1.2.3. Türkçe Hutbe Uygulaması
Laik Cumhuriyet’in, sosyal realitelerle uygunluk gösterip göstermediği tartışma konusu yapılan Türkçe ezan uygulaması, 18 yılın ardından nihayete erse de, aynı son Türkçe hutbe uygulaması için geçerli olmamıştır. Türkçe hutbe devriminin kökeni II. Meşrutiyet Dönemi’ne dayanmaktadır. Fakat hali hazırda ülkemiz camilerinde hutbelerin Türkçe okunması Cumhuriyet’in ilk yıllarında izlenen politikaların bir ürünüdür93. Cumhuriyet’in ilanından sonraki ilk Türkçe hutbe, 24 Kasım 1924 Cuma günü Müfid Efendi tarafından son halife Abdülmecit’in makamına geçişi sırasında irat edilmiştir. Ne var ki, Müfid Efendi’nin okuduğu hutbenin her bölümünü Türkçe olarak kabul etmek olanaksızdır. Müfid Efendi hutbenin dua ve salâvat kısımlarını yine Arapça olarak okumuştur94. Cumhuriyet’in ilk yıllarında TBMM’ye bazı milletvekillerince sunulan teklifler, Göztepe imamı Cemalettin Efendi’nin Türkçe ibadet teşebbüsü ve Atatürk tarafından Türkçe Kur’an çalışmalarının başlatılması hutbelerin ana dilde okunmasının önünü açan gelişmeler olarak tarihe geçmiştir. Diyanet İşleri Başkanlığı1926 yılının sonlarına doğru beş uzmandan oluşan bir komisyon meydana getirmiştir. Bu komisyonun gayretleri neticesinde örnek teşkil etmesi amacıyla 58 tane Türkçe hutbe belirlenmiştir. Belirlenen bu hutbeler üzerinde Atatürk ve Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi müşterek bir çalışma yürütmüştür. Bazı hutbelerin içerik olarak yetersiz bulunması üzerine komisyonun hazırladığı listeden çıkarılmış ve geriye 50 Türkçe hutbe kalmıştır. Bu hutbelerin konuları ağırlıklı olarak temel dini meseleler, sosyal hayatta yaşanan olaylar, ticari ilişkilerde dikkat edilmesi gereken hususlar ve vatan sevgisi üzerine olmuştur95. Diyanet İşleri Başkanlığı yönetim kurulu azası Ahmet Hamdi Akseki’nin gayretleriyle 50 hutbe bir araya getirilerek kitaplaştırılmıştır96. Yeni Türk harflerinin kabulünden sonrada bu kitap risale şeklinde basılarak il ve ilçe müftülüklerine, camilerdeki imam ve hatiplere ulaştırılmıştır97.
Hutbelerin Türkçe okunmasına dair 1927’yılının Aralık ayında oluşturulan talimatname konuyla ilgili yapılmış ilk ciddi yasal düzenlemedir. Talimatnameye göre, hutbelerin sadece nasihat bölümleri değil ayet ve hadislerde Türkçe okunacaktı98. Talimatnamede yer alan bu hüküm günümüz içinde geçerlidir. Ülkemizde tüm metni Türkçe olan ilk hutbe 5 Şubat 1932 Cuma günü İstanbul Süleymaniye Camisinde Sadettin Kaynak tarafından okunmuştur99. Yaşanan politik gelişmelerin tesiriyle de Sadettin Kaynak’ın bu uygulaması ilerleyen yıllarda hiçbir zaman büsbütün hayata geçirilmemiştir. Hutbelerin büyük bir bölümü Türkçe okunsa da ayet ve hadis kısımları Arapça okunmuştur. Tek parti döneminde Türkçe hutbe konusunda en fazla sorumluluk üstlenen din görevlilerinin başında Şerafettin Yaltkaya gelmiştir. Yaltkaya, Diyanet İşleri Başkanı olduğu dönemde “Va’zlar” ve “Hatiplik ve Hutbeler” isimli iki kitap kaleme almıştır. Bu eserlerde yüzün üzerinde Türkçe hutbe mevcuttur. Yaltkaya, Hazreti Muhammed’in ilk hutbesini, Hazreti Ebubekir, Hazreti Ömer ve Hazreti Ali’nın bazı önemli hutbelerini Türkçe’ye çeviren ilk din görevlisi olmuştur100. Yaltkaya, hutbe okuyan imam hatipte ve onun hitabetinde bulunması gereken özellikleri şu sözlerle ifade etmiştir:
“Hatiplik insan topluluklarını her hangi maksada doğru sözle kazanma sanatıdır. Hitabet, hususiyle dini hitabet, insanların dünya ve ahiret menfaatlerini temine matuf olduğundan ve hatibin sözlerini hulus-u niyetle söylediğinde kimsenin şüphesi bulunmadığından bunlarda burhan aramaya lüzum yoktur. Hatip, söz arasında kullandığı kesin delillerini bile bir jeometri davası ispat eder gibi sırf mantiki şekilde söylemez. Güzel sözler alarak bunun katılığını hissettirmemesi lazımdır. Delillerinin daima kati olması lazım değildir. Bu sanatta zımni delillerde kullanılır. Hutbe esnasında işaretlerin de hüsn-ü tesiri olabilir. Hatip sözlerini teyit için el, yüz işaretleri de yapar. Fakat bunda ifrata varmamak ve tabilikten ayrılmamak icab eder”. 101
Cumhuriyet’in ilk yıllarında Türkçe hutbe uygulamalarında genel anlamda başarılı neticeler alınmıştır. Bu başarıda Diyanet İşleri Başkanlığı veya başkan yardımcılığı yapmış olan Rıfat Börekçi, Şerafettin Yaltkaya ve Ahmet Hamdi Akseki’nin gayretlerinin önemli etkisi olmuştur.
1.2.4. Türkçe Namaza Dair Yapılanlar
Türkçe ibadet konusunun en hassas kısmı, namazların tercüme edilmiş ayetlerle okunması idi. Türkçe namazı kendi ifadesiyle “efkâr-ı umumiyeye” benimsetmenin oldukça zor olacağı Atatürk tarafından da biliniyordu102. Bu yüzden Cumhuriyet’in ilk yıllarında Türkçe namaz konusunda daha itiyatlı bir yaklaşım sergilenmiştir. İslam Tarihi’nde de yaşanmış olaylara bakıldığın zaman, Müslümanlar arasında ekseriyet itibarıyla Arapça dışında başka bir dille namaz kılınmasına sıcak bakılmadığı anlaşılmaktadır. Ancak İmam-ı Azam ve Gazali, bazı namaz surelerinin ve tekbirin “anlam kayması yapılmadan” Arapça haricinde başka dilde okunabileceğini (elsine-i saire) vurgulamışlardır.
Türkçe namaz konusundaki tartışmaların odak noktası, Arapça dışında başka bir dille okunan ayetlerin Kur’an-ı Kerim’den sayılıp sayılamayacağı üzerine olmuştur103. II. Meşrutiyet Dönemi’ne kadar Türkçe namaza dair içtihad noktasında hiçbir adım atılmamıştır. Bereketzade Safvet 1908’de hutbenin nasihat kısmının ana dilde okunmasında bir sakınca olmadığı gibi namazda da bazı surelerin Türkçe okunduğu takdirde ibadetin yerine getirilmiş olacağını ifade eden bir yazı kaleme almıştır104. Çok geçmeden benzer görüşler Mehmet Bahaeddin tarafından da dile getirilmiştir105. Bu düşünürlerin en önemli referans kaynağı özellikle İmam-ı Azam’ın konuya dair verdiği fetvalar olmuştur. Namazın Türkçe olarak eda edilmesi konusu derinliğine düşünüldüğünde, İmam-ı Azam’ın hangi ortamda yukarıda ifade edilen fetvaları verdiği üzerinde uzun uzadıya düşünülmesi gereken bir meseledir. Ayrıca Türkler gibi yüzyıllar önce İslamiyet’i kabul etmiş bir millet için kendi diliyle namaz kılma hakkında XX. yüzyılda yeni bir çıkarsıma yapmanın doğruluğu üzerinde de durulması gerekmektedir. Türkçe namaz meselesi Cumhuriyet öncesinde Türkçe Kur’an-ı Kerim ve hutbe tartışmalarının gölgesinde kalmış ve her yönüyle ele alınamamış bir konu olmuştur.
Şeyh Ubeydullah Efendi’nin II. Meşrutiyet’in ilanından sonra Türkçe ibadet çıkışı ve konu ile ilgili risalesine ilaveten106, Şerafeddin Yaltkaya ve bir kaç düşünürün daha makalesi107 dışında Cumhuriyet öncesinde Türkçe namaza dair pratikte bir gelişmeye rastlamak pek mümkün olmamıştır. Ubeydullah Efendi ve Yaltkaya, İslam Tarihi’ndeki uygulamaları göz önünde bulundurarak, “asıl önemli olan Kur’an’ın lafzı değil manasıdır” düşüncesini savunmuşlardır108. Yaltkaya’nın Türkçe namaza dair düşüncelerini ifade ettiği ilk eser “Tarih-i Kur’an-ı Kerim” isimli kitabı olmuştur. Yaltkaya, Kur’an-ı Kerim’i bir lisana bağlı kalarak okumanın namazda dahi çeşitli zorluklar çıkaracağını ileri sürmüştür. Kıraat ihtilaflarının ibadetin özünü zedelemeyeceğini şöyle dile getirmiştir:
“Şehit Ali Paşa Kütüphanesi fihristine İhtalafü’l Kurra namıyla yazılmış olan başsız bir kitabede müellif nühattan Ebü’l-Feth el-Meragi’nin üstadı el-İmamü’l Hadi Ebu Abdillah Muhammed b. el-Heysam’dan naklen kendisine yedi vecih üzere Kur’an-ı Kerim’in inzali yüsr ve tevess’ hikmetine mebnidir demiş olduğunu yazıyor ki, tenvir te’kid için bunu söylemeyi ifadeden hali görmedim”. 109
I. Dünya Savaşı ve Mütareke yıllarında ise Türkçe namaz konusuna en fazla değinen aydın Ziya Gökalp’tir. Ziya Gökalp’in özellikle 1918’de kaleme aldığı “Vatan” şiiri bu konuda oldukça önemlidir110. Cumhuriyet’in ilanından hemen sonra başlayan ana dilde ibadet tartışmaları sırasında da Türkçe namaz, Kur’an-ı Kerim ve hutbeye dair yapılan değerlendirilmelerin gölgesinden kurtulamamıştır. Bu dönemde tam tercüme edilmiş bir Türkçe Kur’an-ı Kerim’in bulunmaması namazın nasıl Türkçe icra edileceği tartışmalarını iyice çıkmaza sokmuştur. Ana dilde ibadet tartışmalarını düzlüğe çıkartmak için Atatürk ve devrimci kadrolar ise 1925’ten itibaren Kur’an-ı Kerim’in Türkçe tefsir ve meali ile ilgili faaliyetleri titizlikle takip etmişlerdir. Namazın ana dille yerine getirilmesi konusunda, Cumhuriyet hükümetlerine referans teşkil edecek ilk ifade 1923’te Hamdullah Suphi Tanrıöver tarafından beyan edilmiştir. Hamdullah Suphi Tanrıöver, namaz dâhil olmak üzere Türkçe ibadetin dini sahada yapılması tasarlanan yenileşme hareketlerinin kaçınılmaz bir parçası olduğuna dikkat çekmiştir111. 1924, 1926 ve 1932 Ramazanları ana dile ibadet ve Türkçe namaz konusunda hareketliliğin yaşandığı önemli zaman dilimleri olmuştur. Bu sırada ana dilde ibadet konusunda yaşanan dikkat çekici bir gelişmede “Dini Islahat Beyannamesinin” yayınlanması olmuştur. Şerafettin Yaltkaya’nın da içlerinde yer aldığı Darü’l-fünun İlahiyat Fakültesi’ndeki hocaların bazıları tarafından hazırlanan manifesto niteliğindeki belge, bir şekilde Türk basınına sızdırılmıştır. Atatürk, beyannamenin hazırlanış zamanını yanlış bulduğu gibi kapsamının da abartıldığını düşünmüştür. İçeriğinde ayetlerin namazda Türkçe karşılıkları ile okunmasına da yer ayıran dini ıslah beyannamesi geniş kitleler tarafından pek de tasvip edilmemiştir. Dini ıslah beyannamesi şu maddelerden oluşmuştur:
1. Demokrasi sahasında tecelli eden muazzam Türk İnkılâbı, lisani, ahlaki, hukuki, iktisadi bütün içtimai müesseseleriyle başlıca iki manzara gösteriyor. Birincisi bütün içtimai müesseselerin amelileşmesi. İkincisi, Bütün içtimai müesseselerin millileşmesi. Binaenaleyh cemiyetimizin hayatında ilme ve malukata ait olan bütün mevzular aklın ve ilmin salahiyati ile idare edildiği gibi milli hayata ait olan bütün faaliyetlerde infiradçılıktan kurtulmakta ve mili tesanüde dâhil olmaktadır. Türk inkılabı lisanda, ahlakta, hukukta, iktisatta, sanatta yaptığı bütün tahavvüllerin mebdeini ilmin makuliyetinden ve milli hayatının feyzinden almıştır.
2. Din de içtimai bir müessesedir Diğer içtimai müesseseler gibi hayatın zarururetlerine katlanmak, tekâmülün seyrini kovalama mecburiyetindedir. Bu tekâmül gerçi dinimizin tabiat-ı esasiye haricinde olmayacaktır. Fakat bununla dinimizin ilmi, iktisadi ve bedii emirleri her ne olursa olsun bütün eski şekillere ve eski örflere merbut ve tekâmül kudretinden mahrum kalacağını düşünmek hatadır. Binaenaleyh Türk demokrasisinde din de muhtaç olduğu inkişafı ve hayatiyeti göstermelidir.
3. Böyle bir ıslahat imkânı mevcut olmakla beraber bunu sırrilerin la-akli ve fevri olan tesirlerinden beklemek bugün cemiyetin şartlarına göre bir imkânsızlıktır. Dini hayat da ahlaki ve iktisadi hayat gibi ancak ilmi tefekkürler ilmi usullerle bast ve ıslah edilmelidir ki diğer müesseselerle hemahenk bir surette hususi ve şahsi feyzini verebilsin. Bu ıslahat için encümenimizin tasavvur ettiği tedbirler şunlardır:
4. Evvela ibadetin şeklinde: Mabetlerimiz temiz, muntazam, kabil-i iskân bir hale getirilmelidir. Mabetlerde sıralar elbiselikler tesis edilmeli ve temiz ayakkabılarla mabetlere girilmesi terviç edilmelidir. Bu dini ıslahatın, ibadete ait olan sıhhi şartıdır. Saniyen ibadetin dilinde: İbadet lisanı Türkçe olmalıdır. Ayetlerin, duaların, hutbelerin Türkçe şekilleri kabul ve istimal edilmelidir. Bunlar yalnız hafızanın sermayesi olarak değil mektub ve muharrer olarak dahi istimal edilebilmelidir ve mabetlerde bu esasta teşkilat yapılmalıdır.
Salisen ibadetin sıfatında: İbadetlerin son derece bedii, müheyyic, deruni bir şekilde yapılması temin edilmelidir. Bunun için usul dairesinde tağanniye müstait müezzinler, imamlar yetiştirmek lazımdır. Ayrıca mabetlerde musiki aletlerinin kabulu dahi lüzum gelir. Mabetlerde ilahi mahiyetinde asri ve enstrumantal musikiye kat’i ihtiyaç vardır.
Rabian ibadetin fikriyatında: Hutbelerin matbu şekilleri kâfi değildir. Hitabet kıraatten ayrı bir şeydir. Hutbelerde mühim olan mahiyet doğrudan doğruya ilmi yahut iktisadi fikirler değil, doğrudan doğruya dini olan kıymetler ve muakelelerdir.
Bunu verebilecek insanlar hitabete muktedir din feylosoflarıdır. Bu mertebede hatiplerimiz İlahiyat Fakültesi vasıtasıyla kâfi miktarda yetişinceye kadar hariçte mevcut olan din mütefekkirlerinden ve din feylosoflarından istifade etmek lazımdır. Bunlar haricinde yapılacak hizmet din edebiyatının ve din felsefesinin tesisidir. Bu maksadı eski şekil ile doğrudan doğruya tasavvuf temin edemez. Asıl mühim olan şey ne Kur’an-ı Kerim’in Türkçesi ne de bu Türkçesinin tasnif ve tensik edilmiş şeklidir. Mühim olan şey Kur’anın ve İslam dininin beşeri ve mutlak mahiyetini gösteren felsefi bir rü’yettir. Şimdiye kadar bu yapılamamıştır. Kur’an-ı Kerim’in bu gözle görülüp kuvvani bir zekâ ile anlaşılmadıkça akl-ı mahz ve mantık-ı mücerret ile anlaşılmaz. Bütün ıslahatın tahakkuku için ilmi bir merkez tarafından vücuda getirilecek olan tatbikat projesinin ihzarı lazım gelir. Bu ilim merkezi İlahiyat Fakültesi’dir. Türk inkılabı bu fakülteyi vücuda getirmekle bu ihtiyacı tesbit etmiş oluyor. Fakültemiz üç senelik ilmi tedrise tecrübeleri neticesinde Türk cemiyeti için hayırlı ve şerefli olacağına kani bulunduğu bu ıslahat kanaatına vasıl olmuştur112.
Dini ıslah beyannamesi yayınlandıktan kısa süre sonra sahipleneninin pek olmadığı bir belgeye dönüşmüştür. İsmail Hakkı Baltacıoğlu ve Fuat Köprülü dışında beyannameye iradesiyle imza attığını söyleyen kimse çıkmamıştır. Devrimler karşısında her zaman destek veren bir tutum takınsa da Yaltkaya, yaşamının sonuna kadar dini ıslah beyannamesi ile ilgili konuşmamayı tercih etmiştir. Yaltkaya, Diyanet İşleri Başkanı görevinde bulunurken müşavere heyeti azalığına atadığı Yusuf Ziya Yörükan, 1947’de kendisiyle dini ıslah beyannamesi hakkında yapılan bir röportajda şu ifadeleri kullanmıştır:
“Bu hususta bir şey söyleyemem. Bu suali Fuad Köprülü ile İsmail Hakkı Baltacıoğlu’na tevcih etmeniz doğru olur. Yalnız şunu söyleyebilirim ki, İzmirli İsmail Hakkı, Halil Halid, Halil Nimetullah, Mehmed Ali Ayni, Şerafeddin, Hüseyin Avni Beylerin ve benim müsveddeden haberimiz bile olmadığına emin olabilirsiniz”.113
Ana dilde ibadet çalışmalarının en sönük halkasını teşkil eden Türkçe namaza dair III. Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki önemli bir girişimde bulunmuştur. Ahmet Hamdi Akseki “Namaz Surelerinin Türkçe Tercüme ve Tefsiri” isimli bir eser yayınlamıştır114. Bugün dahi itibar gören bu eserin basımı zamanla Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yapılmıştır. Ahmet Hamdi Akseki’nin eseri kadar rağbet görmeseler de benzer iki çalışmaya Atatürk’ün sağlığında da rastlanmıştır. Din görevlileri olan Ahmet Nuri ve Mehmet Şakir Beyler 1934 yılında bazı namaz surelerinin Türkçe karşılıkları ile ilgili iki kitap kaleme almışlardır115. Türkiye’de 1940’lı yıllarda başta Ayet-el Kürsi ve Fatiha olmak üzere namaz surelerinin Türkçe anlamlarına yönelik kitaplar yazılmaya devam edilmiştir. Besim Atalay’ın başını çektiği kimi aydınlar 1940’lı yılların ikinci yarısında, namaz dilinin millileştirilmesi sorunsalını basın aracılığıyla gündeme taşımışlardır116. Bu konuda öne çıkan yayın organlarından biri de “dini hürmetkârlık” ile Kemalist milliyetçilik arasında gel gitler yaşamış Çınaraltı Dergisi olmuştur. Derginin 1940’lı yılların ikinci yarısında yayınlanmış sayılarında ibadet dilinin millileştirilmesi ile ilgili birçok makale yayınlanmıştır117.
Tek parti döneminde Müslümanlar dışında Türkiye’de yaşayan Hıristiyan ve Museviler de ibadetlerinde Türkçe’yi kullanmaya başlamışlardır118. Ancak bu uygulamalar günün koşullarından kaynaklanan geçici nitelikteki etkinlikler olmuştur.
Türkçe namaz konusunda Cumhuriyet’in ilk yıllarında tarihin hiçbir döneminde yapılmadığı kadar girişimde bulunulsa da somut bir neticeye ulaşıldığını söylemek mümkün değildir. Kamuoyunun bu konuyu hiçbir zaman kabul eder bir tavır takınmaması, meselenin pratiğe dökülmesinde bazı zorlukların bulunması ve çoğu din görevlisinin gelişmeler karşısında suskun kalışı devrimci kadroların Türkçe namazla ilgili beklediği sonucu alamamalarına yol açmıştır.
İlk Diyanet İşleri Başkanlarının Türkçe İbadet Konusundaki Fikirleri ve Çalışmaları
Ülkemizde ana dilde ibadet ya da din dilinin millileştirilip sadeleştirilmesi tartışmaları II. Meşrutiyet Dönemi’nden başlayarak yoğunluk kazanmıştır. Şerafettin Yaltkaya da bu tartışmalara II. Meşrutiyet Dönemi’nde dâhil olmuştur. Yaltkaya, ana dilde ibadet tartışmaları esnasında fikirlerine müracaat edilen din bilginlerinin başında gelenlerindendir. II. Meşrutiyet Dönemi’nde aydınlar Cumhuriyet Dönemi’nde ise devlet adamları Yaltkaya’nın konuya dair düşüncelerinden istifade etmişlerdir. Yaltkaya, bu konuda önemli olanın Allah’a ibadet etmek olduğunu ve İslamiyet’te ibadetin tek bir dile hapsedilmeyeceğini ileri sürmüştür. O’na göre, İslamiyet lisana değil mana ve niyete önem vermiştir.
Yaltkaya ana dilde ibadet tartışmalarına ilk olarak küçük çaplı tefsir ya da meal çalışmalarıyla katılmıştır. İslam âlimi Fahr-i Razi ve O’nun tefsiri hakkındaki görüşlerini dile getirmiştir. Yaltkaya, Fahr-i Razi’yi Kur’an-ı Kerim’e dair Türkçe meal ve tefsir çalışmalarının önderliğini yapan eşsiz bir bilgin olarak tanımlamıştır119. Fahr-i Razi ve Kopernik’in uygarlık geliştikçe Kur’an-ı Kerim’in büyüklüğünün anlaşılacağına dair düşüncelerini desteklemiştir. Bu yüzden Yaltkaya, bilim ve teknolojinin daha da üstün bir gelişme göstermeden Kur’an-ı Kerim’in tefsirinin hakkıyla yazılamayacağını ileri sürmüştür120. Türkçe Kur’an çalışmalarında Fahr-i Razi’nin izlediği yöntemi ise şu sözlerle dile getirmiştir:
“Fahr-i Razi allamesinin yaptığı Kur’an tefsirinin kıymeti beşeriyeti medeniye tekâmül ettikçe, fen ulûmları geliştikçe anlaşılacaktır. Şems düzeneği keşif edildikçe Kur’an’da yer alan şemsiye ayetleri daha bir değer bulmuştur”.121
Yaltkaya, II. Meşrutiyet Dönemi’nde namaz surelerinin mealine dair çeşitli yazılar kaleme almıştır. İbn Sina’nın İhlâs Suresine dair Arapça yazılarını Türkçe’ye tercüme ettiği çalışmanın giriş ve sonuç bölümlerinde, ana dilde ibadete dair fikirlerini Cumhuriyet’in ilanından 13 yıl önce hiçbir çekince göstermeden dile getirmiştir. Yaltkaya, Kur’an-ı Kerim’in mutlak tefsirinin mümkün olmadığını, İbn Sina gibi bir bilginin dahi yaptığı tefsirin uygarlığın gelişmesiyle geçerliliğini yitirebileceğini ve her asırda yeni meal ya da tefsir yazmanın gerekebileceğini ifade etmiştir:
“Yunanistan usul-ı felsefeyesinin me’haz ve menşeini tahkik etmeyeceğiniz lakin maat-teessüf şunu söylemek isteriz ki, bugün bile ilm-i tefsir ilm-i tevhit celail-i ulumu İslamiyedeki şezerat felsefeye Yunanlılardan tevarüs edilmiş olan an’anat-ı bi manadır. Bin seneden beri asla ıslah edilmeyen kitaplarımız zekâmızın hala nazariyat-ı kadime içinde boğup mevte mahkûm etmektedir. Asr-ı hazır medeniyetin müesser irfanından olan ilmin amele tatbiki yani söze hayat vermek şarkta pek az nazar-ı itibara alınmış, daha doğrusu mahiyet-i amel hakkıyla takdir olunmamıştır. İşte bu nazariyatın bizde en ileri müessislerinden olan İbn-i Sina’da bir padişahın pek çok kitabı nefise ve nadire-yi havi olan kütüphanesinde her gün doya doya mütalaaya muvaffakiyet bahtiyarlığa nail olmağla günden güne malumatı tevsi ediyor. Tevsi ettikçe büyük bir iştiyakla çalışıyordu. Öyle ki, bu bahtiyarlıktan uzak kalan şehir Fergana’yı dahi artık geçiyordu. Fakat amel ile tetviç olunmayan bu mutalaat-ı nazariye asıl maksadı temin ediyor muydu? Heyhat!
Yalnız kendisinden bin sene evvel yetişmiş olan Yunan feylesoflarına hayrul halef yapıyordu. Mamafih biz bugün bu nazariyat vadilerinde racil olduğumuzu görmemek küstahlığında bulunmuyoruz. Şarkta olduğu kadar garp Darülfünunlarında da külliyatı senelerce ittihaz olunan feylesofumuz İbn-i Sina’nın tahrir eylemiş olduğu resailden (tefsiri sure-i İhlâs) nam eserini tasrifat-ı lazıma ile lisanımıza tercüme ediyorum. Ta ki ebnay-ı lisanımızca da, bu büyük zekâ, sure-i şerife-i mezkurenin ilhamat-ı kutsiyesi anlaşılsın. Şunu da ilave etmek isterim ki, felsefe daima tebdil muharrik edebilir. Her şeyde bir ledünniyet aramak mümkün olduğundan bir taşın sükûtundan bile bir destur çıkarılır. Belki kâinatta her hadise bir nispet-i dâhilinde vuku bulmakta olduğundan beşeriyeti edvar tekâmülünde bu kavanin-i tabiyeden her hangisine atf-ı ehemmiyet ederse felsefede o noktadan takip olunur. Dehayı beşeriyetin icramı semaviyeye tekvinatı arziyenin natm ve müessiri olmak sıfatını atf ettiği zamanlarda ve mabetteki mezhabın şeklini gaipten vuku bulan ihbarata tevfik için hendese mesailinin en muğlâklıklarıyla uğraşanlar o vaktin feylesoflarıydı… Kadim ve ezeli olan kelam-ı ezeli ve vahyi semadanidir. Hakikati Kur’aniye her zaman sabit ve muallâ kalacaktır. Ancak büyük feylesofumuzun yazmış olduğu sure-i celile-i ihlâsın bizim için büyük bir kıymeti vardır”.122
Yaltkaya, ana dilde ibadet tartışmalarına Balkan Savaşları’ndan sonra pek katılmamıştır. Bu meselede bir süreliğine gösterdiği sükûtun temel nedeni hiç kuşkusuz Anadolu coğrafyasının art arda yaşadığı olumsuzluklar olmuştur. I. Dünya Savaşı ve Mütareke yıllarında Yaltkaya, bazı ayetlerin Türkçe tefsirini yapmıştır123. Bu çalışmalarındaki amaç olumsuz koşullarda halkı harekete geçirip moral desteği sağlamak idi. Yaltkaya, Cumhuriyet’in ilk iki yılında ise kelam ilmine dair yazılarında bazı ayetlerin Türkçe tefsirlerine yer vermiştir124. Fakat 1930’lu yıllara gelindiğinde Şerafettin Yaltkaya, Türkçe ile ibadete destek veren din bilginlerinin en başında yer almıştır. Yaltkaya, ezan ve hutbenin Türkçe okunabileceği, namazın ise Türkçe’ye çevirisi yapılmış bazı ayetlerle kılınabileceğine dair 1934’te önemli bir makale kaleme almıştır. Hikmet Bayur’un ricası üzerine Yaltkaya’nın İsmail Hakkı İzmirli ile birlikte yazdığı bu kısa makale, ancak 1958’de iki müellifin ölümünden sonra yayımlanmıştır. Hikmet Bayur, ana dilde ibadet tartışmalarının tekrar başlamasıyla gördüğü lüzum üzerine Yaltkaya ve İsmail Hakkı İzmirli’nin makalesini Belleten Dergisi’nde Türk okuyucusuyla buluşturmuştur.
Yaltkaya ve İsmail Hakkı İzmirli’nin ortak çalışmalarında, hem ezanın Türkçe okunmasında hem de namazın Türkçe lisanla kılınmasında dinsel anlamda bir sakıncanın bulunmadığı şu şekilde dile getirilmiştir:
“Namazın başlangıcında dahi İmam Ebu Hanife’ye göre Arapçadan başka her hangi bir dille Allah zikredilerek mesela (Tanrı Uludur…) demek caiz olur. Çünkü Ala Suresinin 15. Ayetinde (Rabbinin adını anar anmaz namaza durdu) ayetiyle sabit olduğu vech üzere namazın başlangıcından maksut olan, Tanrı’nın anılmasıdır. Bunun ise hiçbir dile ihtisası yoktur. Tanrı’yı her hangi bir dil ile anmak diğer bir dil ile anmaya müsavidir. İmamı Azam’ın şakirdlerinden Hasan bin Ziyad’dan rivayete göre, Acemce ezan okunduğu takdirde halk ezan okunduğunu anlayacak olursa bu caizdir, anlamayacak olursa caiz değildir. Çünkü ezandan maksat namaz vaktinin gelmiş olduğunu halka bildirmektir”.125
Şerafettin Yaltkaya ve İsmail Hakkı İzmirli ortak çalışmalarında, Kur’an-ı Kerim tek bir lisana indirgenerek okunmasının bazı problemlerin ortaya çıkmasına neden olacağını ileri sürmüşlerdir. Bu düşünceden hareketle namazda surelerin Türkçe okunmasında ve hutbelerin halka Türkçe duyurulmasında İmam-ı Şafi dışında hiçbir İslam ulemasının aleyhte fetva vermediğini belirtmişlerdir:
“Kur’an önden gelip geçen Peygamberlerin kitaplarında Arabî değildi. Kesilen bir hayvanın kesildiği esnada çekilen besmele her hangi bir dille çekilmesi icma ile caiz olduğu gibi; namazda dahi her hangi bir dil ile olursa olsun Kur’anı kıraat caiz olmuş olur. Ebu Bekir Razi’ye göre Kur’anı bir dilden başka bir dile naklolunmak Kur’anı Kur’an olmaktan çıkarmaz. Yalnızca İmamı Şafiye göre Kur’anı namazda Arapça dışında başka bir lisan ile okumak caiz değildir. Bu konuda Hanefi imamları arasında bir ihtilaf söz konusu değildir. Netice: İmamı Azama göre Arapçadan başka her hangi bir dil ile namazın başlangıcında Tanrı’yı anmak namazın içinde Kur’anı ve kaidelerde teşehhütleri okumak ve Cuma günleri hutbe irat etmek caiz olur”.126
İslam Tarihi’nde yaşanmış birçok olay hakkında bilgi sahibi olan Yaltkaya ve İsmail Hakkı İzmirli ana dilde ibadetin caiz olduğuna dair geçmişte yaşanmış bazı uygulamaları da referans olarak kabul etmişlerdir. Yaltkaya ve İsmail Hakkı İzmirli, Kur’an-ı Kerim’in Arapça dışında başka bir dille okunabileceğine dair İran Tarihi’nde yaşanmış bir olaydan söz etmişlerdir:
“İranlılar Selman’dan sonra Kur’anın birinci suresi olan Fatiha’yı Acemce yazıp kendilerine göndermelerini istemişler. Selman’da bu sureyi Acemce yazıp kendilerine gödermiş ve bunlar dilleri Arapça’ya yatıncaya kadar Fatiha’yı Acemce okumuşlardır. İşte Ebu Hanife namazda Kur’an’ın Arapça’dan başka bie dil ile okunmasının caiz olduğunu bununla istidlal etmiştir”.127
Yaltkaya, Diyanet İşleri Başkanlığı görevi esnasında ana dilde ibadet projesinin özellikle Türkçe hutbe ayağına büyük destek vermiştir. Yaltkaya, başkanlığı döneminde yayınlanan ilk kitabında, kendi dönemine kadar Türkçe hutbe ile ilgili yapılanları yeterli bulmayarak, imam hatipleri kılavuzluk etmesi amacıyla bir eser ortaya koyduğunu ileri sürmüştür:
“Cuma günleri hatipler tarafından okunmak üzere Reisliğimiz ilk def’a 1927’de Türkçe bir hutbe mecmuası neşretmiş ve bunu 1936’da (Yeni Hutbelerim) adlı ikinci bir hutbe mecmuası takip eylemişti. Bunun gibi vaizlerimize kılavuzluk etmek üzere bir va’z mecmuası yazılmış lüzumu hissedilmiş olmakla bu ihtiyacı karşılamak için yazılmış olan Va’azlar’ın ilk kısmı bu isimle neşrolunmuştur. Va’azlar her şeyden önce bir program bir kılavuzdur”.128
Yaltkaya Diyanet İşleri Başkanlığı döneminde, Cumhuriyet Tarihi’nde o zamana kadar basılmış en hacimli Türkçe hutbe kitabını kaleme almıştır. Eserin içinde yer alan 76 hutbenin hepsi Yaltkaya’nın kendi kaleminden çıkmıştır. Yaltkaya’ya göre hutbeden asıl gaye lisan değil halkın anladığı dille irşad edilmesidir129.Yaltkaya, Cuma ya da bayram hutbelerinde hatibin minberden inmeden önce sadece “İnnellahe ye’mürü bil adli vel ihsani…” ayetini Arapça okumasını yeterli bulmuştur. Hutbenin diğer kısımlarının Türkçe olarak okunmasında dinen bir mani olmadığını belirtmişir.
Şerafettin Yaltkaya’nın Diyanet İşleri Başkanlığı döneminde, İsmet İnönü namazın Türkçe eda edilmesi maksadıyla O’ndan bir çalışma yapmasını istemiştir130. Yaltkaya, kırk altı fazla namaz ayetinin Türkçe mealine dair kapsamlı bir çalışma gerçekleştirmiştir. Yaltkaya’nın bu çalışmasına şahit olan Mustafa Asım Köksal, o yıllarda Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde memuriyet vazifesini yürütmekte idi. Mustafa Asım Köksal, şifahi hatıratında Yaltkaya’nın kişiliği ve O’nun ana dilde ibadete bakışından şu sözlerle bahsetmiştir:
“M. Şerafettin Yaltkaya’nın akidesi sağlam, Peygamberimize bağlılığı çok kuvvetli idi. Peygamberimizi salât ü selamsız, ashabını da diline almazdı. Hastalığının müsaadesizliğine rağmen son günlerine kadar namazını bırakmamıştır. Bazen güzel ve hikmetli bir söz söyler veya orijinal fikir beyan eder, sonra: Bu sadece kırk yıl kitabında yazar başka bir yerde bulunmaz derdi. Bu sözüyle de şunu demek isterdi: Benim gibi kırk yıl sürekli okuya okuya insanda hikmetli ve parlak düşünceler meydana gelir. Bunları hiçbir kitapta aynen bulmak mümkün değildir, ancak kırk yıl okuyuşun muhassalasıdır. Şerafettin Yaltkaya, İzmirli İsmail Hakkı ile birlikte, Kur’anın tercümesiyle birlikte namaz kılmaya fetva vermişlerdir. Kendisi bu işte kullanılmak üzere tercüme ettiği 46 kadar kısa sureyi de daktilo ettirme vazifesini şahsıma yaptırırdı. Yaltkaya bir gün yanımdan geçerken, Asım Bey, bu tercüme işi hayırlı ise ne ala, Ama şayet vebali varsa ikimizde yandık buyurdu. Efendim ben sadece daktilo ediyorum deyince gülüp yoluna devam etti. Konuyla fetvaya dair bir gün yaptığımız bir sohbette, kendisinin Kur’an tercümesiyle namaz kılmadığını, şahsi bakımdan Türkçe ibadete kail olmadığını, bu fetvayı veriş sebebinin ileride, nesillerin Kur’anı unutmamalarını ve tercümesi ile olsun onunla alakalarının devamlılığını sağlamak olduğunu ifade etmiştir”.131
Yaltkaya’nın Mustafa Asım Köksal’a daktilo ile yazdırdığı 46 namaz ayetinin Türkçe karşılıkları İsmet İnönü tarafından pek beğenilmemiştir. Tefsiri yapılan bu ayetler bir daha gündeme getirilmediği gibi akibetinin ne olduğu hakkında da kesin bir bilgi mevcut değildir132. Ancak Cumhurbaşkanı tarafından böylesine hassas bir konuda görevlendirilmesi Yaltkaya’nın fikirlerine müracaat edilen bir aydın olduğunu göstermesi açısından önemlidir.
Ana dilde ibadet projesinin Cumhuriyet Dönemi’nde en büyük mimarı ve uygulayacısı Atatürk’tür. İsmet İnönü çok zorlu bir dönemde Cumhurbaşkanlığı yapsa da devrimlere bağlı kalarak ana dilde ibadet çalışmalarını sürdürmüştür. Şerafettin Yaltkaya, II. Meşrutiyet Dönemi’nden başlayarak kaleme aldığı yazılarında Türkçe ibadete destekçi olmuştur. Yaltkaya’nın bu tutumu Mütareke yıllarında ve Atatürk Dönemi’nde de devam etmiştir. Fakat Yaltkaya’nın ana dilde ibadet çalışmalarına en fazla destekçi olduğu zaman Diyanet İşleri Başkanı yaptığı yıllardır. Atatürk’ten sonraki dönemde ana dilde ibadet çalışmalarının yürütülmesine konumu itibarıyla en çok sahip çıkan din adamı Yaltkaya olmuştur. Yaltkaya’nın Diyanet İşleri Başkanı sıfatıyla Türkçe ibadet çalışmalarını desteklemesi İsmet İnönü’nün bu alanda işini kolaylaştırmıştır.
Yaltkaya, Türkçe ibadete iki açıdan yaklaşmıştır. İlk olarak Kur’an-ı Kerim her şeyden önce lafz değil manadır ve ayetlerinin okunması bir lisan ile kısıtlanamaz. Arapça dışında başka bir dille Kur’an-ı Kerim’i okumak anlam kaymasına yol açmamaktadır. İslamiyet’in yüsr (kolaylık) prensibinden hareketle herkes lisanıyla Kur’an-ı Kerim ayetlerini okuyabilir. Bu birinci yaklaşım dışında Yaltkaya, ikinci olarak ana dilde ibadet meselesini dil devriminin doğal neticesi gören bir tutum sergilemiştir. Bu düşünceden hareketle yazılarında dini kelimelerin Arapça karşılıkları yerine Türkçelerini kullanmıştır. Dini birikimi ve Arapça’ya olan hâkimiyetine rağmen baştan sona bir Kur’an-ı Kerim meali ya da tefsiri yazmamıştır. Sadece bir takım ayet ve surelerin anlamları ile ilgili çalışmalarda bulunmuştur. Fakat Tek parti döneminde, yazdığı kitaplar sayesinde Türkçe’ye en fazla hutbe kazandıran din adamı hüviyetini elde etmiştir.
Dostları ilə paylaş: |