LEFKOŞA AHiLERi
Mehmet Yaşın'ın da belirttiği gibi, 16. yy'da Kıbrıs'ta göçürülmüş olan Türkler'in büyük bir çoğunluğu, Ahiler'dir. 1773'te Lefkoşa'da yaşayan 4 bin Türk nüfusun hemen hepsi, Ahi'dirler. Osmanlı toplum yapısı içinde, bunun başka türlü olmasına, olanak yok. Zira, Şehir yaşamı, esnaf ve zenaat ı olmadan düşünülemez.
Ahi Revan ye gelince, hem Yaşın, hem ayni konuyu ele ş olan Suat Bergil ve hem de bu satırların yazarı, aslında böyle bir zat bulunmadığı, Ahi Evran adının,, Evren ve Revan'a dönüşmüş bir modifikasionu ile karşı karşıya bulunulduğunu düşünmektedirler. Ahi Revan diye, tarikatın bütün şeyhlerine seslenilmektedir. Bunun en güzel kanıtı, ölüm tarihi kuşkulu olan, Millet Bahçesi'nde gömülmüş Ahi Revan Dede'nin, adadaki tek Ahi Revan Dede olmayışıdır. Gönyeli'de, Tahir Yeşilada'nın evinin bahçesinde, ikinci bir Ahi Revan Dede türbesi bulunmaktadır.
Demek ki bu isim, Ahi Evran'dan galat, adadaki Ahi dedelerinin makamına verilen bir ortak ünvandır.
TEK DEĞiL Ki
Bu saptama, ortaya bir başka gerçeğin çıkmasına neden olur:
Kırşehir'deki asıl Ahi Evran postunda oturan tarikat şeyhi, manevi önder olarak, Anadolu, Bulgaristan, Rumeli ve Bosna'ya birer Ahi Baba tayin ederek, oralardaki Ahiler'in bir elden yönetilmesini sağlardı. Buralar, bilindiği gibi, bugün bile Bektaşilik merkezleridirler. Bu bilgi, ada Ahiliğinin de Kırşehir'le ilişki içinde olduğunu kanıtlamaktadır. Zira, Kırşehir'in izni olmadan, tarikat pirinin adının kullanılması, beklenilemez. Millet Bahçesi'ndeki Ahi Revan Dede'nin, adaya ilk gelen Ahi Baba olduğu düşünülmektedir. Gönyeli'deki türbenin kitabesi ise 1924 tarihini taşır. yani Türkiye'de tarikatlarin yasaklandığı tarih... Böylece, ilk ve son Ahi babaların türbelerinin bilindiği anlaşılır. Bu, geleneğin sürekliliğini gösterir.
İki Ahi baba arasına göz atmaya kalktığımız zaman, 1862'de Kıbrıs mutasarrıfı olan Ziya Paşa'nın, Lefkoşa'da düzenlediği bir şenlikte, geçit yapan esnafın, " Revan Alayı" diye anıldığını görürüz. Biz bu bilgiyi aktaran, " Debbağlık ve basmacılık, Kıbrıs Türkleri'nin eti, kemiği mesabesinde idi. Benim ailem de bir basmacı ailesi idi" diyen, Fadıl Niyazi Korkut'tur. Ne var ki, ada Türkleri'nin kökenlerini ele aldığımız, Kıbrıslı Türkler'in Tarihi başlıklı çalışmamızda dediğimiz gibi, bektaşi / alevi gelenekler, geleneksel üretim tarzı dışına çıkıldıkça, yerini devletin yerleşik, resmi mezhebinin dayatmalarına terk ettiğinden, Korkut'un kardeşi Müsevitzade Cemal Efendi, basmacılıktan çıkıp da ilmiyye sınıfına atlamağa kalkınca, Selimiye Camii müezzini oluvermiştir. Yani koca asırlar boyunca bektaşiliği süren aile, sadece bir nesil önce mezhebini devlete uyduruvermiştir. Sınıf atlamanın başka yolu da var mıdır?
PiSKOBU'DA BiR DUA
Yine Kıbrıslı Türkler'in Tarihi'nin ilk cildine, 1974 savaşı esnasında Muharrem Amcazade'nin, Piskobu'da ninesinden duyduğu bir duayı koymuştuk:
Adım var, Allahım var
Hz. Ali, peygamberim var.
Kırk atlı, kırk Muhammet adlı,
Kilit, Cebrail bekler ya resulullah...
Açıkca bir alevi duası olan bu yakarmanın, Piskobu'da 1974'e nasıl geldiğini, o zaman çözememiş , izah etmekte zorlanmıştık. Ne var ki adı geçen köyün orta çağdan beri ticari bir merkez olması ve köydeki bir dükkanın kapısı üzerinde, 1890'da Ahi'liği sembolize eden, yılan kursları ile oniki köşeli yıldız işlenmiş olması, o günkü sorumuzun yanıtını pek güzel veriyor.
Kıyıdaki ticari bir köydeki Ahi esnaf, elbette ki kendi uğuru olan yılandan, yardım bekleyecektir. Oniki köşeli yıldız ise, alenen Oniki imam'ı sembolize etmezse, anlamı nedir?
Muharrem'in ninesi, Ahi ve alevi atalarından duyduğu duaları anımsamaktaymış meğer!
ÖMERGE CAMİİ'NDE
Piskobu'dan geri Lefkoşa'ya dönersek, Ahiler'in ünlü Peştemal Bağlama Töreni'nin Ömerge Camii'nde yapıldığını anımsayanlar olduğu gibi, babasının "Ahi eşrafından olup, lakabının da Şahmeran" yani " yılanlar padişahı" olduğunu ifade eden Gönyeli'li Sıdıka Ahmet gibi örneklerin de henüz yaşamakta olduğunu da eklemeliyiz.
Ahi geleneklerinin ortadan kalkması, bektaşilik'in unutulması, öyle görülüyor ki pek yakın bir geçmişte gerçekleşmiş...
YILANIN MARiFETi
Efendim, unutmadan: yılan sembolünün kutsanması, pek çok kültürün ortak özelliğidir. Ama Ahilik'in kurucusu Ahi Evran'ın asıl adının ( Şeyh Nasrettin bin Mahmut Hoyi ) sonundaki Hoyi eki dikkate alındığında, kendisinin Kırşehir'e Hoy'dan, yani Horasan'dan geldiği anlaşılır. Konunun meraklısı, Türkmenler'in o bölgeye 10.yy'da geldiğini, ondan önce İdil Havzasında yaşadıklarını, oraya da Kuzey Doğu Moğolistan'daki gerçek yurtlarından göçtüklerini, bilecektir. Ahi Evran'ın, Lüzinyan veya Finike uygarlıklarından çok, Çin uygarliği ile temas etmiş bir kültürden geldiği düşünülürse, onun kurduğu bir tarikatin sembolünün de yılan olması, anlaşılır. Çin'de bilindiği gibi, yılan / ejderha'nın kutsanması, günümüzde de devam ediyor. Gönyelili Şahmaran ya da Piskobu'daki dükkan süsü nereden geliyor, baksanıza!
Not: Bu yazı, Suat Bergil Doğu Akdenizde Bir Uygarlık Adası ve M. Yaşın, Eski Kıbrıs Şiiri Antolojisi isimli eserlerden yararlanılarak yazıldı
Kıbrıs Eyaleti
Bir Değişim Döneminin
Anatomisi
Hiç bilmediğiniz bir konuda Doktora Alabilirmişsiniz!
DAÜ öğretim görevlilerinden, Yardımcı Doçent Doktor Nuri Çevikel, Hacettepe Üniversitesi Tarih Bölümü’ne sunulmuş ve kabul de edilmiş doktora tezini, üniversite yayınları arasında, kitap olarak yayınlatmış. Gerek tarih felsefesi, gerek tarih bilgisi, gerek bilimsel etik ve gerekse de sosyal bilimler bilgisi alanında pekçok yanlış içeren bu çalışma, yazarının ilginç tavrı olmasaydı, bir bilim heveslisinin, eksik kalmış bir denemesi olmaktan öte bir değer, taşımayacaktı. Okur, doktora sahibi adama “hevesli” dememizi yadırgamasın biz tarih konusunda, I.Meşrutiyet’in ilanına dair bulduğu bir belgeyi, “Osmanlı’nın kesin kuruluş belgesini buldum” diye yayınlayan profesörler de gürdük.Ne var ki, yazar, Kıbrıs Türk Tarih yazıcılığını kendi ile başlatmaya kadar giden, gerçek bilim adamlarının ancak gülebileceği bir tavır içinde olduğu ve kendine bir de üniversite kürsüsü uydurduğu için, eksik çalışmasındaki yanlışlara dikkati çekmek gelecekte “bilim adamı” olarak ortaya çıkmaya hevesleneceklere, yol gösterici olması açısından, önem kazanmaktadır.
Yrd.Doç. Dr. Nuri Çevikel’in, büyük yanlışlar içeren çalışmasındaki havasından, “ben akademik karier sahibiyim, sen de kim oluyorsun?” diye yanıt vermesi olasılığının hiç de azımsanamayacak bir seçenek olduğunu düşünerek, önce kendi akademik seviyemi belirlemeyi, gerekli görüyorum. Tıp fakültelerinin ilk üç yılı, lisans eğitimi verir. İkinci üç yıl ise yüksek lisanstır. Yani Master... Tıp’ta uzmanlık ise akademik olarak, Doktora’dır... Yani, bir Uzman hekim olarak akademik düzeyim, Yrd. Doç. Dr. Nuri Çevikel ile eşittir . Bilimsel disiplin, araştırma yöntemleri ve bilim namusu konusunda, hazretten öğreneceğim birşey yok!
Kıbrıs Eyaleti- Bir Dönemin Anatomisi adı verilen kitaptaki yanlışları ele almadan önce, yazarın “ Kıbrıs Tarihi yazıcılığı ben ve DAÜ- KAM’nin çıkardığı bir dergide yazanlar ve birkaç da Türkiyeli üniversite asistanının çalışmaları ile başladı” anlamına gelip, kitabında ha bire tekrarladığı bir iddiaya, o düzeyde yanıt vermek gerekmektedir. Yanıt şu:
Cambridge Üniversitesi’nde Tarih derslerine giren ünlü İngiliz Tarihçi Edward Hallet Carr, “ Tarih nedir gibi bir konuya el attığım zaman, fazlaca küstah görünmekten korkarım ” der... (E.H. Carr, Tarih Nedir s.13, İletişim Yayınları 1996) Henüz, sadece kendi çıkardığı bir dergide makale yayınlayabilen bir genç heveslinin, elbette Carr düzeyinde olmasını bekleyemeyiz.
BİR DÖNEMİN ANATOMİSİ (Patolojik)
1750 ile 1800 yılları arasındaki Kıbrıs’ı incelediği doktora tezinde, Dr. Nuri Çevikel konuya girmeden önce, kendinden evvelki Kıbrıs Tarihi yazarlarını tanıtıyor. Bu bölümde, Kıbrıs Tarihi yazarları, dörde ayrılıyor. Vehbi Zeki, Halil F. Alasya, Ahmet Gazioğlu ilk türü oluşturuyor. Bunlar, gelenekçi imiş... İkinci grup, Dr. Ahmet An, Haşmet Gürkan ve Bener Hakkı Hakeri . Bunlar da solcu ve Rumcu imişler. (s.xxxvi) Bendeniz, türünün tek örneği olan bir garip mahluk imişim...Üçüncü grup da, tek başıma ben oluyorum! Efendim ben de solcu olmakla beraber, Türk olduğumu inkar etmiyormuşum!(Demek ki solcular Türk olmamalı!) Ve nihayet son tür, yazarın kendisi ve DAÜ- KAM dergisinde yazan akademisyenlermiş ki; işte bunlar gerçek tarihçilermiş! Zaten bunlardan başkasının yazması da abesmiş! Cambridge’in tarih hocalarından Carr’ı anımsatıp, bu genç bilim heveslisini uyarsak mı? Herhalde bizim aklımızın kestiğini yazmaktan, daha doğru olur...
Diğer tarih yazarlarının kendileri hakkındaki değerlendirmeleri nasıl yorumlayacakları, kendilerinin bileceği iş... Ne var ki, biz önce kendimiz hakkında yazılanları yanıtlamak görevi ile karşı karşıyayız. Yrd. Doç. Dr. Nuri Çevikel, benim yayınlanmış beş adet tarih kitabımdan, yalnız birini okumuş ama genel tarih görüşüm hakında fetva verme yetkisini kendinde buluyor. Kitabının (xl) sayfasında, bizim zaten kendimizi “amatör” ve “ideolojik” diye tanımladığımızı belirterek, bilimsel olmadığımızı kanıtladığını sanan Çevikel biraderimiz, ideolojinin dünya, yaşam ve evrene dair genel bir düşünce ve yönteme sahip olup, buna uygun yaşamak demek olduğunu bilmediğinden, Marxizm propagandası yaptığımızı sanıyor ve kandisinin “ideolojisiz” olmakla, objektif olduğunu ima ediyor. Bir sosyal bilimcinin, felsefe hakkında bu kadar cahil olması bir yana, dünya, evren ve yaşama dair sistematik bir görüş ve tavır sahibi olmamakla övünebilmesi, yani “benim bu konularda kendime ait sistematik bir fikrim, yoktur. Fikirsizim!”diyebilmesi, herhalde sadece KKTC üniversitelerinde görülebilecek bir garabettir. Kaldı ki, üstadın kitabını sonuna kadar okuyanlar, sayın hocanın hiç de ideolojisiz olmadığını anlamakta zorlanmayacaklardır. Birşeyleri gizleyerek yazmakla, “ben marxistim” diyerek yazmak arasında değerlendirme yapmak zorunda kalanlar, acaba hangi tavrı bilimsel etiğe daha uygun bulurlar? Kaldı ki Prof. Kılıçbay’ın “yirminci yüzyılın en büyük tarihçisi” dediği Braudel, Marxist olmanın değil ama Marx’ın tarih yorumunu bilmemenin, tarihin kapısından girememek demek olduğunu, (mealen) savunur. (Braudel, Tarih Üzerine Yazılar s.123; İmge Yayınları, 1992) E.H.Carr ise, tarihte genelleme yapmanın yöntemini, Karl Marx’tan yaptığı bir alıntı ile anlatıyor.(age s.77-78) Tarih felsefesi üzerinde söyleyeceklerimizin gerisini sonraya bırakarak, ilerleyelim.
“Amatörlük” konusunu da ciddi biçimde ele almalıyız. Bilimde uzmanlığa duyduğum saygı ve Tarih Lisansı sahibi olmamam nedeniyle, malumatfuruşluk edip, herkese tepeden bakmak tavrı göstermemek için, Çevikel dostumuzun okuduğu tek kitabımda, “amatör” bir tarihçi olduğumu yazdım. Bu, bilimin amatörü olduğum anlamına gelmez zira, bilimsel bir disiplin olan Tarih’te değil; ama doğrudan bir pozitif bilim olan tıpta doktora sahibi olduğumu, yani bilimsel disiplin, etik ve kuralları hazretten çok önce bildiğimi bir daha anımsatmam, herhalde hoş karşılanır. Ben bilimsel metodolojiyi hergün elli defa uygular, verileri toplar, bunu evrensel bilgi ile yorumlar, sonucu belirler ve teşhis koyarım. Üstelik bu süreçte yanılıp yanılmadığımın, yani bilimsel metodolojiyi doğru uygulayıp uygulayamadığımın kanıtı da pozitif olarak ortadadır. Kaldı ki Yrd. Doç. Dr. Nuri Çevikel’e sormak gerekir: Tanıdığı önemli tarihçilerden, kaç tanesi tarih lisans çıkışlıdır? O çok önemseyip, ha bire alıntı yaptığı Ömer Lütfü Barkan, önce felsefe sonra da hukuk çıkışlıdır, ama çok önemli bir tarihçi olup, lisede felsefe öğretmenliği yaparken, 1937’de doğrudan Tarih Doçentliği’ne atanmıştır.. Zeki Velidi Togan, Kazan Kasımıye Medresesi mezunudur. Fuat Köprülü, İstanbul Üniversitesi Tarih Bölümü’nde lisans eğitimini yarım bırakıp gitmiş ve daha sonra, oraya bölüm başkanı Profesör olarak dönmüştür. Üstadın bazı eserlerine baktığı anlaşılan Mustafa Akdağ, gerçi tarih lisansı almıştır ama doktorası “edebiyat” üzerinedir. Kapsamlı bir Türk Tarihi yazarı olup, çeşitli Avrupa üniversitelerinde konu hakkında yetkin kabul edilen Dr. Rıza Nur, meslektaşımdır. Prof. Faruk Sümer, tarih profesörüdür ama asıl mesleği, subaylıktır. İst. Üniv.’de benim dönemimin İnkilap Tarihi hocası Prof. Sadi Irmak, tıp doktorudur. Çağdaş tarihçilerimizden Doğan Avcıoğlu, sosyoloji doçenti idi... Prof. İlber Ortaylı, önce mülkiye, sonra da tarih okumuştur. Prof. Mete Tunçay, Prof. Taner Timur, Prof. Sina Akşin, Prof.Şükrü Sina Gürel, Prof. Hasan Köni mülkiye mezunudurlar, ama tarih profesörüdürler. İsmail Cem uluslararası ilişkiler, Halil Berktay iktisad, Prof. Çetin Yetkin hukuk, Stefanos Yerasimos ise mimarlık mezunudurlar. Tarih lisansları yoktur ama ülkenin en ciddi tarihçileridirler.
Zira bir tek bilimsel yöntem vardır. Önemli olan, bilimsel etik ve kurallara uyulmuş olmasıdır.Bundan dolayı pek çok tarihçi, tarih lisansından değil, başka disiplinlerden gelmedir. Ve zira yine Carr’ın fikrine göre artık bilimsel yasalar, mutlak doğrunun kurallarını değil, gerçeğe doğru yapılacak tartışma ve yorumun çerçevesini çizmeye yararlar. Bu da o kuralları ve yeterli bilgiyi öğrenmekle mümkün olur.
Bunun sırrının ne olduğunu, yani neden tarih lisansı mezunları arasından, arasıra iyi tarihçi çıktığını, yine Braudel şöyle açıklıyor:” Tarihçi artık iktisadçı, sosyolog, antropolog, nüfus bilimci, psikolog, dilci v.b. olmak istemiş ve olmuştur.” (Braudel age s.111) Çünkü, günümüzün tarih yazımı ne olayların ne de belgelerin deşifre edilip ard arda dizilmesi değildir. Carr, belge tarihçiliği konusunda şöyle der: “ Pozitivistler,önce olguları ortaya koyun , onlardan sonuç çıkarın der. Bu tarih görüşü, İngiltere’de Lock’dan Russel’e değin İngiliz felsefesinin başat özelliği olan ampirik gelenek ile çok iyi uyuşmaktadır... (Onlara göre)Tarih, doğrulanmış bir olgular kümesidir. Tıpkı bir balıkçının tablasındaki balıklar gibi, belgeler, yazıtlar, vb içinde olgular hazır dururlar. Tarihçi onları alır, evine götürür,pişirir, canı nasıl isterse öyle sofraya koyar... Şimdi, besbelli ki böyle şey olmaz!” (age s.14-15) Braudel de, artık tarih yazmak için, bütün sosyal bilimlere hakim olunması gerektiğini belirtir.(O “insan bilimleri terimini kullanır) Ve çağımızın en parlak tarihçisinin, asıl mesleğinin, avukatlık olduğunu anlatır. (age s.106) E.H Carr ise Cambridge verdiği konferanslardan birinde, daha da ileriye giderek, fizik biliminden yetiştiği Iain, bilimsel yasaları daha iyi bilen ve kırk yaşından sonra tarih yazmaya başlayan Georges Sorel’in bir cümlesini metodolojisine temel yapar. Sorel, mühendistir. (age s.73)
Bizi eleştirmeye devam ettiği (xli.) sayfada, sevgili Çevikel, önce benim “ alevi” olduğumu ve alevi tutuculuğu yaptığımı ima ediyor! Daha aşağıda, Marxist (solcu) olduğumu ileri sürüyor; arada da benim kimlik tahlili yönteminde aslolanın, gerçeklik (objektivite) değil, ideoloji (subjektivite) olduğunu savunduğumu ileri sürüyor!!!
Tam bir fikirsel aşure... Solcu isem, (ki öyleyim... Benim fikir dünyama dialektik yöntem, tarih anlayışıma da tarihsel materyalizm yön verir) ateist olmam lazım... Ateist’ten alevi olur mu? Öte yandan, solcu adam, yaşamda ve evrendeki herşeyi, maddi gerçeklik zemininde yorumlar. O zaman da hem solcu olmak hem de kimliği ve gerçeği ideolojiye bağlamak olur mu? Bu konularda ancak, okuduğunuzu anlayacak bilgiden yoksunsanız, böyle , ne anlama geldiği belli olmayan cümleler yazabilirsiniz...
Sosyal bilimlere, çağdaş düşünce akımlarına ve tarih metodolojisinin güncel felsefesine hakim olmadığı anlaşılan Yrd. Doç. Dr. Nuri Çevikel, bu arada bir dipnotta da bizi eleştirmeyi sürdürürken, ağzındaki baklayı çıkarıveriyor: (xlv.) sayfadaki 17 numaralı dipnotta, hazret bizim Marx- Engels çizgisinde, tamamıyla “ideolojik” bir yoruma dayalı, yetersiz bilgi ve formasyon eksikliği içinde, tarihi “tahrif eden” birisi olduğumuzu ilan ediyor ve ekliyor, “tarihin yoruma dayalı olması bakımından subjektiviteyi içinde taşıdığı için, pozitif bir bilim olmadığına değgin görüşe katıldığını belirterek, XIX. Yy dan beri gelişen tarih metodolojisinden habersiz olduğunu gösteriyor!”
Efendi hazretleri, bizim yorumlarımızın yanlış olmasına kanıt olarak da kendisinin yayınladığı bir makaleyi gösteriyor! İlginç bir bilimsel argüman gösterme yöntemi!
Benim Marx ve Engels’in yöntemi ile yorum yaptığım, doğrudur. Zaten bunu saklamıyorum ki! Önemli olan, yorum yapmadan nasıl tarih yazılacağının, bugüne kadar tarif edilmemiş olmasıdır. Olayları arka arkaya dizmeye, tarihçilik denmez, bizde vak’anüvislik, Avrupa’da kronoloji yazarlığı, kroniklik denir. Yorum olmadan, tarih yoktur! Bilimsel metod deyince de ortaya sürülmüş birkaç yöntem vardır.
Tarih metodolojisi konusunda, benim takip ettiğim tarihçiler ise, İbn-ı Haldun, Braudel ve Carr’dır, sevgili Çevikel; Hegel ile başlayıp, Durkheim’le devam eden, ulus devletlerin tarihini yazmaya yönelik XIX yy tarih yazımcılığı akımını, çok iyi biliyorum. Kanıtlanmış olguların ard arda dizilmesine dayanır. “ Tarih alanında düşülen yanlış ve yanılgının gözden kaçabilen ince bir nedeni vardır: Çağlar değişir ve günler geçip giderken,toplumların, kuşakların durumlarının da sürekli değiştiğinin gözden kaçması... Evrenin, ve toplumların durumları, ilişkileri, gidişleri bir tek süreç üzerinde sürmez, ve değişmeyen bir çizgide kalmaz....Değişmeler ve durumdan duruma geçişler bütünüdür her şey” diyen çok daha eski bir tarih metodolojisi üstad-ı azamını da çok iyi biliyorum... O üstadın adı İbn-i Haldun olup, tarih disiplininin dibacesi olan Mukaddime’nin mukaddimesini (önsöz demektir) tarihten aktarılan heberlerin nasıl süzülüp yorumlanacağına, tekrar yazalım YORUMLANACAĞINA ayırmıştır. (Alıntı: İbn-i Haldun, Mukaddime s.109 c.l Onur Yayınları) Yrd.Doc. Dr. Çevikel, belki de İbn-i Haldun’u beğenmez ya da eskimiş bulur. Çağdaş tarihin duayeni Braudel de diyor ki: “ Eğer geriye bakışımız bu yüzyılla başlayacak olursa, elimizin altında en azından on tarih çözümlemesi ve bin tarih portresi olacaktır. Ve bizzat tarihçilerin eserlerine resmolan konumları ise hesaba katmıyoruz.” Braudel bunu nerede söylüyor? Prof. Kılıçbay’ın “Tarih metodolojisi üzerine yazılmış zikre değer eserlerden biri” dediği, “Tarih ve Toplumsal Bilimler: Uzun Süre” adlı makalesinde! (age s.107- 129) Carr ise, “ “Tarihi olguların oluşturduğu, tarihçinin yorumlarından bağımsız ve nesnel, sert bir çekirdeğin var olduğuna inanmak ahmakça fakat silinmesi çok güç bir yanılgıdır.” demektedir. (age s.17) Bunlardan biri Sorbonne’da öteki Cembridge’de derslere giriyor... Ve çağdaş metodolojinin de duayenleri sayılıyorlar... Ben, onların metodolojisine katılıyorum.
Yüzyılın en önemli tarihçisi, metodoloji üzerine yazdığı bir makalede, yalnız bu yüzyıl tarihi üzerine bin çeşit yorum yapılabileceğini, bir diğeri “yorumsuz tarihe inanan ahmakların bulunduğunu” yazarken, Çevikel “ ben yorumsuz tarih olmaz diyenlerdenim” diyen bir tarih yazarını, “ metodolojiden haberdar olmamakla” suçluyor. Savunduğu metodoloji, acaba kimin metodolojisi? Ben 19.yy tarih metodolojisini biliyorum ama galiba sevgili Çevikel’in kendisinin, 20.yy tarih metodolojisinden haberi yok. Olsaydı, Cambridge üniversitesinde verdiği konferanslarda “ Tarihin sağlamlığı yoruma bağlıdır!” diyen Carr’dan (age s.72) haberdar olur, beni geçen yüzyılım tarih anlayışı ile yazmadığım için cehaletle suçlamaya kalkmazdı.
“Yorum yapmadan” tarih yazıldığını iddia etmek, aslında “mutlak gerçeğin” sözcülüğünün yapıldığını, mutlak gerçeğin, kendinizin yazdıklarınızdan başka birşey olmadığını ve olamayacağını iddia etmek olup, bilimin temeli olan kuşkuculuğu ortadan kaldırmaya, yani bilimi yoketme yöneliktir.
Ve nihayet, “akademisyen” Yrd. Doç. Dr. Nuri Çevikel, bizimle ilgili son hükmünü veriyor: “ Beratlı, birinci el belgelere dayalı, ... profesyoneller yani akademisyenler tarafından yapılacak çalışmalarla, oluşturulacak bir bilimsel platform olmadan, Kıbrıs Türkü’nün Kimliği gibi kompleks konularda, keyfi, sorumsuzca yazılar yazmanın...”
Birinci el belge meselesini, şimdilik erteliyorum...
Bilim adamı tanımıyla, Çevikel besbelli ki kendinden bahsediyor. Bu tanımı ne kadar hakkettiğini, bu yazı ortaya koymaktadır.
Sorumsuzluk meselesine gelince, orada dur... Bizim bu memleket ve bu halk için duyduğumuz sorumluluk, Maraş’ta ganimet bahçe almakla başlamadı... O konuda senden öğreneceğimiz birşey yok!
Kendi kimliğimizi de senden öğrenecek değiliz…
BİR DÖNEMİN “ İNCELENEMEMESİ”
Yrd. Doc. Dr. Nuri Çevikel’in, Kıbrıs Eyaleti – Bir Dönemin Anatomisi adlı doktora tezi, kendisinin diline doladığı gibi, “birinci elden belgeler”e dayalı, 1750-1800 yılları arsındaki Kıbrıs’ı “inceliyor”. Birinci elden belge dediği, resmi yazışmalar! Edward Hallet Carr, belgelerden tarih yazmayı, yani “ birinci el” tarihçiliğini şöyle anlatır:
“ 19.yy’ın olgular fetişizmi, bir belgeler fetişizmi ile tanımlanmış ve haklı kılınmıştır. Belgeler, olgular tapınağındaki “kutsal sandıktaydı” Saygılı tarihçi onlara başı önünde yanaşıyor ve onlardan huşu dolu bir sesle söz ediyordu. Bir olguyu belgelerde bulursanız o öyledir. İşin aslına bakarsanız, bu belgeler, resmi buyrultular, antlaşmalar, kira kayıtları, hükümet raporları, resmi yazışmalar, özel mektuplar ve anılar bize neyi söylerler? Hiçbir belge, bize o belgeyi yazanın kendisinin ne düşündüğünden, neyin olmuş olduğunu düşündüğünden, neyin olmuş olmasının gerektiğini ya da olabileceğini düşündüğünden, yahut da sadece başkalarının kendisinin neyi düşünmüş olduğunu sanmasını istediğinden fazla birşey söylemez. Bunların hiçbiri, tarihçi onları ele almadan, (yani yorumlamadan N.B.)bir anlam taşımaz!” Bu sözler, Cembridge’deki bir konferanstan alınmadır. Buyrun...(age s.22)
Hele 1750 ile 1800 arası Kıbrıs’ının tarihi yazılırken, bu işi resmi yazışmalara dayanarak “bilimsel” bir şekilde yaptığını ileri süren bir akademisyen, normal bir tarih kongresine herhalde alınmaz. Zira:
a) Metod
1750, meşhur Oduncu Kör Baki’nin, sahneye çıktığı yıldır. Kör Baki, 1750’de saray tercümanını öldürttükten sonra, tarih sahnesine çıkar... Bundan sonraki yirmibeş yıl boyunca, zabit, defterdar, alaybeyi olarak; binbir entrika ile adayı yönetir ve 1775’te de vali olmayı başarır. 1784’e kadar da Klavyalı Kör Baki, Kıbrıs valisidir. Peki bunu nasıl sağlamıştır? İstanbul’a yalan raporlar gönderip, Kapudan Paşa’nın gözüne girerek. (H. Gürkan, Kıbrıs Tarihi’nden Sayfalar., s.70-77. Nehir Yayınları) 1750 ile 1784 arasında, Kıbrıs’tan saraya gönderilen raporlar, Kör Baki’nin yalanlarından ibarettir. Arada 1764 yılında Çil Osman Vak’ası, ardından da Dizdar Halil İsyanı çıkar.(1764-66) Bütün o dönem boyunca da ada halkının şikayeti, Kıbrıs’taki durumun, payitahta yanlış aktarıldığıdır. (age s. 48-55) Yani Yrd. Doc.Dr. üstadımızın araştırmasının ilk 34 yılında ele aldığı belgelerin çoğunun doğru olmadığı, Osmanlı yönetiminin Kör Baki’yi mahkum edip, sürgüne göndermesinden belli! 1784’ten sonrasının da öncesi gibi olduğundan kuşku yok. Zira, o dönemde Kıbrıs’a vali olmak için, ada bir Kapudan Paşa Has’ı olduğu için, önce gidip ona payını vermek ve sonra adaya gelip, verilen parayı çıkarıp kara geçmek üzere vergi salmak gerekliydi. Zaten yöneticinin adı da Muhassıl... Vergi toplayıcısı... Bu peşinen borçlanmış ve para kazanmak için vergi toplamak zorunda olan kişinin yönettiği idarenin, İstanbul’a gönderdiği yazılara bakarak, objektif tarih yazabilen “ akademisyen”, doğrusu metodolojiyi çok iyi hazmetmiş. Yalan rapor yazmaktan mahkum olan adamın raporlarını esas alarak, objektif tarih yazıyor! Metodolojiden bahseden adam, ele alacağı dönemi, resmi yazışmalarla “incelemeye” başlamadan önce, o dönemin resmi yazışmalarının hangi şartlarda kaleme alındığını araştırmaz mı? Böyle bir araştırma “metodu” yani verilerin güvenilir olup olmadığını hesaba katmayan bir metod, normal bilimsel bir ortamda, daha tez hocasından dönerdi, bu jüriden de geçmiş!Bu çalışma bilimsel bir metodla yapılmamış zira verileri güvenilir değil…
b)Belgelerde Tahrifat
Objektif tarih yazıcımız, bu noktadan sonra incilerini döktürmeye devam ediyor.
Adaya Halep’ten sürgün yapıldığını bildiriyor. Demek ki, 12. Numaralı Mühimme Defteri’ni, oradaki 674 No.lu fermanı görmüş... Kaldı ki sözkonusu olan da Halep değil, oraya bağlı Musul’dur. Ama nedense, o 200 ailenin niçin adaya gönderildikleri, bilim adamımızın gözünden “kaçmış”... Efendim o ailelerin suçları, Kızılbaş olmaktır. Hocamız, Bozok’tan da adaya sürgün gönderildiğini kaydediyor ama nedense onların da sürgün nedenini kaydetmeyi, unutuyor! Onlar da ayni suçtan gönderilmişlerdir... Meraklısı 29. Numaralı Mühimme Defteri’ndeki 490 numaralı ve 30. Numaralı Mühimme Defterleri’ndeki, 488 Numaralı fermanlara baksın. Sevgili Çevikel, birara Mustafa Akdağ ve suhte ayaklanmalarından da bahsediyor ama nedense, orada anlatılan o ünlü suhtelerden Karahacı’nın adaya sürüldüğünü kaydetmeyi unutuyor, nedenini de... Ayıptır söylemesi, Karahacı köy imamının oğlunu dağa kaldırıp, ırzına geçmiş... Herhalde, o da sünnidir! Meraklısı kaynağı hocaya sorsun, Akdağ’ın kitabını okuduğu besbelli... Suhtelerin Celali olduğunu kaydeden hocamız, Celalilerin 16.yy sonlarına kadar yalnız Aleviler olduğunu da her nedense anımsayıp da kitabına yazamamış! Meraklısı Prof. Çetin Yetkin’in Türk Halk Hareketleri ve Devrimleri Tarihi’nde ayrıntıları bulabilir.
Tarih yazımına bilimsel bir disiplin kazandıran nokta, bulunan belgelerin tümüyle ve doğru olarak aktarılmasıdır. Çevikel hoca öyle metodolojiden falan bahsedeceğine, önce bilimsel etikten biraz söz etse! İbn-i Haldun böyle bilginin işine gelmeyen kısmını saklayan “tarihçiler” için öyle şeyler yazar ki burda tekrarlasak, ölene kadar üstada tazminat ödemek zorunda kalırız...
Tahrifat kelimesinin başka bir anlamı da var mı acaba?
c)Kavramlara Hakim Olacak Bilgi Birikimi Yoksunluğu
Nuri Çevikel hocamız, kitabının 40. sayfasında, Osmanlı’nın adada kurduğu düzenin, “hukukun üstünlüğüne” dayandığını da yazıyor. Osmanlı, bir hukuk devleti imiş!!! Kaptan Paşa’ya rüşvet vererek adaya vali tayin edilen birinin, kara geçmek üzere habire vergi saldığı, yalnız üstadın incelediği elli yıllık dönemde dört isyanın çıktığı, Anadolu’dan ve Suriye’den gelen paşaların isyancıları çenelerinden kasap çengellerine asrak öldürdüğü, kalanları Cezayir korsanlarına sattığı bir “hukuk devleti”... Kaldı ki Osmanlı’nın kendinin tarihi boyunca “hukukun üstünlüğü” gibi bir iddiası bulunmamış. Zira o zaman böyle bir kavram yok! Değil Osmanlı, o çağın hiçbir devletinin böyle bir kaygısı yok! Hukukun üstünlüğ kavramı ancak Fransız İhtilali sonrası dile getirilen bir kavram. Hoca 1570’lerde nelerden bahsediyor? Utanmasa, “Osmanlı hukukun üstünlüğüne dayalı, demokratik bir hukuk devletiydi” de diyecek. Yoksa acaba, Çevikel Şeri ve Örfi Hukuk ile modern hukuku ayni şey mi sanıyor. Peki o zaman bu arkadaşa üniversitede Türk Modernleşme Tarihi dersi okutmadılar mı? Acaba ben mi şaşırdım?
d)Döneme Hakim Olamama Ele Alınan Ülkeyi Tanımama
Hocamız birara şaşırıp, o dönemde Kıbrıs’ın imparatorluk merkezinden uzak, sapa bir ada olduğunu yazıyor. (s.28) Herhalde o satırları yazarken o dönem Mısır, Suriye, Filistin ve Libya’nın da Osmanlı toprağı olduğunu, adanın devlet topraklarının tam ortasında olduğunu unutmuş!
Efendim, Osmanlılar adayı alınca, yalnız Türkler’den oluşan bazı köyler kurmuşlar. Bunlar, Paşaköy, Dizdarköy, Topçuköy, Hamitköy ve Muratağa imiş!(s.30) Hamitköy’ün 1964’e kadar Hamit diye birinin mandrası olduğundan, Muratağa’nın adının 1974’e kadar Marata olduğundan, Paşaköy’ün daha Ortaçağ’da De Nores ailesinin fiefi olan Asha adıyla ünlü bir yer olup, Türk işgali başladığında Venedik kurmaylarının karargahının buraya kurulduğundan, köyde St.Baptist ve St. George adına iki ünlü kilise bulunduğundan, burada hiçbir zaman Türk yaşamadığından, haberi yok!( Ruppert Gunnis, Historic Cyprus s.179 Rustem & Bros.)
Çevikel hocamızın, Dizdarköy’ün Lefkoşa – Limasol yolunun 12. milinde yer alan ve Rumlar’ın Nisou dedikleri köy olduğunu da bilmesi olanaksız. Köydeki Ayios Paraskevi kilisesini de herhalde Türkler inşa etmiş. Kilisede muhafaza edilen Eylül 1545’te yazılmış kutsal kitabı , Osmanlılar yazmış, köyün hemen yakınındaki Hristiyan azizi St. Epaphreas’ı da oraya MS I.yy’da yeniçeriler gömmüş olmalı!...İşin aslı, bu köyde tarihi boyunca yaşayan Türkler’in, on aileyi geçmediği ve köyün nerede ise miladdan önce kurulduğu... (Gunnis age s.355)
Topçuköy, Rumlar’ın Ayios Andronikos dedikleri ve St Photini adına adanmış bir köydür. Köyün hemen yanında, Orta Çağ’dan kalma, Meryem Ana’ya adanmış bir şapel vardır.Köydeki Latin eserleri ve sözkonusu şapelde bulunan İtalyan ahşap işçiliğinin nadir bir örneği, buranın Latin zamanında bir soyluya ait olduğunu göstermektedir.Zaten sonradan buraya Türkler’in yerleştirilmiş olması da bunun kanıtıdır. (R.Gunnis age s.195-196)
Allah’tan, jüride Kıbrıs Tarihi bilen yok ! Yoksa, hocanın bu tezi biraz zor kabul edilirdi. Bilir bilmez, yazıyor. Kıbrıs hakkında bildikleri, kulaktan dolma!
29. sayfada, adadaki bazı kalelere bu arada Mağusa Kalesine de hristiyan yerleşiminin engellenmesinden bahseden Dr. Çevikel, buraya bir dipnot düşmüş. 56. sayfadaki dipnotta diyor ki:” Bana öyle geliyor ki, Maraş böyle kuruldu”! Aman ne keşif?! Kıbrıs tarihine ne büyük bir katkı! 75’ten beri oturduğu Maraş’ın ne olduğunu merak edip de öğrenmemiş tarihçimiz, bu defa büyük balığı tutmuş: Öyledir hoca... Sana öyle geldiğinden değil, Maraş öyle kuruldu...
Hocamız, kitabının 67. sayfasında, adanın idari taksimatını yazıyor. Piskobu, Episkopi ile harman edilmiş, olmuş Piskopi! Latin döneminde Crisococco diye anılan Hirsofu olmuş, Hirsofi... Adını Lusignan dönemindeki yakışıklı kontu John de Morphou’dan (güzel John) alan Omorfo, olmuş size, Omorfi... “Beş aziz” demek olan “Pendeaya” yani bildiğimiz Pendaya da Pendaye... Hoca’nın Kıbrıs Tarihi’ni okuyanların, hangi olayın nerede geçtiğini anlamasına imkan yok! Zira kendisi adanın yerlisi olmadığından, bütün köy adlarını yanlış okuyup uydurmuş! Petre olmuş Fetre; Alaminyo olmuş Alatirko, Dilliro olmuş, Killiro; Balikitre olmuş, Balisere; Ayiosezemeno olmuş, Ayasoz (buranın,1963’te Rumlar’ın katliam yaptığı ünlü Arpalık olduğundan da bihaber); Bodamya olmuş Budamya... Rauf Denktaş’ın adına kitap yazdığı Karkot Deresi de olmuş, Karakosa Deresi! Bu konuda örneğin sonu yok! Bizim alevilikle ilgili tespitlerimizi, “sorumsuzluk” olarak niteleyen hoca, kendi kitabının 42. sayfasında da “ müslümanların” malına mülküne ve ırzına zarar veren Yörükler’in de adaya sürüldüğünü yazıyor. Yani onlar müslüman değil! Osmanlı terminolojisini bilen, bunun anlamını da çok iyi bilir!
e) Orta Doğu Halkları ve Mezheplerini bilmeden Kıbrıs Tarihi Yazma
Nuri Çevikel, 78. sayfada artık işi büyütüyor. Rumlar ve diğer hristiyan topluluklarını anlatacak! Hoca bu konuyu da bilmediğinden, yanlıştan yanlışa düşüyor. Adada Rumlar’dan başka Ermeniler, Yahudiler, Venedikliler, Hristiyan Araplar, Fransızlar ve Kıptiler varmış. (s.79) Yrd. Doc.Dr. Nuri Çevikel’in çok tuttuğu Jennings, ( o da resmi belgeleri inceler!) sicil defterlerinde, çok fazla olmamakla birlikte, Maruniler’e de rastlamış. Nuri Çevikel hocamız, bize Maruniler’i anlatıyor: Bu Maruniler, Süryani imişler!! Hocamızın, o Hristiyan Araplar diye yazdığı kesimin işte bu Maruniler olduğundan haberi olmadığı gibi; Hristiyanlık hakkında da bilgisi olmadığı görülüyor. Süryanilik, Mezopotamya çevresinde yer alan bir doğulu Hristiyan mezhebidir, Nasturilik, Keldanilik gibi... Maruniler ise, Haçlı Seferleri esnasında Haçlılar’ın hristiyan yaptığı, Marun Dağı’na sığınmış Katolik Araplara verilen isimdir. Bunları, yine katolik olan Lüzinyanlar, ortodoks Rumlara karşı kullanmak üzere Kıbrıs’a getirdiler. Üstad, Haçlı Seferlerini ve Lüzinyanları (yani genel Kıbrıs Tarihi’ni) de bilmiyormuş. Ama “ benden başkası Kıbrıs Tarihi yazamaz!” diye fetva vermeyi, çok iyi biliyor!
f)Kıbrıs Halklarını bilmeden Kıbrıs Tarihi Yazma
Yanlışlar, bu kadarla bitmiyor! Adada Rumlar’dan sonra gelen en kalabalık hristiyan grup, Ermeniler imiş! İngiliz adaya geldikten sonra ki bu arada Kilikya’dan da adaya önemli miktarda Ermeni gelmiştir; yaptığı 1881 nüfus sayımında adada kaç Ermeni yaşıyordu, öğrenmek ister misiniz?
154... Yazı ile yüzellidört...Peki Maronit?212...Ya Avrupa kökenli katolikler:1920...(H. Gürkan, Bir Za manlar Kıbrıs’ta s.34-38)
Hoca’nın Osmanlı belgelerinde Maruniler ve Katolikler’in adını görmeyince, aklına Osmanlı’nın Habsburglar dolayısıyla o mezhebi kendine rakip görüp,yok etmek için elinden geleni yapmak gibi bir politikayı sürekli uyguladığı ama ortodoks ve gregoryenler ile bir sorunu bulunmadığı için onlarla ilgilendiği hiç gelmemiş. Zira Maruni’nin ne olduğundan bihaber. Merak edip bir Maruni köyüne gitse, kiliseyi görmesiyle belki uyanır ama belli ki, merak da etmiyor. Birinci elden arşiv belgelerini okumuş, objektif tarihini yazmış. Sonuç: 154, 2132’den daha büyüktür... Bazı Ermeniler’in, katolikliğe meyletmesinin Osmanlıyı rahatsız etmesi bile (s.93) uykusunu açmaya yetmemiş, hocamızın... Carr’ın deyişiyle, “belgelerde ne yazıyorsa, o doğrudur!”
Yrd.Doc.Dr. Nuri Çevikel, hristiyanlık ve Rumlar hakkında da fazla birşey bilmediğinden olacak, Rumca isimlerin başındaki bütün “Hacı” eklerini, “Aci” yapıvermiş. “Acikosta, Aciandrea v.s.” gibi... Herhalde, hacı yalnız müslümandan olur sandığındandır.
g)Hakim olunmayan bir konuda tarih yazmaya kalkmak
Hocamızın “eserinin” sonuç bölümü de çok hoş. Bütün çalışması boyunca, Dr. Ahmet An’a Rumcu diye saldıran hoca, sonuç bölümünde, bu dönemin çok çalkantılı bir dönem olduğunu ancak ayni dönemde, adadaki cemaatlerin yakınlaştığını yazıyor. Bu yakınlaşma, o kadar ileri gitmiş ki ortak işletmeler, ortak evlilikler kurulmuş, din değiştirmeler yaşanmış! Peki, Dr. Ahmet An ne yazıyor? Demek ki adam haklı! Neden saldırıya uğruyor o zaman? Solcu diye mi? Üstelik, Dr.An’a “her on-onbeş yılda bir isyan çıkardı” dediği için saldıran hoca, kendi “incelediği” elli yıl içinde, Çil Osman Olayı, Dizdar Halil İsyanı, Oduncu Kör Baki’nin muhasıllıktan alınması için halkın ayaklanması ve 1799 Yeniçeri İsyanı olmak üzere, dört isyan yaşandığını da kaydetmekten çekinmiyor. Ahmet An eksik yazmış, Çevikel’e göre, ortalama 12.5 senede bir isyan çıkıyor!
h)Osmanlı Tarihi’ne hakim olmadan Osmanlı Tarihi yazmak
Kaldı ki: Osmanlı Millet Sistemi’ni bilen bir akademisyen, müslümanlar ile hristiyanlar arasında yaygın evlilik yapıldığı gibi bir iddiayı nasıl ileri sürebilir? Bu Yrd.Doc.Dr. Osmanlı Tarihi de mi bilmiyor? Ve sonra Dr.A:An’a neden Rumcu diye saldırıyor? Onun hiç değilse böyle bir iddiası yok! Kendisi, ondan daha Rumcu!
ı)Kıbrıs Tarihi Bilmeden Kıbrıs Tarihi yazma
Adada hristiyanların müslümanlığa geçmesi süreci de, Çevikel dostumuzun doktora tezinin “inceleyemediği” dönemde değil, fetihten hemen sonra başlayıp, 1615 ve 1821’de doruğa çıkmıştır. Her ikisi de isyan dönemleridir. Osmanlı ordusu karşısında, hristiyanlar canlarını kurtarmak için başka yol bulamamışlardır. Hoca efendi, ele aldığı dönemin en çok hristiyanın din değiştirdiği dönem olduğunu söylüyor.(s. 307) Elli yıllık bu dönemde, tamı tamına 67 hristiyan müslüman olmuş! (s. 242) Sadece 1821’de kaç hristiyanın müslüman olduğunu ileri sürüp kayıtlara geçerek canını kurtardığını biliyor musunuz? 5000... Yazı ile beşbin! ( Sir George Hill’den aktaran Dr. A. An, Kıbrısta İsyanlar ve... s.44... Hill’in kitabı, Cambridge Üniversitesi Yayını olup, ben şimdilik Cambridge Üniversitesi’nin DAÜ’den daha ciddi yayınlar yaptığına inanmaktayım!) Bunlar tanzimattan sonra dinlerine geri döndüler.
“Profesyonel tarihçi, birinci elden belge ile ideolojisiz tarih yazma uzmanı olup, kendisi ve ahbaplarından başkasının tarih yazmasına izni olmayan” Yrd.Doc.Dr. Çevikel, bu defa da 67; 5000’den büyüktür diyor!
i)Örneklemede bilimsel yetersizlik
Bizi bilgi eksikliği, formasyon yetersizliği ve metodoloji bilgisizliği ile suçlayan Çevikel hoca, kendi “birinci elden kaynaklara dayalı”, “ideoloiden yoksun ve objektif” tarih kitabında, 1750 ile 1800 yılları arasında Kıbrıs’taki aile yapısını incelemek için, müthiş bir bilimsel veriye dayanıyor. Şeriye Sicilleri’nden, boşanmış oniki ailenin kaydını bulmuş! O kadar… Böylece elli yıllık aile yapısını çözüvermiş…Birinci elden kaynakla! O elli yılda, adada kaç evlilik gerçekleştirildi? Binlerce… Oniki örnekle, binlerle ifade edilen geneli kavramanın yolunu keşfeden bir bilim ve metod, ben henüz bilmiyorum. Zaten yukarıdaki “yaygın evlilik” kararına da iki adet Ermeni/Türk evliliğini argüman yapmış!
j)Tarih Yazmakla belge çevirmeyi aynı şey sanma
“Eserinin” 99. sayfasında, artık kendinin yetiştiğini ve bundan böyle Kıbrıs Tarihinin doğru yazılacağını müjdeleyen Yrd.Doc. Dr. Çevikel, bu arada bazı “amatör” yazarlarımızı da her türlü yetersizliklerine karşın beğendiğini lütfederek, Harid Fedai, Haşim Altan ve Halil Fikret Alasya’yı da adam yerine koyabileceğini ihsas ediyor...
Anlaşılan hocanın tarih yazabilmek için aradığı gerek şart: Eski yazı okumak!
Sadece eski yazı bilerek, tarih yazılmaz da bilmeden yazılır ! Nasıl mı? Okunan belgeyi yorumlayacak bilgisi olmayan transkripsiyonunu yapar; o bilgiye sahip olan da yorumlayıp, tarih haline getirir. ... Bu ifade Osmanlı kaligrafisi bilmenin öneminin yadsındığı anlamına gelmez ama tarih yazıcılığı başka şeydir, eski yazı okuma bambaşka birşey.
k)Ele aldığı dönemin asıl önemli olaylarından habersiz olmak
Bilmeyen okurun da artık tanıdığı Braudel, kısa zamanı ele alan tarihin, hata yapmaktan kaçınamayacağını ileri sürer. Zira o ele alınan kısa zamanı hazırlayan önkoşullar ve o zamanın neden olduğu oluşumlar anlaşılmadan, o zamanı anlatmak mümkün değildir. İbn-i Haldun ise daha önce de yazdığımız gibi, tarihin bir süreçten sürece, durumdan duruma geçişler bütünü olduğunu ve bunun farkında olmayan tarih yazarının, tarih yazıyor sayılamayacağını ileri sürer. Carr ise, çağdaş tarih yazımında, tarih yazarına bu niteliği kazandıran yeteneğin, seçilen olguların döneme damgasını vuran olgular olup olmadığını ayırd edebilmesi olduğunu söyler. Ona göre 19.yy’ın “sapkın” tarih yazarlığı anlayışı, önemsiz olguların ayrıntısında boğulup, önemli olguları gözden kaçırır. (Carr, age s.20)
Hoca metodolojiye çok meraklı olduğuna ve bunlar da metodoloji uzmanı olduklarına göre, dediklerini doğru kabul etmeliyiz. Bu anlamda, hocamızın doktora tezinde ele aldığı 1750- 1800 dönemi, tek başına bir anlam ifade edemez. Bu dönemi yaratan ön koşullar ve bu dönemde yaşananların neden olduğu sonuçlar ele alınmadan, daha doğrusu, bu dönem içinde yaşananların hangilerinin geleceği niçin ve nasıl yönlendirdikleri anlatılmadan, Yrd. Doc. Dr. Çevikel’in tezi, tarihsel bir eser niteliği kazanamaz.(Bana göre değil... İbn-i Haldun, Braudel ve Carr’a göre... Metodoloji diye tutturan kendisi idi n’apalım?) Şimdi, bu tezde bunlardan hangisi var? Örneğin, o yıllarda ada ticaretini ele geçirip, Larnaka’da acentalar açarak, Rumları zenginleştirip, aralarından bir burjuva sınıfı yaratıp kendine bağımlı kılarak, yüzyıl sonraki İngiliz işgalinin önkoşullarını hazırlamaya girişen LEVANT Company’nin faaliyetleri var mı? Yok... Hoca ne yapsın, Osmanlı o günlerde uyuduğundan, resmi yazışmalarda, her Rum evine nüfüz etmiş bu İngiliz şirketinin adı geçmiyor! Resmi evrakta olmayan şeyi yazan da tarihçi değil! Hocam bunu nasıl yazsın?(Yazının başına dönüp, Carr’ın belgelerle ilgili olarak yazdıklarına bir daha bakınız.) Peki, ya ayni dönemin sonlarında ortaya çıkıp, adadaki Elen Ulusçuluğu ve ENOSİS fikrini yaratan Kiprianos’tan söz ediliyor mu? Yine hayır! Zira Osmanlı’nın vergi toplayıp, çekip gitmekten başka bir derdi olmayan muhasılları, Kiprianos’un neler çevirdiğini, ancak 1821’de fark ettiklerinden, hakkında hiçbir yazışma yok!
Eğer tarih, geleceği doğru kurgulayabilmek için geçmişi öğrenmeye çalışan bir bilimsel disiplin ise, ( ki benim kabullendiğim tarih tanımı budur) hocanın metodolojisi ile bu amaca varmaya olanak bulunmamaktadır. Konu ile ilgili bir tek devletin resmi yazışmalarına bakılarak yazılacak bir “tarih”in, tarih olabilmesi mümkün değildir. Bu anlayış eski Osmanlı vekayinameciliğinin bir devamı olup, o zaman da bu zaman da devletten nemalanmaya yarar. Geleceği kurgulamaya değil! Ele aldığı dönemin, geleceği de belirlemiş en önemli ekonomik ve düşünsel olaylarını göremeyen bir “tarihçi”nin, bana hele metodoloji konusunda söyleyebileceği hiçbirşey, yoktur.
“1750-1800 arasını bilimsel olarak inceledim.Siz artık tarih yazmayın, haddiniz değildir” diyebilen bir akademisyen, eğer o dönem içinde gelişip, adanın sonraki ikiyüzyıllık yaşanmışlığını etkileyen kişi ve kuruluşlardan hiç söz etmemişse, bu çalışmanın o dönemin “incelenmesi” mi, “incelenememesi” mi olduğuna, artık okur karar versin! Yetersiz bilgi ile “Birinci elden belge okumanın” tarih yazarlığında ne kadar değeri olduğuna da...
Sonuç:
Bu doktora tezinin bu kadar yanlışla, jüriden dönmesi gerekirdi. Sözkonusu olan, yazarın tarih anlayışı değildir. Aktarılan bilgilerde ciddi hatalar bulunmaktadır. Türkiye’de Kıbrıs Tarihi bilen bulunmadığından, Çevikel iyi bir tez konusu seçmiş! Cengiz Orhonlu’nun Osmanlı İskan Politikası, Braudel’in ll.Filip Zamanında Akdeniz ve Akdeniz Dünyası da doktora tezi, bu da!
Böyle bir metin yazılıp doktora alınır, o doktora ile gelip DAÜ’de “hoca” olunur; sonra da pozitivizm öncesi hristiyan ruhbanları ya da cumhuriyet öncesi Osmanlı uleması gibi, “bu bizim işimizdir…Kimse karışamaz, biz ne dersek o olur!” tavrı da sergilenilir, sonucu itibarı ile bu çalışma, ele aldığı filanca köyden filan Rumla; feşmekenca köyden bilmem hangi müslümanın tarla kavgalarını, “birinci elden belgelere” dayanarak anlatan, tarihçi olmaya heves etmiş birinin, çok da masum olmayan önemli yanlışlar içeren, kötü hazırlanmış bir çalışması da olursa, bu türden biraz “acıtıcı” yanıtlara da hazır olunmalıdır. Ayrıntıları hata yüklü, dönemin asıl gelişmesinin farkında olmayan bir “amatör”ün, hem de bilim amatörünün çalışmasıdır bu! Onca büyük iddialarına karşın, yazarın Kıbrıs Türk Tarihine yaptığı hiçbir katkı da yoktur. Bizim önceden yazdıklarımızın hoşuna giden kısmını tekrarlarken araya biraz da arşiv sosu katılmış, hiçbir özgünlüğü olmayan ama iddialı bir yanlışlıklar manzumesi!
Çevikel kardeşimizin eski yazı bilmesi çok güzel ancak Kıbrıs Tarihi yazmak için, bunun yanında iyi İngilizce ve Rumca da öğrenmesi gerektiği ortada. Bir de okumaya ihtiyacı olduğu görülüyor.Dünya tarihçilerini hiç bilmiyor.
Herkes istediğini yazabilir. Bir bilim adamı buna kızmaz. Tam aksine, serin kanlılıkla oturup, o yazılanların öyle olmadığını, bizim yaptığımız gibi argümanlarını da ortaya koyarak ileri sürer. Yanıt gelirse onu da yanıtlar.Bilim, kuşku duymak demektir. İman edip inanmak, bilime değil dine ait bir davranış biçimidir. Tartışmaksa bilimsel ilerlemenin motorudur. Çevikel birilerine iman edebilir, ama herkesten de bunu istemeye, hakkı yoktur. O zaman, ortada bilim kalmaz, inançlar konuşur. Çevikel, ancak o düzeye geldiğinde, o sözünü ettiğim “profesyoneller”den olur… Carr’dan bir pasaj ile son diyelim:
“Bir tarihçiyi nesnel olduğu için övdüğümüzde ya da bir tarihçinin ötekinden daha nesnel olduğunu söylediğimizde ne demek istiyoruz?... Doğru olguları seçtiğini... demek istiyoruz...Herşeyden önce, onun toplum ve tarih içindeki kendi konumunun sınırlı bakış açısının üstüne çıkma yeteneği olduğunu,(... bu yetenek onun tam nesnelliğin imkansızlığını teslim edebilmesi ile ilgilidir)... Geçmişe bakışları, kendilerinin hemen içinde bulundukları konumla büsbütün sınırlı olan tarihçilerin erişebildiklerin(den) daha sağlam ve daha sürekli bir kavrayışa sahip olabilecek şekilde, kendi görüş gücünü, geleceğe yansıtabilme yeteneği bulunduğunu söylemek istiyoruz..” (Carr. Age s.146)
Çevikel kardeşimiz, “amatör”lere saldırmadan önce, onlardan daha çok şey bilmeyi başarabilmeli!
BENiM EFSANELERiM
Dostları ilə paylaş: |