KUTSAL BİR SAKIZ
Apollon'un " Dafne" diye haykırışları, yanıtsız kalmaya başladığında, Zeus'un oğlu, henüz kırmızılığını koruyan, defne fidanı üzerindeki o dudaklara uzandı ve onları, ebedi bir arzuyla ağzına aldı...Ağzına, defne fidanının sakızı gelmekteydi. Taze defne fidanı, en derin kökünden en yüksekteki yaprağına kadar sarsılmaya başladı. Ağacın gölgesi, tan yeri gibi ağardı.
Fidan'ın dalları tanrıya doğru uzanıp, onun alnının etrafına sarıldılar...
Apollon acıyla:
" Ey Defne" dedi, " artık bu geceden sonra, tüm insanlar senden bir çelenk isteyecekler"...
Ormanın bütün ağaçları ağlamaktaydı...
Defne dalından çelengin, defnenin kutsanmasının hikayesi de işte budur...
Yalnız onun mu?
Acaba bu hikaye ile, Baf Sakızı'nın hiç mi ilişkisi yok!? Olmaz olur mu? Budur o alışkanlığın altında yatan, bana kalırsa...
İşte buyrun, Defne dalının acılı serüvenini, sundum size ve yüreğim bir daha kanadı bir yerinden. Bir kez daha yandım, Zeus'un oğlu ile Şafak Perisi'nin acıklı biten aşkına..
Baf sakızı çiğnerken, Dafne'nin dudaklarından gelen nektarı çiğneyip, Apollon'un erişemediği vuslatı tattığınızı biliyor muydunuz?
Not: Halikarnas Balıkçısı'nın Merhaba Anadolu ve Anadolu Tanrıları adlı eserlerinden yararlanılarak yazıldı.
ÜÇ KADININ
ÖYKÜSÜ
TAVLA OYNARKEN KİME TAPIYORSUNUZ HABERİNİZ VAR MI?
Bizim çocukluğumuzda, bırakın bilgisayarı, TV bile yoktu. Akşamları, Ankara Radyosu'nun masal saatini ya bekler ya bekleyemez, saat sakiz dolaylarında, göçer giderdik. Elektrik bulunmadığı için, dünyanın büyük bataryalar ile çalışan Phillips radyolardan takip edildiği köye gittiğimizde, onu da bekleyemezdik. Zira o zamanlar, henüz transistör de bulunmadığından, diot lambalı kocaman radyoların bataryası bitmesin diye, yalnız haberler dinlenilirdi. Ne var ki köyde, zaten Ankara Radyosu'na ihtiyaç da bulunmazdı. Nenem ya da dedem, onlar meşgul ise büyük nenem beni dizlerine yatırır, radyodakilerin tozunu atan meseller anlatırlardı. Dedeminkilerde, Hz. Ali hiç eksik olmazdı... Nenemin anlattıkları, şimdi aklımda değil... Onu sonsuza kadar yatacağı yere yerleştirmek, bana nasip oldu. Mezarında yüzünü son kez açtığımda, içimde o günlerin özlemi uyandıydı. Yine dizine yatsaydım da canlı bedeninin kokusu ve sıcaklığını duyarak, bana kendi dilimi öğreten o mesellerinden birini, bir kez daha duyabilseydim... Büyük nenemin anlattıklarını ise hiç unutmadım. Zira, onların hemen hepsini, sonradan okullarda da dinledim... Hiç mektep yüzü görmemiş o çekik gözlü kadıncağız, bana Dede Korkut Hikayeleri anlatmaktaydı!
Geceler, mesellerle yüklüydü...
GÜNDÜZLERİN MASALSI OYUNU
Gündüzleri ise, okulun bahçesinde, Aşık Oyunu oynardık. Hadi şimdi biz de birazcık Burhan Felek rolü oynayalım, yaşlı ve bilge bir adam edasıyla, " şimdikiler bilmez" deyiverelim. Aşık Oyunu, koyunun aşık kemiği ile oynanır. Kemiğindört yüzü vardır. Her yüze bir anlam yüklenir. Dikdörtgen prizma şeklindeki kemiğin bir yüzü, çukurdur. Ona, Tekne denir. Tekne'nin tam arka tarafı, tümseklidir. Bu yüzün adı da, Dayak'tır. Bunlar dikdörtgen prizmanın geniş yüzleridir. Yanlarda kalan dar yüzlerden, daha çukurca olanın adı, Hakim'dir. Öteki tarafın adı ise Deynek...
Oyuna nasıl başlandığını, unuttum... Ama oyunun özü, aklımda:
Aşık kemiği, yuvarlanır. Tekne, pastır... Hakim gelen, oyunun patronudur. Kararları, o verir. Deynek atan, oyunun infazcısıdır. Kendisine Dayak gelene, hakimin uygun gördüğü sayıda, deynek vurur.
Aşık kemiğinin zar gibi atılmasıyla oynanan bir oyundur bu... Konu ile ilgisi bakımından, "zar gibi" lafına dikkatinizi çekelim ve yürüyelim...
GÖKTÜRKLER'DEN KALMA
BİR OYUN
Kıbrıslı Türkler'in Tarihi'nin ikinci cildini yazmak için malzeme toplarken, Aşık Oyunu'nun Göktürkler'de de oynandığını saptamış ve bundan acaip biçimde, keyiflenmiştim. Böylece, hem oyunun bize nereden geldiğini meydana çıkarmış hem de benim de çocukluğumda oynadığım bir oyunun, en azından ondört yüzyıllık geçmişi olduğunu öğrenmekle, kültürü oluşturan ögelerden birinin, kültürün akışkanlığının bir örneğini tespit etmiş olmakla, mutlu olmuştum.
Göktürkler, MS 600'lerde yaşamışlardır.
ACABA?
Ama açıkca söylemek gerekirse, o oyunun Göktürkler'e nereden gittiğini araştırmak, o dönemde hiç aklıma gelmedi. Belki de, onların göçebe bir çoban toplumu olmaları hasebiyle, oynayacak koyun kemiğinden başka birşey bulamadıkları gibi fikir, düşünmüşümdür.
Sonradan, başka başka kaynaklarda okuduğum, başka bilgiler de aklıma takıldıkça, " kazın ayağının" biraz değişik olduğunu görmeyeyim mi?
Efendiiim...
Eski Yunan'ın Artemis heykellerinde, Tanrıça'nın etekliği, bizim bugün tavla kutularının zeminindeki kullandığımız, desenle bezelidir. Bu desen, Artemis'e Hititler'in İyi Talih ve Şans Tanrısı Runda'dan geçmiş. Eski Efes'te, bu desen belirli bir zemine çizilir ve rahipler bunun üzerinde, erkek geyik aşık kemikleri yuvarlayarak, bir tür kutsal fal bakarlar, kehanette bulunurlarmış.
Böylece bizim tavla oyunu ile aşık kemiğinin kökeni, gidip, MÖ 1500'lere takılıyor...
Aşık Kemiği'ne kutsiyet etfeden bu inanç, Eski Yunan'dan kervanlarla Mezopotamya'ya oradan da Orta Asya'ya geçmemiş mi? Buyrun...
Peki, bu inanç, Hititler'e nerden geçmiş?
TARİH KADAR ESKİ BİR İNANÇ
Prof. Ekrem Akurgal'ın çalışmalarından, Hititler'in Anadolu'ya sonradan göçle gelen bir topluluk olduklarını, onlardan önce Küçük Asya'da Hattiler diye bir başka uygarlık bulunduğunu ve Hititlerin Anadolu'ya egemen olduktan sonra, kendilerinden daha uygar olan Hattiler ile özdeşleştiklerini öğrenmiş bulunuyoruz. Hitit dininin de, büyük ölçüde Hatti dininin bir kopyası olduğu bilinmektedir. İyi Talih ve Şans Tanrısı'nın da Hititlere Hattiler'den geçtiği meydanda.
Demek ki, tavla ve aşık kemiğinin tarihini, oraya götürmek gerek. Oraya gittiğimiz vakit de zamanın hangi boyutuna vardığımızı biliyor musunuz?
Maden Çağı'na...
Tarih Öncesine... Yani MÖ 5000'lere... Tarihin başına...
Meğerse bizim oyunun tarihi bindörtyüz değil; yedibin küsur yıllıkmış...
Dostları ilə paylaş: |