Ch’ing Çini’nin Zungarya ve



Yüklə 4,65 Mb.
səhifə28/42
tarix08.01.2019
ölçüsü4,65 Mb.
#93293
1   ...   24   25   26   27   28   29   30   31   ...   42

Ümmü Haram/Hala Sultan Tekkesi: Kıbrıs kültür tarihine bakıldığı zaman, İslâm tarihinde çok mümtaz bir yeri olan Ümmü Haram Binti Miltan, halk arasındaki meşhur namı ile Hala Sultan çok önemli bir yer işgal etmektedir. İslâm tarihinde Hz. Peygamberin süt teyzesi olarak anılan Ümmü Haram Binti Miltan, Muaviye zamanında yapılan Kıbrıs seferine katılmış ve Larnaka yakınlarında Tuzla’da şehit düşmüştür. Ümmü Haram hakkında bazı kerametlerden bahsedilmektedir. Şöyle ki; Bir gün Ümmü Haram Kudüs’ten Remle’ye gitmekte iken bir rahibin evinde konaklar, evde bulunan üç büyük taş dikkatini çeker ve onları satın almak ister, ancak rahip taşları yerlerinden çıkarmanın mümkün olmadığını bildiği için ona hediye ettiğini söyler, buna karşılık olarak Ümmü Haram “Taşlar şimdilik yerinde kalsın, zamanı geldiğinde alınır.” buyurur. Vefat edip defnedildiği gece, taşların Ümmü Haram’ın mezarının başına, ayağına ve üzerine konulduğu görülmüştür. Taşların evinin önünden alındığını gören rahip, Hala Sultan’ın mezarına gelip taşların orada bulunduğunu görünce Müslümanlığı kabul

edip Kıbrıs’ta yaşayıp ölmüştür. Bu konularda daha pek çok efsaneler anlatılmaktadır.

Tarihe mührünü vuran lider insanlardan ve Hz. Peygamberin lütfuna mazhar olmuş ilk hanım sahabi olarak Ümmü Haram (Hala Sultan) Kıbrıs tarihine damgasını vurmuştur. Kıbrıs coğrafyası İslâm âleminde onun adı ile kutsallaşmıştır.

1817 yılında Larnaka’da Tuz gölü civarında Ümmü Haram adına bir türbe, tekke ve cami yapılmıştır. Kıbrıs Valisi Seyid Emin Efendi tarafından yaptırılan ve Gülşen-i Feyz adı verilen kubbeli cami ve külliyesi halk tarafından ziyaretgâh olarak kullanılmaktadır.



Kıbrıs Türklerinin Mühr-i Süleyman adını verdikleri bir diğer yatır ise; Ahmet Seydü’l Bedevi’dir. Rivayete göre, Seydü-l Bedevi, İslâm fütuhatı esnasında sahile çıkmış ve susayan müminlere su temin etmek için elindeki asayı yere vurmuş ve denizin dibi olmasına rağmen yerden tatlı su fışkırmıştır, su halen akmaktadır. Kıbrıs’ın zafer burnu diye bilinen en uç kısmında bulunan manastırın önünde bulunan bu suya Rumlar “kutsal su” anlamına gelen “ayazma” adını vermişlerdir. Kıbrıslı Türkler, buradaki manastıra gelerek İslâm yatırını ziyaret edip mevlit okutmaktadırlar.

Hz. Ömer Tekkesi: Hz. Osman zamanında Kıbrıs kuşatması sırasında bir bölüğün komutanı olan Ömer, Kıbrıs’a ulaşmış ve yapılan savaşta altı askerle birlikte şehit olmuştur. Bir mağarada altı askerle birlikte gömülmüşlerdir. Osmanlılar tarafından 1571’de Kıbrıs fethedilince, yedi mezarın bulunduğu mağaradan alınarak Girne yakınlarında, Çatalköy’ün kıyı şeridinde bir külliye yapılmıştır. Külliye’de, türbeler ve onları içine alan bir mescit yapılmış, halkın orada kalabilmeleri için odalar yapılarak ziyaretlerine açılmıştır. Rumlar tarafından tahrip edilen tekke 1978’de onarım geçirmiştir. Hala Sultan Tekkesi’nden sonra Kıbrıs Türk halkının en değer verdiği tekkedir.

Lefkoşe Mevlevîhanesi: Ahmet Paşa tarafından 1593’te Lefkoşa’da Girne kapısı içinde yaptırılan ilk tarikat yapılarından birisidir. Türbe, mescit, semahane, derviş odaları, mutfak ve misafirhaneden ibarettir. Geçen zaman içinde pekçok defa tamirat görmüş, yapılan restorasyonlarda aslına sadık kalınmaya çalışılmıştır. 1962 yılından sonraki bakımından itibaren Lefkoşa Türk Etnoğrafya Müzesi olarak kullanılmaya başlanmıştır.

Magosa Mevlevî Tekkesi: Lefkoşa Mevlevîhanesi’ne bağlı olarak Magosa’da kurulmuştur. Vakfının mütevellilik ve nazırlığına Lefkoşa’da görevli Mevlevî Şeyhi atanmıştı. İnşaa tarihi hakkında pek kesin bilgiler yoksa da 17. yüzyılda yapıldığı ve 18. yüzyılda hizmet verdiği tahmin edilmektedir.

Bayraktar Zaviyesi: 1970 tarihinde Türklerin Lefkoşa Kalesi’ni kuşattıkları sırada, Türk Bayrağını Constanza burcuna dikerken şehit olan Bayraktar Alemdar Kara Mustafa Paşa adına yaptırılmış olan türbe, hemen kalenin çevresinde kurulmuş kubbeli bir Osmanlı eseridir. Bayraktar Zaviyesi ise 1571’de Kıbrıs’ın fethinden hemen sonra türbenin yanında kurulmuştur.

Aziz Efendi Zaviyesi: 1571’de Lefkoşa’nın fethi sırasında şehit olmuş ve bir Osmanlı uleması olan Aziz Efendi’nin adına II. Selim tarafından hemen bir türbe yaptırılmıştır. Türbenin çevresi daha sonra tekke haline getirilmiştir. 1931 ve 1932’de onarım geçirmiştir.
Turabî Efendi Zaviyesi: Kıbrıs’ın fethinden hemen sonra Osmanlı devrinin önemli tarikat yapılarından olan Turabî Efendi Zaviyesi Larnaka bölgesinde Tuzla kasabasındadır. Mustafa, Mehmet, İsmail adlı âlimlerin babaları olan Şeyh Turabî Dede’nin 16-17. yüzyıllarda yaşadığı tahmin edilmektedir. Son yıllarda yıkılarak üzerinde benzin istasyonu kurulmuştur.

Lala Mustafa Paşa Zaviyesi: Lala Mustafa Paşa, Kıbrıs’ı tamamen fethettikten sonra Lefkoşa’da bulunan Augustinion kilisesini, Ömeriye adı ile cami haline getirmiş ve ona bağlı olarak birçok vakıflar kurmuştur. Bu camiye ve vakıflarına bağlı olarak Magosa’da bulunan Lala Mustafa Paşa camii ve vakıfları uzun yıllar şehre gelen misafirleri parasız olarak ağırlamak için kullanılmıştır.

Kutub Osman Efendi Tekkesi: Ölümünden sonra Kutup Osman olarak adına zaviye kurulan Şeyh Seyyid Osman Fazlı Efendi Padişah IV. Mehmed zamanındaki mutasavvuf ve âlimlerdendi. 1691’de Magosa’ya sürgün olarak gelmiş ve burada vefat etmiştir. Ölümünden bir müddet sonra kabri üzerine türbe, mescit ve tekke kurulmuştur. Magosa surunun dışında Namık Kemal Lisesi bahçesinde bulunmaktadır. Zaman içerisinde geçirdiği bakımlardan sonra aslına sadık kalınamamış ve oldukça büyük değişikliklere uğramıştır.

Zuhurî Tekkesi: Larnaka’da türbe, mescit ve medrese bölümlerinden ibaret görkemli bir görünüşü bulunan bir tarikat yapısıdır. Bugün minaresinin yarısı yıkılmış durumdadır.

Hasan Ağa Tekkesi: Aşağı Baf’ta kurulmuş Osmanlı dönemi yapılarındandır. Türbe mescit ve tekke bölümlerinden ibarettir. Tekke birimlerinin inşaa tarihi bilinmemektedir. Türbe bölümünde Hacı Mehmet Baba yatmaktadır. Mescit bölümü 1865’te tamir görmüş olduğuna göre, 19. yüzyıldan önce yapıldığı tahmin edilmektedir.

Şeyh Berabetî Türbesi: Nakşibendî şeyhlerinden olduğu bilinen Berabetî lâkaplı birisine ait olan türbe Tuzla kasabası yakınında 18. yüzyılda yapılmış, 19. yüzyılda yıkılmıştır.

Kara Baba Zaviyesi: Kıbrıs’ın fethi sırasında şehit olan Kadri Ruafî tarikatı şeyhi Kara Baba adına, Lefkoşa’nın Haydarpaşa Mahallesi’nde yaşadığı evin bahçesini içine alan bir türbe kurulmuştur. Bu zaviye, 1930 yıllarına kadar Kadri Rufaî ve Nakşibendîler tarafından kullanılmıştır. Bakımsızlıktan 1947’de yıkılmış, 1996’da KKTC Millî Eğitim ve Kültür Bakanlığı Eski Eserler ve Müzeler Dairesi tarafından onarılmış ve ziyarete açılmıştır.

Ağlayan Dede Tekkesi: Mevcut olan belgelere dayanarak Magosa olduğu tahmin edilen tekkenin yapı tarzı hakkında fazla bilgi edinilmemiştir. Tekke ve zaviyelerin sayısının arttığı 18. yüzyılda yapıldığı ve sonra 19. yüzyılda yıkıldığı tahmin edilmektedir.

Piri Dede Zaviyesi: Limasol yakınlarında bulunduğu tahmin edilen ve hakkında fazla belge bulunamayan Piri Dede Zaviyesi’nde bir türbe bulunmaktadır.

19. yüzyıl başlarında onarıldığına göre 18. yüzyılda yapıldığı tahmin edilmektedir. Tekke binası yıkılmış fakat türbe halen bulunmaktadır.



Hızır Makamı: Lefkoşa’da Ömeriye Camii bitişiğinde inşa edildiği bilinen Hızır makamının ne zaman inşa edildiği bilinmemekle beraber, 1817 tarihinde Kıbrıs Muhassılı Es-Seyid Mehmed Efendi tarafından tamir ettirildiği bilinmektedir. Devam ettirilmesi Ömeriye Camii için kurulan vakıf işletmelerinden ayrılan paylar ile olmuştur.

Kırklar Tekkesi: Lefkoşa’ya bağlı olan/“Değirmenlik-Kırklar/Timbu” köyü yakınlarındadır. Türbe bölümünde kitabesiz kırk adet kabir bulunduğu için bu ad verilmiştir. Tekke olarak bilinen kırklar makamı türbe, mescit ve bunların bitişiğinde bulunan tekke binalarından teşekkül etmektedir.

1571 yılından sonra Kıbrıs adasına gelip yerleşen Türkler, yaşadıkları yerlere tarihî eserler bırakmışlardır. Bu eserlerin bir kısmı zaman içinde yok olmuş, bir kısmı da tamir görerek günümüze taşınmışlardır. Ancak harpler ve bakımsızlık onların aslına uygun tarzda bugünlere taşınmalarını engellemiştir.



Edebiyat ve Dil

Yaşadıkları bölgelerden, geldikleri yeni ülkelere taşıdıkları kültürleri içinde Türkler; destan, efsane, masal, mani, roman, hikâye ve klâsik şiirler ile Kıbrıs Türklerinin edebiyatını dile getirmişlerdir.

Kıbrıslı ilk divan şairi Hasan Hilmi Efendidir. Şairler Sultanı lâkabını II. Mahmut’tan almıştır.16

Kıbrıs Türk edebiyatının ilk romanı, ilk şiiri ve ilk tiyatro eserini yazan ise Kaytanzade Nazım Efendi’dir. 19. asrın ilk yarısı ile 20. asrın ilk yarısında yaşayan Kaytanzade Hilmi Efendi, hayatının ilk dönemlerini Kıbrıs’ta geçirip sonra İstanbul’a gelerek, II. Meşrutiyet Dönemi’ni yaşamış ve dönemin en büyük şairlerinden olan Namık Kemal’in tesirinde kalmıştır. Şiirlerini topladığı en önemli eseri Ruh-ı Mecruh’tur. Hocası Recaizade Ekrem’i kaybettikten sonra Kıbrıs’a dönmüştür. I. Dünya Savaşı’nı Kıbrıs’tan takip ederek duygularını 1921’de yazdığı Neva-yı Zafer şiiri ile;

Füsun-karane darularla hadibe olur sanma,

Uyandı Ümmet-i merhume artık hab-ı gafletten”

dizeleri ile dile getirmiştir.17

Kıbrıslı halk şairi olarak bilinen Aynalı, “Aç gözlü Destanı” ile halka mal olmuş bir şairdir.18

Kıbrıs Baf doğumlu olan (1938) Mehmet Kansu ise; Kıbrıs Türk şiirinde “İkinci Yeni Şiir Hareketi”nin öncüsüdür. 1960’lardan sonra şiir, öykü, deneme ve çeviri çalışmalarını yürütmüş, 1970’lerden sonra “toplumcu Gerçekçi” şiire yönelmiştir. En önemli eserleri “Kendin Kadar Sev Onu” ve “Ansızın Güneş”, “Garip Şiir”dir.19

Kıbrıs Girne doğumlu olan Neriman Cahit, kadın haklarının büyük bir savunucusu olarak isim yapmış bir gazeteci yazardır. En önemli eserleri arasında “Konu Kadın” ve “Ay Seferi” sayılabilir.20


Fikret Demirağ Kıbrıs’ta yetişen ender kabiliyetli ve kıymetli şairlerden birisidir. Roman türünde yazdığı “Şu Müthiş Savaş Yılları” yayınının dışında 20 adet şiir kitabı bulunmaktadır. “Ötme Keklik Ölürüm.”, “Alfa Omega”, “Tutku” ve “İkinin Yaşamı” gibi.21

Kıbrıs Türk şiirinde yeri olan fakat acıklı hayat hikayeleri ile topluma mal olmuş olan üç şair ise; Süleyman Uluçamgil (Kıbrıslı Türklerin Millî Mücadele tarihine Erenköy Destanı olarak geçen savaşta şehit olmuştur. Feride Hikmet, (18 yaşında geçirdiği felç sonucu 32 sene yatağa bağımlı kalmıştır.) ve Kaya Çanga’dır (28 yaşında iken intihar etmiştir). 22

Kıbrıs Türk edebiyatının roman türündeki ilk örneğini 1892 yılında Muzafferettin Galip, “Bir Bakış” adlı eseri ile vermiştir. 1896 tarihinde ise Kaytazzade Mehmet Nazım Efendi’nin “Yadigâr-ı Muhabbet” 1897 yılında M. Sadrettin’in Saika-ı Sevda adlı çalışması izlemiştir. Daha sonra 1936’da Muzaffer Gökmen, “Kahraman Kaplan”, “Son Damla”, “Diken Çiçeği”, “Kasırga”, adlı eserleri ile konusunu Kıbrıs’tan alarak yazdığı romanlar gelir.

1943’te Arif H. Mapolar “Kendime Dönüyorum”, “Ayışığı”, “Mermer Kadın”, “Aşk Vadisi” ve “Günah Cenneti” gibi Kıbrıs’ın ve Kıbrıslıların günlük hayatlarını, ilişkilerini gündeme getirdiği eserler yazmıştır.

Bu dönemdeki yazar ve şairlerin eserlerinde Osmanlı İmparatorluğu’nun hayat tarzı, aşk, sevgi, ilâhî-tanrı aşkı, vatan sevgisi gibi temalar işlenmiştir. Millî Mücadele ve Kurtuluş Savaşı dönemlerinde ise vatan sevgisi teması ağırlık kazanmıştır.

1960’lı yıllardan sonra Kıbrıs Türk romanının konularında değişiklik başlamış ve Rum saldırıları karşısında Kıbrıs Türkünün varlığını devam ettirme mücadelesi yazılan eserlere yansımıştır. Bu durum 74 kuşağı olarak anılan ideolojik ve estetik manada kendine ayrıcalık tanıyan bir edebiyat kuşağı ortaya çıkmıştır. Bu dönemin en etkileyici yazarı olan İsmail Bozkurt, “Yusufçuklar Oldu mu?” ve “Mangal” adlı eserleri ile Türk toplumuna mal olmuştur.

Bunun yanında; Özker Yaşın’ın “Kıbrıslı Kazım”, “Mücahitler” ve Havva Tekin’in “Yeşil Adanın Çocukları” ve “Şu Müthiş Savaş Yılları” önemli ve toplumun sosyal-politik ve ekonomik yapısı ve dejenerasyonunu inceleyen eserler olmuştur.23

Bu geniş edebiyat yelpazesi içinde “Çocuk Edebiyatı” konusu da ayrı ve önemli bir yer tutmaktadır. Bu konuda en meşhur ve tanınmış bir yeri olan yazar Ayşen Dağlı olmuştur. Masallarında çocuğun estetik duygularına, duyarlılığı, sevgi, çalışkanlık ve yaşama gücüne önem vermiş, bu konuları çok etkileyici bir tarzda işlemiştir. Ayrıca bu edebiyat dalında; Emine Selçuk-“Işıklı Çocuk”-, Taner Baybars-“Uzak Ülke”-, Aysel Gürmen-“Selen Kıbrıs’ta”-, Hüsamettin Tecmen-“Kıbrıs’ta Üç Türk Çocuğu”- Tamer Öncül-“Günleri Kayıp Bir Çocuk Güncesi”- gibi eserler yayımlanmıştır.24

Adanın fethinden bugünlere kadar, Kıbrıs’ta yaşanılmış olan olaylar her türlü yönü ile; okuyucuya şiir, hikâye, roman, hatıra ve tiyatro türü gibi edebiyatın

bütün çeşitli eserleri ile okuyucuya yansıtılmıştır. İşlenen temalar içinde en fazla ilgi duyulan konular barış özlemi, eşitlik, hak, sevgi, kardeşlik ve kahramanlık olmuştur.

KKTC’nin bugün bulunduğu nokta itibarıyla kendisine çok şeyler borçlu bulunulan değerli büyük insan Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş, her yaştaki insana seslenerek duygu ve insanlık yüklü eserler vermiştir. Bu eserleri “Saadet Sırları”, “Gençlerle Başbaşa” ve “Gençlere Öğütler” başlıkları altında yayımlanmıştır.

Kıbrıs adasında, Türkçenin varlığı 16. yüzyılın ikinci yarısından itibaren kabul edilmiştir. Hemen hemen 500 yıllık zaman içinde İngiliz ve Rumlar ile iç içe yaşamanın sonucu Kıbrıs Türklerinin konuştuğu dilde birtakım gelişme ve değişmeler görülmüştür. Rumların ve Türklerin demografik yapıda birbiri ile iç içe yaşaması sonucu birbirlerinin telâffuz ve ağız yapıları karşısında etkilenmişlerdir.

Ancak bu etkileniş Türkçe kelimelerin terk edilmesi sonucunu getirmemiştir. Sadece dil bilgisindeki zaman kavramında bir değişiklik görülmüştür. Genellikle geniş zaman kullanılmaktadır. Bugün ise, sadece yaşlıların konuştuğu Rum kökenli kelimeler gençler tarafından bilinmesine rağmen konuşulmamakta ve özellikle, Türkiye Türkçesi ile konuşmaya dikkat edilmektedir.

Kıbrıs Türklerinin Türkçesinde, 5 asırdır birlikte yaşadıkları Rum ve İngiliz halkının dilinden çok fazla etkilenmedikleri ancak, aralara serpiştirilmiş bazı yabancı kelimelere rağmen Türkçeyi hiçbir şekilde unutmamış oldukları gözlenmektedir. Hatta bugün kullanılan Türkçemizin yanında yıllarca önce atalarımızın kullandığı Türkçe kelimelerin halen kullanılmakta olduğu görülmektedir.

Günlük hayatta kullanılan kelimelerden bazı örnekler verecek olursak;

Aşevi Mutfak Aşevi Mutfak

Bandofla kapalı terlik Bakmak Bırakmak

Basbalya Tokat Belesbit Bisiklet

Beygir At Dudaklık Ruj

Çakulet Çikolata Gabare Geceklubü

Çember Başörtüsü Çapıt Bez

Çifte Silâh Çirpi İncecik

Döşek Yatak Ekşi Limon

Entari Elbise Evselemek Silkelemek

Fasariya Yaramaz, gereksiz Gadim Devamlı

Bodur Kısa Boylu Böyün Bugün

Golan Kemer Goruk Ham meyve

Gursak Boğaz, boyun Hamam Banyo

Havadis Haber Heman Hemen

Herkeş Herkes Hooflamak Ateşlenmek

İğ Şiş İhram Bir tür battaniye

İskemli Sandalye İslim Gaz ocağı

İspirto Kibrit, rakı Köfün Küfe

Kıstırık Maşa Köstek İp, engel

Kösteklenmek Bağlanmak Lakırdı Laf, söz

Lazımlık Tuvalet Maşabba Maşrapa

Mektep Okul Mertek Ahşap taşıyıcı

Mıh Çivi Mengene Sıkma âleti

Ofgalamak Yıkamak Otomobil Araba
Palazlanmak Büyümek Radiyo Radyo

Padem Badem Pakla Bakla

Sezmek Uyanmak Somun Ekmek

Toguç Tahta çamaşır vuracağı Velesbit Bisiklet

Peki Kilit Pekilemek Kilitlemek

Çakı Bıçak Potin Ayakkabı

Pissi Cimri Silecek Havlu

Şeher Şehir Tayyare Uçak

Tomofil Otomobil Veranda Balkon

Yusufçuk Mandalina Zıbın Entari

Zibil Çöp Zembil Örülmüş çanta
Ekonomik Durum

Piyasa ekonomisi modelinin kabul edildiği KKTC’de, yasalar ile tespit edilmiş bulunan temel ilkeler çerçevesinde uygulanan ekonomik politikalar, özel sektöre sağlanan teşvikler ve alınan önlemler sonucunda ülke ekonomisi genel bir gelişme trendi içine girmiştir.

Para birimi Türk Lirası olan ülkede, yıllık enflasyon oranı %53.2, işsizlik oranı ise %1.0’dır. Çalışabilen iş gücü 85.100 olan ülkede, yatırımların azlığı hatta hiç olmaması üretimi, istihdamı ve dolayısı ile millî geliri olumsuz yönde etkilemektedir.

Burada önemli olan nokta, ülkenin milletlerarası alanda; ülke ticaretine hava alanlarına ve ürünlerine ekonomik ambargo uygulanmasıdır. Ayrıca çok küçük ve kırılgan bir ekonomi, doğal kaynaklarının kısıtlı, dışa bağımlı, yatırımları çok düşük ve yıllardır yüksek enflasyon ile yaşar olması idarecileri ve ekonomistleri kararlarında çok zorlamaktadır.

Uygulanan ekonomik ambargo ile ülkenin güneyi ile kuzeyi arasındaki ekonomik yapı farkı süratle açılmaktadır. Yabancı ve yerli yatırımcılar, siyasî geleceği belli olmayan ülkede üretime dönük yatırım yapamamaktadırlar. Üretim yetersizliği, ulaşım imkânsızlığı ve ambargodan doğan pazar darlığı Türkiye üzerinden dünyaya açılma mecburiyetini getirmiştir. Her türlü ulaşım ve ticaret Türkiye üzerinden yapılmaktadır. Bu sebeple istikrarlı bir ekonomik açılım alanı oluşturmak için Türkiye ile Ortak Ekonomik Alan kurulması stratejik bir hedef olarak belirlenmiştir.

Türkiye’de 1994 yılında yaşanan para krizi, Avrupa Adalet Divanı’nın KKTC’den ithalatı yasaklayan kararı ve ekonomik ambargosu, ülke ekonomisini olumsuz yönde etkileyerek çok ağır bir ekonomik kriz ortamına sürüklemiştir.

Bu olumsuz şartlara rağmen ülkede 1973 yılından beri %3.5 oranında bir büyüme görülmüş ve hatta bu oran 1977-1990 yılları arasında %4.5-5’lerde devam etmiştir.
1990 yılında 591.000 dolar olan GSMH, on yıllık perspektif içinde 2000 yılı itibarı ile bir milyon dolar olmuştur. Aynı dönemlerde millî gelir, 3.447’den 4.540 dolara çıkmıştır. İhracat miktarı ise 1990 yılında 65.5 milyon dolardan, 2000 yılında 50.3 milyon dolara gerilemiştir. İthalat miktarı ise 381.5 milyon dolar iken 424.8 milyon dolar olmuştur.

Ülke ihracatında Türkiye %62, İngiltere %30, Orta Doğu %2, diğer ülkeler ise %6’lık bir paya sahiptir.İthalatında ise, Türkiye %64, İngiltere %26, Uzak Doğu ülkeleri %3, ABD %2, diğer ülkeler ise %5’lik bir paya sahiptir.

Başlıca ihraç maddeleri, sanayi, gıda sanayi, mineral, narenciye ve patatestir.

İthalatındaki önemli maddeler ise doğalgaz, makineler, petrol ürünleri ve diğer ürünlerdir.

KKTC’nin tarım, hafif sanayi ve hizmetler sektöründe geniş yatırım imkânları mevcuttur. Sulu tarım ve hayvancılık teşvik edilerek potansiyel gelişme imkânlarından faydalanmak mümkündür. Dünya gıda maddeleri talebinin hızla arttığı bir ortamda tarım ve hayvancılık ürünlerine dayalı modern teknolojilerin uygulandığı sanayi dallarının geliştirilmesi mümkündür. Bu itibarla, hizmet sektörünün yanında, tarıma dayalı işlenmiş ürünler sanayii olmak üzere, potansiyeli olan sektörlerde ekonominin ihracata dayalı bir yapıya kavuşturulmasında fayda vardır. İhracata dönük bir üretim yapısı tesis edebilmek için, bu yönde üretim yapan firmaların, ham madde ve ekipmanlar ile ithalat teşviki, uygun kredi kullanımı ve ucuz enerji sağlanması gerekmektedir.

Küçük ve orta ölçekli işletmeler şeklinde kurulup teşvik edilecek sanayi sektörü ekonominin sürükleyici sektörü olarak kabul edilebilir.

KKTC’de yatırım eğiliminin düşük olması, kalkınma hızının da düşük olmasına sebep olmaktadır. 1990-1999 yılları arasında toplam yatırımların GSMH içindeki payı %15-20 seviyesinde gerçekleşmiştir. Ülkede tasarruf oranının düşük seyretmesi, aynı zamanda yurt dışına artan miktarlarda kaynak akışının bulunması, yatırım miktarını olumsuz yönde etkilemektedir.

Tamamen liberal bir para-kambiyo rejimine sahip KKTC’de ekonomiye kaynak yaratacak bir sermaye piyasasının kurulması sağlanmıştır. Ekim 1997 tarihinde KKTC Menkul Kıymetler Borsası, İMKB ile iş birliği içinde faaliyete geçmiştir.

Ülkede ticarî bankacılık, ihtisas bankacılığı ve off-shore bankacılığı alanlarında gelişmeler sağlanmış ve finans sektörü cazip hale getirilmeye çalışılmıştır. Ülkede 38 banka bulunmakta iken, 6 bankanın krize girmesi ile 2001 yılında malî sektörün rehabilitasyonu yapılmıştır. Bugün yapılan bankacılık operasyonu sonucu, 29 banka ile bankacılık sektörü devam etmektedir.

KKTC’den yurt dışına akan kaynakların ülke içinde tutulabilmesi ve yatırımlara kanalize edilebilmesi için, bankacılık sektörüne olan güvenin artırılması gerekmektedir. Bu güvenin yaratılabilmesi için ise bankalar ve diğer finans kuruluşlarına ilişkin mevzuatın yenilenerek milletlerarası standartlara uygun hale getirilmesi, teftiş ve denetimin etkin bir şekilde yapılması gerekmektedir.

Diğer taraftan, adanın su ve enerji sıkıntısının bulunması, yatırımları engelleyen önemli bir faktör olmaktadır. KKTC’nin ekonomik kalkınmasında en

önemli alt yapı yatırımlarını su ve enerji ihtiyacının karşılanmasına yönelik projeler teşkil etmektedir. Turizm sektörünün, ekonomide hedeflenen oranda belirleyici olamamasının temelinde, milletlerarası alanda siyasî yönden tanınmamış olmaktan ziyade yetersiz enerji, ulaşım ve su kaynaklarının bulunmamış olması yatmaktadır.

Türkiye Cumhuriyeti ile KKTC arasındaki mevcut ekonomik ve ticarî ilişkiler devamlı olarak gelişen ve derinleşen bir şekilde, ülkenin potansiyel imkânlarını artırıcı, yönlendirici ve diğer ülkeler ile ekonomik ve ticarî zemini oluşturucu tarzda çok yönlü olarak devam etmektedir. Bu ilişkiler, iki ülke arasında imzalanan yasal alt yapıya dayandırılmaktadır.

Türkiye Cumhuriyeti ile KKTC arasında imzalanan anlaşmalar ve protokoller, iki ülke arasındaki ilişkileri yeni bir strateji ve iş birliği çerçevesinde kurumlaştırmayı esas alan bir yapıya kavuşturmayı hedeflemektedir. Bu hedefe ulaşabilmek için, 31 Mart 1998 tarihinde yapılan ortaklık konseyi toplantısında; gümrüklerin işleyişi, serbest ticaret koşulları çerçevesinde mal, hizmet ve sermaye akışı ve serbest dolaşımı, teknoloji transferi ve yatırımların akışını sağlayacak bir Ortak Ekonomik Alan oluşturulması kararlaştırılmıştır. Yani bu ekonomik iş birliği bir nevi gümrük birliği ve tek pazar oluşturulması şeklinde düşünülebilir.

Turizm25

KKTC’nin sosyo-ekonomik gelişmesinde ve kaynak yaratılmasında öncelikli sektör olarak ele alınan turizm sektörünün özel teşvikler ile desteklenmesi, temel bir politika olarak kabul edilmiştir. 1987 yılında çıkarılan Turizm Teşvik Yasası ile söz konusu sektörde hızlı bir gelişme görülmüş, turizm gelirleri, turist sayısı, turistik tesis ve yatak sayısında önemli ölçülerde artış sağlanmıştır.

1977 senesinde 3265 olan yatak sayısı, 2000 yılında 10.520’ye ulaşmış ve 198.3 milyon dolarlık bir turizm gelirine ulaşılmıştır. Güney Kıbrıs’a yılda 3 milyon turist gelmekte, buna karşılık Kuzey Kıbrıs’a gelen turist sayısı 250 binde kalmaktadır. Son yıllarda doluluk oranı %30’ların üzerine çıkarılamamıştır. Adaya gelen turistler genellikle İngiliz, Alman ve Türk turistlerden ibarettir.

KKTC üzerinde dünya devletlerinin kurmuş olduğu ekonomik, siyasî ve ticarî ambargo sonucu direkt uçak ve gemi seferlerinin yapılamaması, Kuzey Kıbrıslı yöneticileri, turistleri Türkiye üzerinden dolaylı olarak Kıbrıs’a getirme plânları yapmaya zorlamış ve tur operatörleri ile anlaşma yapılarak Türkiye’ye gelen turistlere bir günlüğüne Kuzey Kıbrıs’ı görme imkânı sağlamaya çalışılmaktadır.

Ülkenin coğrafî konumu, iklim şartları, tarihi ve arkeolojik zenginliği, dünya çapındaki kültür varlıkları, çevre sorunlarından uzak geniş kumsalları, yat, dağ ve kır turizm potansiyeli gibi özellikleri sebebi ile; turizm sektörünün hızlı gelişmesi ve özellikle yabancı sermayenin bu alanda yatırım yapmasını teşvik etmek

için yeni turizm alanları belirlenmiştir. Bu amaçla Gazi Magosa (Salamis Koyu), Karpaz ve Güzelyurt bölgelerinde toplam 5250 dönüm arazi turizme açılmıştır.

Turistleri ülkeye çekebilmek ve uygulanan ambargo kararlarını kırabilmek için pek çok tedbir düşünülmektedir. Son alınan bir karar ile bütün ülkelere uygulanan vize kaldırılmıştır.

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti


ve Avrupa Birliği

KKTC’nin kuruluşundan sonra, Yunanistan ve Kıbrıslı Rumlar konuyu daima BM’nin gündeminde tutmaya çalışmışlardır. Özellikle Türkiye’nin iç siyasî karışıklıklarının olduğu ve hükûmetlerin zayıf dönemlerine rastlatarak, çıkar sağlamaya çalışmışlardır.

Yunanistan’ın Avrupa Birliği üyeliğinden sonra konuya özellikle bir AB boyutu kazandırılmaya çalışılmıştır. AB, 1990 yılına kadar Yunanistan ile Türkiye arasındaki siyasî problemlerin kendi gündemine getirilmemesi ilkesini benimsemiş ve Türkiye-AB ilişkilerinin geliştirilmesinde konuyu bir engel olarak görmemiştir. 1990 yılında yapılan Dublin Konferansı’ndan sonra bu doğru ve tarafsız tavrını değiştirerek, Türkiye AB ilişkilerinin geliştirilmesini, Türkiye’nin Yunanistan ile olan anlaşmazlıklarının ve Kıbrıs sorununun çözülmesine bağlamıştır.

1997 yılına kadar devam eden bu tutum 1997 Aralık ayında yapılan Lüksemburg zirvesi ile değiştirilmiştir. Lüksemburg Zirvesi’nde alınan kararlar ile, Kıbrıs’ta yaşayan ve Milletlerarası Antlaşmalar ile kurulan iki toplumun; varlığını kabul eden bu antlaşmaları görmezlikten gelerek, Kıbrıs Türklerini azınlık kabul ederek, Kıbrıs adası adına Güney Kıbrıs Rum Devleti’nin Avrupa Birliği ile tam üyelik müzakerelerinin başlatılması kararını almıştır.

Türkiye ve KKTC, AB’nin bu kararlarına büyük tepki göstermiş ve bu kararın tarihî bir hata olduğunu dünya kamuoyuna açıklamıştır. Kıbrıs Türk halkının 1960 antlaşmalarından kaynaklanan eşit siyasî ve egemenlik haklarının ihlali olduğu kadar BM tarafından kabul edilmiş bulunan prensipler çerçevesindeki kararlarını anlamsız hale getiren, Avrupa Birliği’nin almış olduğu bu haksız ve yanlış karar Kıbrıs sorununu milletlerarası alanda tamamen farklı bir boyuta sokmuştur.

AB’nin temel felsefesinin ve dayandığı sistemin; kişilerin, malların, hizmetlerin ve sermayenin serbest dolaşımı olması, AB ailesi içinde iki kesimli, iki toplumlu bir federasyonun yaşayamayacağı konusunu gündeme getirmiştir. Çünkü, AB’nin iç mekanizmaları ve kurumsal düzenlemeleri bu türlü kısıtlamaları kolaylıkla aşındırmaya müsait bir yapıdadır. Uzun yıllar Enosis hayalleri ile Türk toplumunu ezmeğe çalışan Rum toplumu şimdi yeni bir Rum oyunu ile milletlerarası alanda Türk toplumunu yok etme plânını uygulamaya koymaktadır. Helen

medeniyetine âşık olan Avrupa ülkeleri yeniden bir Yunan oyununa getirilmek istenmektedir.

Türkiye ve KKTC arasında yapılan görüşmeler sonunda, ortak bir görüş ve politika tespit edilmiştir. Buna göre, AB ailesi içinde iki toplumun bir federasyon şeklinde yaşama şansının sıfır olduğu belirtilerek, aralarında bir sınır bulunan iki ayrı federe devlet yani bir konfederasyon kurulması üzerinde anlaşılmıştır. AB, Türkiye’nin üyelik başvurusunu gündeme getirerek 12 Aralık 1999 tarihinde yapılan Helsinki Konferansı’nda varılan sonuç bildirgesinde; Türkiye’nin üyeliği belirli bir süreç içine alınmış olduğu açıklanmıştır. Bu karar ile Türkiye’yi yumuşatacaklarını düşünmüşlerdir. Ancak dünya kamuoyu önünde gerçekleşen bazı olaylar, Türkiye’nin lehine gelişmeler sağlamıştır.

Yıllardır Türkiye’nin kendi ülkesinde savaşarak ve şehitler vererek mücadele ettiği terör örgütü PKK’nin lideri Abdullah Öcalan’ın Nijerya’da yakalanması sonucu Yunanistan’ın PKK’yi ve liderini yıllardır koruduğu ve örgütü desteklediği ortaya çıkmıştır.

Bu arada 17 Ağustos 1999 tarihinde Türkiye’de meydana gelen büyük deprem ve acı kayıplar, Yunanistan’ı Türkiye’ye yakınlaştırmış ve iki ülke Dış İşleri Bakanları arasında yakın görüşmeler başlatılmıştır.

11 Eylül 2001 tarihinde ABD’ye yönelik yapılan terör saldırıları yıllardır Türkiye’nin acısını çekip de gündeme getiremediği terörü birden bire dünya ülkeleri gündemine getirmiştir. Bu durum, teröre karşı cephe açan AB ülkeleri nezdinde terörü koruyan ülke durumuna geçen Yunanistan’ı ve GKRY’yi güç duruma sokmuştur.

Ayrıca, ABD tarafından terör suçlusu olarak görülen Afganistan yönetimine karşı savaş açılmış, Irak yönetimine karşı savaş sinyalleri verilmeye başlanmıştır. Bu kararlarında Avrupa ülkeleri -ki bunlar AB üyesi ülkelerdir- ABD’yi desteklemişlerdir. Dünyada gelişen ve değişen siyasî atmosfer sonucu, ekonomik, stratejik ve siyasî yönden Orta Doğu, Kafkasya ve Güney Asya ülkelerinin önemini artırmıştır. Coğrafî konumu itibarı ile bu ülkeler arasında bulunan Türkiye, birden bire başta ABD olmak üzere, Avrupa ülkeleri tarafından da mevcut siyasî ve ekonomik problemleri ile birlikte desteklenir konuma getirilmiştir.

Bu arada, GKRY lideri Klerides ile KKTC Cumhurbaşkanı Sn. Denktaş arasında BM Genel Sekreterliği ve ABD’nin aracılığı ile başlatılan görüşmeler devam etmektedir.

Bugüne kadar tarih önünde gerçekleşen kanlı olaylar ve siyasî entrikalar göstermiştir ki, Kıbrıs adasında yaşayanlar bir arada yaşayamayacaklardır. Tek çözüm yolu ayrı bayrak altında yan yana yaşamaktır. Bugün Türkiye’nin ve ada Türklerinin istedikleri haklarından fazla bir talep değildir.26

Yapılacak en doğru şey, bugüne kadar sürdürülen kararlı tutumu devam ettirerek, taviz vermeden ve sabırla beklemektir.27 Dünya kamuoyuna bu konuda

herhangi bir ödün verileceğini beklemenin yanlış olduğunu çok iyi bir şekilde anlatmak gereklidir. Türkiye, kendi lehine dünya kamuoyunda başlatılan yeni dengeler içinde haklı konumunu savunabilmek ve istediklerini elde edebilmek için bir güç savaşı vermek zorundadır.

1 Name-I Humayun No 14, s. 56-58, İstanbul Başvekalet Arşivi, Dr. H. Fikret ALASYA, Kıbrıs ve Rum-Yunan Emelleri, s. 24-26; Dr. H. Fikret ALASYA, Tarihte Kıbrıs, s. 1-125, Şubat 1988, Kıbrıs Türk Kültür Derneği Genel Merkezi.

2 İsmail BOZKURT, Hüseyin ATEŞİN, Mehmet KANSU, İkinci Uluslararası Kıbrıs Araştırmaları Kongresi, 24-27 Kasım 1998. Cilt II, Tarih Kıbrıs Sorunu; Doç. Dr. Zekeriya Kurşun, Buhran Yıllarında Kıbrıs’ın Durumu ve Rumların Adayı Yunanistan’a İlhak Çabaları (1878-1914), s. 1, Marmara Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fak. Tarih Böl. İst. Türkiye; İsmail BOZKURT, Üçüncü Uluslararası Kıbrıs Araştırmaları Kongresi, 13-17Kasım 2000 Cilt II, Kıbrıs Sorunu ve Turizm; Dr. Mehmet ATAY, Uluslararası Jeopolitik Egemenlik Mücadelesinde Kıbrıs’ın Stratejik Konumu ve Akdeniz’de Bölgesel Güvenlik. s. 304 Siyaset Bilimi Doktoru Türkiye Cumhurbaşkanlığı Eski Danışmanı. Türkiye.

3 H. Fikret ALASYA, Tarihte Kıbrıs, KKTC Millî Eğitim ve Kültür Bakanlığı, 1988, s. 141; Dr. Nasim ZİYA, Kıbrıs’ın İngiltere’ye Geçişi ve Ada’da Kurulan İngiliz İdaresi. Ankara 1975, s. 144; Pierre Oberling, The Road to BellapaisThe Turksh Cyprıot Exodus to Northern Cyprus, Newyork, 1982, s. 30.

4 CRWSHAW, s. 44, 49; STWRİMİDES, s. 27.

5 Necati M. ERTEGÜN, Some Reflections on the Cyprus Problem, An Address Delivered at the Academic International, Paris, 30 November, 1982; İsmail BOZKURT, Hüseyin ATEŞİN, M. KANSU,

Federe ve Muhtar Türk Cumhuriyetleri

PROF. DR. NADİR DEVLET

Yeditepe Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye


değişik adlarla bilinen Türk dilli halklar, Türkiler veya genel olarak Türkler olarak adlandırılan soydaşlarımız dünyanın çeşitli bölgelerinde bulunmakla birlikte, batıdan doğuya doğru sıraladığımızda yoğun olarak A.B.D. ile Kanada, Avrupa Birliği, Balkanlar, eski Sovyet cumhuriyetleri, Türkiye’ye komşu ülkeler ve Uzak Doğu’da Çin, Japonya ve Avustralya gibi ülkelerde bulunmaktadırlar. 1991’in sonunda Sovyetler Birliği’nin dağılması ile beş yeni Türk cumhuriyeti ortaya çıkmış, 1974’te bağımsızlığını ilan eden Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) ile yeryüzündeki bağımsız Türk cumhuriyetlerinin sayısı yediye yükselmiştir. Ancak KKTC Türkiye’nin dışında başka ülkeler tarafından tanınmadığı için Birleşmiş Milletler Teşkilatında altı Türk devleti temsil edilmektedir. Bunların dışında kalanlar ya özerk cumhuriyet veya özerk bölge statüsüne sahiptirler, ya da bazıları büyük bir nüfusa sahip olmalarına rağmen bulundukları ülkelerde kendilerini temsil edecek resmi organları bulunmamaktadır. Biz işte bunları statü ve nüfus kesafetine göre incelemeye çalışacağız.

Bağımsız olmayıpta belli bir özerklik statüsüne sahip Türk topluluklarının büyük çoğunluğu eski Sovyetler Birliği veya bugünkü adı ile Bağımsız Devletler Topluluğu’nda (BDT), daha doğrusu bu topluluğun en mühim üyesi olan Rusya Federasyonu’nda bulunmaktadırlar. Dolaysıyla BDT’deki (Bağımsız Devletler Topluluğu) Türk soyluları coğrafî bölgelerde incelemek ve sonradan ayrı ayrı onların potansiyelleri hakkında fikir yürütmek kanaatimizce en uygun metot olacaktır. BDT’deki Türkler bir birine komşu olan dört coğrafi bölgede yaşamaktadırlar:

l. İdil-Ural

2. Kafkasya

3. Sibirya

4. Orta Asya (Batı Türkistan)

İdil (Volga)-Ural bölgesinde başlıca Tatar, Başkurt

ve Çuvaşlar; Kafkasya’da Azeriler, Kumuk, Karaçay-Balkar ve Nogaylar; Orta Asya’da Kazak, Türkmen, Özbek, Kırgız, Karakalpaklar; Sibirya’da Yakut (Saha), Tuva, Hakas ve Altaylılar yaşamaktadır. Rusya Federasyonu’nda 21 cumhuriyet bulunmakta olup, bunların dokuz adedi (Altay, Başkurt, Çuvaş, Hakas, Kabarda Balkar, Karaçay-Çerkez, Saha, Tatar, Tuva) Türk cumhuriyetidir. Bunların dışında Özbekistan’a bağlı Karakalpak Özerk Cumhuriyeti, Moldova’ya bağlı Gagauz Cumhuriyeti bulunmaktadır. Nahçevan Özerk Cumhuriyeti Azerbaycan Cumhuriyeti’ne bağlı ise de, Nahçevan ancak bir bölge adı olup, etnik bir kimliği belirtmediği için biz onu özerk Türk cumhuriyetleri içinde mütalaa etmedik. Çin Halk Cumhuriyeti’ne bağlı Sincang-Uygur Özerk Bölgesi de özerk bir statüye sahip bir bölgedir. Kısacası dünyada yedi bağımsız Türk Cumhuriyetine ek olarak on iki özerk Türk cumhuriyet veya özerk bölgesi bulunmaktadır (1945’te lağv edilmiş Kırım Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti bu sayıya eklenmemiştir). Takriben 90-100 milyon Türk dilli halk bağımsız cumhuriyetlere, 15 milyon kadarı özerk cumhuriyetlere sahip olup, kalan 75-80 milyon Türk dilli halk ise her hangi bir siyasi statüye sahip değildir. Avrupa Birliği’nin değişik ülkelerinde veya Bulgaristan’daki Türkler, bulundukları ülkelerin parlamentolarına temsilciler yollamalarına rağmen, o yörelerin Türklerini bulundukları ülkelerde ayrı bir etnik statüye sahip olmadıkları için bağımlı Türk ülkeleri statüsünde değerlendirmiyoruz.

Genel Tarihçe

XVI. yy.’dan bu yana bir taraftan Türklük tarihinin en güçlü ve uzun ömürlü devleti Osmanlı İmparatorlu’ğu (1299-1920) en parlak devrini yaşarken diğer yandan kuzeydeki diğer Türkler Rusların ağına düşüyordu. Altınordu İmparatorluğu’nun (1240-1502) yıkılması ile bu bölgede Kazan (1437-1552), Kırım (1460-1783) Astrahan/Ejderhan (Hacı Tarhan) (1466-1556), Kasım (1445-1661) ve Sibir (1220-1596) gibi hanlıklar kurulmuştu. Bu hanlıklar, önceleri Rus Knezlerine (beylerine) korkulu zamanlar yaşatmışlardır. Fakat iç mücadelelerini sona erdiren Ruslar, Batı’nın tekniğinden, Türk hanlıkları arasındaki kavgalardan ve her hanlığın kendi içindeki entrikalarından iyice faydalanmasını bildiler. Neticede ilk olarak 1552 yılında Kazan Hanlığı Çar IV. (Korkunç) İvan tarafından ele geçirildi. Böylece Rusya tarihinde yeni bir devir açılmış oldu. Kazan Hanlığı uzun zaman Rusların İdil (Volga) boyunca Hazar Denizi’ne doğru ilerlemelerini ve Aşağı Ural sahasında yayılmalarına en büyük engeli teşkil etmişti. Kazan’ın düşmesi ile Rusların geniş ölçüde Türk illerini istilası imkan dahiline girdi. Rusya’nın yalnız Rus halklardan müteşekkil bir devlet olmaktan çıkıp çeşitli milletlere hakim bir imparatorluk haline gelmesi Kazan Hanlığı’nın zaptı ile mümkün olmuştur. Kazan’ın düşmesi Rus devlet sınırlarının pek kısa bir zaman içinde Hazar Denizi kıyılarına ve Kafkasya’ya kadar dayanmasını sağladığı gibi Ural sahasının da Rusların eline geçmesiyle, Sibir ve Türkistan istikametinde Rus yayılışına geniş imkanlar açılmış oldu. Rusların, Osmanlı Devleti ile sınırdaş olmaları yine Kazan Hanlığı’nın düşmesinin bir neticesi idi. Çünkü Kazan alındıktan sonra 1556’da Astrahan Hanlığı da Moskova’nın eline geçmiş, az sonra da Rusların bir taraftan Kafkaslar’da Terek nehri boyuna, diğer yandan Azak kalesine yakın sahaya kadar sokulmuşlardı. 1558-1582 yılları arasında yapılan silah

lı mücadelelerin neticesinde ise Sibir Hanlığı’nın bağımsızlığı sona erdi ve 1598’de tamamen Rusların eline geçti.

XVI. yy.’dan beri Sibirya üzerinden Çin’e Türkistan üzerinden Hindistan’a ve Kafkasya üzerinden İran ve Türkiye’ye ulaşmak isteyen, fakat XVII. yy.’ın başına kadar Türkistan’a doğrudan doğruya askerî bir saldırıda bulunamayan Ruslar, uğradıkları çeşitli yenilgilere ve karşılaştıkları direnmelere rağmen nüfuzlarını Türk illeri aleyhine devamlı, süratle genişlettiler. 1593-1604 yılları arasında Sibirya tamamen Rusların eline geçti. 1604’te Astırahan ile Kırım arasında yaşayan Nogay uruğları Rus hakimiyeti altına alındı. 1628’de Yukarı Yenisey boyundaki Kırgızlar Rus idaresini tanıdılar; 1731’de Türk Kazak topluluğundan küçük cüz (ordu) Rusya’ya bağlandı; 1783’te Kırım ilhak edildi.

1859’da Kuzey Kafkasya, 1865’te de Taşkent şehri Ruslar tarafından zaptedildi; 1868’de Buhara Hanlığı Rus hakimiyetine girdi. 1873’te Hive Hanlığı, 1876’da Hokand Hanlığı aynı akıbete uğradılar, 1880-1884’te Türkmenistan’ın Ruslar tarafından zapt edilmesi ile başlıca Uygurların yaşadığı Doğu Türkistan hariç, Türk ülkelerinin hepsi Rusların eline geçmiş oldu.

İdil-Ural Bölgesi

Bu ad hem siyasî, hem coğrafî tabir olarak kullanılmaktadır. Bunun siyasî yönü bugün ehemmiyetini kaybetmiştir. Çünkü kısa bir süre kullanılmış olup bugünkü siyasî gerçekleri ifadeden uzak kalmaktadır. 1917 yılında Ufa’da toplanan “İç Rusya ve Sibirya Müslümanları Millet Meclisi” tarafından İdil-Ural Devleti’ni kurmak üzere çalışmalar yürütülmüş ise de bu bölgede Bolşeviklerin hakimiyeti ele geçirmeleri üzerine bu proje gerçekleşmemiştir ve bu tabir siyasî ehemmiyetini kaybetmiştir. Fakat İdil-Ural adı coğrafî tabir olarak bugün de ehemmiyetini korumaktadır. İdil-Ural bölgesi eski Türk İdil boyu Bulgar Devleti (???-XIV. yy.) ve onun varisi Kazan Hanlığı (1437-1552) sahasını kaplamakta olup, bu bölge başlıca Türk, Fin kavimleri ve Ruslarla meskundur, işte bu coğrafî bölge bugün eski SSCB’nin gerek yüzölçümü ve gerekse nüfusça en büyük cumhuriyeti olan RF (Rusya Federasyonu) dahil olup, burada üç Türk, üç Fin Cumhuriyeti, (Mari, Udmurt ve Mordva) ve 10 idarî bölge (oblast) bulunmaktadır, ileride de göreceğimiz üzere bu taksimatlar tamamen siyasî gayelere göre yapılmış, yani ortak Türk ülkesinin parçalanması göz önünde tutulmuştur.

Tataristan Cumhuriyeti

Kısa Tarihçe

Kazan (veya İdil) Tatarları İdil-Kama Bulgarları ile XIII. yy.’da Orta Asya’dan bu bölgeye gelen Kıpçak (Kuman) Türklerinin torunlarıdır. Bir Türk bo

yu olan Bulgarlar VII. yy.’da bu bölgeye yerleşmeye başlayıp, IX. yy.’da bir devlet kurmuşlardı. 922 yılında resmen İslamiyet’i kabul ettiler. 1220’lerde Cengiz Han’ın torunu Batu Han’ın istilası neticesinde Bulgar Devleti burada kurulan Altınordu (1236-1502) Devleti’nin himayesi altına girdi. XV. yy.’ın ikinci yarısında İdil-Ural ve Altınordu’nun hakim olduğu bölgelerde Kazan (1437-1552), Kırım (1460-1783), Kasım (1445-1681), Astırahan (1466-1556), Sibir (1220-1598) Hanlıkları ve bağımsız Nogay Uruğları meydana geldi. Kazan Hanlığı’nın sınırları içinde gene bir Türk Çuvaşlar, batıda yaşayan Başkurtlar, Fin kavimleri Udmurt (Vot veya Votiak), Mari (Çirmiş) ve Modrvinler bulunuyordu. Uzun mücadelelerden sonra Moskova Knezliği’nin güçlenmesi neticesinde Kazan Hanlığı (1552) düştü.

Kazan Hanlığı’nın sükûtundan sonraki iki yüzyılda Müslüman Tatarlar büyük siyasî, iktisadî ve dinî takibatların kurbanı oldular ve yerlerini yurtlarını terk ederek daha doğuya, bugünkü Başkurdıstan’a, Urallara ve ötesine göç etmek zorunda kaldılar. Bir kısmı ise güneyde Aşağı İdil bölgesine hicret ettiler. 1860’larda Tatarlar tekrar devletin desteğindeki Hıristiyanlaştırma ve Ruslaştırmanın kurbanı oldular. Tatarlar, Rus hükümetinin bu keyfi hareketine ufak çaptaki isyanlarla cevap verdiler, bir kısmı yeniden başka bölgelere ve Türkiye’ye göçtüler, fakat İslamiyet’ten vazgeçmediler.

Aynı zamanda Rusya’nın Türkistan’ı istila faaliyeti tamamlanmış ve Tatarlar hasıl olan bu yeni politik duruma kendilerini uydurma gereğini sezmeye başladılar. Şihabeddin Mercanî (1818-1889), Hüseyin Feyizhanî (1821-1866) ve Kayyum Nasırî (1825-1902) gibi şahıslar dinde ve eğitimde reform fikrini ortaya attılar ve bunu yaymaya başladılar.

1905 Rus İhtilali, söz, toplantı vb. gibi hürriyetler getirince başta Kazan, Kırım Tatarları ve Azerbaycanlılar siyasî ve kültürel faaliyetlere giriştiler. Tatar aydınlarının teşebbüsü ile 1906’da “Müslüman İttifakı” adlı bir siyasî teşekkül kuruldu. Bu arada Tatar gazete ve dergileri mantar gibi yerden bitmeye başladı. Bunlar başlıca Kazan, Ufa, Orenburg, Astırahan, Troisk ve Uralsk gibi merkezlerde yayınlanıyordu.

1917 Haziranı’nda Kazan’da toplanan kurultay ise “İç Rusya ve Sibirya Müslüman Türk-Tatarlarının” medenî muhtariyetini ilan etti. Bu siyasî teşkilatın başına Paris’te yüksek eğitim görmüş olan Sadri Maksudî (Arsal) getirildi. Kasım ayında bu teşkilat Ufa’ya taşındı ve çeşitli görüşteki insanların katıldığı serbest seçimlerle 120 kişi, adı geçen Millet Meclisi’ne seçildi. Bu meclis 29 Kasım 1917’de İdil-Ural Devleti projesini ilan etti. Bu devlet 1918’e kadar, yani Bolşeviklerin Millet Meclisi’ni dağıtmalarına kadar hükümranlığını korudu. 23 Mart 1918’de ise Bolşevikler, Sovyet Sosyalist Tatar-Başkurt Cumhuriyeti’ni (İdil-Ural Devleti’nin Sovyet şeklini) kurduklarını ilan etmişlerdi. Bu kararname bir hayli Tatar aydınını Bolşeviklerin safına çekmeye yararlı oldu, fakat Rus komünistleri bu kararnameye karşı çıktılar. Tatar-Başkurt Cumhuriyeti, bu bölgede süren iç savaş sebebiyle gecikti ve Bolşevikler iç savaşı kendi lehlerine bitirince, bu plandan vazgeçerek, 23 Mart 1919’da Başkurt ve 27 Mayıs 1920’de de Tatar muhtar cumhuriyetlerini ilan ettiler. Böylece İdil-Ural ufak idarî bölgelere parçalanmış oldu. Vaat edilen Sovyet Sosyalist Tatar-Başkurt Cumhuriyeti yerine

iki ufak muhtar cumhuriyetin kurulması Türk birliğinin parçalanmasına sebep oldu. SSCB’deki nüfus oranına göre altıncı sıradaki bir etnik grup olan Tatarlara bu şekilde siyasî-idarî statü verilmesi, sayıca kendilerinden ufak olan etnik gruplardan bile daha az haklara sahip olmalarına yol açtı.

Bu durum 1917’de Bolşevikler safına katılan Tatar-Başkurt aydınlarında ve hatta en ön saftaki komünist liderlerinde huzursuzluk yarattı. Bunun üzerine Tatar-Başkurt komünistlerinin lideri Mirsait Sultangali(ev) kaybedilmiş hakları geri almak için faaliyete girişti.

Bu faaliyetlerinden dolayı 1923’te Komünist Partisi’nden atıldı. O bunun üzerine Tatar, Başkurt, Kazak, Kırgız, Özbek, Türkmen, Tacik, Çuvaş, Azeri gibi bütün, Türk Müslümanları içine alan “Turan Sosyalist Cumhuriyeti’ni” kurma faaliyetlerine girişti. Fakat kısa bir süre sonra ortadan kaldırıldı ve 1930’larda Bolşeviklerle işbirliği yapmış olan hemen hemen bütün aydınlar Stalin’in temizliklerinin kurbanı oldular.

Tatar-Başkurt millî hayali ancak Stalin’in ölümünden ve 1956’da 20. Parti Kongresi’nden sonra bir parça liberalleşti. Tatar klasik eserlerinin baskısına müsaade edildi. Tatar MSSC’de (Muhtar Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti) mühim pozisyonlara Tatarlar getirilmeye başlandı. Tataristan Cumhuriyeti muhtar olduğundan ittifak cumhuriyeti statüsüne sahip olan başka milletlerden daha az millî hukuklara sahipti. Mesela 6 milyonluk Tatarlar, Milletler Sovyeti’ne (Şûrası’na) ancak 11 milletvekili yollama hakkına sahipken, l milyon Eston veya l milyon Kırgız, 32 milletvekili yollayabilmekteydiler. Bu ise SSCB’deki halklar arasındaki eşitsizliğin bariz bir simgesi olmaktaydı.Coğrafyaİşte bu Tatarların Rusya Federasyonu içinde Tataristan adlı bir cumhuriyetleri bulunmakta olup, başkenti Kazan’dır. 27 Mayıs 1920’de Bütün Rusya İcra Komitesi ile Halk Komiserleri Heyeti tarafından Rusya Federasyonu’na dahil olarak ilan edilen Tatar MSSC, Orta İdil’in kuzeyinde, Avrupa’da ve BDT, Avrupa bölümünde Kama ve İdil nehirlerinin birleştiği yerde kurulmuştur. Sınırları Çuvaşistan, Mari, Udmurt, Başkurdıstan Cumhuriyetleri, Ulyanovsk, Kirov, Orenburg, Kuybişev ülkeleri (oblast) ile çevrilidir. 53° 58’-56° 39’ kuzey enlemleri ile 47° 15’-54° 18o boylamı arasındadır. Yüzölçümü 68 bin km2 olup komşusu Başkurdıstan’dan küçüktür. Ahalisi 3,5 milyondan fazladır. Tasarlanan İdil-Ural Millî Devleti’nin yüzölçümü 220 bin km2 iken ufak bir Tataristan yaratılarak, Tatarların büyük bir çoğunluğu bu cumhuriyetin sınırları dışında bırakılmış oldu.

Tatar adı: Bu Türk cumhuriyetin siyasî konumu hakkında bilgi vermeden önce, “Tatar” adını açıklamakta fayda vardır. Bugün Tatar adı ancak iki Türk boy için; Genelde Volga boyunda yaşayan Kazanlılar (Kazan Tatarı) ve başlıca Özbe

kistan’daki sürgün yerinde yaşayan Kırımlılar (Kırım Tatarı) için resmî ad olarak kullanılmaktadır. Çarlık Rusyası devrinde hemen hemen bütün Türkler için Tatar adı kullanılmışsa da, şimdi bundan vazgeçilmiştir. “Tatar” adının esasta bir Moğol boyunun adı olduğu için bilhassa Türkiye’de bu isme karşı bir antipati mevcut olmakla birlikte, bu mesele bir ilmî münakaşa konusudur. Fakat gerçek şudur ki, bugün Kazanlılar ve Kırımlılar kendilerine Tatar demekte ve Tatar milletinin mensubu olarak saymaktadır.

Tatar Türkleri; İdil-Ural Tatarları, Kırım Tatarları ve Sibirya Tatarları olmak üzere üç ana kola ayrılırlar. Bu üç ana kolda kendi arasında alt gruplara bölünmüştür. İdil-Ural Tatarları; “Kazan”, “Kasım”, “Kreşin”, Mişer” ve “Tipter” Tatarları olarak alt gruplara ayrılmıştır. Kreşin Tatarları yine kendi içinde “Eski Kreşin”, “Yeni Kreşin” ve “Nogaybek” adlarıyla anılmaktadır. Kırım Tatarları; “Dobruca” (Romanya) ve “Kırım Tatarları” gibi iki coğrafi isimle adlandırılmıştır. Kırım kolu “Yalı” ve “Çöl” gruplarına ayrılmıştır. Sibirya Tatarları ise “Tobol” ve “Tümen” Tatarları ismiyle bilinmektedir.

Nüfus


Türk halklar arasında demografik yapısı en karmaşık olan toplulukların başında Kazan Tatarları gelir. Bunun tarihî, siyasî ve ekonomik sebepleri vardır. Tarihî açıdan bakıldığında Rus hakimiyeti altına giren ilk Türk topluluk (1552 yılında Kazan Hanlığı’nın yıkılması ile) Tatarlar olmuştur. Bu durum, daha sonra Moskova Knezliği ile çarlığın uyguladığı politikalar bir hayli Tatarı göçe zorlamıştır. Tarihî topraklarda yerli Türk nüfusun azalmasının ilk sebebi budur. Siyasî faktör olarak ise 1917 İhtilali’ni müteakip Tatarları parçalamaya yönelik uygulamalar gösterilebilir. Buna göre 1919’da Başkurdıstan, 1920’de Tataristan muhtar cumhuriyetleri ve oblastlar (bölgeler) tesis ederek, Tatarların ancak %25’i kendilerine tahsis edilen cumhuriyetlerde bırakılmışlardır.

Bundan dolayı 1920’lerdeki açlık yıllarında bir hayli Tatar Orta Asya cumhuriyetlerine göç etmişti. Ayrıca bu yörelerde Bolşevik hakimiyetni yerleştirmek için rejim, bir hayli Tatar öğretmeni, yöneticiyi, zanaatkarı, mütehassısı ve hatta askerini de bu yörelere sevk etmişti. 1950’li yıllarda Tataristan’ı endüstri ülkesine döndürürken buraya bir hayli yabancı (Rus) işçi getirilerek, nüfus dengesi Tatarlar aleyhine bozulmuştu.

Yukarıdaki ve başka faktörler (mesela ikamet ve çalışma izinlerinin verilmesinde alınan tedbirler) siyasî, ekonomik ve sosyal tedbirlerin neticesinde Tataristan’daki Tatar nüfusunun %50’nin üzerine çıkmaması, yani salt çoğunluk kazanmamasına dikkat edilmiştir. 1989 nüfus sayımına göre (eski SSCB) BDT’deki Tatarların toplam nüfusu 6.645.588 idi ve yıllık 0.74’lük bir nüfus artışı öngörüldüğünde 1992’de bu nüfus 6.794.214’e ulaşmış ve iki bin yılında ise 7.207.005 olacaktır.

1989 nüfus sayımına göre; Tataristan’ın genel nüfusu 3.641.742 olup, %71.7’sini şehir, %28.3’ünü kırsal nüfus veya başka bir ifade ile 2.611.098’ini şehir, 1.030.644’ünü köy halkı teşkil eder. Milletlere göre nüfus dağılımı ise Tablo 1’deki gibidir.


Tablo 1 : Milletlere Göre Nüfus Dağılımı

Topluluğun adı Nüfusu (1989) Cumhuriyetteki Oranı (%)

Tatar 1.765.404 48,47

Rus 1.575.404 43,25

Çuvaş 134.221 3.68

Ukrain 32.822 0.9

Mordva 28.859 0,79

Udmurt 24.796 0,71

Mari 19.446 0,53

Başkurt 19.106 0,52

Diğer. Türkler-Müs. 10.300 0,28

Diğerler 31.384 0,87

Tablo 1’den görüleceği üzere Tatarlar, Çuvaş, Başkurt ve diğer Türk azınlıklarla, cumhuriyetteki genel nüfusun %52.95’lik oranına yaklaşabilmektedirler. Fakat Rusların etkili bir etnik unsur olarak varlıklarını

sürdürdüklerini görmekteyiz. Yukarıdaki rakamlardan Tataristan Cumhuriyeti’nde BDT’de Tatarların ancak %26.56’nın kendi cumhuriyetlerinde, %73.44’ü veya 4.880.184’ü kendilerine tahsis edilen milli bölgelerin dışında kalmaktadırlar. 1989 nüfus sayımına göre Tatarların 5.519.605 (%83,05) Rusya Federasyonu’nda kalanları ise (%16,95) 1.125.983 BDT’nin (Bağımsız Devletler Topluluğu) değişik cumhuriyetlerinde yaşamaktadır. Bunların dağılımı Tablo 2’deki gibidir.



Tablo 2: BDT’nin Değişik Cumhuriyetlerindeki Tatarlar

Yüklə 4,65 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   24   25   26   27   28   29   30   31   ...   42




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin