'ya getirdiği bilinen Şel-megânî (ö. 322/934) olduğu söylenirse de (bk. ERE, II, 300), Nusayrîliğin kuru­cusu Muhammed b. Nusayr en-Nemîrf-nin (o. 270/883) on birinci imam Hasan e!-Askerî'nin babı olduğunu ileri sürdü­ğü bilinmektedir. O böyle bir iddia ile daha sonra doğacak Babîlik fırkasına zemin hazırlamıştır. Nusayrîler sonraki dönemlerde "üç sırlı harf" nazariyelerin­de, Ali ve Muhammed'den {Hz. Peygam­ber) sonra üçüncü sırada yer alan kişi olarak Selmân-ı Fârisî'yi bab kabul et­mişlerdir.

İmâmiyye Şîasi içinde teşekkül etmiş fırkalardan olan Şeyhîliğe göre, imam­lar mârifetullaha açılan bablardır. On­lardan sonra bu bilgi ve hakikatin mer­kezi, birer kâmil Şiî olan Ahmed el-Ah-sâf ile Kâzım Reştfdir. Şeyhîliğin değişik bir şekli kabul edilebilecek olan Babîlik fırkasının kurucusu Mirza Ali Muham­med ise daha değişik bir iddia ile ken­disinin bab olduğunu ve beklenen meh-dîye açılan kapının da yine kendisi oldu­ğunu ileri sürmüştür. İsmâiliyye'de bab dinî hiyerarşide bir rütbedir. Bu terim, anlamı fazla net olmamakla birlikte Fa­tımî dönemi öncesinde de kullanılmış­tır. Fâtımîler babı imamdan hemen son­ra gelen ve doğrudan ondan direktif alan kişi olarak anlıyordu. Nitekim on­lara göre bab, aldığı bu direktifleri da­vet hiyerarşisinde rütbe itibariyle ken­dinden sonra gelen hüccetlere iletir­di. İsmâiüyye içinde babın fonksiyonu ve statüsü hakkında bilgi veren bazı kay­naklar, davet mertebelerinin en üst rüt­besi olan "dâi'd-duât" ile babın eşdeğer olduğunu kaydederler. Dürzîlik'te ise bab terimi "el-aklü'1-küllî" ile irtibatı sağla­yan dinî otoriteyi ifade etmektedir.

BİBLİYOGRAFYA:

Lisânü'l-cArab, "bâb" md.; Tehânevî. Keşşaf, "bdb" md.; Kamus Tercümesi, "bâb" md.; Aclü-nî, Keşful-hafâ', I, 235-236; Mez. el-Hadâre-tul-İslâmiyye, II, 56-61; E. Ruhi Flğlall, Çağı-mızda îtikâdî İslâm Mezhepleri, Ankara 1990, s. 185-186, 210-211, 282-284; a.mlf.. "Mesih ve Mehdi İnancı Üzerine", AÜİFD, XXV (1981), s. 209; Muhsin Abdülhamîd, İslama Yönelen Yıkıcı Hareketler ftrc. M. Saim Yeprem — Ha­san Güleç), Ankara 1984, s. 73 vd.; İsmail Hak­kı izmirli. "Dürzi Mezhebi", DİFM, sy. 2 (1926), s. 70-71; Farhad Kazemi. "Sonıe Preliminary Observations on the Early Development of BabismV, MW, XÜII/2 (1973), s. 119-131 ; Say-yid Ali Raza Nagavi, "Babİsm and Bahâ'ism", /5,XIV/3 (1975), s. 187-217; Edward G. Brow-ne, "Bâb, Babîs", ERE, II, 299-309; CI. Huart, "Bâb", İA, li, 163-165; a.mlf., "Şeyhîler", İA, XI, 480; L, Massignon, "Nusayrîler", İA, IX, 368; G. Levi Della Vida.'""Selman", İA, X, 458; Abdülmennân Ömer, "Bâb*,^UDMİ, III, 783-784; B. Lewİs. "Bâb", El2 (İng.), I, 832; M. G. S. Hodgson "Durüz", a.e., II, 632; D. M. Mac Eoin. "Bâb", Eh:, III, 277-278; a.mlf., "Bâb, Sayyed 'Ali Mohammad Sîrâzi", a.e., III, 278-284; a.mlf., "Babism", a.e., III, 309-315.

İSİ Metin Yurdagür

r ~ı

BAB, Mirza Ali Muhammed



L

Banalliğin menşei olan Bâbîliğîn kurucusu (bk. BAHAİLİK).

_

r

BAB-ı ALİ




L

(bk. BABIÂLİ).

_

r

BÂB-ı ÂSAFİ







(bk. BABIÂLİ).




L J

BÂB-ı DEFTERÎ (bk. DEFTERDAR).

BÂB-ı FETVA

(bk. BÂB-i MEŞİHAT).

BAB-ı HÜMÂYUN

Topkapı Sarayı denilen

Sarây-i Cedîd'in dışarıya açılan

en büyük kapısı.

Fâtih Sultan Mehmed İstanbul'un fet­hinden hemen sonra önce Beyazıt'ta Sa-rây-ı Atîk'i yaptırmış, bir müddet sonra da şehrin en doğudaki ucunda Sarây-ı

359


Cedîd veya Yeni Saray denilen manzu­menin yapımını başlatmıştır. Bütün Os­manlı devri boyunca padişahların otur­duğu esas mekân olan ve uzun süre dev­letin idare merkezi durumunu da mu­hafaza eden bu saray kompleksi geniş bir alanı kaplıyor ve bunun etrafını Sür-ı Sultanî denilen bir duvar çeviriyordu. Bu sur duvarında açılan kapılar dışarısı ile bağlantıyı sağlıyordu. Bu kapıların en önemlisi, şehrin içinden gelen ana cad­denin (Divanyolu) saraya kavuştuğu yer­de açılmış olan âdeta bir zafer takı gö­rünümündeki Bâb-ı Hümâyun'dur. Kapı kemeri üstünde bulunan Arapça kitabe­de surun, dolayısıyla kapının Fâtih Sul­tan Mehmed tarafından Ramazan 883'-te (Aralık 1478) yaptırılmış olduğu belir­tilmektedir. Kemalpaşazâde surun yapı­mına başlanış tarihini Zilkade 882 (Şu­bat 1478) olarak vermektedir. Sarayın en büyük giriş kapısı olan ve tören alayla­rının yapıldığı Bâb-ı Hümâyun'un üze­rinde başlangıçta bir de köşk bulunu­yordu.

Bâb-ı Hümâyun'un üstündeki köşke Fa­tih Köşkü denildiği de ileri sürülür. Köşk, Yavuz Sultan Selim devrinde (1512-1520) Mısır'dan getirtilen bazı sanatkârlara tahsis edilmiş, ancak daha sonra, bu in­sanların saray kapısından girip çıkma­ları uygun görülmediğinden, onlara baş­ka bir yer tahsis edilerek burası değişik maksatlarla kullanılmıştır (aş. bk.). Alt kattaki odalar ise sarayın kapılarını bek­lemekle görevli Kapıcılar Ocağı'ndan Sa~ rây-ı Hümâyun kapıcılarına ayrılmıştı.

Kapı kemerinin üstünde yer alan Sul­tan II. Mahmud'un (1808-1839] tuğrası, onun devrinde burada bazı değişiklikler yapıldığını göstermektedir. Fakat asıl bü-

yük değişiklik Sultan Abdülaziz (1861-18761 döneminde üstteki köşkün yan­ması üzerine yapılmıştır. Bu sırada köşk tamamen kaldırılarak burası düz bir te­ras biçimine sokulmuş ve etrafına kon­sol çıkmalı bir saçak silmesi yapılmış, terasın kenarlarına da çepeçevre şebe­keli korkuluklar konulmuştur. Eski bir fotoğraftan, aslında taş olan cephelerin taş taklidi ve aralarda geometrik süsle-meli tuğla taklidi şeritler halinde sıva­narak bezendiği anlaşılmaktadır. Sur be­deniyle aynı karakterde olan kapının iki yanındaki nöbetçi hücreleri ise mermer kaplanmak suretiyle değiştirilmiş, aynı üslûpta mermer süs kaplaması arka yüz­de de tekrarlanmıştır. Buralara konulan kitâbelerdeki 1284 (1867-68) ve 1285 (1868-69) tarihleri, bu değişikliğin ne zaman yapıldığı hakkında açık bilgi ver­mektedir.

I. Dünya Savaşı'nın ardından İstanbul işgal edildiğinde Fransız kuvvetleri bil­hassa sarayın Marmara tarafındaki es­ki askerî depolara el koymuş, Bâb-ı Hü­mâyun odalarına da Fransız ordusun-daki Senegalli askerleri yerleştirmişler­di. Topkapi Sarayı Müzesi Rehberi'nüe 1923 yılında bunların çıkardıkları bir yan­gın sonunda ahşap kısımların yandığı bildirilmektedir.

1950 yılında Müzeler İdaresi'nce Bâb-ı Hümâyun'da bazı restorasyon çalışma­ları yapılmıştır. Bu çalışmalar sırasında cepheler raspa edilerek çürüyen taşlar değiştirilmiş, üstteki teras korkulukla­rı kaldırılmış, fakat bunların altındaki konsollu silme bırakılmıştır. Avlu tara­fındaki arka cephede ise avluya açılan sivri kemerli üç eyvanı kapatan duvarlar kaldırılmış, buralara demir parmaklık-

lar konulmuştur. Müzeler İdaresi, Bâb-ı Hümâyun'un üstündeki köşk veya kas­rın eski resimlerine göre ihyasını da ta­sarlamış, fakat bu düşünce gerçekleş­memiştir.

16,5 X 39.5 m. ölçülerinde dikdörtgen biçiminde bir kitle teşkil eden Bâb-ı Hü­mâyun, komşu sur duvarları gibi kesme taştan inşa edilmiş heybetli bir yapıdır. Cephede hâkim unsur, alt kısmında kö­şelerde yeşil somaki iki sütunçeye da­yanan yüksek bir sivri kemerdir. Bunun iki yanında daha alçak birer sivri kemer­li nöbetçi hücresi bulunuyordu. 1868 ta­mirinde bunların içleri ve etrafları mer­mer kaplanarak dip duvarlarına Türk neo-klasiği üslûbunda birer "ayna" iş­lenmiştir. Kemerlerin üstlerinde ise bi­rer kitabe vardır. Bunlardan sağdakin-de celî-sülüsle "es-Sultânü zıllullâhi fi'l-arz", soldakinde "Ye'vâ ileyhi küllü maz­lum" (Abdülfettah 1285) yazılmıştır. Bü­yük kemerin içinde kapı menfezinin üs­tünde ise Fâtih devrine ait iki kitabe bulunmaktadır. Bunlardan sivri alınlığı kaplayan ve istif bakımından hat sanatı şaheserlerinden olan celî-sülüs müsen-nâ yazı farklı şekillerde okunmuşsa da doğrusu Hicr sûresinin "İnne'l-müttakl-ne" diye başlayan 45-48. âyetleridir. Bu­nun altında dikdörtgen çerçeve içindeki Arapça inşa kitabesi ise buranın Fâtih Sultan Mehmed tarafından yaptırıldığını ve yapım tarihini belirtmektedir. Kapı nişinin iki yan duvarında yüksekte kar­şılıklı iki madalyon halindeki yazılar da hat sanatı bakımından çok değerlidir. Bunlardan sağdaki Saf sûresinin 13. âye­tinin bir bölümü (nasrun mine'llâhi...) ile "yâ Muhammed" lafzını, soldaki ise Bâb-ı Hümâyun'un yazılarını yazan Fâtih devri büyük hattatlarından Ali Sâfi'nin adını ve künyesini ihtiva etmektedir.

Mermer söveli kapıdan üç bölümlü bir giriş sofasına (veya dehlizine) geçilir. Ka­pı kanatlan dövme demirdendir. Bu so­fanın orta kısmını yüksek bir kubbe ör­ter, üç bölümün üstleri ise daha alçak be­şik tonozlarla örtülmüştür. Bu giriş so­fasının iki yanındaki kapılar, yanlardaki kubbeli odalara ve yukarıdaki asma kat odalarına çıkan merdivenlere açılır. Her­halde evvelce bu merdivenlerden Bâb-ı Hümâyun'un üstündeki köşke de çıkılı­yordu. Asma kat odaları avlu tarafında­ki cephede açılmış pencerelerden ışık al­maktadır.

Bâb-ı Hümâyun kitlesinin birinci avlu­ya bakan cephesi de aynı mimari karak­terdedir. Burada da kapı ve yanındaki hücreler Sultan Abdülaziz zamanında ön yüzdeki gibi mermer kaplanmış ve yazı­larla süslenmiştir. Dış yüzdeki âyetler­den ibaret olan bu yazıları hazırlayan hattat Abdülfettah Efendi'nin (ö. 1896) adı ile öndeki kitabeden bir yi! farklı ola­rak 1284 tarihi görülür. Kapı alınlığının içine, ön cephedeki girift istifli yazının aynen benzeri taklit edilerek işlenmiştir. Yay kemerli kapı açıklığının ortasında da Sultan Abdülaziz'in tuğrası bulunmak­tadır.

Bâb-ı Hümâyun'un üstündeki köşkü sağlam hali ile gösteren eski resimler vardır. Bunların içinde en eskisi, XVI. yüz­yılda Seyyid Lokman'ın Hünemâme'sin­deki minyatürdür. Burada kapı ve köş­kün bütün ayrıntıları gösterilmemiştir. Daha sonraları ise İstanbul'da bulunmuş T. Altom, I. Melling ve G. Fossati gibi res­sam ve mimarlar da Bâb-ı Hümâyun'u gösteren resimler yapmışlardır. Çizdik­leri ve yayımladıkları gravürlere göre bu köşk iki sıra pencere ile aydınlanan,

cephelerinde hiçbir çıkması olmayan bir yapı idi. İç düzeni ve süslemesi hakkın­da herhangi bir bilgi olmamakla bera­ber Sedat H. Eldem bu köşkün iç mima­risi hakkında tahminlere dayanan bir çi­zim yapmıştır.

Bâb-ı Hümâyun, üstündeki köşk veya kasrın yok olması ile gerçek hüviyetini bir dereceye kadar kaybetmiş ve 1868 tamirinde cepheleri aslından değişik bir görünüş almış bulunmakla beraber Os­manlı tarihinin en büyük sarayının ana girişi olarak büyük bir tarihî değere sa­hiptir. İstanbul'da fetihten sonra yerle­şen Türk mimarisinin ilk örneklerinden olarak da sanat tarihi bakımından ayrı­ca önem taşır.

BİBLİYOGRAFYA:

A. I. Melling. Voyage pittoresçue de Conslan-iinople et des riües du Bosphore, Paris 1819, İv. 12; Th. Allom - R. Walsh, Constantinople and the Scenery of the Seven Churches of Asia Minör, London 1838, li, 6-7; G. Fossati, Aya Sofia, London 1852, İv. 23-24; Halil Ed-hem [Eldem], Topkapı Sarayı, İstanbul 1931, s. 10; Topkapı Sarayı Müzesi Rehberi, İstan­bul 1933, s. 3-4, rs. 1-3; Nigâr Anafarta. Hü-nernâme Minyatürleri ue Sanatçıları, istanbul 1969, İv. 38; Ayverdi, Osmanlı Mi'mârisi IV, s. 694-701; a.mlf. - R. Ekrem Koçu, "Bâbıhüma-yûn", İsLA. IV, 1765-1771; Sedad Hakkı El­dem — Feridun Akozan, Topkapı Sarayı: Bir Mimari Araştırma, İstanbul 1982, s. 68-69, İv. 31-33; Semavi Eyice, Topkapı Sarayı, İstanbul 1985, s. 7. r-ı

m Semavi Eyice

Teşkilât. Bâb-ı Hümâyun Osmanlı dev­let teşkilâtında çeşitli merasimlerin ic­rası, saray veya hükümete karşı mem­nuniyetsizlik ve başkaldırmanın başlan­gıç yeri ve aynı zamanda suçluların teş­hir mahalli olarak önemli bir yer işgal etmiştir.

Burada alışılagelmiş şekildeki mera­simlerin başında, Dîvân-ı Hümâyun'un toplantı günlerinde yapılan merasim ge­lirdi. Divan toplantılarının düzenli olarak yapıldığı XVI-XVII. yüzyıllarda divan üye­si olan vezirler, kazaskerler ve devlet er­kânı sabah namazını Ayasofya Camii'n-de kıldıktan sonra Bâb-ı Hümâyun önün­de kendilerine ayrılan mevkilerde yer alırlar, yeniçeri ve diğer bölük ağalan ile saray görevlileri de burada iki sıra ha­linde dizilirlerdi. Alkış* merasiminden sonra duacı ortaya çıkarak dua edip Fa­tiha okur, ardından Bâb-ı Hümâyun ka­pıları açılır, önce yol gösterici olarak ka­pıcılar kethüdası ve r,efsülküttâb, arka­sından da diğer devlet erkânı girerdi. Daha sonra sadrazamın buradan geçi­şinde de merasim yapılırdı.

Bayramlarda ise gece yansından iti­baren Bâb-ı Hümâyun açılır, tebrik me­rasimine katılacak olanlar gelmeye baş­larlardı. Seviyelerine göre divanda ve di­van dışında kendilerine ayrılan yerlere otururlardı.

Osmanlı sultanlarının sefere hareket­lerinden önce tuğ-ı hümâyun Bâb-ı Hü­mâyun veya çok defa Bâbüssaâde önün­de dikilir, burada merasim yapılırdı. Os­manlı şehzadelerinin sancak beyi olarak saraydan çıkışlarında ise genellikle Bâb-ı Hümâyun önünden başlayarak ihtişam­lı merasimler icra edilirdi. Nitekim Şeh­zade III. Mehmed'in sancağa çıkış me­rasiminin çok ihtişamlı olduğu devrin kaynaklarında belirtilmektedir (Selânikî, s. 142].

Bâb-ı Hümâyun aynı zamanda Osman­lı tarihinde saraydan veya Dîvân-ı Hü­mâyun'dan çeşitli isteklerde bulunan, divanın icraatını engellemek isteyen ve idareye kafa tutan yeniçeri ve bölük hal­kının toplantı ve nümayiş yeri olmuştur. Meselâ II. Bayezid'in şehzadeleri Ahmed ile Selim arasındaki ihtilâflarda Ahmed'i istemeyen yeniçeriler; ayrıca II. Selim'in tahta çıkışı sırasında askerler ve IV. Mu-rad'ın saltanatı sırasında Sadrazam Ha­fız Ahmed Paşa ve diğer bazı devlet er­kânının başlarını isteyen zorbalar Bâb-ı Hümâyun önünde toplanarak pazarlık yapmak istemişlerdir. Patrona İsyanı'n-da (1730] âsilerin istediği üç vezirin ce­setleri öküz arabaları üzerinde Bâb-ı Hü-mâyun'dan çıkarılarak kendilerine tes­lim edilmiş, Damad İbrahim Paşa'nın na-aşı ise Bâb-ı Hümâyun önünde isyancı­ların beklediği meydana konulmuştur. Ancak daha sonra Patrona Halil ile isya-

361


na katılan zorbaların cesetleri de Bâb-i Hümâyun'dan aynı şekilde çıkarılmıştır.

Bâb-ı Hümâyun'un önü aynı zamanda bir teşhir alanı olarak da kullanılmıştır. Âsilerin ve eşkıyanın kafalarının ibret için burada teşhir edilip günlerce kaldı­ğı Olurdu (Ayvansarâyî, s. 186, 189).

Bütün bunların yanında Bâb-ı Hümâ­yun üzerindeki köşk muhallefât* hazi­nesinin muhafazası için de kullanılmış­tır. Hazinedarbaşının nezâretinde bu­lunan bu hazine Bâb-ı Hümâyun'un sa­ğındaki odada muhafaza edilirdi. Ayrıca Bâb-ı Hümâyun odaları bir süre defter-i hâkânî mahzeni yani arşiv dairesi ola­rak da kullanılmıştır.

Topkapı Sarayı ile Bâb-ı Hümâyun'u bekleyen ve sarayın güvenliğinden so­rumlu olan kapıcıların bir kısmına Bâb-ı Hümâyun kapıcıları denilirdi. Bunların sayısını XVII. yüzyıl başlarında Ayn Ali 417 (Risale-i Vazîfehorân, s. 93), ondan biraz sonra Koçi Bey 400 olarak göster­mektedir (Risale, s. 18). XVII. yüzyılın ikin­ci yansında beş bölük halindeki Bâb-ı Hümâyun kapıcılarının sayılarının hayii azaldığı görülmektedir.

Osmanlılar döneminde çeşitli diploma­tik görevlerle veya seyyah olarak İstan­bul'a gelenler rapor veya seyahatname­lerinde bu âbidevî binadan sık sık bah­setmişlerdir. Ancak özellikle XIX. yüzyıl­da, kısa süre İstanbul'da kalıp eksik ve yanlış bilgiler edinen bazı Batılı seyyah­lar Bâb-ı Hümâyun tabirini yanlışlıkla Babıali için Kullanmışlardır.

362


BİBLİYOGRAFYA :

BA, Cevdet-Zabtiye, nr. 2335; Selânikî, Târih (İpşirli), bk. İndeks; Peçuylu ibrahim. Târih, II, 89, 95, 124; Ayn Ali, Risâle-i Vazîfehorân, s. 93; Koçi Bey, Risale, s. 18; d'Ohsson, Tableau general, VII, 78; Ayvansarâyî, Mecmûa-İ Teuâ-rîh, s. 186, 189; Ata Bey. Târih, I, 221; Daniş-mend. Kronoloji, I, 422-423; II, 371-372; III, 1; Uzunçarşılı. Saray Teşkilatı, tür.yer.; a.mlf., Merkez-Bahriye, tür. yer.; Münir Aktepe, Patro­na İsyanı 0370), istanbul 1958, s. 151-152, 154, 176, 179; U. Heyd, "Bâb-ı Hümâyûn™, EP (İng.l, I, 836-837; a.mlf., "Bâb-ı Hümâyûn", UDMİ, III, 797-798; A. Sh. Shahbazı, "Bâb-e Homâyün", E/c, I!I, 284-285.

r---------1

İffl Mehmet İpşirli

BAB MAHKEMESİ

Osmanlı Devleti'nde

büyük şehir kadılarının

yardımcısı olan nâiblerin

başkanlık yaptığı mahkeme.

Kahire, Şam, Bağdat, Selanik gibi bü­yük şehirlerin hepsinde Bab Mahkeme­si bulunmakla birlikte bunların içerisin­de en önemlisi ve tanınmış olanı İstan­bul Bab Mahkemesi idi. Bu mahkeme­de bab naibi, İstanbul kadısının işlerinin çokluğu sebebiyle ona vekâleten yardım eder, dava dinler, karar verirdi. İstan­bul'da çok önemli konulardan biri olan narh tesbit edildikten sonra İstanbul ka­dısı, Bab Mahkemesi naibi, çardak* nai-

bi ve diğer görevlilerin mühürleriyle su­retler hazırlanarak İstanbul'daki diğer kadılıklara bildirilirdi.

Bab naibinin başkâtip, kâtipler, vekâ-yi' kâtibi gibi birçok yardımcısı vardı. Ka­zasker mahkemelerinde ise bab nâible-ri yerine şer'iyyatçı denilen nâibler bu­lunurdu. İstanbul'da bulunan yirmi yedi mahkemenin en önemlilerinden biri Bab Mahkemesi idi. Bugün İstanbul Şer'iyye Sicilleri Arşivi'nde Bab Mahkemesi'nin 1076-1327 (1665-1909) tarihleri arası­na ait 544 şer'iyye sicili bulunmaktadır. Bu siciller son yüzyılların İstanbul haya­tı için çok değerli bilgiler ihtiva etmek­tedir. Ne zaman kurulduğu kesin ola­rak bilinmeyen, ancak XVII. yüzyılda kay­naklarda adına sık sık rastlanan bu mah­keme II. Meşrutiyet'ten sonra mahke­melerin birleştirilmesine kadar devam etmiştir.

BİBLİYOGRAFYA;

BA. HH, nr. 10.340; BA, İbnülemİn-Tevcihat, nr. 2085; Şeyhî, Vekâyiu'l-fuzalâ, I, 709-717; II, 530, 532, 581 ; Pakalın, I, 142; Uzunçarşılı. İlmiye Teşkilâtı, s. 117, 136, 139, 143; Müba-hat S. Kütükoğlu, Osmanlılarda Narh Müesse­sesi ue 1640 Tarihli Narh Defteri, İstanbul

1983, s. 17,36. [Tl

ISI Mehmet İpşirli

BÂB-ı MEŞİHAT

ı - _* * I \

Osmanlı Devleti'nde özellikle Yeniçeri Ocağı'nın

kaldırılmasından sonra

şeyhülislâmların resmî dairelerine

verilen ad.

Osmanlı Devleti'nde her yetkilinin ken­di oturduğu konağın bir kısmını, genel­likle de selâmlığını resmî daire olarak kullanması bir gelenekti. Vak'a-i Hayriy-ye'ye kadar (18261 şeyhülislâmlar da otur­dukları konakların selâmlık kısmını me­şihat dairesi olarak kullanırlardı. Yerleri müsait olmayanlar ise uygun bir konak

kiralayarak oraya taşınırlar ve resmî iş­leri burada görürlerdi. Yeniçeri Ocağf-nın ilgasından sonra Sadrazam Mehmed Selim Paşa Sultan II. Mahmud'a takdim ettiği bir takririnde Eski Saray'ın seras­ker dairesi olmasını, Ağakapısı'nin da şeyhülislâmlığa tahsisini arzetmişti. II. Mahmud bu arz üzerine yazdığı hatt-ı hümâyunda teklifin çok uygun olduğu­nu, yeniçeriliğin ve Ağakapısı'nın unutul­ması için burasının şeyhülislâmlara ve­rilmesini ve adının da Fetvahane olma­sını emretmiş, sadrazamlar için sabit pa-şakapısı olduğu gibi şeyhülislâmlar için de belirli bir yer olmasını istemiştir. Bu­nun üzerine Bâb-ı Meşîhat'in Ağakapı-sı'na taşınmasına karar verilmişse de bu sırada büyük bir yangın geçiren Ba­bıâli'nin çalışmaları geçici bir süre için buraya nakledildiğinden ancak Babıâ­li'nin tamirinden sonra 1827'de Ağaka-pısı meşihata tahsis edilmiştir.


Yüklə 1,09 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   11   12   13   14   15   16   17   18   ...   25




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin