Âdem ile havva'nin vücudumuzdaki yeri Âdem ile havva'nin yaradilişI Âdem ilk insan ve ilk peygamberdiR


KÂİNATTA TEK İRŞÂD EDEN HZ. MUHAMMED’DİR



Yüklə 2,44 Mb.
səhifə15/40
tarix30.05.2018
ölçüsü2,44 Mb.
#52080
1   ...   11   12   13   14   15   16   17   18   ...   40

KÂİNATTA TEK İRŞÂD EDEN HZ. MUHAMMED’DİR

 

Bu kâinatta tek Mürşid-i Kâmil vardır. O da Hz. Muhammed’dir. Günümüzde Hakk Mürşidi diye bildiğimiz bütün kâmillerden de irşâd eden yine Hz.Muhammed’dir. Çünkü bir Hadis-i Şerif’te: “Evvelâ ma halakallahu nûri” “Allah evvelâ benim nurumu yarattı” “Evvelâ ma halakallahu rûhi” “Allah evvelâ benim rûhumu yarattı” “Evvelâ ma halakallahu akli” “Allah evvelâ benim aklımı yarattı” “Evvelâ ma halakallahu kâlem” “Allah evvelâ benim gönüllere nakşeden sözlerimin kâlemini yarattı.” buyrulmaktadır. Görüldüğü gibi “Levlâke levlâk vemâ halâktül eflâk” Hadis-i Kudsîsi gereğince, Vahdet ve kesret âlemlerinde, Hz.Muhammed aynaları olmamış olsa idi, Cenâb-ı Hakk bu âlemlerdeki varlıkları yaratmayacaktı. Dolayısıyla da, âlemlerdeki bu varlıklar ne nuru ile görülecek, ne de rûhu ile diriliğini sergilemiş olacaktı. “Ben gizli bir hazine idim bilinmekliğimi murat ettim sevdim ve muhabbet ettim.Bu halkı halk eyledim” Hadis-i Kudsîsi ile,evvelâ Hz. Muhammed’in nurunu, rûhunu, aklını ve kâlemini yaratarak, Cenâb-ı Hakk’ın yeryüzü olan sıfatlar âleminde, kâinatta kendini gösteren tek ayna olduğunu, bunu Tafsilât-ı Muhammediyyesiyle, cemâdî rûh, nebâtî rûh, hayvânî rûh, insan rûhu halleriyle sergilediğini,aslında hepsinden,bu varlıkların isti’dâd ve kaabiliyetlerine göre, bilinen ve görünenin Hakk’ın ta kendisi olduğunu anlamış oluruz. Cenâb-ı Allah Allahlığı ile irşâd ve terbiye etmez. Kesret âlemine tecellî etmesi ile,kemâlât mazharı olan (mazhar, Allah’ın kesret âleminde açığa çıktığı varlığa denir) Muhammed’den irşâd ve terbiyesini yapmaktadır. Hz. Muhammed’in günümüzde vârisleri olan (el ulemayı veresetül enbiya) Hakk Mürşîdlerinden irşâd eden de yine Hz.Muhammed’in ta kendisi olduğunu anlamış oluruz. Belki bugün zâhir unsuriyeti ile O’nu görmek mümkün olmayacaktır ama bâtın olan Hakîkat-i Muhammediyye’siyle, Nûr-i Muhammediyyesiyle günümüzdeki Hakk Mürşîdlerinden irşâd edenin O olduğunu görürüz. Karagöz oyunu seyretmişsinizdir. Aslında ne Hacivat’ın ne de Karagöz’ün bir varlığı ve icraatı vardır.Her ikisinden de söz ve hareketleri yapan onların gerisindeki görünmeyen sanatkârdır. İşte aynen onun gibi, günümüzde de, Hakk Mürşîdlerinden irşâd edenin Hz. Muhammed, bizlerin de insan-ı asliyesini bulmak isteyen  kullar  olduğumuzu anlamış oluyoruz.Temiz elbise olan Muhammed elbisesini giydiğimizde,kendi Muhammed oluşumuzu anlamış oluruz.Kesafet âlemi olan bu dünya âleminde,nasıl birbirimizin fiziksel bedenini görüyor ve şahitlik yapıyorsak, fiziksel bedenimizi bu âlemde soyunup, rûhlar âlemine intikalimizle âlem-i Âhirette de rûhlar birbirlerini görüp şahitlik yapacaktır.Buradaki şahitlik‘dış’ı görmekle değil, aynı zamanda rûhların kokularını tanımalarıyla olacaktır. Zira orada beden yoktur.Lâtif olan Muhammed elbisesi vardır. İçinden dışı, dışından da içi ayan beyan görünmektedir. Onun için Fehmi Hazretleri bir ilâhîsinde şöyle buyuruyorlar:



 

Gül kokanlar gül olur bülbüle dîdâr olur



Kaftan kafa hükmeden mülke Süleyman olur”

İnşaallah bizler de bir gün, gül olan Hz. Muhammed’in ilm-i ledününü kokladıkça, Muhammed olacağımız âşikar olur.Cenâb-ı Hakk isteyenlere bu zevkleri ihsân etsin. Âmin.

                            

            KALB TEMİZLİĞİ

Bizler günde beş defa abdest alıyor,beş vakit namaz kılıyor ve Ramazan’da da bir ay oruç tutuyoruz. Acaba bunlardan istifade ederek kalbimizi temizleyip hallenerek yaşantımızda uygulamaya geçebiliyor muyuz? Çünkü Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz buyuruyorlar ki: “Bir müslümanın evinin önünden bir nehir geçse ondan beş vakit abdest alıp yıkansa o kişide pislik kalır mı? Elbette kalmaz değil mi?” Çeşitli âyetlerde de ellerimizi, yüzümüzü baş ve ayaklarımızın yıkanması emredildiği için tenimizle ilgili bu temizliği eksiksiz yapıyoruz. Fakat bunların getirdiği manevî temizliğin olup olmadığını kendimizi yakın takibe alarak izlemiyoruz. Günlük muhasebemizi yaparak eksiklerimizi izale edemiyoruz. “İki günü bir olan zarardadır.”(H.Ş.) gereğince zararda olduğumuz açıkça ortaya çıkmaktadır. 

Tevhîd ehli olarak ellerimizin yıkanması ef’âlin bize ait olmadığını remzetmektedir. Yüzümüzün yıkanması, sıfat mahallî olduğu için sıfatların bize ait olmadığını remzetmektedir. Baş ve ayakların da mesh edilmesi,başla ayak arasındaki vücûdun Vücûdullah olduğunun idrâkiyle nisbîyetlerden kurtulmak olduğunu remzetmektedir. Bunları ilmel öğreniyoruz. 

“Fiilerin fâili Allah’tır” derken şühûd edemediğimiz için hâlâ karşımızdaki varlık ve kişilere nisbet etmekten kendimizi alamıyoruz. İlimle yine biliyoruz ki kuvvet ve kudret Allah’ındır. Hiçbir kimsenin güç ve kudreti yoktur. Şu halde bu ikilik içerisinde huzur ve saadeti bulmamız mümkün değildir. Çünkü kalbimiz temizlenmedi. Abdest almakla yalnız a’zalarımızı yıkamaktan öteye geçemedik.Bu yıkanmanın manevî yönü olan ef’âl, sıfat ve vücûdun Hakk’a ait olduğunun idrâki, kalbimizin tasdik etmesi bütün a’zalarımızın onunla hallenmesine vesîle olacaktır ve kalbimizin temizliğinin meyveleri sıfatlardan tecellî eden iyi ve güzel fiillerden görünecektir.

Kalb bir komutan,bütün sıfatlar onun askerleridir. Komutan iyiliği emrederse askerler iyiyi yaparlar. Komutan kötülüğü emrederse askerler kötülüğü yaparlar. Komutan olan kalbimizin temiz ve iyi olduğunu görmek istiyorsak kendi fiillerimize bakalım. Edep, ahlâk, sevgi, teslimiyet ve alçak gönüllülük gibi Resûlullah (S.A.V.) Efendimizin bu yönlerini kendimizde görebiliyor muyuz? Görebiliyorsak Elhamdulillah kalbimiz temizlenmiştir. Aldığımız abdestler bizim hem zâhirimiz olan tenimizi hem de bâtınımız olan kalb temizliğini sağlamış olacaktır.

Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz “İstediğiniz kadar ilim öğreniniz, bildiğinizle amel etmedikçe Allah’a yemin olsun ki mükâfata nâil olamazsınız.” buyurmuşlardır. Şu halde bizler de öğrendiklerimizle amel etmeyince ne zâhir yapılan temizliklerden ne de ilim ve sözlerden faydalanamayacağımız anlaşılmaktadır.

Namaza gelince, “Namaz mü’minin mi’racıdır.” Hadis-i Şerifi gereğince Mi’rac ikilikten birliğe uruc etmek, Allah’la beraber olmak,Allah’la konuşmak, Allah’la sevişmektir. Zâhir olarak kıyam,rükû,secde halinde kıldığımız namazlarda yalnız zâhirde kalıyorsak kıyamın, rükûnun ve secdenin taşıdığı manevî mânâyı bilmiyorsak zâhir olarak ömrümüz müddetince kıldığımız namazlardan maalesef layıkiyle istifade edemiyoruz demektir. Çünkü namaz Allah’la görüşmekti, görüşmedik.Onunla beraber olmaktı, olamadık. Zira zannımızdaki bir Allah bizlere fersah fersah uzaklarda olduğu için ne görebildik ne de beraber olabildik. Allah ise hayâllerden,zanlardan münezzehtir. Beş vakit namazı da emr-i ilâhi olduğu için bilinçsiz olarak devamlı kıldık. Bir günden bir güne bu kıldığımız namazlardan ne istifade ettiğimizi  düşünmedik. Hep zannımızdaki Âhirette “Mükâfaatı görürüz inşâallah” dedik. İki   cihan serveri Peygamberimizin dünya ve Âhirette saadet dağıttığını düşünüp bunlar nelerdir? nerededir? nasıldır? demedik. Devamlı tenimizle namaz kıldık, rûhumuzun Mi’racını düşünmedik.Belki tenimizle kıldığımız namazlardan bedenen,sıhhat yönünden birçok faydaları sağladık, fakat manevî faydalardan nasibimizi alamadık.

Allah’la beraber olmanın yalnız namazda değil her zaman ve her yerde olduğunu, bu kâinatın bütün nebâtâtı ile kıyamda, hayvânâtıyla rükûda ve cemâdâtıyla secde halinde Allah’ı dâima zikrettiklerini bilmemiz lâzımdı, bilemedik. Bilmek de yetmiyor, görmek lâzımdı,göremedik. Göremeyince amel ve muamelelerimizin de nâkıs ve bilinçsiz olacağı muhakkaktır. Dolayısıyla da ikilik içerisinde huzur ve mutluluğu bulmamız mümkün olmayacaktır. Allah’la beraber olmanın ve konuşmanın tek gâyesi O’nu layıkiyle bilmek, dünya ve Âhirette huzur ve saadet içinde yaşamaktır. Unutulmamalıdır ki Allah’ın bunlara hiç ihtiyacı yoktur. Esas bizlerin ihtiyacı vardır.

Zâten oruç, namaz gibi amelle ilgili ibâdetler gâye değil araçtır. Bu ibâdetlerin zâhirini yapıp bâtınını bilmemek ve elde edilen faydaları görmemek emeklerimizin boşa gittiğini göstermez mi? Namazda Allah’la konuşabilen bir mü’min her gün ve her yerde onunla beraber olduğunu anlayacaktır ve zevk edecektir. Her kimle alış veriş yapıyorsa Allah’la alış veriş yaptığını, halka hizmetin onlarda Hakk’ı gördüğü için Hakk’a hizmet olduğunu şühûd ederek zevk edecektir.

İşte o zaman emr-i İlâhi olduğu için namaz kılan bir kişi anlayacaktır ki, her varlık namaz kılmaktadır.Bu kâinatta namaz kılmayan hiçbir varlık yoktur.Yalnız insanoğlu kendisine verilen akıl ve ilim nimetleriyle bunun idrâkinde ve şühûdundadır.Akıl ve ilim nimetinden nasipsiz olan diğer varlıklar ise bundan habersizdirler. Onlar bu âleme hayvan gelmiş hayvan gidenlerdendir. Namazın Mi’rac olduğunu, Mi’racın da Allah’la beraberlik ve konuşma olduğunu anladığımızda kalbimiz temizlenmiş olacaktır. Hakk’tan gayri bir varlığın olmadığı bir yerde ihtilaf olamayacağı için ikilikte kahır diye bildiğimiz her ne varsa hepsinin iyiliğe tebdil edildiğini görmüş olacağımızdan  saadet zevkine sahip olmuş oluruz.

Şu halde yaptığımız ibâdetlerin yalnız zâhirini yapıp bâtını olan ilim ve irfâniyetine sahip olarak hallenmeden yaşamımıza geçiremiyorsak henüz kalb  temizliğine sahip olamadığımız için bunları fiilerimizden gösteremiyoruz demektir. Çokları nasıl yalnız zâhir ibâdetlerini yapıp da bâtınından hiç haberleri olmadığı için yaşantılarında  saadete sahip olamıyorlarsa aynen onlar gibi yalnız ilimle bâtını bilenler  de fiilerinde sevgi, ahlâk, edeb gibi meyvelerini gösteremedikleri için huzur ve saadet zevkine eremezler. Çünkü zâhirdekiler taklîdden tahkike geçemedikleri için bu nimetlerden mahrum edilmektedirler. Bâtını bilip  de yaşamına geçiremeyenler için de durum aynıdır.Allah’ın bütün sıfatlarından Zâtını ilân edişi nasılsa bu irfâniyete sahip olanların da O’nu bütün sıfatlarından sergilemesi gerekmez mi? Yaşamak istemeyenler kelâmda kaldıkları için meyvesiz ağaç durumundadırlar.

Sözde ârifim diyenler de sîretlerinde henüz ikilikten kurtulamadıkları için her gün beğenmediklerinin gıybetini yapmakta, hatta iftiralarda bulunmaktadırlar. Halktaki Hakk’ı göremedikleri için onlarla hep ihtilâftadırlar. Bilmiyorlar ki zâhir bâtınsız, bâtın da zâhirsiz olmaz. Ten cansız can da tensiz mutluluğa erdiğini gören var mıdır? Zira eksi ve artı kutuplar olmazsa elektrik lambası bile yanmıyor.

Gelin kardeşler her türlü ibâdetlerin zâhir ve bâtınını bilmiyorsak, bilen bir İnsan-ı Kâmilden öğrenelim. Ondan sonra da isti’dâd ve kabiliyetimiz nisbetinde yapmaya gayret gösterelim. Zâhir ibâdetlerde unsuriyetimizin sayılamayacak kadar faydaları var. Sîretimizin de irfâniyet ve kemâlâtla şühûd ederek o Resûlullah (S.A.V.) meyvelerini hem kendimizde hem de her varlıkta görelim ve gösterelim. Onun  saadetiyle yaşamımızda yediğimiz gibi isteyenlere de yedirelim ki layıkiyle kul olmuş olalım. Yoksa kuru lâflarla kendimizi aldatmaktan başka bir iş yapmış olamayız. Allah cümlemizi i’tikâdımızda layıkiyle O’nu bilen, zerreden kürreye kadar her varlıkta farkıyla O’nu gören, yaşantısında bildikleriyle amel eden, O’nda O olmak  saadetine nâil olan kullarından eylesin. Âmin. 

 

                    KAZ   VE   KADER



 

Cenâb-ı Hakk’ın ilm-i Zâtiyesindeki malûmata kazâ denir. O da ilm-i ezeliyetteki kulun isti’dâdıdır. Bunların zuhûrâtının günü ve saati gelince,meşiyyet-i İlâhiye tecellîleriyle fiillerinden açığa çıkmasına da kader denilir. Bir kişinin isti’dâdındaki o hâl,fiile tecellî edince, O’nun takdiriymiş diyoruz.



Kazâ iki türlüdür:

1 - Kazâ-yı mübrem (değiştirilemeyen, mutlaka zuhûr edecek)

2 - Kazâyı muallâk (değiştirilebilecek, henüz karar verilmemiş)

Biz buna hakîkatte kazânın değişmediğini,şeriatta ise terbiye ve yönlendirileceğini söyleriz.

Misâl vermek gerekirse,bir badem çekirdeğini toprağa dikelim. Buna hiçbir müdahalede bulunmadan beklersek, o badem çekirdeği badem ağacı olacak ve meyvesini verecektir. Hiçbir değişiklik olmaz. Fakat atılan tohum, toprak yüzüne çıktıktan sonra, biraz büyüyüp aşı demine gelince, o fidana şeftali, kayısı gibi bir meyve  aşılarsak, toprağa badem olarak ektiğimiz o tohum aşı sonunda badem değil,aşılanan şeftali veya kayısı verecektir. Böylece hakîkatte çekirdek olarak kazânın değişmediği, şeriatta yani ağaç haline gelince aşılanmakla değiştirilebileceği anlaşılmış olur.

Bizler ilm-i ezeliyyetteki kazâmızın ne olduğunu bilmiyoruz. Bir Mürşîd-i Kâmilden, Muhammed aşısı ile aşılandığımızda, kekremsi olan ahlat meyvelerimizin, Muhammed meyvesi olan  armut haline dönüştüğünü görüyoruz. Allah ilim sahibidir. İlmiyle her şeyi bilir. İrâdesi ile murâd eder. Tekvinâtı ile de halk ederek fiilleriyle  açığa çıkar. Yalnız Cenâb-ı Hakk’ın,ilim, irâde, tekvin sahibi olması yeterli değildir. Cenâb-ı Allah bir şeye ‘ol’ diyebilmesi için,tecellî edeceği mazharda, tecellîye uygunluk aramaktadır. Onun için Allah Âlimdir. Bizler ise malûmuz. Bizlerdeki Cenâb-ı Hakk’ın ma’lûmiyeti, zaman, mekân  ve ihvân üçleme sırrı ile mümkün olur. Yoksa bu üçleme sırrına müsait olmayanlarda kün (ol) emrini Cenâb-ı Hakk vermez.

Şu halde kişilerin ilm-i ezeliyette, isti’dâdları ne ise,Cenâb-ı Allah herkesin isti’dâdını görüyor. İsti’dâdı neyi iktizâ ediyorsa, onu irâdesine, irâdesi de kudretine veriyor. O da kişilerin isti’dâdlarını meydana getirmek sûretiyle, fiilleriyle kendisini göstermiş oluyor. Şu halde kazâ önce geliyor. Kazâ Cenâb-ı Hakk’ın Zâtı ilmindeki malûmatıdır. Herkesin isti’dâdını bildiği için, ona göre tecellî etmektedir. Tecellîsi olan fiil görüntüsüne de kader denir. Çok insanlar isti’dâdlarını bilmedikleri için, bu tecellî eden olaylara gamlanıp kederlenmektedirler. Ne zaman Tevhîd ilmini tahsil ederek, kişiler isti’dâdlarını bilir ve fiillerinde O’nu görürlerse, bu olayın isti’dâdlarından geldiğini anlayacak ve hiçbir zaman kederlenmeyeceklerdir. Her kim, gamlanıp kederleniyorsa, henüz daha isti’dâdlarından geldiğini lâyıkıyle bilmiyor ve görmüyordur.

Cenâb-ı Allah değişmeyen, mübrem kazâyı günü ve saati gelince, mutlaka tecellî ettirir. Bu, bir silahın namlusundan çıkan mermiye benzer. Mermi silahın namlusunu terk ettiyse, onun hedefe isabet etmemesi düşünülemez. Fakat mermi, silahın içinde ve henüz tetik çekilmemişse, Cenâb-ı Hakk onun bütün yetkilerini evliya ve Mürşîd-i Kâmillerden kullanır.Ya da bir dut ağacının ceviz ağacına aşılanmasının mümkün olmaması gibi o tecellîyi hiçbir zaman zuhûr ettirmez.



Evliyalar da iki sınıftır

1 - Bilir ve görür. Tecellîye mani olamaz.

2 - Bilir ve görür. Fakat tecellîyi değiştirebilir.

Bir sâlikin isti’dâdında her ne kadar kötü tecellîler mevcut olsa da, İnsan-ı Kâmile gelince Cenâb-ı Hakk’a verdiği sözde sadakat gösterdiği müddetçe, ir silahın emniyete alınması gibi, zikir ve fikirlerinde dâimî oluşu onun silahını patlatmayacaktır.

İkinci velîler ise silahın tetiği çekilmiş de olsa mermi namluyu henüz terk etmediği için namlunun ucunu başka tarafa çevirterek o tecellîyi başka yönde zuhûr ettirebilir. Bu da bazı kötülüklerin rüyaya tebdil edilmesi gibidir.

Görüldüğü gibi kişilerin isti’dâdları ne ise mutlaka tecellîsini gösteriyor. Fakat bu, gerektiğinde İnsan-ı Kâmiller mazharından değiştirilebiliyor. Cenâb-ı Hakk bütün kardeşlerime kazâ ve kaderin idrâkini ve yaşamayı ihsân etsin. Âmin.

 

                        KERÂMET  NEDİR 



 

Kerâmet Allah’ın velâyet mertebesine yükselen kullarına tecellî ettiği bir ihsânıdır. Bir  ikram ve bağıştır.

Kerâmetler iki türlüdür:

1-Kerâmet-i kevniye

2-Kerâmet-i ilmiye

Kerâmet-i kevniye de iki şekilde tecellî eder: Birincisi, kulun kendi istek ve arzusu ile zuhûra getirilen, mârifeti ile insanüstü fiiller. İkincisi, gerektiğinde Cenâb-ı Hakk’ın velî kullarından insanların faydalanmaları için zuhûrudur. Günümüzde kerâmet-i kevniyeye hiç itibar kalmamıştır. Çünkü bir televizyon düğmesine basmakla dünyanın bütün yönlerini ekranda görebiliyoruz. Bir cep telefonu ile uydudan dünyanın diğer yönü ile konuşabiliyoruz. Bunlar günümüzün üstün mârifet görüntüleri değil midir? Artık bunları görmek güncel fiilleri görmek olduğu için, bir kişiden mârifet tecellîlerini görmek şahıslarda rûhların uyanmasını meydana getirmiyor. Ayrıca kerâmet-i kevniye bir fiilullah olayı olduğu için,o vak’ayı Cenâb-ı Hakk'a değil de, kerâmeti gösteren kişiye isnat ettikleri için açıktan büyük günah olan şirk işlemiş oluyorlar.Onun için, Tevhîd ehli hiçbir zaman kerâmet-i kevniyeye itibar etmez.İnkâr da etmez. Çünkü tecellînin aslını bilmekte ve görmektedir. Devrimiz kerâmet-i ilmiye devri olduğu için bilhassa kerâmet-i ilmiyeye itibar edilmelidir.Kerâmet-i ilmiye, Kur’ân-ı Kerîm’in ledün ilmi diye ifade ettiği sır ilmi ve esrar ilmidir.



Kerâmet-i ilmiye de iki bölümdür:

1 - Kesbî ilimle elde edilen kerâmet-i ilmiye

2 - Vehbî ilimle elde edilen, Cenâb-ı Hakk’ın ilhamlarıyla her an ayrı bir ş’ende tecellîlerinin ilmi.

Bir kişinin Mürşîd-i Kâmilin sohbetlerinden veya kemâlât sahiplerinden elde ettiği ilimle,çeşitli evliyaların kitaplarından öğrendiği ilimlerin hepsi,bu irfâniyete sahip olmayanların yanında, üstün ilme sahip olduğunu gösterebilir. Fakat kendi kuyusundan dâima taze su çıkaramadığı için, elbette bir gün,bu su bitince, aynı mevzuları tekrar etmeye başlayacaktır. Dolayısıyla da dinleyenlerde yenilik tecellîleri olmadığı için bıkkınlık meydana getirecektir.

Vehbî ilim  kerâmetine sahip olanlar Cenâb-ı Hakk’ın her an, ayrı ayrı tecellîlerine ayak uydurdukları için, gönül semâlarından gelen ilhamlara tâbi olduklarından, gönüllerde dirilik meydana getirirler. Dinleyenler mutluluk duyarlar ve “Biraz daha anlatsa da dinlesek” derler. Onlar da âyet ve hadislerin gölgesinde, olayları ilhamları nisbetinde anlatırlar.İşte bunlar İnsan-ı Kâmildirler. İnsanları ancak bunlar irşâd edebilir.Bir zeytin ağacı nasıl yaz ve kış yapraklarını döktüğü halde, sanki hiç yapraklarını dökmüyormuş gibi hep yeşilse işte bu kâmiller de ilim ve kerâmet kemâlâtını hiçbir zaman yitirmezler. Kendilerine belki o ana kadar duymadığı, bilmediği bir soru sorulduğu zaman Cenâb-ı Hakk ondan tecellî edeceği ilhamlarla hem karşısındaki soru sahibini mutmain eder hem de kendi anlattığı ile o ilme vâkıf olur. Çünkü o zamana kadar o sorulan ilmi kendisi de bilmiyordu. İlhamı ile öğrenmiş oldu. Zira ilim kulun değil Allah’ındır. Bilen de Cenâb-ı Hakk’tır. İşte bu kişiler ümmet-i Muhammed'e faydalı olanlardır. Her nerede bunları bulursak onlardan mutlaka istifade etmeliyiz. Günümüzde itibar edilmesi gerekli kerâmet-i ilmiye budur.

 

                   KEVSER SÛRESİ



Âyet 1- “İnna ateyna kelkevser” “Biz sana kevseri verdik.” Kevser nedir? Kevser Cennet’te bir ırmaktır. Bu, ilimle dâima söylenen bir sözden ibarettir.Bazı kişilere Cennet’in nerede olduğunu sorsak ya toprağın altını tarif edecek veya zannında bir Cennet yaratarak oradaki Kevser ırmağından bahsedecektir. Halbuki kevser, Mürşîd-i Kâmilin sohbetlerindeki ilhamlarıyla gönül semâsından tecellî eden, ilm-i ledün diye vasıflandırılan vehbî ilimlerdir.Kâmilin kendi kuyusundan çıkardığı kevser suyunu sohbetlerde içenler, kendilerinden geçip sarhoş olurlar. Vahdeti kesrette, kesreti de Vahdette zevk etme hasletlerini sana lûtfettik buyruluyor. Çünkü Mürşîd-i Kâmilin Tevhîd sohbetlerinde ilm-i ledün diye Kur’ân-ı Kerîm’de ifade edilen ilhamlarla bizlere kevser şarabı sunulmaktadır. İşte o kevser de Cennet’teki ilm-i ledün ırmağıdır.Onun için hem Tevhîdde Vahdâniyyet deryasına girenlerin tafsilât-ı Muhammediyyedeki Cemalullahı seyretme hasletine sahip olmayı,hem de nâmütenâhi kesret âlemindeki Vahdâniyyet şuhûduna sahip olmayı  size ihsân ettik buyrulmaktadır.

Âyet 2- "Feselli lirabbike venhar” “O halde namaz kıl ve kurban kes” İnsan, Cenâb-ı Hakk’ın Vahdâniyyetini bu kesret âleminde şuhûd ettiğinde, kemâlâtıyla ibâdet etmekten kendini alıkoyamaz. Çünkü, 1-Bedenin taatını 2-Nefsin boyun eğmesini 3- Kalbin huzurunu 4-Rûhun şuhûdunu noksansız cem ederek bütün tafsilâtın hukukuna riâyet ederek kemâlâtıyla namaz kılmış olacaktır. Yoksa bu sayılan beden,nefis, kalp ve rûhun hakkını, kişi, Fenâfillâh ve Hakk'ta bâkilikle vermiş olacaktır. İşte o zaman lâyıkıyle namaz kılmış olunur. Yoksa bunların hakkını vermediği için lâyıkıyle namaz kılmış olmayacaktır. “Venhar” ile şuhûdunda henüz kesrette zâhir olmamış benlik devesini boğazla ki halkın fenalığı ve Hakk’ın bakîliği zuhûr etsin. Cehâlet ve gayriyeti akıtmak, kişide irfâniyet ve kemâlâtı zuhûr ettirecektir. Yoksa akıtmak  yalnız kan akıtmaktan ibaret değildir. Kişinin gönlüne ilim ve irfâniyet akıtmak da denilebilir, gayriyet ve cehâlette akıtmak da  denilebilir.

Âyet 3- “İnne şanieke hüvel ebter” “Sonu kesik olan sana buğz edendir. ”Sana buğz eden, kin besleyen, muhalefet eden yani Tevhîd ilmi görmemiş, Hakk ve hakîkatten haberdar olmayanların bakîlikleri olmayacağı için, asıl onların kendileri ebterdir.Yani nesilleri kesilenlerdir. Sen ise  Mürşîd-i Kâmilden Tevhîd ilmini görmüş, kendi varlığını Hakk’ın varlığında yok ederek Hakk’ın bekâsı ile bâki ve dâimsin. Ebediyyen hakikî zürriyetin olan ehl-i îmân arasında zikrolunursun. Çünkü o buğz ediciler, hakîkatte fâni ve helâk olmuşlardır. Onlar zikredilmez bile.

Gelin kardeşler Mürşîd-i Kâmilden dâima kevser şarabını içelim. Elde ettiğimiz şuhûd ve kemâlâtla namaz kılıp, Rabbimizle dâima konuşup sevişelim. Cehâlet ve gayriyet bırakmamağa özen gösterip yaşamaya bakalım.Cenâb-ı Hakk bu zevki bizlere ihsân eylesin.Âmin.

 

         KUR’ÂN’I YAŞAMAK NEDİR



 

Zuhruf Sûresi 1.ila 4.ayetlerde “1.Ha, Mim. 2.Bu parlak Kitab'ın kadrini bilin !3.Doğrusu,Biz onu Arapça olarak okunacak bir Kur’ân yaptık ki akıl erdiresiniz 4.Ve gerçekten o Bizim nezdimizdeki Ana Kitapta. Çok yüksek, çok hikmetlidir.” denilmektedir.



Ha : Hakk ve Hakîkat sırlarını,

Mim : Tafsilât-ı Nûr-i  Muhammediyyeyi remzetmektedir. Allah, Zât hakîkatlarının, Tafsilât-ı Nûr-i Muhammediyye olan sıfatlarından, sayfa sayfa tecellî ederek, zerreden kürreye kadar her şeyde âyet âyet yazdığını bildiriyor.

İşte açık olarak beyan edilen bu Kitab’ı okuyup bilmek, görmek ve olmak dediğimiz yaşamakla mümkündür. “Ben gizli bir hazine idim bilinmekliğimi murâd ettim ve bu halkı (sıfatları) halk eyledim”(Hadis-i Kudsî) Onun için Zariyat Sûresi 56. “Ben cinleri ve insanları ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım.” âyetinde de belirtildiği gibi ibâdetten gâye de,Allah’ı ef’âli, sıfatı ve Zât’ıyle birlemek ve yaşama geçirmekten ibarettir. Niyazi-i Mısrî Hazretleri “Bunca enbiya ve evliya halkı davet eyledi.Allah'ın bu mukayyed âlemdeki Vahdet tecellî sırrını öğretmek içindir.” buyurmuştur.

Evvelâ Allah’ın ayrı, biz yarattıklarının ayrı olmadığını bileceğiz. Allah’ın Hakîkat-ı Muhammediyyesinden,bu görünen tafsîlât-ı Muhammediyyeden Zât’ını ilân ettiğini, bu varlıkların hiçbir güç ve kuvvetinin bulunmadığını, bütün güç ve kuvvetin Allah’ın olduğunu bileceğiz. Zâtının sıfatlarından,fiillerinin de sıfatlardan tecellî ettiğini her varlığın isti’dâd ve kabiliyeti nisbetinde Hakk’ı zuhûra getirdiğini, fiillerinin cibilliyeti nisbetinde Hakk’ın ondaki tecellîyatını müşâhede edeceğiz. İ’tikad yönüyle böyle bir îmândan sonra bunu yaşamımıza geçirmemiz gerekmektedir. Yani faydalı olan  şeyleri yapmaya gayret göstermeli, zararlı olan şeyleri terk etmeyi kendimize prensip edinmeliyiz. Elbette İslâm'ın şartlarını yerine getirmekteyiz. Fakat bunların gâye değil,araç ve gereç olduklarını bilmeliyiz. Kur’ân'ı yaşamak, i’tikadımızı düzeltmekle mümkündür. Fiillerimizde, edep, ahlâk, teslimiyet, kurbiyet, sıddıkıyet, alçak gönüllülük islâmî vecibeleri yerine getirme gibi hâller görülmelidir. İsra Sûresi 14.âyetinde “Nefs kitabınızı okuyunuz, bu size hesap günü için yeterlidir.” buyrulmuştur. Başka bir âyet-i kerîmede de nefsimizde ve ufkumuzdaki âyetleri okumamız emredilmektedir. İşte bu âyetleri okuyup idrak ederek âmil olursak Kur’ân’ı yaşamış oluruz.

 

KUR’ÂN-I KERÎM’DEKİ SÛRELERİN NÜZÛL SIRASININ HİKMETİ

 

Kur’ân-ı Kerîm 6666 âyetten ibarettir. Bunun ikibin âyeti emirler, bin âyeti yasaklar, bin âyeti tarihçe, bin âyeti kıssalar, bin âyeti örnekler,beşyüz âyeti haram ve helâllerle ilgili âyetlerdir.Yüz  âyeti  ibâdetlerle, altmışaltı âyeti de kadınlarla ilgilidir.        



Bir anne bebeğini doğumundan itibaren şefkatle ve merhametle iki yıl boyunca emzirir, yedirir, içirir, ihtiyaçlarını giderir, konuşmayı, yürümeyi, çeşitli davranış biçimlerini öğretir. Kısaca  hayata hazırlar. Bütün bunları yeri ve zamanı geldiğinde yapar. Allahü Teala da Kur’ân’daki âyetlerini lâyıkıyle öğrenip uygulayabilmemiz için, sûrelerin iniş sırasını ona göre ayarlamıştır.

Birçok âyette Kur’ân’ı nefsimizde uyguladığımız zaman dünyada ve Âhirette  mutluluğa kavuşacağımız bildirilmiştir. İlk sûre Alak Sûresidir. “İkra bismirabbikellezi halak” “Oku! Seni yaratan Rabbinin adıyla, O insanı nutfeden yarattı. ”diye başlayan bu sûre ilk önce okumamızı, okumadan hiçbir şeyin bilinemeyeceğini, bilinmeyen bir şeyin de uygulanamayacağını ikaz ediyor. Üç defa “oku” dediği halde okunması gerekli olanın ne olduğunu söylemiyor. Fakat bizler Rahmân Sûresininin 1,2 ve 3. âyetlerinden  okunması gerekli olanın‘kişinin kendisi’ olduğunu anlıyoruz. Canlı Kur’ân olan kişinin kendisini okuyabilmesi için de “Rahmân olan Allah Kur’ân’ı tâlim etti ve insanlığını buldurdu” âyetini uygulamamız gerektiği anlaşılmaktadır. Bu da elbette bir Mürşid-i Kâmilden tahsil edilecektir.

Okuma ile ilgili olan Alak sûresinden sonra ikinci nâzil olan sûre Kalem Sûresidir. Sûrenin ilk âyeti “Nun vel kalem vema yesterun”dur.‘Nun’,Nûr-i Muhammediyyeyi, ‘vel kâlem’ İnsan-ı Kâmil mazharından yazan ve her şeyi söyleyeni,“vema yesterun”  sahife sahife okunması gerekli bu tecellîlerin hepsine yemin ederek başlamaktadır. Zâtından sıfatlarına ve sıfatlarından da her varlığın yaratılma yerine göre fiilleriyle açığa çıkması, kalem olarak vasıflandırılan İnsan-ı Kâmillerden, merâtib-i İlâhiyenin tahsil edilmesinin gerekli olduğunu bildirmiş oluyor. Kişi kendi enfüsünde nefs-i külliyenin akl-ı külliye kâlemi ile bütün sıfat ve a’zalarında sahife sahife o nuru uygulaması aynı şey değil midir? Veya bir Mürşîd-i Kâmilin, irfâniyet ve kemâlâtını ihvânlarına sahife sahife öğretmesi aynı mânâya gelmez mi?

Üçüncü nâzil olan sûre Müzzemmil Sûresidir.Bu sûrenin başındaki “Ey elbisesine bürünüp yatan, kalk” âyetleriyle cehâlet ve gayriyet uykusundaki kişilere hitap ediyor. Allah, ‘kalk ve Kur’ân’ı güzelce oku’demek  suretiyle Vahdâniyyet deryasına geçmemizi, kendimize nisbet ettiğimiz şirklerden kurtulmamızı, İnsan-ı asliyyemizi öğrenmemizi emrediyor. ‘Gece kalk’ denmesinin sebebi ayrılıktan ve şirklerden kurtularak birlik zevki ile zevklen demektir. Çünkü geceler Vahdeti remzeder. Müzzemmil Sûresi bizlere,İnsan-ı Kâmillerden cehâlet ve şirklerden kurtulma ilmini tahsil etmemiz gerektiği mesajını vermektedir.

Dördüncü nazil olan sûre  Müddessir Sûresidir. Sûre, hakîkat nûr örtüsüne bürünen kişinin  kalkıp hakîkatı insanlara anlatmasını emrederek başlar.‘Kendi vücûd ülkende sıfatlarından tecellî ettirerek topluma örnek ol’ ‘İnsanların arasına gir ve onları irşâd et’diyor. Ayrıca‘Elbiseni de temiz tut’diye ikaz var. Elbise şeriattır. Cenâb-ı Hakk bu kemâlâta gelenlerin şeriatlarının da tam olmasını istiyor. 

Beşinci inzal olunan sûre Fatiha  Sûresidir.Fatiha Sûresi,  yedi âyetiyle, merâtib-i İlâhiyede yedi mertebede kendi mazharından açığa çıkaran İnsan-ı Kâmili remzetmektedir. Şu halde bu beş sûrenin bu sıraya göre nâzil olmasındaki hikmet,  evvelâ okumamız, okuyabilmek için bir İnsân-ı Kâmilden bunu tahsil etmemiz, cehâlet örtüsünden kurtulmak için de o kâmilden Fenâfillâh tahsilini yapıp Bekâbillâh zevki tecellî ettiğinde toplumun içine girerek onları uyarmamız ve kendimizin de yaşamımıza geçirmemizdir. Yoksa mânâsını bilmeden taklîdi olarak yaptığımız ibâdetler ecir getirmeyecektir.İnsan canlı bir Fatiha olduğuna göre  birinci sûreden dördüncü sûreye kadar Cenâb-ı Hakk'ın yaptığı bu sıraya göre tahsil yaparsak hem kolay hem de kısa zamanda gâyeye vâsıl oluruz.

Şu halde evvelâ ‘Allah’ın adıyla okumanın’ne olduğunu öğreneceğiz. Sonra kâlem olan İnsan-ı Kâmili bularak ondan cehâlet ve zulmet karanlığından kurtulma tahsili yapacağız. Sonra kendi varlığımızı Hakk'ın varlığında yok edip, bütün nehirlerin deryaya döküldükten cinslerinden ve isimlerinden eser kalmaması gibi‘nûr kabristanlığına’dahil olacağız. Ondan sonra da Vahdâniyyet örtülerinden sıyrılarak ister vücûd ülkemizde kabiliyetimiz  nisbetinde her an ayrı bir ş’ende tecellîsini seyrederek   isterse âfâkta her varlıkta zuhûrâtını görüp tecellî edişine göre fark ile Cemalullahı seyrederek dünya ve Âhirette mutlu olacağız.

Bu 4 sûreden sonra diğer sûrelerin hepsi,yer ve duruma göre bizlere günlük yaşantımızın çeşitli yönlerini îzâh etmektedir. Bunu idrâk ettikten sonra,jetonumuz hangi âyette düşerse düşsün, anlatılan hep insanın kendisidir.İnsanlık için faydalı olan her şey emredilmiş  ve insanlık için zararlı olan her şey yasak ve haram emredilmiştir. Bunu anlayıp yaşamına geçmeğe çalışalım.

 


Yüklə 2,44 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   11   12   13   14   15   16   17   18   ...   40




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin