, Köç, bâ-Aşq-ı Şeqayıq; Dr.M.Keyanî, Tarix-i MübâRezat-ı Merdum-u Îl-i Qaşqâî ez-Safeviyye Ta-Pehlevi; Dr.M.Keyanî, Nigahi be-TaRix-i Îl-i Qaşqâî Ba’d-ez-ŞehRiver 1320; Dr.M.Keyanî, PerçemDar-ı HaMase-i Cenub Sovlet’üd-Dövle Qaşqâî)
*
Büyükelçi Cemal Hüsnü Taray ve Kaşkayıların
İmhasının Önlenmesi
Bazı zamanlar Türk topluluklarının mukadderatları üzerinde politik oyunlara tevessül edildiğine şahit oluyoruz. Meselâ Kaşkayıların bir Türk kavmi olarak hayatta kalabilmelerini Türkiye’nin İran Büyükelçisi Cemal Hüsnü Taray, 18-21 Nisan 1963 tarihli Cumhuriyet gazetesinde şöyle açıklıyor:
İran’da Şiraz yakınındaki Kaşkayıların çoluk çocuklarıyla birlikte askerî uçaklar tarafından bombardıman edildiğini, askerî harekâta geçildiğini ve nihayetinde epeyce ölü verdikten sonra teslim olduklarını gazetelerden okumuşsunuzdur. Bunlar oralara dört yüz yılı geçen bir zamandan beri yerleşmiş bir Türk aşiretidir. Dört yaşındaki çocukları en sert başlı atlara eğersiz binerler, kadınları silah kullanmakta erkeklerden arda kalmazlar. Dokudukları halılar çok zarif sanat eserleridir. Kendi aralarında 600 sene evvelki saf Türkçeyi konuşurlar. Yaylakları, kışlakları vardır. Talihleri pek hazindir. Daima öldürülmek istenilmişlerdir. 1943’te bu aşiretin toptan muhakkak katledilmelerini önlemeye, görünmeyen kudret beni sebep yapmıştır. Bu yüzden ben de ağır çileler çektim. İngiltere’nin Indien Service ile kuvvetlenen Intelligence Service’inin haksız uyandırılmış kısmına çarptırıldım. Hariçten sepilen ve yayınlanan tertipli dedikodulara vatandaşlarım da katıldı. Hakikatin gerçeğini bilenler, girişilen bu manen yıpratılma ve öldürülme gayretinde çok defa seslerini yükseltmediler. Hatta tebrik bile ettiler. Şahitlerden çoğunun hamd olsun yaşadığı, vesikalarıyla devlet dosyalarında tespit edilmiş olan bu olayı bugünkü ve yarınki kuşaklara ibret misali olsun diye anlatacağım. Hayatımın sonuna doğru açıkladığım tarih parçasında maziden gelen bir ihtiras, gelecekten beklenen bir ümit eseri bulamayacaksınız.
*
Tahran’da büyükelçi olarak gönderildiğim 1942 senesinde Rus, İngiliz ve Amerika İran’ı işgal etmişlerdi. Şehinşah Pehlevi tahtından alınmış, Cenubi Afrika’ya sevkedilmişti. İran’a ilk defa gitmiyordum. Şehinşah’ın memleketimizi ilk ziyaretinden sonra İmparatorluk zamanından beri İran ile aramızda sürüklenip giden karışık ve mühim meseleleri dostluk ve kardeşlik çerçevesi içerisinde halletmek üzere 1936’da Tahran’a gönderilecek heyetin başkanlığına hükümetçe namzet gösterilen Sayın Hasan Saka yerine, Atatürk yüksek teveccühleriyle beni seçti. Dört ay İran’da kaldım. Bütün anlaşmazlıkları ve askıda kalan meseleleri karşılaştığım birçok zorluklarla münasip hal şekillerine bağladık. Onüç mukavele imza ettik. Bu suretle Sadabat Paktı’nın zemini hazırlandı. İran’daki bu müzakerelerde çıkarılan en belalı zorluk, bizim hariciyemizin saray entrikalarını hortlatan çelmeleri olmuştur. Bu entrikaları da bir başka fırsatta anlatacağım.
O zaman valiaht olan bugünkü Şehinşahı ve birçok İran devlet adamlarını o zamandan, 1936’dan beri tanıdım. İran beni hakikaten diyebilirim ki fazla sevdi. 1942’de şimdiki Şehinşah Hazretleri başta olmak üzere, bütün İran ricali itimatları ve dostlukları ile beni şereflendirdiler. Büykelçiliğimizde sık sık verilen yemeklerde her zaman adetleri atmışa varan bakanlar, mebuslar, üniversite profesörleri, generaller, zamanın kodaman zenginleri bulunurdu. İşgal kuvvetleri ile İran’a hâkim olan devletler arasındaki prestijimiz, mübalağasız başta gelirdi. Şehinşah Hazretleri, bu müşkül zamanlarda birçok defalar benimle istişare etmek Lütfunda bulunmuşlardır. İngiliz sefiri de birçok meselelerde yardımımı rica etmiştir. Bu mühim darbeye işte bu İngiliz sefirinden haksız olarak maruz kaldım. İngiliz ittifakına, memleketimiz için esaslı bir zaruret olduğuna inananlardadım. Bu müttefikin zararına yuvarlanabilen herhangi bir teşebbüsten haberdar olduğum zaman, daima mani olmaya çalıştım. Fakat İran menfeatlerinin de tamamen Türkiye ve İngiltere hayrına uygun olduğunu da realitelerle biliyordum. İngiliz Sefirini de bu menfeatlere hürmet ettirmeye uğraştım.
Amerika sefiriyle dostluğumuz çok ileride idi. Her meselede anlaşıyorduk. O kadar ki Roosevelt, Churchill ve Stalin’in katıldıkları Tahran Konferansı müddetince, Amerikan Sefareti, Roosvelt’e refakat eden generallerin emrine tahsis edildiği için Amerikan sefiri otele değil, refikasıyla birlikte bizim sefarete misafir oldu. Tahran Konferansı’nı, Amerikan sefirinden değil, başka bir kanaldan aldığım maLumatla hükûmetimize toplantısından evvel ilk haber veren benim. Bu konferans müzakerelerine ait yazdığım ve kurye ile gönderdiğim mühim raporu bu arada söyleyeyim ki, bir Ankara seyahatimde maalesef umumî kâtibin çekmecesinde bulmuştum. Halbuki ehemmiyetine göre bunun zamanında Cumhurreisine ve Hükûmete ulaştırılması Hariciye’nin başta gelen bir vazifesiydi.
*
İngiltere Sefiri, ne diplomatik, ne siyasi kariyerden gelmişti. Intelligence Service’in baştaki adamlarından biriydi. Vazifesini konsolos, başkonsolos namları altında yapmıştır. Hatta bizde de çok zamanlar evvel Erzurum’da konsolosluğu vardı. Bulunduğu Cidde’den işgal münasebetiyle Tahran’a gönderilmiş ve sefirlik payesi verilmişti. İnsan olarak sohbetine doyulmazdı. Bilhassa edebi kültürü pek gelişmişti. Arapça, Farsça ve hatta Türkçe bilirdi. Fransızcası pürüzsüzdü. İlk İngiliz Koloni İmparatorluğu’nu kuranlar kadar vazifesinde mutaassıptı. daima küçük işlerle uğraşmaktan husuSi bir zevk alırdı. Saraydan başlayarak, belli başlı vekil ve mebus evlerinin içinde geçen en ufak olaylardan haber alabilme şebekesini kurmuştu. Görüş ufku pek dardı. SÂLahiyeti de hudutsuzdu. İlk dostluğumuz pek uzun sürmedi: Zaten dürüst görüşlü, hakkı tanıyan Amerikan sefirini de sevmezdi. Onun da aleyhinde birçok teşebbüslere girişti. İngiltere’nin prestijini İran’da yıkan o olmuştur. Birçok vatanperveri beyhude tevkif ettirdi. İran gençlerince çok sevilen ve sayılan dostum Profesör ve eski başvekili tevkif ettirmemesi hakkında yaptığım teşebbüse “bu zat, başvekil iken Almanlarla ticaret muahedesi yapmıştır” sebEbini ileri sürdü. İngiltere’nin de sulh içinde Almanlarla birçok muahedeleri yapan Nazırları ve hükûmetleri olduğunu hatırlattım. Kâr etmedi. Bize dost generaller de tevkife başlandı. “Türk dostları tevkif ediliyor” şayiası Tahran’da duyuldu ve yürütüldü. Bu beyhude ve İngiltere menfeatlerine de yararı olmayan tevkiflerden vazgeçmesini rica ettim, dinlemedi. İranlılar müteaddid defalar Londra’da kendisinden şikâyet ettiler. Değiştirilmesini istediler. Netice alınamadı. Değiştirilmesi için bizim de yardımımızı istediler. Ben de Hariciyemizi harekete geçiremedim.
*
Birgün sıra Kaşkayılara geldi. İlk dünya harbinde Kaşkayılar bizimle ve Almanlarla beraber olmuşlardı. Bu harpte de bir iki Alman casusu bu aşirete iltica etmişti. Bunlar Rusya’ya mühimmat sevkedilen güney şimendifer hattını tehlikeye düşürEbilir dendi. İngiltere sefiri tedbir almakta haklıydı. Yalnız bu defaki tedbir bunları toplu olarak imhayı hedef tutan bir askerî plana bağlanıyordu. Hararetle askerler sevkedilmeye, uçak, top, mitralyöz gönderilmeye başlandı. Ayrıca Bahtiyari aşireti de Kaşkayılara karşı silahlandırılıyordu.
İngiliz sefirine bu aşireti yok etmektense, İran hükûmetiyle de anlaşarak Türkiye’ye nakletmeyi teklif ettim. Yüzü güldü: “Bu insanca bir hareket olur. Hem biz, hem de İranlılar bu sevmediğimiz aşiretten kurtulmuş oluruz. Siz hükûmetinize yazınız. Resmen bunu bize teklif etsinler. Ben de muvafakatimi Londra’ya hemen yazacağım” dedi. Maalesef o vakitki Dışişleri Bakanımız, bizdeki İngiliz büyükelçisine “Siz Kaşkayıları öldürmek istiyormuşsunuz, biz almaya hazırız” demiş. İngilizler hiçbir zaman bu cinsten ağır itham ve mesuliyet altında kalmayı kabul etmemişlerdir. Bu nedenle yapılan teklifi kolaylıkla beklenEbileceği gibi reddettiler ve Tahran’daki İngiliz elçisi de bana “Biz böyle mi konuşmuştuk?!” diyerek bakanın işi ters tutması yüzünden bozulan anlaşmanın suçunu bana yüklemeye kalkıştı.
Aşireti yok etme tertibatı ilerlemişti. Kurtulmaları imkânı yoktu.
Kaşkayıları saran silahlı kuvvetlerin başına eski Kacar prenslerinden dostum Serleşker/ Tümgeneral EManullah Cihanbânî tayin edildi. Şiraz’a hemen hareketinden evvel davetim üzerine sefarete geldi ve birbuçuk saat konuştuk. Cihanbânî, asıl hareketin İngiliz Ataşemiliteri tarafından idare edildiğini, kendisinin asker olduğu için aldığı emri yerine getirmekten başka bir yola gidemeyeceğini, ancak hükûmetten “Bu işin sulhen halledilmesi” yolunda bir emir alırsa, silah patlatmadan Kaşkayılarla anlaşabileceğini söyledi…
Ali Süheyli’nin (18 İsfend 1320-15 Mordâd 1321/1941-1942) başvekâlete getirilmesine parlamentodaki dostlarımız vasıtasıyla çok yardımım geçmişti ve kendisini dost yapmıştık. Aynı akşam Başbakanlıkta kendisini gördüm. Dışişleri Bakanı Muhammed Sâid’i ساعد ikna edersem, Vekiller Hey’etinden Savaş Bakanı Serleşker/ Tümgeneral EManullah Cihanbânî’nin telkin ettiği yolda bir kararın alınabileceğini söyledi. Hariciye’de gece onikilere kadar çalışan dostumuz Sâid’i görmeye gittim. Meseleyi uzun uzun görüştük. Söylediklerini kendisine yazı ile verirsem böyle bi kararın vekiller heyetinden daha kolay alınabileceği fikrinde bulundu. Zaman dardı. Ankara’ya yazıp cevap alıncaya kadar 150 bin (bugün 500.000) kişilik Türkçe konuşan bir aşiret tamamen yok edilmiş olabilirdi. Zaten elçinin mühim vazifesi böyle anlarda mesuliyeti üzerine alarak karar vermekti. Sâid’e bunu hükûmetim Namına değil, şahsım Namına İran’ı hakikaten seven ve sevdiğini birçok hareketleriyle ispat etmiş olan bir dost sıfatıyla yazabileceğimi söyledim. Onu da kabul etti. Hemen çağrılan bir kâtibe o anda düşündüklerimi dikte ettirdim.
Yazdırdığım, imzamı taşıyan ve şahSi olduğunda ısrar ettiğim Fransızca muhtıranın hülasası şudur:
“Aşiretlerin birbirleri aleyhinde devletin tamamiyle karşısında olmayıp, mahallî bir takım isteklerinden ileri gelen kalkışmaları, İran müttefiklerinin emniyeti ve vatandaşlarının hakkı olan en son çare devletin silahlı kuvvetlerine müracaat etmeden, sulhen yatıştırma çârelerine tevessül etmenin İran’ın yüksek menfeatlerine daha uygun düşeceğini, herhangi bir resmi sıfatla değil, sırf İran’ı seven bir dost olarak mütalaa etmekteyim”.
Vekiller heyeti, ertesi sabah öğleden evvel General Cihanbânî’ye, “SiLah kullanmadan evvel ihtilafın sulhen halledilmesi vasıtalarına müracaat edilmesi” emrini verdi.
Kaşkayılar işinin de bütün diğer meselelerde olduğu gibi evreleriyle günü gününe Dışişleri Bakanlığımıza tabiatiyle bildiriyorduk.
Kabine tarafından General Cihanbânî’ye verilen emirden iki gün sonra akşama doğru Kaşkayı aşireti reisinin Tahran’a geldiği ve bizimle sefarette değil, başka bir yerde konuşmak istediği haberi verildi. Ataşemiliterimiz rahmetli Naci Akay ile birlikte Tahran’dan onbeş kilometre uzaktaki yazlık sefaret binamızda Hüsrev Kaşkaî’yi kabul ettik.
Yirmiiki yaşında bu kahraman delikanlı bize evvela yaşlı gözlerle ve Temiz Türkçesiyle “Babamız ilk defa evlâtlarıyla ilgileniyor. Minnettarız. General Cihanbânî bize her şeyi anlattı ve beni askerî tayyare ile buraya gönderdi. Emirleriniz almaya geldim” dedi.
Bütün vaziyeti olduğu gibi kendisinden dinledik. Ve kendisine “Alman casuslarını İngilizlere teslim edeceksiniz ve İngilizlerin bütün istediklerini yapacaksınız” dedik. Ve tereddüt etmeden “Bize sığınanları hayatımız pahasına da olsa teslim etmeyiz. Bu aşiretin namusudur. Bu işi aşiret reisi anamıza danışmamız lazımdır” cevabını verdi. Anasının Tahran’a gelirken kendisine ne talimat verdiğini sordum. “Türk paşası ne derse onu yap” emrini vermiş. “O halde size sığınanları elinizle teslim etmeyin. Fakat kendilerine hudutlarınızdan hemen çıkmalarını söyleyin. Bu da benim emrimdir. Yoksa bütün aşiretinizle birlikte öleceksiniz” dedim. Ve İngilizceyi güzel konuşan bu gence ertesi sabah doğruca İngiliz sefaretine giderek, sefirin ileri süreceği şartları, sığınanları teslim etmeye ait kaydı ileri sürerek kabul etmesini ısrarala söyledik. Ve nihayet kendisini ikna ettik. O gün öğleden sonra Hüsrev Kaşkaî sefarete geldi. Yine ataşemiliterimizle birlikte kabul ettik. İngilizlerin bütün isteklerini, sığınanları hudutlarından çıkarmak şartıyla kabul ettiğini ve tam anlaşma içinde bir protokolu imzaladığını anlattı.
Bu protokol gereğince İngilizler tayyare karargâhıyla birlikte istedikleri her yeri işgal edecekler. Kaşkaîler silahlarını teslim edecekler ve Güney Şimendifer hattının emniyetinden de mesul olacaklardı. Böylece, 150-160 bin kişi ölümden kurtulmuş ve kan dökülmeksizin İngiliz müttefiklerimizin de bütün istedikleri sağlanmıştır.
*
Bu neticeden İngiliz sefirinin de memnun olacağını tahmin etmekte, kendi mantığımızca haklı idim. Hayır, o ne taassup! İngiliz sefiri de Hüsrev Kaşkaî’den biraz sonra ziyaretime geldi. İlk sözü “İran’ın dâhili işlerine müteMadiyen karıştığınızdan dolayı sizi hükûmetime şikâyet ettim. Burada İran’ın işlerine yalnız işgal devletleri karışabilir” oldu. “İstediğimizin hepsi kan dökülmeden elde edilmiş oldu. Bu suretle hem İranlı kardeşlerimize, hem de müttefiklerimize çok hayırlı yardım yaptığımız kanaatinde idim” yolunda cevap verdim. “Biz, istemediğimiz yardımı da dostluk addetmeyiz” dedi. “Zaten verdiğiniz kararı icra etmişsiniz. Beni de hükûmetinize şikâyet etmişsiniz. Ben vicdanen müsterihim. Ve çok iyi bir iş yaptığımın emniyeti içindeyim” diyerek konuşmayı kestim.
İngiliz sefirinin birçok vesilelerle İran’daki ileri vaziyetimden, davetlerimden, münasebetlerimden hoşnutsuzluğunu açıkladığını da biliyordum.
*
Başından sonuna kadar meseleden haberdar edilen Hariciye Vekilimizden iki gün sonra zehir zenberek bir telgraf aldım:
Özetle; “Londra’nın emriyle, Ankara’daki İngiliz Büyükelçisi’nin çok sert bir konuşma ile benim İran’ın dâhili işlerine müdahalemden ağır şikâyetler ettiğini, bu hareketin ittifakımızla bağdaşmadığını söylediğini, bildiriyor ve İran hükûmetine şahsım Namına verdiğim beyanatı da aklın ve mantığın kabul etmeyeceği surette tenkit ettikten sonra telgrafı alır almaz İngiliz Sefiri’ne giderek, bir daha İngiliz müttefiklerimizin muvafakatı olmadıkça herhangi bir işe müdahale edilmeyeceğini, esasen buna hükûmetimin de muvafakatı olmadığını söylememi tavsiye ediyor ve bunu, bende mevcut vatanperverlik imaniyle yapacağımdan emin olduğunu da ilave ederek, İngiliz sefiriyle görüşmemiz neticesinin derhal kendisine telgrafla bildirilmesini istiyordu”.
Verdiğim cevap şifreli olduğu için buraya aynen geçirememekten müteessirim. Hülasası şudur:
“TalEbiniz, bende mevcudiyetinden bahsettiğiniz iman hududuna giremez. Lozan’dan 1921’de Ankara’ya geldiğim vakit başlanan davanın neticesi belli değildi. Yalnız tutulan yolun Türk’ün tek çaresi olduğuna iman edenlerdenim. Siz de bekâr da olduğunuz için bizim gibi Ankara’ya gelebilirdiniz. Fakat Sevr Muahedesini imza eden Bern Sefiri Halis Bey’in kâtibi kalmayı tercih ettiniz. Ve Türkiye Cumhuriyeti’ne Osmanlı Devleti’nden intikal eden binalar ve dosyalar arasında kaldınız. Tarziyeyi siz verirseniz samimiyetine daha çok inanırlar. Esasen köşe başında bekleyip, beni arkadan vurmayı denemeniz ilk defa olmuyor. 150 bin kişinin ölümden kurtulmasına yardım etmiş olmak benim için bütün hayatımda bir şeref olacaktır”.
Aynı zamanda hemen yola çıkarttığım hususi bir kurye ile de o vakitki Sayın Cumhurreisimize gönderdiğim mektupta şöyle diyordum:
“Menemencioğlu’nun yazdığı bir telgrafa verdiğim cevabı yüksek huzurlarınıza sunuyorum. Bu uzun yazıları Devlet Reisimize ve Rejim Şefimize arzedEbilmek cesaretini, mesleğimin şahsi olmaktan ziyade devlet işlerindeki usul ve telakkinizi alakalandırdığı müLahazasında bulundum.
Hariciye Vekili ile Büyükelçi arasında hariciye işlerine ait mutat münasebetler çerçevesinden çıkarak, daha umumî mefhumda devlet işlerini ve devlet adamları vazifesini ilgilendirir mahiyet alan bu mevzuda Menemencioğlu aynı zamanda hâkim olmak vaziyetinden çıkmış bulunuyor.
Bu meselede tek hâkim sizsiniz.
Lozan’dan tahsilinizi bitirdiğiniz günlerde Yunanlılar İzmir’i işgal etmişlerdi. Kurmuş olduğunuz Türk Yurdu’nun o günlerde yaptığımız bir ictimaında hepimiz Türk milletini kalkındırmak için köylerde hocalık etmeye and içmiştik.
Bizimle beraber bütün o günlerde mukadder gibi görünen bu esaret hayatı yerine başta Atatürk ve siz Türk çocuklarına hür, müstakil bir vatan verdiniz. Mebus, vekil, büyükelçi olduk. Neyimiz varsa ve ne olmuşsak bunların hepsini elbette sizlere medyunuz. Bu nimetlerin borcunu bana vermek Lütfunda bulunduğunuz şerefli vazifelerden hepsinde vaktiyle tasarruf ettiğimiz köy hocalığı feragat ve aşkı ile çalışarak ödemeye gayret ettim ve hayatımın kalan daha birkaç senesini yine Lozan’da and içtiğimiz günlerin heyecan ve ateşi ile açtığınız yollarda yürümeye bahşederek, gözlerimi kapamak şerefini arıyorum.
Bu nedenle de, beni bir defa dinlemeden hüküm vermeyeceğinize eminim”.
Ve hakikaten Ankara’ya çağrıldım.
Ankara’ya giderken, Hariciye Vakili ile aramızdaki geçmişe nazaran Tahran’a artık dönmeyeceğimi düşünerek, resmi ve husuSi bütün işlerimi tasfiye ettim. Gayet garip, tayyare ile hareket edeceğim gün İngiliz elçisi sabah erkenden sefarete gelerek, bana “iyi seyahatler” temenni etti ve sefaret kapısından beraber çıkarken binayı göstererek:
“Bütün bunlara artık veda ettiniz mi?” dedi. O vakte kadar dönmeyeceğimi ben de biliyordum. Hatta dönmek arzusunda da değildim. Artık tuttuğum işlerden iyice soğumuştum. Çabalamanın beyhude olduğuna da kanaat getirmiştim. Fakat bu elçinin “Bir daha gelmeyeceksiniz” manasındaki bu hınç alışına birdenbire gayrıihtiyâri isyan ettim. “Hâyır veda etmedim. Yakında tekrar görüşürüz” cevabını verdim. Ve o dakika Tahran’a tekrar dönmeyi memleketimin haysiyeti için içimden acı acı temenni ettim ve bütün bir saf kalple dua ettim. İngiliz sefiri beni böyle teşyi ederken Ankara’da hazırladığı devletler hukuk ve münasebetine değil, alelâde insan münasebeti nezaketine sığmayan hayret edilecek ve tamamen esassız ikinci habis bir teşebbüsünden bana bir kelime ile dahi bahsetmemişti. Bu meseleye de bir gün ayrıca döneceğim.
*
Ankara’ya gelir gelmez Reisicumhur Hazretleri beni öğle yemeğine davet buyurdular. Yemekte Başvekil ve Hariciye Vekili de vardı. İltifat buyurarak “eski arkadaşımdır” diye beni Hariciye Vekilinden evvel sollarına oturttular. Bu iltifatın bir ceza karşılığı olacağını hüzünle düşündüm. Netice bu düşüncemi yalanladı. Yemeğe oturur oturmaz sözü bana verdiler. Anlatın buyurdular.
Ben aşağı yukarı hemen hemen şunları söyledim:
Numan Beyle anlaşmazlığımız Lozan’dan başlar. Lozan’da biz talebe iken, o sefaret kâtibiydi. “Türk Yurdu”nda her hafta yaptığımız münakaşalı konferanslara bazen o da gelirdi. Biz, bütün talebeler, hepimiz Türkçü idi. O, Osmanlıcı idi.
1936’daki Türk-İran münasebetlerinde bana saray entrikalarını andıran çelmeler attığını da Zat-ı devletinize Heybeliada’da da vesikalarıyla anlatmıştım. Kaşkayı meselesini de başından sonuna kadar Hariciye’ye bildirdik. Bana ilk telgrafı “Alakamın yerinde olduğu” meâlindedir. Şimdi hücum ediyor. Fazla tafsilatla şefimizi rahatsız etmek istemem. Yalnız “Kaşkayılarıın, yani 150 bin kişi benim müdahalemle ölümden kurtulmuş olup olmadıkları hakkındaki kanaatlerini bilmek istiyorum”. Suali Numan Bey’e tevcih buyurdular, O:
“Başka kaynaklardan da aldığımız maLumat da CeMal Hüsnü Bey’in müdâhalesi sayesinde bu aşiretin ölümden kurtulmuş olduğunu teyit etmiştir”. Ben, “Bir şey ilave etmeyeceğim, karar Zat-ı devletinizindir” dedim. İsmet Paşa, biraz düşündüler ve arkasından “O halde arkadaşımız vazifesine avdet edecektir” buyurdular. Ve başka bahislere geçildi.
Kaşkayı meselesine ait anlattıklarım bütün safhaları ile Hariciye dosyalarında mevcuttur. Ayrıca aynı meseleye ait o vakitki Ataşemiliter General Naci Akay’ın raporları da Erkân-ı Harbiye-i Umumiye dosyalarındadır.
…Tahran’a döndüm. İkinci bir bahis teşebbüsünü kendisine anlattığım İngiliz elçisi çok utandı. Mazeret, sebep bulamadı. “Ne yapalım, Kaşkayılar hakkındaki müdahaleniz bizi çok gücendirmiş ve kızdırmıştı. Hepsinin sebEbi budur” dedi. (Dr.M.CeLaleddin Yücel: Bütün Dünya Türkleri, s.253-261; Dr.M.C.Yücel: “Dünya Türkleri”, Dilde, Fikirde, İşde Birlik, Aylık Dış Politika Dergisi, s.217-222)
*
Büyükelçilerden Cemal Hüsnü Taray:
Bütün Türk vatandaşları, hepimiz bu fikirdeyiz. Türkçe’nin İran’da konuşulması ve unutulmaması yalnız bu dostluğun kuvvetlenmesi için bir âmil olabilirdi. Nasıl ki Ali Süheyli kabinesi (18 İsfend-15 Mordâd 1321/1942; 28 Behmen 1321/1942-7 Ferverdin 1323/ 1944) Tahran’da bir Türk Lisesi açılmasına muvafakat etmişti. Fakat Türkiye Maarif Vekili “Tahsisatımız yoktur” diye cevap verdi. Öte yandan tüm masrafı İran’dan temin edilmek şartıyle Tahran’a davet ettiğimiz Türk Oprera Heyeti için aynı Maarif Vekili, “Şimdi tatildedirler. Gönderemeyiz” cevabını vermişti. (Dr.M.CeLaleddin Yücel: Bütün Dünya Türkleri, s.252; Dr.M.C.Yücel: “Dünya Türkleri”, Dilde, Fikirde, İşde Birlik, Aylık Dış Politika Dergisi, s.216)
*
İsmail Han Sovlet’üd- Dövle Kaşkayi
İsmail Han Sovlet’üd-Dövle/ Savlet’üd-Dövle Kaşkayi, Darab Han’ın oğlu, 1874 doğumludur. Zeki, dirayetli, şerefli ve vatansever bir kişiliğe sahipti. Ömrü, İran’ı işgal eden emperyalistler ve onların yerli işbirlikçileri ile mücadeleyle geçti. Sovlet’üd-Dövle, İran Meşrutiyet Hareketi’nin önderlerinden biridir. Meşrutiyet yönetimine inanan, bu yolda mücadele eden Fars/ Kaşkayı-Yurt Demokrat Partisi’nin lider kadrosunda yer aldı.
İsmail Han, yolu ve hedefini ülkenin bütünlüğü, bağımsızlığı ve millî hâkimiyet olarak belirlemiştir. Ülkenin yaşadığı hassas dönemde siyasi faaliyetlere ve silahlı mücadeleye başladı. Tarih yazdı ve adı tarih sayfalarına kazındı.
Sovlet’üd-Dövle, 17 yaşında siyasete atıldı. Bir dönem Behbehan bölgesinin valilik görevini yürüttü. İran’da, 1903 yılında Meşrutiyet ilan edildi. Meşrutiyet yönetimince, resmen Kaşkayı ilinin İlhanı olarak görevlendirildi. Meşrutiyet devriminin başarı kazanmasında önemli rol oynadı. Kaşkayı-Yurt/ Fars bölgesinde devrimi kalıcı kılmak için çaba gösterdi. Meşrutiyetçilere maddi destek sağlamak üzere Ferecullah Han Mirpenç ile Tahran’a 10 bin Dolar gönderdi. Ayrıca İran kamuoyuna ve devrim yöneticilerine 12 bin kişilik Kaşkayı ordusu ile Meşrutiyet Hükümeti’ni desteklemeye hazır olduğunu ilan etti.
Azerbaycan’ın hürriyet lider ve komutanları olan Serdarı Millî Settar Han ve SâLar-ı Millî Bağır Han, ayrıca Mazenderan Komutanı Takizade ile devamlı irtibat halindeydi. Fars Vilayeti Meşrutiyet Komitesi’ni kurmak için görüş alışverişinde bulundu. Meşrutiyet karşıtları, Muhammad Rıza Kavam liderliğinde 4 bin silahlı güç ile Sovlet’üd-Dövle’ye karşı saldırıya geçti. Çatışmada Sovlet’üd-Dövle’nin yaralanması Kaşkayı ordusunun geri çekilmesine neden oldu. Kaşkayılar bu savaşta 150 şehit verdi.
Sovlet’üd-Dövle, Aşiretler Serdarı/ Serdarı Aşayir ve Fars Vilayeti Meşrutiyet Serdarı unvanını aldı. Seyyid Abdül-Hüseyin LaRi ve Molla Zakeriyya isimli iki din adamı ile Sovlet’üd-Dövle, Meşrutiyet inkılabının/ devriminin başına geçtiler.
İngiliz yandaşı olan işbirlikçi Kavam (Kavamüs-Saltana) ile İngiliz Büyükelçisi’nin merkezi hükümeti baskı altına alarak Muhammad Ali Şah Kacar’ı, Sovlet’üd-Dövle’yi Kaşkayı İlhanlığından azletmeye ikna ettiler. Ancak Sovlet’üd-Dövle, Necef uleması ve Fars/ Kaşkayı-yurd halkının talEbi üzerine mücadeleye devam etti.
I.Dünya Savaşı’nın başlangıcında, Rusların Kuzey İran’ı işgalini emsal göstererek, İngiliz General Saks 6 bin asker ile Güney İran’a girdi. Güney İran demek, Kaşkayıların yaşadığı Kaşkayı-yurd, diğer adıyla Fars Vilayeti demektir. General Saks, Kavam ve Fermanferma bir cephe oluşturarak, Kaşkayy-yurt’u hedef aldılar. İşgal tehlikesi üzerine Sovlet’üd-Dövle, Nasir Divan-ı Kazerunî ve bölgenin önde gelen din adamı Ayetullah LaRi’nin manevi desteği ile Kaşkayılardan bir ordu oluşturdu. Merhum İsmail Han Sovlet’üd-Dövle Kaşkayi, İngilizleri ve yerli işbirlikçileri yapılan tüm savaşlarda hezimete uğrattı. İngilizlerin burnunu sürttü. Kaşkayıları silah gücüyle yenemeyen İngilizler, Sovlet’üd-Dövle’ye bölgenin kontrolü kendisinde kalmak kaydıyla mücadeleyi bırakıp, kendileriyle işbirliği yapması için 25 bin İngiliz altını rüşvet teklif ettiler. Sovlet’üd-Dövle, “Bu paranın iki katını ben size vereyim, topraklarımı terk edin” cevabını verdi. Kaşkayı ordusu, İngilizlerin Güney Polisi dedikleri kuvvetlerini denize döktü.
İngilizler bu cepheyi yarmak için Arapları satın aldılar. Bu cephe, İngilizler için çok önemliydi. Zira Güney İran’dan, Irak kara yolu ile Hintli askerlerini Orta Doğu ve Kuzey Afrika’ya sevkedEbilirlerdi. Diğer önemli nokta, iki sene önce Çanakkale’de uğradığı hezimetin acısını çıkarmak için güneyden Osmanlıyı sıkıştırmayı planlıyordu. Velhasıl İngilizler, iki sene içerisinde biri Çanakkale’de, diğeri Kaşkayı-Yurt’ta (Fars Vilayeti) olmak üzere Türklerden sağlam şamar yediler.
İngilizler, savaşla elde etmediklerinin bir kısmını altın, biraz da şanslarının yâver gitmesiyle elde ettiler. Arapları satın aldılar, İran merkezi hükümetini sıkıştırdılar, İran’ın güneyinde Kavam ve Lor aşiret hanları gibi yandaşlar buldular. En önemlisi Kaşkayı halkı için kıtlık yılları başladı, veba salgını bölgeyi kasıp kavurdu. Hem salgın, hem de açlık nedeniyle Sovlet’üd-Dövle Kaşkayı ordusunu geri çekmek zorunda kaldı. Propagandayı iyi beceren İngilizler, bunu kendi zaferleri olarak sunmaya çalıştılar. İngilizler, zafer propagandası yapsa da, Sovlet’üd-Dövle yeniden toparlanmak için Fars Vilayeti’nin güneyine gitti, “İşgalcileri ülkeden def etmeden mücadeleye son vermeyeceğine yemin etti”.
Beşinci ve Altıncı Dönem Milletvekili olarak Tahran’a gitti. Meclise girmesi sağlanarak, Kaşkayı ilinden uzaklaştırılmış, bir anlamda Tahran’da gözetim altında tutulmuş oldu.
İsmail Han Kaşkaî, gerçek bir vatanseverdi. Büyük önder Mustafa Kemal Atatürk, güvendiği birkaç subayını Kaşkayı İlhanına gönderiyor. Savlet’üd-Dövle’yi Anadolu’ya göç etmek üzere davet ediyor: “İngilizler ve Rıza Şah sana düşmanca davranıyor, yerleşmek üzere Türkiye’ye gel” diye haber gönderiyor. Sovlet’üd-Dövle subaylara; “Kaşkayı il/ ulusu ne olacak?” diye soruyor. “Kaşkayı iline, Erzurum bölgesindeki yaylaların tahsis edildiği” cevabı verliyor. Sovlet’üd-Dövle ise, “Atalarım kemikleri ki bu toprak altında, ne yapam?”. Subaylar, “O halde kal ve mücadeleye devam et!” cevabını veriyorlar.
1933 yılında İngilizlerin isteği üzerine Rıza Şah Pehlevi, İsmail Han Sovlet’üd-Dövle Kaşkayi’nin tüm yetkilerini elinden aldı. Tutuklanarak hapishaneye gönderildi. Hapishanede 59 yaşında iken şüpheli bir şekilde vefat etti.
İsmail Han Sovlet’üd-Dövle Kaşkayi, Kaşkayı millî kahramanı Hüsrev Han Kaşkaî ve Nasir Han Kaşkaî’nin babasıdır. (http://elhan.blogspot.com; Muhtelif sempozyum ve konferanslarda tutulan notlar; Seyfettin Altaylı, 2012)
*
Hüsrev Han Kaşkayi
1925 yılında emperyalist ülkelerin desteği ile gerçekleştirilen darbe sonucu Kacar tahtını ele geçiren Rıza Han, 1941 yılında sürgüne gönderilmiş, yerine oğlu Muhammed Rıza geçmiştir. Her ikisi de Fars milliyetçiliği güderek, Türklere yönelik akıl almaz zulümleri reva gördüler. Türkçe’yi yasakladılar ve Türk aşiretlerini dağıtma planları hazırladılar. Buna direnen Türk aydın ve liderlerine zulmettiler ve yok ettiler.
1922 doğumlu olan Hüsrev Han, İsmail Han Savlet’üd-Dövle Kaşkayi’nin en küçük oğludur. Çocukluğunu Kaşkayı İlinde ve babası Tahran’a sürgün edildiğinde bir süre bu şehirde yaşadı. Elburz kolejindeki eğitimi sırasında hayat onun için oldukça zordu. Babası ve abisi Pehlevi hapishanesindeydi. Ailesi hapisten çıkınca Kaşkayı-Yurt’a geri döndü.
II. Dünya Savaşı’nda 20 yaşındaydı. 1948 senesine kadar yaklaşık beş yıl merkezi hükümet ile savaştı. Büyük bir Türk kadını olan anasının desteği ile Güney Polisi/ Polis-i Cenûb denilen İngiliz işgalcilerine ve daha sonra Tudeh yanlılarına karşı mücadele vermiş, bunları Kaşkayı Vilayeti’ne sokmamıştır. Bu savaşlarda ve Semirum savaşında birliklerine şahsen komuta etmiştir. Merkezi hükümeti, savaşlarda elde ettiği başarılarla Kaşkayı iline taviz vermeye zorladı. Bu tavizlerin en önemlisi Kaşkayıların mecliste temsil edilmesi oldu.
Hüsrev Han, 25 yaşında Firuzabad bölgesinden milletvekili seçildi. Genç yaşta politikaya atıldı. Ancak merkezî hükümet, çeşitli oyunlarla milletvekilliğini düşürdü. Bu dönemde Firuzabad valisi olarak görev yapıyordu. 1950 senesinde 16. Dönem seçimlerinde Cebhe-i Millî Partisi’nin adayı oldu. Oyların tamamına yakınını alarak Firuzabad milletvekili olarak meclise girdi. Başkanlığını millî bir şahsiyet olan Türk aristokratlarından Dr. Musaddık’ın yürüttüğü Millî Cephe’nin güçlenmesinde önemli rolü vardır. Tahran’da Dr. Musaddık’ın en yakın dostlarından biri oldu. Petrolün millileştirilmesi için hazırlanan kanun lâyihasına ilk imza Hüsrev Han’a aittir. Türk Kacar Prensesi Mecdüs-Saltana’nın oğlu olan Dr.Muhammed Musaddık’ı desteklemiş, emperyalistlerin oyunu (Operasyon Ajax) ile görevden uzaklaştırılınca idamını engellemiştir.
Hüsrev Han Kaşkayi, Millî Cephe’nin en faal yöneticilerinden ve Musaddık’ın en yakın mesai yoldaşlarından birisiydi. 19 ağustos 1954 darbesinde meclisin kapanmasından sonra güneydeki yurduna dönerek, Kaşkayı ordusunu kurdu ve darbe hükümetine karşı mücadeleye başladı. Hükümetin “Ülkeyi terk et!” çağrına “Hayır” cevabı vererek, Firuzabad bölgesine gitti ve mücadelesine yıllarca devam etti. Pehlevi yönetiminin, Amerikan’ın verdiği uçak ve silahlarlarla Kaşkayı halkını vurmaya hazırlandığı haberini aldıktan sonra, günahsız Türk halkının ölümüne razı olmadı. Bu nedenle ülkeden ayrılıp, Almanya’ya sürgüne gitti. Hüsrev Han, Şah’ın ve hükümetinin yargıya müdahalesini kanundışı ilan etti.
Sürgün yaşamında da mücadeleden hiç vazgeçmedi. Yurtdışında Şah istibdadına muhalefet eden Öğrenci Konseyi ile yakından ilgilendi. Dr.Hüseyin Fatımî’nin ölümünden sonra arkadaşları ile birlikte Bahter Gazetesi’ni, Millî Cephe’nin gazetesi olarak basıp dağıttılar. “Savak” adını taşıyan İran İstihbarat Örgütü (Sazman-ı Emniyyet ve Arzeş Kişver), bu olaydan haberdar olduktan sonra, İran hükümetinin girişimi sonucu Fransızlar bu gazeteyi kapattı. Hüsrev Han, CeMal AbdünNasir’ın daveti üzerine Mısır’a gitti. Burada kurulan bir radyo istasyonu vasıtasıyla İranlı muhalifler ve Kaşkayı halkına mesajlarını iletme imkânı buldu. Bir süre sonra maâli imkânsızlıklardan ötürü radyo kapandı.
Pehlevi hanedanının Hüsrev Han Kaşkaî’ye olan kin ve düşmanlığının diğer bir nedeni de, babası Savlet’üd-Dövle’nin güçlü ve kudretli Kaşkayı ulusunun desteği ile şah olma ihtimaliydi. Bu endişe ile Sovlet’üd-Dövle, Pehlevi ailesi tarafından hapihanede öldürüldü. İsmail Han Savlet’üd-Dövle Kaşkai’nin öldürülmesi Kaşkayılarla Pehlevilerin arasını bir daha düzelmemek üzere açtı. Çünkü Kaşkayı hanlarının asalet ve şeceresi o kadar güçlüdür ki, İran şahları Kaşkayı hanlarının kızlarını istediklerinde, onları küçük görüp vermedikleri bilinen hususlardandır. Bu nedenle Pehleviler, Kaşkayı hanlarını her zaman tahtlarının rakibi olarak görmüştür.
Hüsrev Han, 1963 yılında ülkeye dönüp, Kaşkayı ulusu ile birlikte ayaklanıp mücadele etme kararı aldı. Ancak İran İstihbarat örgütü Savak, Kaşkayı Hanı’nın bu faaliyetlerini, işbirliği içerisinde olduğu Fransa, İngiltere ve Almanya gizli servisleri vasıtasıyla öğrendi ve gene bu örgütler aracılığı ile engelledi.
Muhammed Rıza Şah tarafından 1962 yılında başlatılan, 05 Haziran 1963 tarihinde referanduma sunulan Ak Devrim/ İnkılap-ı Sefid, İran genelinde daha çok Türklerin sahip olduğu topraklar ile ruhanilerin kontrolündeki vakıf arazilerini devletleştirme ve halka dağıtmayı hedefleyen “Toprak Reformu planı”na Kaşkay İlhanı Hüsrev Han da karşı çıktı. Çıkan olaylarda yüzlece Kaşkayı Türkü hayatını kaybetti. Ayetullah Humeyni de Ak Devrim’e şiddetle karşıydı. Humeyni, Tahran Pazar esnafı ile medrese öğrencilerinin desteğini aldı. Hz.Hüseyin’nin şehit edildiği güne rastlayan yas törenlerinde halk galeyana geldi. Hükümetin iç ve dış poşitikalarını şiddetle eleştiren vaazından ötürü Humeyni 05 Haziran’da tutuklandı. Nisan 1964’te serbest bırakıldı. Ekim ayında, “İran’da görevli Amerikan vatandaşlarının İran’da yargılanamayacaklarına” dair parlamentonun aldığı karara karşı çıkması üzerine 1964 Kasım’ında tutuklandı ve Türkiye’ye sürgüne gönderildi. Türkiye’deki sürgün süresinde Bursa’nın Çekirge semtinde yaşadı. Ak Devrim adı verilen reform planı, dönemin Ziraat Bakanı Hasan ErsenCani tarafından yürütüldü.
Hüsrev Han, 1978 senesinde yurt dışında konferans, sempozyum ve çeşitli yollarla İran Şahı Muhammed Rıza Pehlevi’nin kanunsuz faaliyetlerini ve cinayetlerini ve Savak’ın Hitler’i aratmayacak işkence metodları ile halkı sindirmek ve susturmak için uyguladığı usulsüzlükleri ve ahlaksızlıkları gözler önüne serdi. Bu dönem, İran devriminin de başlangıcı oldu. Bugün bile İran tahtı için hem Kaşkay hanlarının, hem de Kacar prenslerinin adı geçmektedir. Uyguladığı akıl almaz zulümlerden ötürü Pehlevilerin adını duyunca halkın tüyleri diken diken olmaktadır.
Hüsrev Han, Pehlevi rejiminin yıkılmasının ardından İran’a geri döndü. Kudetadan sonra düzenlenen ilk meclis seçimlerinde aday oldu ve Şiraz/ Eglid şehrinden seçilerek meclise girmeye hak kazandı. Ancak Hüsrev Han Kaşkayi için tarih tekerrür etmiş, yeni yönetimce milletvekilliği mazbatası verilmemiştir. Firuzabad civarında Kaşkayılar ile devrim muhafızları arasında çıkan çatışmalardan ötürü rejim karşıtlığı, ABD casusluğu ile suçlanarak, milletvekildiği düşürülmüş ve meclisten atılmıştır. Üstüne üstlük Devrim Mahkemesi’nin gerçekdışı suçlamalarının hedefi olmuş, yeni yönetimin emriyle devrim muhafızları (pastarlar) tarafından evi basılmıştır. Velhasıl Azerbaycanlılar, Kaşkayılar, Türkmenler ve diğer Türk toplulukları ve liderleri, rejim değişikliğinden umduklarını bulamadılar.
Bu hukuksuzluğa karşı çıkarak, güvelik güçleriyle çatışmaya girmiştir. İlinden uzak olduğu ve yardım alamadığı için Tahran’da tutuklanmıştır. Hanlarının haksız yere tutuklandığının duyulması üzerine Kaşkayı ili ayaklanmış, Kaşkayı-Yurt’taki karakolları, orduevleri ve devlet dairelerini ele geçirmişlerdir. Kaşkayıların yolları ulaşıma kapatmaları üzerine, Azerbaycan Türkü olan Cumhurbaşkanı Beni-Sadr olayların vahametini fark etmiş, araya girerek, Hüsrev Han’a yönelik ithamların geri alınmasını sağlamış, silahlı mücadeleyi sona erdirmiş ve serbest bırakılmasını sağlamıştır. Hüsrev Han, İran’ın güneyindeki yurduna, halkının arasına dönmüştür. Kısa süre içerisinde Kaşkayı halkı silahlanarak hanlarının yanında yer almıştır. Yönetimle silahlı çatışmaya girme arzusunda olmamasına rağmen, merkezi yönetim Kaşkayıları ezmek için Hüsrev Han’ı savaşa zorlamıştır. Yönetim, savaş uçakları ve ağır donanımlı birliklerle Kaşkayı-Yurt’a saldırmıştır. Yönetim ile Kaşkayılar arasında savaş ve çatışma iki yıl sürmüştür. Çok sayıda Kaşkayı genci hayatını kaybetmiştir. Yönetimin çatışmayı yaylaklarda bulunan günahsız Kaşkayı aşiret ve tayfalarının kadın, çocuk ve yaşlılarının oturduğu çadırlara yönlendirmesi, Hüsrev Han’ın savaşı durdurmasına yetmiştir. Hüsrev Han, Kaşkayı birliklerine çatışmaları durdurmaları talimatı vermiş ve hepsini evlerine ve çadırlarına göndermiştir. Kendisi, mücadelesini siyasi alanda sürdürmek için yurtdışına çıkma kararı almıştır. Ancak ihanete uğramış ve güvenlik güçlerince yakalanmıştır.
Kaşkayılar arasındaki birliği temin etmek ve diğer Türk boylarıyla dayanışmayı sağlamak için Müsavât Partisi’nin kurulmasına destek verdi. İran Türkleri bu parti etrafında birleşti. Ancak yönetim, daha önceki suçlamalarla Hüsrev Han’ı tekrar tutukladı. Aylarca gördüğü işkence ve zulmün ardından, peşinen verilen idam cezası, aydınların ve siyasilerin gayretine rağmen engellenemedi. Kaşkayı hanlarının yönetim merkezi olan Firuzabad kentinde 1984 yılı sonbaharında idam edildi. Hüsrev Han idam edildiğinde 62 yaşındaydı. (http://elxan.blogspot.com/, Recep Küçükizsiz; Muhtelif sempozyum ve konferanslarda tutulan notlar)
*
08 Mart 1963 tarihli Türk basınından:
İran Hava Kuvvetleri’ne mensup sekiz tepkili uçak, İran’ın güneyindeki, Fars eyaletinde “Kaşkayı” aşiretinin oturduğu yerleri bombaladı. İran Jandarma Başkomutanı Melik de harekâtı yerinde incelemek üzere Tahran’dan Şiraz’a hareket etti.
Fars eyaleti komutanı, hükümete başvurarak, acele takviye gönderilmesini istedi. Bu istek üzerine, iki ordu birliği derhal yola çıkarıldı.
Şiraz’dan alınan haberlere göre, Fars eyaletinin Firuzabad bölgesinde süregelen çarpışmalarda iki tarafın kaybı otuza ulaşmıştır. Söylenenlere göre, iyi silahlanmış olan âsiler, İran ordusuna ait iki tepkili uçağı düşürmüştür.
Ordu birlikleri ile Kaşkayı aşireti arasındaki çatışmalar, geçen Kasım ayında, bölgede tarım reformunu yürüten Mühendis Melik Abdî’nin, toprak ağaları tarafından öldürülmesi üzerine, ordunun bu bölgede temizlik harekâtına girişmesinden ötürü meydana gelmiştir. Melik Abdî’nin öldürülmesi, bu bölgedeki aşiretlerin özellikle Kaşkayı aşiretinin silahtan tecridi kararına yol açtı. Aşiret, bu karara karşı koymak üzere ayaklanmıştır.
14 Mart 1963 tarihli Türk gazeteleri:
İran hükümeti, toprak ağalarının teşvikiyle ayaklanan Kaşkayı aşiretine karşı savaş ilan etmiş ve bölgeye İran Hava Kuvvetleri’ne ait avcı jet uçaklarının sevkedileceğini açıklamıştır. Bilindiği gibi hükümet, geçen hafta içinde de âsilerin bulunduğu bölgeyi bombardıman etmişti.
Mart ayı başından beri hükümete karşı ayaklanan güney bölgesindeki Kaşkayı aşiretine mensup silahlı âsiler, şimdiye kadar birçok jandarma karakolunu basmış ve buldukları silahları gaspederek, çok sayıda subay ve jandarmayı öldürmüştür.
Kaşkayı aşiretinin bulunduğu Fars eyaleti Valisi General Kerim Varahram, Şiraz’daki karargâhında verdiği bir demeçte, âsilere karşı Perşembe günü (bugün) harekete geçileceğini söylemiş ve şöyle demiştir: “Tahrikçiler ve haydutlar, 24 saat içinde bombardıman edilecek veya ele geçirilerek asılacaklardır”.
Vali, aşirete mensup âsilerin toprak reformuna ve aynı zamanda hükümetin âsileri silahsızlandırma hareketine muhalefet ettiklerini söylemiştir. Vali, âsi Kaşkayıları tenkil etmek üzere Amerika’nın İran ordusuna verdiği F-86 tipi jet uçaklarını kullanacağını sözlerine ilave etmiştir.
15 Mart 1963 tarihli Türk gazeteleri:
Dünkü Tahran gazetelerinin bildirdiğine göre, Şah’ın Başyâveri olan Korgeneral Behram Aryana, Fars eyaletinde düzen ve güvenliği sağlamak için girişilecek harekâtı yönetmekle görevlendirilmiştir.
İran Başbakanı Esedullah Alem علم (30 Tîr 1341-18 İsfend 1342/1962-1963), bu tayin vesilesiyle verdiği demeçte; bunun askerî bir tayinden başka bir şey olmadığını, esassız söylentilere yol açmaması gerektiğini, bu tayinin sadece hükümetin düzen ve güvenliğin kaybolmasına müsamaha etmeyeceğinin bir delili olarak sayılması gerektiğini ileri sürmüş ve demiştir ki;
“Fars eyaletindeki olaylar önemsizdir. Bu olayların sorumluluğu, reformların gerçekleştirilmesine engel olmak isteyen birkaç kışkırtıcı unsura aittir. Hükümet, bu unsurların faaliyetlerini bütün kuvvetiyle önlemeye kararlıdır”.
Öte yandan Başbakan Esadullah Alem, Tarım Bakanı SipehBud/ Korgeneral İsmail Riyâhî’nin, tarım reformunu en kısa sürede gerçekleştirmekle görevlendirildiğini söylemiştir.
Propagandadan Sorumlu Devlet Bakanı CihanGir Tafazzulî, Toprak reformu Kanunu’nun uygulanmasına karşı koyanlarla hükümet kuvvetleri arasındaki çarpışmada Memeseni kabilesinden 22 kişinin öldüğünü açıklamıştır. Bakan, 120 köyün sahibi olan kabile şefi Hüseyin Rüstem ile oğlunun hükümet kuvvetleri ile çarpışma sonunda teslim olduklarını bildirmiştir.
Bu arada Fars eyaleti valisi, gelecek 24 saat içinde tedhişçilerin ya havadan bombardıman ya da yakalananların derhal idamı suretiyle tasfiye edileceklerini ihtar etmiştir.
Hükümetin dağlık bölgelerde barınan Memeseni ve Kaşkayı kabilelerinin ayaklanmalarını şiddetle bastırmaya kararlı olduğu anlaşılmaktadır. Memeseni ve Kaşkayı kabilelerinin fertleri, aynı zamanda ekimi kanuna aykırı olan haşhaş yetiştirmekle de suçlanmaktadır.
17 Mart 1963 tarihli Türk gazeteleri:
Hükümet kuvvetlerinin, Şiraz’ın kuzeybatısındaki Fehilyan bölgesi (Memeseni/ Nurabad ilçesi) civarında 800 silahlı âsi ile çarpıştığı ve âsileri mağlup ettiği bir hükümet kaynağı tarafından açıklanmıştır.
Hükümet kuvvetleri, güneyde barınan Kaşkayı kabilesi mensuplarını silahtan tecrit ederken, reformlara mukavemet edenleri de ezmiştir. Teslim olan kabile reisleri arasında Basıri kabilesinin lideri Muhammed Han Basıri ile Melik Mansur Han Kaşkai de vardır. Basıriler, Kaşkayıların bir koludur. Melik Mansur Han, Kaşkayı kabilesini idare eden dört kardeşten biridir. (Dr.M.CeLaleddin Yücel: “Dünya Türkleri”, Dilde, Fikirde, İşde Birlik, Aylık Dış Politika Dergisi, s.224-226)
*
Nasir Han Kaşkayi
Nasir Han, İsmail Han Savlet’üd-Dövle Kaşkayi’nin oğludur. 1900 yılında Kaşkayı ilinde doğmuştur. Çocukluğundan itibaren babası ile birlikte Kaşkayı ilinin işleri ile ilgilendi. İlkokulu özel öğretmenlerden ders alarak bitirdi. Eğitimine babasının Tahran’da sürgünde olduğu dönemde evam etti.
Nasir Han, 14 yaşında siyasete atıldı. I.Dünya Savaşı’nda İngiliz’lere karşı sürdürülen savaşta kendini ispat etti. Yaşının küçük olmasına rağmen, liyakati ve becerisi sayesinde İngilizlerle yapılan anlaşmaların metinlerini hazırlar ve imzalardı. İngiliz kapitanlarına hiç taviz vermedi. Genç yaşında ülkenin güneyini büyük bir işgal felaketinden kurtardı. Bu ona “İstismarcı/ emperyalist düşmanı” unvanını kazandırdı.
Nasir Han, İran’ın güçlü bir merkezi hükümete sahip olması için Rıza Han’a yardım etti. Buna mukabil Rıza Han, Şahlığının ilk yıllarında Kaşkayı ilinde sıkıyönetim ilan etti. Nasir Han’ı tutuklatarak, önce hapishaneye, ardından sürgüne gönderdi. Kaşkayı Türkleri’nin bu duruma tepkisi, öte yandan Güney İran’da çıkan ayaklanmalar, hükümeti halkın isteği üzere 16 yaşında olan Nasir Hanı Kaşkaî’yi ilhan ilan etmeye mecbur etti.
Nasir Han, hapishanede yedi sene kaldı. Bu dönem içerisinde sadece iki gün kendisine çıkış izni verildi. Birisi babasının ölümünde, diğeri el konulan mal varlıklarının Pehlevi Vakfı’na devrinin imzalanması nedeniyle.
8. dönem seçimlerinde milletvekili oldu, Tahran’a gitti. Kısa bir süre sonra yakalandı ve tekrar hapse gönderildi. Daha sonra sürülerek, mecburi iskâna tabi tutuldu. II.Dünya Savaşı’na kadar hapis ve sürgün hayatı yaşadı. 1942 yılı affı ile Kaşkayı-Yurt’a geri döndü. 1942–1954 yılları arasında merkezi hükümet ve emperyalist işgalcilerle savaştı. Tüm savaşlardan galibiyetle çıktı. Öldürülmesi için düzenlenen tüm suikast planları suya düştü. Israrla savaşa zorlandı.
1943 senesinde İngilizlerin savaşı kaybettikleri kesinleştikten sonra yayınlanan resmi bildiriyi babasının mezarı başında yüksek sesle okudu. Babası gibi her türlü baskı ve emperyalist saldırılara karşı olduğunu ilan etti.
Bu dönemde, İran’ın güneyindeki Kaşkayı-Yurt’ta halka huzurlu yaşam şartları hazırladı. II.Dünya Savaşı’ndan kaçan Almanlar bu bölgeye geldiler. Müttefiklerin isteği doğrultusunda mültecileri iade etmeyi utanç verici buldu. Müttefikler, eğitim için Avrupa’da bulunan ve ülkelerine dönmekte olan Muhammad Hüseyin Han ve Melik Mansur Han’ı Türkiye’de ele geçirdiler ve Almanlara karşı pazarlalık unsuru olarak kullandılar.
1945 yılında Pişeveri’nin Azerbaycan Millî Hükümeti’ni ilan etmesiyle Nasir Han, kendi bölgesindeki orduevleri ve jandarma karakollarını ele geçirerek 11 maddelik bildiri yayınladı. Bu yolla İran’ın güneyinde yaşayan halk için önemli imtiyazlar elde etti.
Nasir Han, halk ve devlet adamı olduğunu ispat etmiş bir şahsiyettir. İran’ın ve Orta Doğu’nun yaşadığı zorlu dönemlerde onurlu duruşu ile her tür istismara karşı çıkmış, kendisine yapılan iki önemli teklifi reddetmiştir. Birincisi müttefiklerin gönderdikleri 20 milyon dolarlık parayı kabul etmemiş, diğeri ise güneyde oluşturmak istedikleri ülkenin yönetimini kendisine verme teklifini geri çevirmiştir. Böylece bölgede müttefiklerin planlarının gerçekleşmesini engellemiştir.
Musaddık darbesi sonrası, 1953 yılında Amerikalılar 5 milyon dolar ve Güney İran valiliğini kendisine vermeye hazır olduklarını bildirdiler. Amerika kendi uşağı olan Serleşker/ Tümgeneral Fazlullah Zahidi’yi başbakanlığa getirmek istiyordu. Nasir Han buna da karşı çıktı.
Nasir Han, 1946 senesinde resmi olarak Kaşkayı İlhanı olarak seçildi. Bunun yanı sıra İran’ın güneyinde birçok bölgenin sorumlululuğu da kendisine verildi. İki sene sonra senatör olarak İran SeNa Meclisi’ne girdi. Dr.Mussaddık’ın başbakanlığı döneminde onunla birlikte çok önemli kanunlara imza attı. Bu kanunlardan en önemlisi İran petrollerinin millileştirilmesidir
Dr.Mussaddık, ABD’nin hazırladığı darbe “Operasyon Ajax” sonucu başbakanlıktan alındıktan sonra Nasir Han ve kardeşleri mücadeleden hiç vazgeçmedi. Sonunda merkezi hükümet, Amerika ve İngilizlerin yardımı ile Kaşkayı han ailesini sürgüne gönderdi. 30 sene sürgün hayatı yaşadılar.
Nasir Han, babası gibi yaşamının büyük bir bölümünü sürgünde ve hükümetin hapishanelerinde geçirdi. Devrimden sonra ülkeye döndü. Ancak yeni yönetimle sorunlar yaşadı, bu yüzden yurt dışına gitti. Kaşkayı ilinin resmi son İlhanı olarak tarihe geçti. Son resmi Kaşkay İlhanı 1984 yılında öldü. (http://elxan.blogspot.com/; Muhtelif sempozyum ve konferanslarda tutulan notlar; Seyfettin Altaylı, 2012)
*
Muhammed Behmen Begî
Muhammed Behmen Begî, Mahmut Han Behmenî’nin oğlu olup, 1921 yılında Kaşkayı-Yurt’ta doğdu. İlk okulu özel eğitim alarak tamamladı. Babası Kaşkayı İlhanı’na yakınlığından ötürü 1932 yılında Tahran’a sürgüne gönderildi. Birkaç ay sonra annesi de aynı akıbete uğrayarak, mecburi iskân için Tahran’a sevkedildi. Behmen Begî de ailesinin sürgününden payına düşeni aldı.
Tahran’da İlmiye mektEbinin 5. sınıfına kabul edildi. 10. sınıfa kadar eğitimini bu okulda başarılı şekilde sürdürdü. Bu dönemde futbolla ilgilendi, takım kaptanlığı yaptı, şampiyonluklar ve ödüller kazandı.
10. sınıfa iken annesinin serbest bırakılması üzerine, birlikte Kaşkayı iline geri döndüler. Bir yıl sonra perde gerisinde İngilizlerin bulunduğu darbe ile Rıza Han tahttan indirildi ve sürgüne gönderildi. İlân edilen genel af nedeniyle babası, 11 yıl devam eden sürgünden sonra Kaşkayı-yurd’a dönerek aralarına katıldı. Muhammed Behmen Begî, eğitimini sürdürmesi için Şiraz’a gönderildi. Orta eğitimini tamamlamasının ardından Tahran Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne girdi. Üniversite yıllarında, eğitimin yanı sıra yazmaya başladı. “Örf ve Âdât der-ÁŞayir-i Fars/ Fars Aşiretlerinde gelenek ve görenekler” adını taşıyan ilk kitabını yayınladı.
Çalışma hayatına İran Milli Banka’sında başladı, birkaç yıl sonra ayrıldı. Savcı olarak tayin edildi, bu görevi kabul etmedi. Kaşkayı aşiretindeki eğitimsizlikle mücadele için arkadaşlarıyla çalışma başlattı. Kaşkayı ili liderlerinin olurunu alarak, Truman Fonu’na yardım için başvurdu. Birkaç öğretmenle işe koyuldu. “Eğer öğrenci okula gelmiyorsa, öğretmen öğrencinin ayağına gider” prensibini ortaya koydu. Öğretmen yetiştirmek için eğitim merkezi açtı. Burada yetiştirilen öğretmenler aşiretin kara çadırlarına gittiler ve çocuklara okuma-yazma öğrettiler. Açılan bu merkezlerde 20 sene içerisinde binlerce öğretmen yetişti. Çalışmalarında öyle başarı kazandı ki, sonunda Unesco’nun Uluslararası Eğitim Ödülü’ne layık görüldü.
Behmen Begî, aşiret çocuklarının okuması için karşısına çıkan çetinliklerin üstesinden gelmek için mücadele etti. Çeşitli kaynaklardan temin ettiği para ve finansörlerin desteği ile yatılı bölge okulları açtı. Fakir ailelerin çocukları bu okullarda eğitim imkânına kavuştu. Bu çerçevede açtığı yatılı liseler, İran’ın önde gelen liseleri arasına girdi. Bu liselerden mezun olan yüzlerce öğrenci çeşitli üniversiteleri kazanarak mühendis, doktor ve hâkim gibi meslekler edindiler. Bu liseler, İran’ın başarılı ilim merkezleri haline geldi. Öte yandan özel meslek liseleri de açtı. Bu meslek liselerinden; sağlık memuru, sağlık teknisyeni, ebe, hemşire, elektrik teknisyeni, tornacı, marangoz, halı dokuma ustası ve spor eğitmeni yetişti. Normal liseye gitme imkânı bulamayan gençler, meslek liselerini bitirerek sanatkâr oldular. Mezun olanlar, ülkenin ihtiyaç duyduğu teknik kadrolardaki boşlukları doldurdu. Kaşkayı Türk çocuklarının eğitimi için çıkılan bu yolda kazanılan başarı, yaygınlaşarak tüm İran aşiretleri çocuklarının eğitimi için kurtuluş yolu oldu. “İran Aşiretler Eğitim ve Öğretim Merkezi” adı altında kurumlaşan bu sistemle Azerbaycan, Lor, Beluç, Türkmen, Arap ve Kürt aşiretlerine mensup çocuklar birlikte eğitimlerini tamamlayarak, kendi memleketlerine döndüler.
Rejim değişikliğinden sonra Behmen Begî emekli oldu. Yeni yönetim, aşiretlerin iskânına öncelik vererek, “İran Aşiretleri Eğitim ve Öğretim Merkezi”ni kapattı.
Behmen Begî, Aşiretler Eğitim ve Öğretim Merkezi’nin kurulması ve buraya bağlı okulların açılması konusundaki çalışmalarına ait hatıralarını, ayrıca aşiretlerin yaşamını, gelenek ve göreneklerini konu alan derlediği materyalleri kitaplaştırdı ve bunları yayınladı.
Behmen Begî, Kaşkayı ve İran’ın diğer aşiretlerine aralıksız elli yıl devam eden zorlu hizmetin ardından 2010 yılının Mayıs ayında Şiraz’da hayata veda etti.
-Örf ve Âdât der-AŞayir-i Fars عرف و عادات درعشاير فارس / Fars Aşiretlerinde gelenek ve görenekler
-Buharay-ı Men İl-i Men بخاراى من ايل من / Benim Buharam Benim İlim (Buhara kenti, irfan kaynağını ifade eder. “Benim ilim/ ulusum, irfan kaynağımdır” anlamı kastedilmiştir)
-Eger Qareqâc ne-Budاگرقره قاج نبود / Eğer Karakac Çayı Olmasaydı (Qareqâc/ Karakac; Şiraz kenti civarında bir çayın adıdır)
-Be Ocaqet Gasem به اجاقت قسم/ Ocağına Yemin
-TAlây-ı Şahamet طلاى شهامت / Cesaretin Zirvesi
Behmen Begî’nin tanınmış eserleridir.
(http://elxan.blogspot.com/; Muhtelif sempozyum ve konferanslarda tutulan notlar; Seyfattin Altaylu, 2012)
Dostları ilə paylaş: |