Bu zülmün hesabı sorulacaktır...70
Türkiye’deki Bulgaristan göçmeni sanatçılar da Bulgaristan olaylarına seyirci kalamazlardı ve kalmadılar da. Kardeşlerinin felâketini eserlerine konu ederek Bulgar barbarlığını kınadılar. Olaylardan duydukları acıyı destanlara dökmüş, şiirleştirmişlerdir. Nazmi Nuri Adalı Kanlı Aralık Destanı'nda bakın neler diyor:
Yıl 1984
Ay Aralık
Kanlı Aralık.
Kış, Kar, Buz
Tarihte yeni bir kara yaprak
Tarihe siyah bir anmalık
Yıl 1984 Ay Aralık.
Dünyam karanlık.
Bulgar kudurmuş
Bulgar kuduz.
Rumeli buz.
Kahpe Bulgar bırakmış işini gücünü
Dolaşıyor ev ev kapı kapı
Tuna’dan Rodoplar’a
Meydan okuyor Todor.
Yürekler ateş.
Yürekler kor
Bir uçtan bir uca memleket
Tank, Top, Tüfek
Siperde Dragan
Menzilde Hasan
Zalim Bulgar alıyormuş güya öcünü
Neden?
Türk adlarını vermek istemeyenler dağlara kaçıyorlar:
Mekân kuruyor dağlarda
Kadın erkek
Çoluk-çocuk
Ölüm fısıldıyor dışarda fırtınalar
Sarı solgun meşe yaprakları mahzun
Günler ne uzun, geceler ne uzun
Benizler uçuk...
70’lik Havva teyze de kırda bayırda
Tee orada. Dişlik dere yamaçlarında
Çalılıklar içinde yatıyor
Yatıyor mecalsizce
Yatıyor gizlice
İçinde bir ses:
“Sakın Bulgara söylemesin kimse...”
Türklüğümü vermem, diyor
İsmimi, imanımı
Benliğimi alamazsınız, diyor.71
Türklüğünü, ismini, imanını düşmana asla vermek istemeyen Türk kadını, erkeğiyle omuz omuza mücadele etti. Ölüm kampları da hapishaneler de bu mübarek anaları, nineleri, bacıları yıldıramadı, korkutamadı. Nene Hatun misali nice Kara Fatmalar, nice Ayşe Hanımlar72, nice Havva Teyzeler Balkan Türkler’inin azınlık tarihine altın sayfalar yazmışlardır.
Bulgarlaştırma sürecinde tepki gösteren Türkler’in Belene’ye, Ölüm Adasına gönderilmesi edebiyata da yansıdı. Şair İbrahim Kamberoğlu Dinmeyen Sancı adlı bir şiirinde bakın ne diyor:
Ben Belene’yi bilmem, bilenlerden dinledim
Her gece hücrenize gelirmiş
Tuna boyunda kaybolan Aliş
Civan kaşları kare
Yazılmayan mektubu gönderilmeyen selâmı
O ulaştırırmış gizli-gizli
Anaya, Babaya, Yâre...
Ben cefa çekmedim, çekenlerden dinledim
Uykular kâbus, gülüşler hıçkırıkmış
Ve dağ-taş inlemiş mazlumların yasından
Allah inandırsın mertçe içmişler
Ölüm şerbetini
Ecel tasından...
Ben mahşeri görmedim, görenlerden dinledim
Çocuklar siper olmuş kurşuna
Köprü başında vurulan bekârmış
Elleri dua eder gibi açılmış göğe
Söyleyen doğru söylemiş kardaş
Ateş düştüğü yeri yakarmış...
Ben sanık olmadım, olanlardan dinledim
Kibir savcı olmuş, yalanlar yargıç
Ve eski öfkeler kabarmış deniz-deniz
Evet suçunuz affedilmez büyüktü
Türklüğün yasak olduğu o yerde
Türk’üz dediniz…73
Bulgaristan Türkler’ine işlenen barbarlıklar, bazı Bulgar aydınlarını düşündürmüyor, korkutmuyor değildi. Uygulanan siyaseti doğru bulmayanlar da vardı. 1989’un yaz aylarında Türkler’in Türkiye’ye göçe zorlanması tüm şiddetiyle sürdüğü günlerde, çalışmakta olduğum Bulgar Bilimler Akademisi Balkanoloji Enstitüsünde ara sıra toplantılar yapılıyor, cereyan etmekte olan olaylar bu toplantılarda tartışılıyordu. Böyle toplantılardan birinde Türkoloji mezunu Dr. Antonina Jelâzkova, Türklere uygulanan siyaseti sert bir dille eleştirmiş, sonra da Demokratsiya gazetesinde yazdığı bir yazısında ülkeyi yönetenlere şöyle seslenmişti: "Durun! Kendinize gelin! Türk azınlığın adlarını, dilini, kültürünü ve insan haklarını iade edin ve (ettiklerinizden vazgeçerseniz) eminim ki ülkemizi rezil eden bu korkunç insan selleri kesilecektir".74
Prof. J. Grigorova da o günlerde memleketine ailesini görmeye gittiğinde insanlık dışı olaylara tanık olmuş ve “Bulgaristan, bu ayıbı, bu lekeyi 100 yılda da alnından silemez” diyerek ülkeyi yöneten siyasîlerin çılgınlığına ve bunları destekleyen ve alkışlayan bilim adamlarının aklına hayret ettiğini söylüyordu. J. Grigorova, memleketindeki Türk komşularının sayılı saatler içerisinde göçe zorlandıklarını görmüş ve siyasetten haberleri bile olmayan bu sıradan, bu merhametli insanların büyük telâş içinde oldukları hâlde, ahırlardaki hayvanlarını da düşünerek açlıktan ölmesinler diye ormana salıverdiklerini; yumurtadan yeni çıkmış civcivlerin de daha bir müddet yaşayabilmeleri için evin önünde bir tepsiye darı, birine de su bırakıp bundan sonra göç yollarına çıktıklarını büyük bir duygusallıkla bu toplantıda anlatmıştır.
1984-85 yıllarında da Türkler’in adlarının Bulgar adlarıyla zorla değiştirildiğine tanık olan bir Bulgar öğretmen ailesinin de yaşadıkları ilginçtir. Ailenin kızı, Bulgar Bilimler Akademisinde Felsefeci olan dostum şunları paylaşmıştı: “Babam İslimiye dağlarındaki Türk köylerinden birinde öğretmenlik yapıyordu. Köydeki Türklerle dostluk kurmuş, annem de komşu Türk kadınlarıyla iyi anlaşıyor, birbirlerine gidip geliyorlardı. Bulgarlaştırma günlerinde yapılan vahşiliklere tanık olmuşlardı. Bu olaylardan sonra Türkler, annemle babamdan uzak durmaya, görüşmemeye başlarlar.
Babam, yaşlı öğretmen, köy kahvehanesine girdiğinde kahvehane sessizliğe gömülüyor, hiç kimse onunla sohbet etmiyormuş. Sokaktan geçerken Türk anneler babamı görür görmez çocuklarının kolundan tutarak onları hemen içeriye alıyor, pencerelerinin perdelerini de çekiyorlarmış. Bu manzaraya dayanamayarak annem ve babam köyü terk etmek zorunda kaldılar ve Sofya’ya geldiler. Şimdi iki aile küçücük bir dairede oturuyoruz. Yaşlı babam hiçbir yere çıkmıyor, içeriye kapanmış, olup bitenleri düşünüyor, Türkler’in yaşadıkları insanlık dramına üzülüyor. Türkler bizi affetseler de dünya affetmeyecek, tarih affetmeyecek. İşlenen cinayetlerin ağır bedelini erken veya geç bir millet, bir devlet olarak ödemek zorunda bırakılacağız” diye anlatıyordu bayan dostum ve cereyan etmekte olan olaylardan üzüntüsünü gizlemiyordu.
Bulgarlaştırma sürecinin beşinci yılında, 1989’un yaz aylarında yeni bir kıyamet kopuverdi. Bulgaristan Türkleri kafileler hâlinde sınır dışı ediliyordu, güneye, Türkiye’ye gönderiliyorlardı... Şair Nevzat Yakup Deniz de sınır dışı edilenlerden biriydi ve Bulgaristan-Türkiye hududundaki durumu şu dizelere dökmüş:
GÖÇMEN
Yepyeni bir kırmızı pasaport
Anılarla yüklü bir iki
Valiz
Ve gümrüksüz
Gardiyansız
Ardına dek açık
Cömert kapılar…
Merhaba özgürlük!75
O günlerde Kapıkule sınır kapısı mahşer yerine dönüşüvermişti... Filim yöneticisi ve yazar Yavuz Yalınkılıç’ın Es Bre Deli Rüzgâr Es adlı şiirinden bir parça okuyalım:
Bir mahşeri andırıyor Edirne
Gözleri yaşlı insanlar sarılıyor bir birlerine şaşkın
Kopmuşlar yerlerinden, sökülmüşler zorla.
Buruk bakıyorlar etrafa
Es bre deli rüzgâr es
Esmiyorsun. Şimdi nerdesin
Dünyanın neresindesin?
Şimdi orda
Kasırgasın, borasın, fırtınasın...
Sen yoksun ya
Bulgaristan’da
Bir kasvet sardı
Deliorman’ı
Kuşlar ötmüyor
Yapraklar kıpırdamıyor artık
Çiçekler kopmuş dalından
İnsanların yüzleri gülmüyor
Es bre deli rüzgâr es...
Anlat bizi
Ezilmişliğimizi
Tüm dünyaya özgürce...76
Yine bölünmüş aileler, yine parçalanmış yürekler, yine ayrılık gözyaşları... Ana baba Türkiye’de, evlât Bulgaristan’da. Gençler burada, kimsesiz kalmış yaşlılar orada… Türkler’in yoğun olduğu bölgelerde saksılarda artık çiçekler yoktur, sohbetlerde kahkahalar yoktur. Doğu Rodoplar’da hâlen öğretmenliğini sürdürmekte olan şair ve yazar Ahmet Mehmet’in Karakış adlı şiirini okuyalım:
Bizim evimizde de vardı saksılar
Çiçekler vardı saksılarda sulardık
Sohbete kahkahaya dardı odalar
Bir çağlayancasına çağlardık.
Türküler çınlardı kulaklarımızda
Mevsimleri bir bir süslerdik
Baharın çiçeği vardı, bülbülün sesi
Birbirimize mutluluklar dilerdik.
Gecenin Ay’ını beklerdi âşıklar
Kızlarımız bir bir çeyiz hazırlardı
Zurna çalardı Perşembe Pazar
Dilekler dilekleri bağlardı.
Artık her şeyi matem aldı
KARAKIŞ mevsimlerin tek adı
Kabirlerin bile taşları kırıldı
Diken diken haçlar sardı.77
Rodoplar’da, Dobruca’da, Deliorman’da ve Bulgaristan’ın daha birçok yerlerinde ıssız kalmış evler vardır. Şair Ali Boncuk, Issız Ev adını verdiği şiirinde şu duyguları canlandırıyor:
Şu evin sahibi nerede?
Cıvıl cıvıldı bu ev mutlu seslerle
Şimdi yerde tozlu, yırtık perdeler
Ses selâmet yok, yok burada kimse.
Damında yuvalanmış nice baykuşlar
Geceleri, korkunç türkü söylerler
Her yerde dalgın, üzgün komşular
Göçte kalanları candan özlerler.78
Faik İsmail Arda Ölü Köy adını vermiş şiirlerinden birine ve şöyle sıralamış dizeleri:
Bu köyün sakinleri
Yüzyıllar boyunca
Teker teker doğdular
Ve 89’un yaz ortalarında
Ay karanlık bir gece yarısı
Cümbür cemaat kovuldular...
Neredeyse iki yıl oluyor ki,
Kara seller gibi akıyor geceler
Bu ölü köyün üstüne
Pencereler gör bak ya, kırıktır camları
Acı çıtırtılarla inim inim
Çöküyor ha, iniyor damları…
Kapıları açılıp kapanmıyor
Pınarları ölü gözleri gibi kurumuş
Ocakları tarumar olmuş yanmıyor…
Boşuna açıyor bu köyde bahar
Yok artık yeşil yaylalarında
Çiçek toplayan menekşe gözlü çocuklar…
Ufacık tefecik tarlalarında
Altın tütün toplamıyor ne yazık
Sırma saçlı Elif’ler, Gülşen’ler79
Sanatçı Şaban Kalkan’ın da Ağlayan Ev adlı şiirinde aynı duygular kalpleri sızlatıyor:
Deliorman’da küçük bir köy var
O küçük köyde bir ev ağlıyor
O evde çocuklar vardı cıvıl cıvıl
O evin bahçesinde gelin gibi asmalar vardı
İnsanları o evden kovulmadan önce.
Şimdi küçük bir ev ağlıyor orada
İlk karda oradan başlardı ilk iz okula
İlk yağmurda oradan çıkardı çocuklar yollara
İlk şarkılar oradan duyulurdu bayramlarda
İnsanları o evden kovulmadan önce.
Şimdi asmalar yorgun ve yalnız
Sahibini bekleyen perdeler sessiz ve kederli
Bahçede çiçeklerin boynu bükük
Komşuya giden patikayı otlar bürümüş
Kapıların, pencerelerin gözleri hep yollarda
O ev gece gündüz ağlıyor şimdi.80
Şair Recep Uslu’nun Bir Köyüm Vardı adlı şiirini de okuyalım:
Benim bir köyüm vardı Rodoplar’da
At koşturmuş atalarım yaylasında
Soğuk su temiz hava, şirin mi şirin
Buradan alır ilk suyunu Arda.
Benim bir köyüm vardı Rodoplar’da
Bilinmez nasıl kurulmuş orada
Kökleri gelir ta Osmanlı’dan
İnsanı sevimli, dili tadında.
Benim bir köyüm vardı Rodoplar’da
Tutuklandı bulutlara kara kara
Şimşek çaktı, gökyüzü gürledi
Sanki kin yağdı öç alırcasına.
Benim bir köyüm vardı Rodoplar’da
İnsanları döndü çil yavrusuna
Yıllar boyunca çektiği özlemi
Mutluluğu buldu anavatanda.
Benim bir köyüm vardı Rodoplar’da
Kimse yaşamıyor artık orada
Kalmadı köy diye taş üstüne taş
Parçalandı kalbim yonga yonga81
Büyük göçte terk edilen köy manzarası şair Ömer Osman Erendoruk’un güçlü kalemiyle yazılmış Boş adlı şiirinde şöyle tasvir edilmekte:
Kimlere söyleyeyim ağıtımı kimlere?
Evler boş, avlular boş.
Kuşlar da göçüp gitmiş kim bilir nerelere
Dallar boş, yuvalar boş.
......................................................................
Koyun kuzu özlemi içinde çayır çimen
Ağıl boş, meralar boş.
Hani nerde öğrenci, hani nerde öğretmen?
Okul boş, sıralar boş.82
Şairin Masal Gibi adlı şiirinde de bu duyguları okuyoruz:
Köyüme vardım bu yaz yüreğimde acılar,
Kocadüz’ü, Almacıkkaşı’nı diken almış.
Amcalar, dayılar yok, yok yengeler, bacılar,
Yollar insansız, çeşme susuzluktan bunalmış.
Göçmen evleri bomboş, ağaçlar kuşsuz kalmış,
Hazinlik sergiliyor suyu çekilen kuyu.
Kimsesiz kocaların yürekleri yufkalmış,
Yaşlı gözler terk etmiş gece bile uykuyu.
Olcakderesi özler olmuş bir damla suyu,
Elbasan çayı ıssız, derin kedere dalmış.
Piremler suya hasret titreşiyor günboyu,
Kavaklar etrafına silik gölgeler salmış.83
1989’un Büyük Göç’ü eski dostları da birbirinden ayırdı. Ali Bayram’ın dostsuz Yaşam adlı şiirinde gam var, keder var:
Göç ettiler eski dostlar
Arda kalan gözyaşı, gam
Gönüllerde hasretlik var
Zevk vermiyor dostsuz yaşam!
Üzgün geçer dostsuz günler
Anı oldu mutlu dünler,
Ne bayramlar, ne düğünler
Zevk vermiyor dostsuz yaşam!
Unutulmaz eski dostlar
Dostsuz dünya bana pek dar,
Hayatta bir burukluk var
Zevk vermiyor dostsuz yaşam!
Dost yüzüne kaldım hasret
Bilmem nasıl etsem gayret,
Hiçbir şeyde yok bereket
Zevk vermiyor dostsuz yaşam!
Eski dostlar bir sır kaldı
Aramızda sınır kaldı,
Yaşantımız kısır kaldı
Zevk vermiyor dostsuz yaşam!84
Sanatçı Zahit Güney ise Çözüm adlı şiirinde şöyle tavsiyelerde bulunuyor göçmenlere:
Doğduğun topraklardan ayrılmak zor
Evin barkın, hep gözler önünde...
Cetlerinin mezarları, içinde büyüyen kor
Alın terinin meyveleri kıpır kıpır önünde.
Tedirginsin şimdi, ama benliğini aldın
Açıl da açıl özgürlük denizinde
Maviliklerde raks ediyor gerçek adın
Korkma, kırılmaz artık ne kolun
ne kanadın.
Önce ev mi Hayır. Sonraya bırak
Çalış, çabala, kazan.
Topraktan döşek, bulutlardan yorgan
yap kendine iyi bak,
Türk’üm de, bazan.85
Göç denen bu felâketin sonu gelmeyecek mi? Bu soruya Ümit Özdağ’ın bir yazısında şu cevabı buluyoruz:
“Balkanlar’da 1990’ların fırtınalı yıllarından sonra şimdi nispeten bir sükûnet vardır, ancak Balkanlar aynı zamanda her zaman patlamaya hazır bir barut fıçısıdır. Belki de Balkan halklarının hep güçlerinin yetmiyeceği hedeflerinin olması Balkanlar’ı tehlikeli bir alan hâline getirmektedir. Bu, 20. yüzyılda olabildiğince hırpalanan Balkan Türklüğünün 21. yüzyılda da aradığı ve arzu ettiği huzura eremeyeceğini göstermektedir.”86
Bulgaristan Türkler’inin geleceği hakkında ise tarihçi Cengiz Hakov, vurgulayarak şunu belirtiyor:
“…altını kalın bir şekilde çizmemiz gereken bir şey vardır ki o da Bulgar devletinin 1878 yılında yeniden kurulmasından bugüne kadar bütün Bulgar hükümetlerinin en büyük Türk-Müslüman azınlığını, gelecekte Bulgar devleti için potansiyel bir tehlike olarak görmektedir. Bu hipotetik tehlikeyi yok etmek için zaman zaman göç ve asimile etme deneyleri uygulanmışsa da beklenen neticeler alınamamıştır. Bu da Bulgaristan Türkleri’nin ve diğer Müslümanların göçmenlik kaderlerinin devam edeceğini göstermektedir.”87
Makedonyalı yazar Fahri Kaya’nın da bir yazısından şu satırları okuyalım:
″Bugün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları %15’den çoğu Balkanlar’dan gelme ya da Rumeli kökenlidir. Bunların Balkanlar’da birçok akraba, yakınları var, çoğunun ataları Balkanlar’da yatıyor. Bu yüzden Balkanlar gerçeği, buradaki Türkler ve bunların kültür hayatı karşısında Türkiye Cumhuriyeti lakayt davranamaz. Balkanlar’daki Türkler’in kültürünü yaşatmak için yardımda bulunmak, Türkiye için bir Allah rızası değil, bir borçtur.″
Fahri Kaya yazısını şöyle bitiriyor:
″Tebliğimi, Osmanlı Meclis-i Mebusan Reisinin 1914 yılında Rumeli’nin elden gitmesiyle ilgili hüznü belirten sözleriyle bitiriyorum: ″Bu yüce kürsüden milletime tavsiye ediyorum. Hürriyet ve meşrutiyet meşalesi nurunun beşiği olan Manastır, Selânik, Kosova’yı, İşkodra’yı, bütün güzel Rumeli’yi unutmamasını tavsiye ederim. Muharrirlerimizden, şairlerimizden, muallimlerimizden, bütün fikir adamlarımızdan hududun öteki tarafında kurtulacak kardeşler bulunduğunu bugünkü ve yarınki nesiller önünde, dersleriyle yazılarıyla, şiirleriyle, bütün manevî nüfuzlarıyla daima canlandırmalarını rica ederim.″ Ancak bu suretle felâketlerimizi, yenilgilerimizi hazırlayan hataların tekrarından geleceğimizi koruyabiliriz diyorum.″88
Balkan tarihi uzmanı Kr. Mançev de Balkanlar hakkında şöyle yazıyor:
"Balkan halkları, son ikiyüz yıldır aralarında pek çok anlaşmazlıklar ve savaşlar gördüler ve Avrupa’nın "barut fıçısı" ününü kazandılar. XX. yüzyılın Yugoslav savaşları Balkan Yarımadası’nın bugün de hâlâ "barut fıçısı" üzerinde durduğunu açıkça göstermektedir. Tarih, geçmişte olduğu gibi, günümüzde de durmadan siyasallaştırılmakta, bu veya başka bir menfaat için suiistimal edilmekte, toplum ise hâlâ eski komplekslerden, nefretlerden ve batıl itikatlardan kurtulamamaktadır. Siyasî parti ve liderlerin, hükümet ve rejimlerin, bazen de tüm halkların son yüzyılda ve bundan çok daha önceleri herhangi bir değeri, anlamı olmuş kavram ve kategorilere davranışlarını ispatladıklarına tanık olmaktayız. Balkanlar’ın tarihi (Avrupa ve dünya tarihi de) büyük devlet şovenizminin, ırkçılığın ve hegemonizmin teori ve pratik olarak, genellikle birilerinin başkalarına uyguladıkları millî egemenliğinin kaybedilmiş bir oyun olduğuna dair yeterince kesin deliller vermiştir. Etnik bakımdan "arı", aynı böyle millî bakımdan homojen devletlerin varlığı mümkün değildir-içine kapanmış ve birbirine karşı ürpermiş olanlar, tarihin "onayını" alamazlar ve başkalarına da bir ideal, ülkü olamazlar. Dolayısıyla, kişi kendisini nasıl hissederse, kendisini nasıl belirlerse öyle kabul edilmesi gerekir; devlet idaresi ve siyaset, bilim, kültür, sanat ve toplumun öteki güçleri geçmişten miras kalmış millî stereotipleri, mit ve batıl itikatları güçlendirmek değil, bunların aşılması ve tamamen ortadan kaldırması için yeni bir hızla çalışmaya başlamalıdır. "Biz veya onlar (ötekiler)" prensibine dayalı siyasetin hiç şansı yoktur, ölüme mahkûmdur. Tarih, sadece "Biz ve onlar" prensibine göre yürütülen siyasete, yani çeşitli millî ve dinî toplulukların aralarında her yönlü iç entegrasyon politikasına yeşil ışık vermektedir. Keşke Balkanlar’daki yönetenler de yönetilenler de en nihayet bunu anlamış olsalar."89
* * *
Günümüze kadar devam etmekte olan Balkan acıları, ardı arkası kesilmeyen göç dalgaları, Türkiye ve Balkan Türkleri edebiyatlarında derin yankılar bulmuştur. Zorunlu göçler oldukça, edebiyatımızda göç konulu eserler de, gözyaşı dolu şiirler, hikâyeler de yazılacaktır.
EDEBİYATIMIZDA BALKAN GÖÇMENLERİ’NİN TÜRKİYE KOŞULLARINA UYUMU
Balkanlar’ın Osmanlı Devleti sınırları dışında kalmasının acısını bu topraklarda yaşayan Türkler, Müslümanlar çekmiştir. Alın teriyle şenlendirilmiş ana-baba yurtlarını, bağ-bahçelerini, memleketin doğal güzelliklerini, yakınlarının aziz mezarlarını bırakıp da göç yollarına düşmek kolay değildir. Tarihçi İlber Ortaylı’nın da belirttiği gibi, Balkan göçmenleri toprak kaybetmemişler, vatan kaybetmişlerdir. Onlar çoğu zaman düzenli ordulardan değil, çetecilerden, komitacılardan kaçıp canlarını kurtarmaya çalışmışlardır.
Savaşlar, baskı ve zulümler insanlarımızı göç etmek zorunda bırakmıştır. Yüz binlerce Rumeli Türkü acımasızca öldürülmüş, hayatta kalanların da çoğu açlık, kötü hava koşulları, hastalıklar yüzünden göç yollarında can vermişlerdir. Selâmete kavuşabilenler ise anavatanda sıkıntılarla dolu uzun bir uyum süreci yaşamışlardır.
Sayıları yüz binlere varan göçmenlerin pek çoğunun ilk durak yeri İstanbul olmuştur. Doksanüç Harbi’nde göçmenler İstanbul'a kara, deniz ve demiryoluyla akın akın gelmiş, asıl göç akını ise demiryolu ile olmuştur. Gelen göçmenlerin çoğunluğunu kadın, çocuk ve ihtiyarlar oluşturmuştur. Bu yersiz yurtsuz, aç ve çıplak insanların yiyecek giyecek ve yatacak yer sorunlarının çözümü için çeşitli tedbirler alınmış ve geçici olarak başlıca cami ve mescitlere, tekke ve zaviyelere, boş binalara, hanlara ve köşklere yerleştirilmişlerdir.90 Yerleştirilemeyen binlerce göçmen ise arabaları, hayvanlarıyla günlerce meydanlarda, sokaklarda kalmışlardır. Büyük ve müthiş ”Rumeli Muhacereti“ ile İstanbul’a gelen Eski Zağra Müftüsü Hüseyin Raci Efendi, İstanbul’daki göçmen manzarasını şöyle gözler önüne sermiştir:
˝Rumeli’den boşanan yüz binlerce ahali, araba, hayvan, şimendiferle yahut yaya olarak gece ve gündüz demeyip İstanbul’a döküldüler. Son nefesteki canlarını emin diyar ve dertliler sığınağı olan Pâyitaht-ı Saltanata ve Dersaadet ahalisinin Âğû-u merhametlerine attılar.
Sirkeci mevkii, Ayasofya, Ahmediye, Yenicami, Nuruosmaniye ve diğer camii şeriflerle birçok mektep ve binaların avluları ve bütün meydanlar, mahşer alanından bir numûne-i dehşet oldular.
Şimendifer katarları tasavvur olunmaz bir hâlde geliyordu. Vagonların içi ve üstü, erkek kadın, kucak kucağa istif olmuş, yanları hatta ön ve arkadaki zincirlerin üstleri insan kesilmiş idi. Soğuktan donarak düşenler istasyonlarda hasta kalanlar hesapsızdı. Bunların büyük kısmı açlıktan ve soğuktan telef oldular.
Allah’ın hikmeti, o günlerde şiddetli fırtınalar kar ve yağmurlar durmayıp devam ederek hep o bîçârelerin üzerinden geçti.
Vagonlarda, öyle sıkışıklık ve ıstırap içinde loğusaların bulunması ise düşünceyi kan ağlatır. Bakılamadığından nice anneler ve mâsum yavruları telef olup gittiler...Gazabından Allah’a sığınırız! Müslümanlar üzerine belâ yağmakta felâket akmakta idi!...
İstanbul ahalisinin zengini fakiri Sirkeci istasyonuna indiler. Yardım, merhamet ve şefkat göstererek âciz ve bîçâreleri evlerine aldılar; iltifat ve ikram eylediler. Çok zaman misafirlerini beslediler, muazzez tuttular.
İngilizlerin, Şefkat-i Osmâni Cemiyeti ile Hilâl-i Ahmer heyeti tarafından muhacirler giydirip doyuruldu.
Asâkir-i Milliye efrâdı-ki Dersaadet’in bütün Müslüman ahalisinden teşkil olunmuştu-gece gündüz, yağmur kar demeyip, muhacirleri yerleştirmeye kendilerini vakfettiler.
Ellerine dolu mendil almayan kibar zâdeler, hiç kimseyi ayırt etmeden ihtiyarları ve mâsumları, sırtlarıyla ve kucaklarıyla taşıdılar.
İşbu fedakârlıklar, İstanbul’un düşman atlarının altına düşmesine karşı, bir sedd-i mânevî oldu.
Dedeağaç, Gelibolu, Tekfurdağı, Karaağaç ve sair iskelelerden Anadolu, Mısır ve Arabistan’a vapurlarla muhacirler gitti. Her yerde bunların iskân ve iâşesine gayret olundu.
Ama ne çare, yollarda çekilen zahmet ve şiddetli soğuktan ve izdihamdan, humma ve tifo hastalıklarına tutularak ve pek tabii bakılmayarak binlerce aileler az zamanda mahvoldu. Kargaşalıkta zevç, zevcesini ve oğul, baba ve anasını kaybederek nice aileler perişan oldu. O sırada, Kıbrıs açığında bir de vapur batıp dört yüz muhacir tamamen helâk olup gitti!.
Hülâsa, Rumeli kıta’sının hercümerci, dört asırdan beri emsâli görülmedik feci bir vakıa ve müthiş bir inkılâptır.
Bu felâket yüzünden Rumeli Müslüman nüfusundan yarım milyon telefat ve malca milyonlarca lira zayiat verildiğini kayda lüzum bile yoktur.”91
Göçmenlerin İstanbul'da oluşturduğu bu manzara Balkan Savaşında da tekrarlanmıştır. Zamanın yayın organlarının hepsi İstanbul'a gelen göçmenlerin sefaletini anlatan yazılarla dolmuştur. Ahmet Halaçoğlu bir eserinde Ahmet Rasim'in yazdığı "Hal ve Mevki" adlı köşe yazısından şu cümleleri aktararak Doksan üç Harbinin devam ettiği gibi görünen manzarayı özetlemeye çalışmıştır: "Dikkatimi bir şey çekti" diyor Ahmet Rasim yazısında. "O gördüğüm göçmen kâfileleri bundan 35 sene önceki göçmenlerin aynısı...Arabaları, hasır örtüleri, kıyafetleri, yürüyüşleri, mandaları ve öküzleri yine o...Hiç değişmemişler. Öyle ki 35 seneden beri devam eden bir uykudan uyanan biri kalksa, hâlâ Rus muharebesinin devam ettiğine kani olur. Yoksa yine öyle de ben mi uyanıyorum?..."92
İlhan Bardakçı'nın bir eserinde de şu satırlar var: "Binlerce, on binlerce kişilik muhacir kâfileleri Sirkeci garından itibaren şehri tamamen doldurmuşlardı. Öküzlerin çektiği kağnı arabaları köprüden yukarılara, tâ Beyoğlu'na kadar uzanıyorlardı... Rumeli'den ölülerini bile getirenler vardı. Onlar gâvur toprağında kalmasınlar, burada yatsınlar diyorlardı..."93
Balkan Savaşında ölümden kaçanların yaşadıklarına yabancı gözlemciler de lâkayt kalamamıştır. Fransız gazeteci Stephane Lauzanne, Balkan Acıları adlı kitabında İstanbul'un yakınında göçmen kafilesine rastladığını ve gördüğü manzarayı şöyle anlatıyor: "Demiryolu yaralıları getirirken göçmenler de yolları dolduruyordu. Yavaş yavaş İstanbul kapılarında acaip bir kalabalık göründü. Bütün mülteciler toplanmışlardı. Bir müddet sonra İstanbul'un yolları geçilmez bir hal aldı. Kaba bir örtü ile örtülmüş öküz arabası konvoyu gözalabildiğine uzanıyordu. Her arabada, sandıklar arasında bir saman yığını üzerine kadınlar ve çocuklar uzanmış, yatıyorlardı. Bütün bu zavallılar savaştan kaçmışlar, köylerini terk ederek İstanbul'a canlarını zor atmışlar, sokaklarda, meydanlarda ve cami civarlarında açıkta uyuyorlardı.
Aynı zamanda Sirkeci garı da başkente akın eden göçmenlerle doluydu. Biz, bunları uçuk beniz, perişan tavırla soğuk Kasım rüzgârına maruz kalarak şehrin meydanlarından, sokaklarından geçişlerini görüyorduk. İşte bunlar askerî yenilginin göçe zorladığı insanlardı.
Bunların hikâyeleri acıydı. Savaşın fecaatini hemen gözler önüne seriyordu.
İstanbul’un 1 milyon 500 bin nüfusunun bir milyona yakınının Rum, Levanten, Yahudi ve Avrupalı olduğu dikkate alınacak olursa doğaldır ki burada birlik ruhundan bahsedilemez. Bununla birlikte Levantenler son derece rahat hareket edebilirler. Hiçbir Rum dükkânını kapatmağa, hiçbir Levanten Cafe Şantan’larını terk etmeğe, hiçbir Avrupalı çay zamanındaki valsten vazgeçmeğe razı olmamıştı.
Benzi uçuk, titreye titreye Beyoğlu yokuşlarını tırmanan yaralılar ise onların orkestra gürültüleri arasından geçiyorlardı. Bunun daha beteri vardı. Birtakım kimseler Türkler’in yenilmesini bekliyor, uyduruyorlardı.
Türkiye bu muameleye lâyık değildi. Türkiye, savaş meydanlarında düşmanları tarafından mağlûp edilmeden önce, kendi başkentinde kendi halkı tarafından mağlûp ilân edilmek durumunda kalmıştı. Ancak ne olursa olsun bu feci olaylara tanıklık edenler için bu durum ne acı bir dersti. Bundan ibret aldım… Vatanımızın, içini ve dışını güçlü bir şekilde koruyalım. Yabancıların içimize fazla yerleşmelerine izin vermeyelim…
Hükümet bu akıl almayan göçe karşı şüphesiz lâzım gelen tedbiri almış birçok kayıklar, vapurlar göçmenlerin taşınmalarını tahsis edilmişti. Bir kısmı Bursa civarına, bir kısmı da Karadeniz sahillerine indirildi. Avrupa’da Osmanlı nüfusu azaldıkça, Asya’daki nüfus çoğaldı… Asya sahillerinde Bedevi kabilelerine benzer köyler meydana geliyordu.”94
Yürekleri sızlatan göçmen manzaralarına daha savaş aylarında destan ve türküler hasredilmiştir. Aka Gündüz'ün Halka Doğru dergide yayımladığı Muhacir Türküsü adlı eserde Rumeli göçmenlerinin uğradığı mezalim ve çektikleri sıkıntılar dile getirilmektedir:
Bir muhacir kızıyım
İntikam yıldızıyım
Acı benim hâlime
Yüreklere sızıyım.
Atma beni, efendim
Ben de senin gibiydim
Gül bahçeli evimde
Gonca güller gibiydim.
Darağacı kuruldu
Ne arandı soruldu
Anam, babam, kardaşım
Hep bir günde boğuldu.
Kul et beni evine
Öksüz gönlüm sevine
Koğma beni kapından
Su dökeyim eline.
Doğrusunu söylerim
Ne arz kaldı, ne yerim
Bir lokmayı acıma
Yüreğimi ben yerim.
Dört tarafım karanlık
Bu mu acep insanlık
Her bir kapı kapalı
Hani eski âyanlık.
Ne ışık var, ne sadâ
Ne merhamet, ne vefâ
Söyle bana Ya Rabbî
Bu ne âlem, ne dünya.95
Söz konusu türkü, halk arasında çok yaygın olmalıymış ki günümüzde de sadece göçmenler arasında değil, Balkanlar'da kalan kimi yaşlılar tarafından da hâlâ bilinmektedir. 1989'un Büyük Göçünde Bulgaristan'dan gelerek Uzunköprü'ye yerleşmiş Kırcaali şehrinden Güler Arda, kendisi daha küçük yaştayken bu türküyü gözyaşıyla ninesinin söylediğini hatırlıyor ve: "Ninem bu türküyü kızlarına ve bize-torunlarına da öğretmişti" diyerek türküyü söylüyor.
Cami ve mescitler, medrese ve mektepler Rumeli'den gelmekte olan göçmenlerle tıklım tıklım dolunca, başka çareler de aranmaya başlıyor. Bu arada gazetelerde çıkan yazılarla da türlü önerilerde bulunuluyor. Meselâ, Şeyh Ahmet imzalı "Bâb-ı Vâlâ-yı Fetvâ ve Evkâv Nezâreti'nin Nazar-ı Dikkatine" başlığı altında yayımlanan bir yazıda yiyecekleri, kömürleri, gazları, ekmekleri, çorbaları olan ve ekserîsinin boş olduğu bildirilen yerlerin, ya hastaneye çevrilmesini veya göçmen iskân edilmesini tavsiye ederek, örnek olması bakımından kendi dergâhının bütün odalarını göçmenlere tahsis ettiği bildirilmiştir.96 İstanbul halkı tarafından göçmenlere birçok yardımlarda bulunulduğu bilinmektedir.
Her iki savaşta yaşanan bu millî felâket daha sonraki yıllarda da ünlü sanatçılara konu olmuş, Rumeli Türkünün feryatlarını ifade eden eserleriyle göç olgusunu edebiyat tarihimize taşımışlardır. Reşat Nuri Güntekin Kirazlar adlı hikâyesinde Rumeli'den yola çıkan göç kervanlarıyla İstanbul'a gelen iki çaresiz yaşlının başından geçenleri, bu insanlık dramını büyük bir sıcaklıkla canlandırmıştır. Hikâyenin üçüncü bölümünden şunları okuyalım:
"Biz memlekette çok zengindik. Oğullarımız, kızlarımız, torunlarımız vardı. Balkan Harbinde kimi öldü, kimi kayboldu. Biz iki ihtiyar, Zehra ismindeki torunumuzla İstanbul'a geldik. Elimizde çoluk çocuk diye bir o Zehracık kalmıştı. Ölenlerin, kaybolanların sevgisini ona verdik. Memlekette dünya kadar malımız, mülkümüz olduğu hâlde İstanbul'da on parasız kaldık. Kocam çalışacak hâlde değildi. İstanbul'da bir iki hemşerimiz vardı. Onlar, ara sıra beş on para veriyorlardı. Üstsüz başsız kalmıştık. Zehracık dilenci çocuklarına dönmüştü.
Yedi sekiz yıl önce şu karşıki sokakta harap bir cami vardı. Karı koca onun bir köşesine sığınmıştık. Bir bahar günü bu bahçenin önünden geçiyorduk. Kirazlar olmuştu. Çocuk değil mi, yavrucak görünce kirazlara imrendi: "İlle de isterim!" diye ağlamaya başladı. Çocuk için birkaç kiraz istedim. Yüreksiz adam cevap bile vermedi, başını öte tarafa çevirdi. Zehracıkla yerimize döndük. Çocuk ağlar, ben ağlarım. Birkaç gün sonra başka çocuklar Zehracığı kandırmışlar, bahçeye kiraz hırsızlığına götürmüşler. Bahçıvan, çocukları görmüş, ellerinde taşlarla, sopalarla kovalamaya başlamış. Zehracığım hırsızlığa alışık değil; bahçıvanı görünce korkmuş; adam daha bir şey söylemeden, kendini ağaçtan atmış. Başcağızı taşa çarpmış.
Onun bu hâlini gören iyi kalpli bir adam, Zehra'yı kucağına alıp eve getirdi. Yavrumun sırma gibi saçları vardı; bu saçların bir parçası kana bulanıp alnına yapışmış... Üç beş gün sonra Zehracık büyük bir ateşle hastalandı. Gözleri şaşılaştı, kolları büzüldü. Belediye hekimini getirdik: "Çocuk ağaçtan düşünce başı zedelenmiş, beyin veremi olmuş. Ümit kesilmez, ama ben iyi görmüyorum", dedi. Yavrucuğum birkaç gün sonra ölüp gitti. Biz iki ihtiyar, kuru başımıza kaldık. Üç yıl sonra eski mallarımızdan bir kısmını bize geri verdiler. Yeniden zengin olduk. Fakat biz artık parayı ne yapalım? İhtiyar insanlar parayı oğulları, torunları için isterler, değil mi doktor oğlum? Mülklerimizin kirasını getirdikleri vakit iki ihtiyar ağlamaya başlarız. Bu paraları harcayacak kimimiz var ki? Başka yerlerde oturamadık. Sanırım ki Zehracık düştüğü şu kiraz ağacının altında gömülüdür. Kiraz mevsimi geldi mi, belki bir kaza olur, başka anacıkların da yüreği yanar diye, karı koca bekçilik ederiz. Ağaçlara kimseyi yanaştırmayız. Bu kirazlardan bir tanesini yemek istemeyiz. Zehracık onlardan bir tanecik için ağlayıp ölmüştü. Kirazlar olduğu vakit arabalara doldurur, onun mezarının bulunduğu yere götürürüz. Zehracığımın ruhu için, onları, para ile kiraz alamayan yoksul çocuklara sepet sepet dağıtırız."97
Göçmenler, geçici yerleşme yerlerinden kalıcı yerleşim yerlerine sevk edilmişlerdir. Genel olarak tüm Trakya bölgesi, büyük ölçüde Marmara ve Ege bölgeleri, kısmen Akdeniz ve İç Anadolu, Doğu Karadeniz bölgeleri ve çok az da olsa Batı Karadeniz ile doğu Anadolu bölgelerine iskân edilmişlerdir.98
Göç eden Rumeli Türkleri, ya eskiden var olan yerleşim yerlerinin dışında ayrı mahalleler oluşturmuşlar veya yeni yeni köyler kurmuşlardır. Yeni kurulmuş köy ve mahallelerin adlandırılmasında ya Padişah adına izafeten Mahmudiye, Hamidiye, Reşadiye, Aziziye gibi adlar, ya da rahata kavuşmaları umuduyla Refahiye, Kemaliye gibi adlar kullanmışlardır. Tüm bu adlarla onlar Osmanlı Devleti’ne bağlılıklarını ve minnettarlıklarını ifade etmek istemişlerdir.99
Göçmenler, bazı bölgelerde, meselâ Balıkesir'in Gönen ilçesinde kurdukları köy ve mahallelere, gelmiş oldukları yerlerden hatıra olan Filibe, Tırnova, Osmanpazarı, Plevne gibi adları vermişlerdir.100 Buraya şunu da eklemek gerekir ki Balkan göçmenleri Türkiye'de kendilerine yeni soyadları seçerken birçokları, gelmiş oldukları memleketlerini hatırlatacak birtakım bölge, yerleşim yeri, dağ ve ırmak adlarından oluşan soyadları almışlar ve almaktadırlar: Ahmet KOSOVA, Aysel BALKANLI, Erdoğan ÜSKÜP, Mehmet ARDA, Mustafa FİLİBELİ, Yaver KRİÇİMLİ, Murat MERİÇEL, Ahmet TUNALI vb.101
Kalıcı yerleşim yerlerine sevk edilirken akrabaların, ailelerin bazen bölündüğü de olunca, yeniden bir iç göç gerçekleşmiştir. Bu konuda Yunanistan mübadillerinden Zeynep Yoğuran, anılarını şöyle anlatıyor:
"Memlekette, Selânik'in Kareferye kasabasında, iki katlı evimiz vardı. Evimizin avlusu çok genişti ve içinde türlü türlü çiçekler ve meyve ağaçları vardı. Avlunun içinden, suyu berrak bir ark geçiyordu. Geldi Rumlar, evimize yerleştiler. Biz uzun zaman hayvanlarımızın ahırlarında barındık. Sonra Türkiye'ye geldik. İzmir'in İki Çeşmelik köyüne gönderildik. Dedem ve babam buraya alışamadılar, ille de Ankara'ya gidelim, dediler. Çünkü bizden önce gelen amcamı Ankara'ya göndermişler ve ona devlet işi vermişlerdi. Amcamla beraber olmak istediler. Devletin sağlamış olduğu her türlü yardımdan vazgeçerek Ankara'ya amcamın yanına geldik. Çok sıkıntılı yıllar geçirdik. Devlet, dedeme de babama da iş sağladı. Zamanla ev bark, mal mülk sahibi olduk. Memleketi de bir türlü unutamadık. Bu yaşa geldim geleli memleketteki evimizi, bahçelerimizi, avlumuzdan geçen suların şırıltısını unutamıyorum. O yerler hâlâ rüyama giriyor."102
Küçük yaşta mübadele acısını tadan İsa Erol da anılarını şöyle anlatıyor:
“Türkiye’ye gidileceği haberini alınca annemin telâş hazırlanışını hatırlıyorum. Şimdi bakıyorum da o dağ yollarını, dereleri nasıl aşmışız; nasıl Selânik limanı’na gelmişiz hayret ediyorum. Göç yollarında çok insan öldü. Kimisi çocuğunu bıraktı, kimisi dereye düşürdü. Açlık ve yorgunluk da cabası. Rüya gibi hatırlıyorum. Selânik’te bir iki gün çadırlarda kaldıktan sonra Dumlupınar Vapuru’na bindirdiler bizi. Civardaki köylerin halkı da bizim vapura bindirildi. Güvertede oturacak yer yoktu. Her yer, ambarlara kadar doluydu. Ayakta duruyordu herkes. Yola çıkışımız 1924 yılının ilk baharına yakındı. Güverteye tahtadan, plaj kabinlerine benzeyen tuvaletler yapmışlardı. Kadının biri çocuğunu bu tuvaletlerden denize düşürmüştü. Dumlupınar, Çanakkale Boğazı’nı geçtikten sonra yan yattı. Çok korktuk. Motorla üç kişi geldi. Makine dairesine inerek vapuru tamir etti. Meğer su tahliye motorları bozulmuş. Yolculuk iki gün sürdü. İstanbul’a gelince önce Tuzla’da karantinadan geçtik. Hepimiz yıkandık, aşılar yapıldı. Tuzla’da iki gün kaldıktan sonra Mimarsinan Köyü’ne gittik. Orada bizden çevre köylerden birini seçmemiz istendi. Bizim köyden gelenlerden bazıları Mimarsinan’da, bazıları Çatalca’da kaldı; bazıları da Terkos’a gitti. Bizim de aralarında olduğumuz grup deniz yoluyla Silivri’ye götürüldü.”
İsa Erol ile yapılan röportajda daha şu görüşler paylaşılıyor:
“Mübadeleyle atalarımızın yaşadığı yerleri bıraktık. Bu kolay bir şey değildi şüphesiz. Türkiye’ye gelince oradaki yaşantımızın çok basit olduğunu anladık. Mübadele, insanların zor karşısında daha iyi bir hayat için mecburen katlandığı bir hareket. Yaşadığı yerde huzur olsa niye yerini yurdunu değiştirsin ki insanoğlu? Mübadele bir sosyal rahatsızlığın sonucudur. Doğduğum yerleri özlemiyorum. Artık vatanım Türkiye.”
İsa Erol, yıllar sonra memleketini ziyaret etme imkânı bulunca fikrinin değiştiğini şöyle anlatıyor:
“Doğduğum topraklara ayak basınca çok duygulandım. Duygulanacağımı hiç tahmin etmiyordum. Ana vatanım Türkiye ama keşke mübadele olmasaymış, keşke hâlâ buralarda yaşasaymışız. Köyümü gördükten sonra biraz biraz fikrim değişti. Türkiye ana vatan ama buraları da iyi bir yaşam sürülecek yerlermiş. Ama artık yapacak bir şey yok…”103
Niyazı Akıncıoğlu’nun Midilli Adası’ndan Ayvalık’ın Cunda adasına sanki göç edenleri anlatan şiirinden de şu dörtlüğü okuyalım:
“Bir ezan vakti başladı gurbet
Bir ezan vakti bitti memleket
Ak kâğıda kara yazı yazmak hüner değil
Gurbeti vatan bil de göreyim…”104
Cevat Çapan’ın da Giritten Bir Mübadil adlı şiirinden şunları okuyoruz:
“Deniz kıyısındaki,
o ahşap ev yıkılmadan,
taşlığında acı suyunu
kova kova çekip
taraçaya döken yorgun ihtiyar
Girit’ten getirdiği kitaplarını
kiloyla eskiciye satmadan
teneke kutularda karanfil yetiştirir,
nargilesini fokurdatırdı denize karşı.
Deniz yumuşak dalgalarla,
sallar, uyuturdu evi.
Evdeki öksüz kızlarını düşünürdü adam,
kim bilir kimlerle evlenip
nerelere gideceklerini.
Arada bir gemi geçip giderdi
uzaktan
uzaklara.”105
Mübadillerin Türkiye'ye uyum süreçleri edebiyata da yansımıştır. Reşat Nuri Güntekin'in 1942'de, Sabahattin Ali'nin 1947'de yayımladıkları Ateş Gecesi ve Çirkince adlı eserlerinde Ege kıyılarındaki mübadillerin hayatı anlatılmaktadır.
Sevk edildikleri yerlerde göçmenlerin ilk arayışları, bırakmış oldukları memleketlerinin doğal güzellikleri ve iklimi ile ilgili olmuştur. Kırşehirli Zehra Balkanlı'nın Türkiye koşullarına uyum sürecinde başlarından geçenleri okuyalım:
"Biz 1950 muhaciriyiz. Kocabalkan'ın Eleni (Elena, Bulgaristan) kasabası yakınında bulunan Türk köylerindeniz. Köyümüzün varlıklı ailelerindendik. Orada mal mülk, ev bark bıraktık. Öküz arabasıyla göç yollarına çıktık. Bir arabaya ne kadar eşya yükletebilirdik ki. Sadece elimizde olan altınlarımızı götürmeliydik. Ama bunları da nerede saklayabilirdik, huduttan nasıl geçirebilirdik?... Bulgar-Türk hududunda aylarca bekletildik ve çok sıkıntılar çektik. Hudutta bekletilenler arasından hastalananlar mı olmadı, ölenler mi... Hudut boyunda, Bulgar toprağında iki yeni mezarlık oluşturuldu. Nihayet Türkiye'ye geçmemize izin verildi.
Türk toprağına geçenlere, ülkenin hangi bölgelerine gitmek istediklerini soruyorlar ve oralara gönderiliyorlardı. Babama da sorunca, babam: "Balkanın yeşilliğine, havasına, suyuna alışık köylüleriz. Bizi balkanı olan yerlere gönderin" dedi. Kırşehir'e gönderdiler. Köyümüzden öteki muhacirlerle birlikte Kırşehir'in yolunu tuttuk. Gide gide Kırşehir'e vardık. Ne görelim!...Karşımızda ne yüksek dağlar, ne de sık ormanlar var...Meğer, Türkiyelilerin dilinde "balkan" sözü, bizim bildiğimiz anlamda kullanılmıyormuş. "Babacığım, niye sen bizi buralara getirdin?" diye ablamla devamlı ağlıyorduk. Etraftaki bozkırlara, çıplaklıklara bir türlü alışamadık. Kalkıp köyümüzden öteki muhacirlerle birlikte memleketimize benzeyen yerler aramaya başladık. Çok yer değiştirdik, Anadolu'nun birçok yerinde kaldık. Sonunda yine Kırşehir'e döndük. Devlet burada bize arazi, arsa vermiş, daha başka yardımlarda da bulunmuştu. Hiç olmazsa bunları kaybetmeyelim, dedik. Çünkü kendi isteği ile yer değiştiren muhacirlere devlet, her türlü yardımı kesiyordu. Kırşehir'de bir muhacir mahallesi kurduk. Evlerimizi istediğimiz gibi yaptık. Etrafında bağ bahçe yetiştirdik ve yeşilliklere bürünerek bozkırları, çıplak tepeleri görmemeye çalıştık. Çoluk çocuk sahibi olduk, çocuklarımızı okuttuk. Böylece Kırşehirli olduk, Anadolulu olduk."106
Anadolu'nun çeşitli bölgelerine sevk edilirken göçmenlerin gelmiş oldukları yerlerin iklimine uygun olmayan yerlere gönderilmeleri, dağlıyı ovaya, ovalıyı dağlara sevk etmek gibi durumlar yaşanmış ve yeni yerleşim yerlerinin iklimine alışamayan göçmenler arasında birçok hastalıklar yaygın hâl almış, birçok ölüm olayları olmuştur.107 İskender Özsoy’un İki Vatan Yorgunları adlı kitabında Diyarbakır’a gönderilen mübadillerin başına gelenleri yazar Yaşar Kemal şöyle anlatıyor:
“Kadirli’den Hemite’ye gidip gelirken yolda bir incir ağacı, bir de yıkık baca görürdüm. Merak edip dururdum bu nedir diye. Yukarıda Cığcıc Köyü var, oraya gittim. Köyün yaşlılarına sordum nedir diye. Yaşlılardan, bir vicdanlı yaşlı söyledi: ‘Buraya mübadele göçmenleri geldi. Tarlalarımızın bir bölümünü bizden alıp onlara verdiler. Ama bizim köylüler durmadı, adamları rahatsız etti. Atlarını çaldık, arabalarını Ceyhan Irmağı’na attık, sonra kızlarını kaçırdık. Yapmadık rezalet bırakmadık. Bir sabah kalkınca gördük ki kimse kalmamış…’
Vicdanlı yaşlı köylünün anlattıkları bana çok dokundu. ‘Bu mübadele nedir?’ diye daha o zamandan aklıma düştü…
Bir şey daha var. Sonradan öğrendim. Diyarbakır’a yerleştirilen mübadele göçmenlerinin erkekleri sıtmadan ölmüş. Geride hatunlarıyla çocukları kalmış. Cenazeleri gömemedikleri için yaylalardan bizim Türkmenler inip onların ölülerini gömmüş, kokmasın diye… Mübadele sonucu Türkiye ve Yunanistan’dan yaklaşık iki milyon insan karşılıklı olarak doğup büyüdüğü yurtlarından ayrılıyor. Kolay iş değil… İnsanın yurdundan ayrılması yüreğinin kopması gibi bir şey.”108
Yeni köylerin oluşturulmasında yerli halkla göçmenler arasında bazı bölgelerde ara sıra anlaşmazlıklar, gergin durumlar da yaşanmıştır. Bursa'nın Şevketiye köyünden Mustafa dede anılarını anlatırken şöyle diyor:
"Biz eski muhaciriz. Bulgaristan'ın Tırnova bölgesinden geldik. Öküz arabalarıyla yolculuk yaptık." Boyunduruğu göstererek: "İşte bu boyunduruk o zamandan kalmadır, onunla öküzlerimizi arabaya koştuk, belki de yüz yıllıktır.
Devlet bizi Bursa tarafına göndermekle iyi etti. Buraları bizim memlekete benziyor. Ama zamanında yerli köylüler bize birçok sorun çıkardılar. Çok mücadele ettik, bu köyü kurduk. Etraftaki köylerin çoğu manav köyleridir. Bizi kıskanıyor, hasetlik getiriyor, her vesileyle de rahatsız ediyorlardı... Zamanla aramızda dostluk kurduk."109
Bursa çevresindeki göçmenler, yerli köylülere manav diyorlar. Bir gülmece türküsünden şu dörtlüğü okuyalım:
A manavlar manavlar
Macırları kıskanırlar
Hareketi duyduyan
Hepsi de uslanırlar.110
Göçler, her zaman Balkan Türkleri için bir yıkım olmuştur. İktisadî ve toplumsal boyutta bir dizi yeni sorunlar gündeme gelmiş ve her türlü sıkıntıları sadece göç edenler değil, göç edilen ortamın yerlileri de yaşamıştır.111
Büyük göçmen dalgalarının kısa sürede Türkiye'ye gelmeleri, yerli halk açısından da kaçınılmaz birtakım problemler doğurmuştur. Göç konusunda tecrübesi olan Türk Devleti, yerli halkla göçmenler arasında ortaya çıkan bazı anlaşmazlıkları her iki taraf için de uygun bir biçimde çözüme kavuşturmaya çalışmış, birçok şeyleri yasalara bağlamıştır.
Devletin gütmüş olduğu göç siyaseti ve göçmenlere yaklaşımı, yerli halkla göçmenler arasında dostluk bağları kurulmasını sağlamış, göçmen grupların da yerli halkla kaynaşması, bütünleşmesi sürecini hızlandırmıştır. Zamanla yerli halk muhacirleri kabullenmiş, hatta bunlara her türlü yardımda da bulunmuştur. Ankara’nın yakınında bulunan Sincan şehrinden 1970’lerde Bulgaristan’dan göç eden Emine teyze, eski muhacirlerden duyduklarından şunu anlatıyor:
"Yıllar önce Rumeli’den gelen muhacirlerden kimi aileleri Devlet Sincan’a gönderir. O zamanlar burası bir köymüş, adına da Sıçanköy derlermiş. Muhacirler, köyün dışında bir mahalle kurarlar, köyün yerlileriyle de aralarında yakınlaşma, dostluk başlar. Muhacir ailelerde bir cenaze olduğunda yerli ailelerden birçokları cenazesi olan muhacir ailesine bir hafta boyunca yemek yapıp getiriyor, cenaze ile ilgili yapılması gereken işlerde de yardımda bulunuyorlarmış: "Sizin kederiniz büyüktür, biz sevabımıza size yardımcı olmak istiyoruz. Bu bizim insanlık, Müslümanlık borcumuzdur, sizler bizim kardeşlerimizsiniz" diyorlarmış. Muhacirler de yerlilerin her neşeli, her acıklı durumlarında hep yanlarında oluyorlar, yerli komşularının sevincini, kederini paylaşıyorlarmış."112
Kalıcı yerleşim bölgelerine sevk edilen göçmenler, tarihî süreç içinde yerli halkın kültürel değerlerini benimseyerek Rumeli kültüründen getirmiş oldukları bâzı unsurları unutmuşlardır. Yerli halk arasına serpilmiş göçmen ailelerde, yerli halkla karışma, kaynaşma süreci daha kısa bir sürede tamamlanmıştır. Ancak oluşturdukları yeni mahallelerde ve köylerde göçmenler, Rumeli'den taşıdıkları toplumsal özellikleri, yaşayış tarzlarını uzun süre devam ettirmişlerdir. Söz konusu yeni mahalle ve köylerde ev yapımından başlayarak tarım âlet ve ürünlerine, beslenmeden giyim kuşama, gelenek ve göreneklerine, türkü ve ağıtlarına, efsane ve menkıbelerine varınca her alanda Rumeli'nin damgası bulunmuştur. Zamanla yerli halkın kültürü buralarda da ağır basarak, göçmenlerin getirdikleri kültürel değerlerle zenginleşip, daha renkli ve bazı hususlarda daha çağdaş bir kültür oluşumu ortaya çıkmıştır. Fakat tüm bunların gerçekleşmesi kolay olmamıştır. Yerli halkla göçmenler arasında birbirini beğenmeme, aşağılama gibi durumlar olmuştur. Yerliler, göçmenleri dışlamış, horlamış. Göçmenler de: "Biz suyun ötesindeniz" diyerek kültür farklılıklarını ifade etmeye, belki de daha doğrusu, kaderin cilvesine boyun eğerek böyle demekle kendilerine bir teselli bulmaya çalışmışlardır. Behice Boran'ın yaptığı alan araştırmalarında ise göçmen gruplarla yerli halk arasında olduğu gibi, eski ve yeni göçmenler arasında da birtakım gelenekler hususunda beğenmeme, alay etme olaylarına rastlandığını görüyoruz.113
Araştırmacılar, kültür alış verişinden söz ederken Anadolu halkının da göçmenlerden birçok şeyler aldığını yazmaktadırlar.114 Örnek olarak şunu gösterelim: Muhacir evlerinin daha kullanışlı, daha sıhhî, daha güneşli olması, evlerin sıvalı, kireçle badana edilmiş olması bir yenilik, bir değişim olarak algılanmış, bu yenilikler yerli halk tarafından da benimsenmiştir. Bu özelliği yukarıda sözü geçen gülmece türküsünde de buluyoruz:
Şu Bursa'nın beyleri
Sıvasızdır evleri
Macırlar geleli
Sıva yüzü gördü evleri.
1913'te Anadolu'yu dolaşan Macar seyyah Béla Horvath da muhacir köylerindeki evlerin sıvanmış olduğunun, yerlilerin köylerindekilerin ise olmadığının tâ uzaktan fark edildiğini gezi notlarında belirtmiştir.115
Yapmış olduğumuz araştırmalardan Bulgaristan'ın Filibe'ye bağlı köylerinden gelmiş eski göçmenlerin anılarından da şunları verelim:
"Biz Filibe’nin Üstüna (Ustina) köyünden gelmiş eski muhaciriz. Geldiğimizde bizi Denizli'nin köylerine gönderdiler. Burada evlerimizi memleketteki gibi yaptık, avlularımızda da fırınlar yaptık. Buğday unundan mayalı ekmek yaparak bu fırınlarda pişirmeye başladık. Ekmek somunları bir karış kabarıyordu. Yerli köylülerden kimileri: "Ekmek böyle yapılmaz, ekmek böyle pişirilmez." diyerek tarlalarımızda ekinlerimizi yaktılar... Sonra bizden öğrendiler, onlar da bizim yaptığımız gibi ekmek yapmaya başladılar. Zamanla aramızda yakınlaşma oldu, dostluk kuruldu, türlü türlü yemekler yapmayı da birbirimizden öğrendik."116
Arşivimde türlü konularda anılar, anlatılar buluyorum. Neriman Arda'nın şu anlatısı çok ilginç:
"Selânik'te evli teyzem vardı. Mübadelede Türkiye'ye gelmişler, çevrelerindeki yerli halkın düşünce tarzını çok iyi öğrenmişlerdi. Yıllar sonra biz de Bulgaristan'ın Kırcaali şehrinden göç ettiğimizde, teyzem: "Rumeli'den getirebildiğiniz mücevherlerinizi, elmas küpelerinizi, altın dizilerinizi takınıp süslenip de düğüne bayrama çıkacaksınız. Şimdi değil de yıllar sonra takınırsanız yerli kadınlar demesinler: Muhacir geldiklerinde hiç bir şeyleri yoktu. Türkiye'ye geldiler de mücevher nedir, altın nedir gördüler, süslenmeyi de bizden öğrendiler... İnanın, bunu diyebilirler... Rumeli'de iken, suyun ötesindeyken hiç bir şeyimizin eksik olmadığını, Rumeli Türkleri’nin de varlıklı olduklarını görmeleri için mücevherlerinizi şimdi takınmalısınız" diye annemlere öğütte bulunuyormuş. Uzun yıllar annemler her düğünde bayramda süslenirlerken hep teyzemi anıyor, onun öğütlerini bizlere anlatıyorlardı."
Balkanlar'dan gelen göçmenlerin Anadolu'ya yeni değerler kazandırdıklarını Béla Horvath şöyle sıralıyor:
"Muhacirlerin gelmesi Anadolu için son derece yararlı bir gelişme. Bir yandan düşük olan nüfus yoğunluğu, öte yandan çalışkan ve kültürel olarak kalkınmış katmanlar ülkenin zenginleşmesini sağlıyor. Muhacirler geldikleri ülkelerden kendileriyle beraber Anadolu'dakinden kesinlikle daha gelişmiş iş araçları ve kaliteli tohumluk getiriyorlar. Ülkeye her gelen göçmen ailesine 25 dönüm ve her çocuk için 5 dönüm daha ilâve olunuyor. Bu, ekilen arazinin fazlalaşmasına da imkân veriyor ve ülke zenginleşiyor"117
Türk Devleti, yüz binlerle ifade edilen göç hareketlerini iyi değerlendirmiş, her büyük göçte göçmenlere kolaylıklar sağlamış, yardımda bulunmuştur. Bu, Balkan göçlerine verilen önemin bir göstergesi olarak nitelendirilmektedir. Anadolu'daki gayrimüslimlerin Balkanlar'dan gelen göçmenlerin Anadolu'nun gayrimüslimlerle meskûn bölgelerine yerleştirilmesine gösterdikleri tepkileri, yabancı temsilciliklere asılsız şikâyetleri Türk Devleti’nin iskân siyasetini etkilememiştir. Yaşar Nabi Nayır da göçün ülkeye taze bir kan aşısı olduğunu, Balkan Türk köylülerinin medenî seviye bakımından Orta ve Doğu Anadolu köylülerimizden farklı olduğunu belirtmiştir. Muhacirlerin Anadolu köylerine iskânı ülkeye canlı bir hareket uyandıracağını ve genel köy seviyesinin kalkınmasına neden olacağını yazmıştır.
Türkiye koşullarına uyum süreçlerinde göçmenler, nostalji denen özel bir psikolojik durum yaşamışlardır. 1950'lerin ortalarında Yugoslavya'dan serbest göçmen olarak İstanbul'a gelmiş bilim adamı İsmail Eren dostumuz yıllar önce şunları paylaşmıştı:
"Serbest göçmen olarak İstanbul'a geldik. Memleketteki taşınmaz mallarımızı Sırp kökenli bir profesöre bıraktık. Profesör dürüst adam çıktı, hattâ mallarımızdan topladığı kirayı bile bize gönderiyordu. Biz İstanbul'a gelirken taşınır mal varlığımızdan gereğini getirdik. Güzel bir ev aldık, onu dayadık döşedik. Ben üniversitede çalışmaya başladım. Araştırmalarımı sürdürdüm, çok geçmeden yazılarım da yayımlanmaya başladı. Dışarıdan bakıldığında her şey yoluna girmişti. Ama nostalji denen bir güç var ya...İstanbul sokaklarında yürürken "Ben neredeyim?..." diye sık sık kendime soruyordum. Yanımdan geçen insanları bir başka görüyordum. Gözlerim İstanbul'un güzelliklerini bile görmüyordu. Bu özel durumdan birkaç yıl sonra çıkabildim."
Aynı yıllarda göç etmiş, İstanbul'da yayın evi sahibi Üsküplü bir dostumuz da şöyle anlatıyordu:
"Serbest göçmen olarak İstanbul'a geldiğimiz ilk yıllarda Galata köprüsünden geçerken duraklıyor, denize bakarak en kötü, korkunç şeyi yapmak aklımdan geçiyordu. Bu durumdan çıkmak hiç de kolay olmadı. Birkaç yıl sonra Allah’ım da: "Al, kulum!" dedi, işlerim yoluna girdi. Ama memleketi bir türlü unutamadım. Çocuklarım İstanbul'da doğdular, memleket özlemi nedir, bilmezler."
Uyum sürecini yaşayan göçmenlerin Türkiye'de doğmuş çocukları ve daha sonraki kuşaklar, anne ve babalarının, yaşlıların anılarını, anlattıklarını acı bir geçmiş olarak ailelerinde, göçmen çevrelerinde dinliyor, ama yakınlarının gelmiş oldukları memleketlerin, ülkelerin bile nereleri olduğunu birçokları bilmiyorlar: "Ben de göçmen kökenliyim, benim de ailem Balkanlar'dan gelmiş" veya "Benim ailem de mübadelede Türkiye'ye gelmiş" demekle yetiniyor ve başka bilgileri olmadığını söylüyorlar. Göçmen kökenli olmayan kuşaklar arasında da (uzmanlar ve ilgililer dışında) Türk Dünyası, Balkan Türkleri ve bunların göç kaderi hakkında bilgi sahibi olanlar yok gibi. Böyle bir bilgisizliğin Türkiye’mizde okullarda günümüze kadar uygulanmış olan eğitim programlarındaki birtakım boşluklardan kaynaklanmış olduğu düşünülebilir. Örnek vermek gerekirse şu gerçek olayı anlatalım: "Bundan birkaç yıl önce Ankara’daki üniversitelerden birine Makedonya’dan bir Türk profesör, misafir hoca olarak ders okutmaya dâvet edilir. Ailesiyle birlikte gelen profesör, Batıkent semtinde bir daire kiralar. Çok geçmeden komşuluklar, yerli ailelerle birbirine ziyaretler başlar. Komşulardan genç bir ailenin çay sohbetlerinden birinde: "Siz henüz 20 gün oldu Türkiye’ye geleli. Bu kısa sürede Türkçe’yi öğrenebildiniz, artık bizim gibi Türkçe konuşuyorsunuz" demeleri, Makedonyalı misafirleri hayrete düşürür ve "Biz de Türk’üz, ana dilimiz Türkçe’dir. Balkan ülkelerinde bir hayli Türk yaşamaktadır..." biçiminde konuşarak yerli genç dostlarını bilgilendirmeye çalışırlar.
Balkan göçmenlerinin Türkiye’de yeniden yuva kurmaları, kendilerine iş, aş bulmaları hiç de kolay olmamıştır. Makedonyalı yazar Fahri Kaya’nın Asıl Güçlükler Sonradan Başladı adlı hikâyesinde bir göçmen ailenin durumu şöyle dile getirilmektedir:
„Asıl güçlükleriniz bundan sonra başladı diyorsun?“
„Evet, asıl güçlüklerimiz bundan sonra başladı... İstanbul’da kiralık ev bulmak güçtü, ama bu sorunu çok uzak bir akrabamız sayesinde çözdük.“
„O da mı sizin gibi göçmendi?“
„Evet, o da göçmendi. Ama İkinci Dünya Savaşı’ndan önce buralara gelen göçmenlerden.“
„Düşen daldan, anlar haldan, dememişler boşuna... Ne de olsa göçmen. Böyleleri dert ortağı olabilir.. Onların da başından aynı şeyler geçmiş...“
„Hayır öyle değil. Bildiğim kadar İkinci Dünya Savaşı’ndan önce buraya göç edenlerin durumu bizimkinden çok farklıydı. Onlar bizler gibi buralara apar topar gelmedi. Hazırlıklı geldi. Mal ve mülklerini değerlendirerek ceplerinde üç beş kuruşla buralara göç etti. Gelmezden önce de eş ve dostları sayesinde buradaki yuvalarını ayarladı... Biz buralara kellemizi koltuğumuzun altına alarak geldik. İçimizden, nerelere gittiğimizi ne yapacağımızı bilen bile çok azdı. Gidiyoruz dedik ve tası tarağımızı toplayarak geldik buralara... Buralara bizden önce gelenlerden bâzıları böyle telâş içinde gelişimize şaşıyordu. Hatta bu yüzden bizi kınayanlar da oluyordu...“
„Yok canım..“
„Evet, evet, kınayanlar da vardı... Bir gün büyük ağabeyimle İkinci Dünya Savaşı’ndan önce buralara göç eden eski bir komşumuzu ziyaret etmeye gittik. Hem ziyaret eder hem de ilk günlerde ayakta kalabilmek için kimi öğütlerini alır diye düşünmüştük... Evlerine vardığımızda komşumuzun hanımı bizi çok soğuk karşıladı. Hatta bir ara neye geldik, oralarını neye bıraktık, buralarını cennet mi sanıyoruz, nasıl geçineceğimizi hiç düşündük mü, diye bir sürü soru sordu. Bizi azarlamak ister gibi bir tutumu vardı... Söylediklerini dinlerken bize ikram ettiği lokum boğazımızda kalmıştı... Sorularına karşılık vermedik, çünkü ne diyeceğimizi bilmiyorduk. Biz, bizler için o ağır günlerde, kendilerinden yardım, destek ve cesaret beklerken onlar bizi korkutuyordu... İşte böyleydi o günler...“
.................................................................................................................
''Ama buraya gelmenizin büyük bir sorun, büyük bir dert, anlatılamayacak kadar büyük bir acı olduğunu anladım da asıl güçlüklerinizin buraya vardıktan sonra neye başladığını anlayamadım...“
„Evet asıl güçlükler bundan sonra başladı... Birçok şeyi olduğu gibi bunları da düşünememiştik.. Ya da düşünmek istemedik...“
„Bu güçlükleriniz yeni ortama alışmak zorluğundan mı kaynaklanıyordu?“
„Yok be kardeş. Biz buralara kaynaşmaya, ortama uymaya geldik... Bu bir sorun değildi. Asıl sorun karınlarımızı doyurmak sorunu oldu...“
„Yani kazanç sağlayacak bir iş bulmak, demek istiyorsun?“
„Kazanç değil, karın doyuracak bir iş bulmak, kardeş.“
„İş bulmak zor mu oldu?“
„Çok zor.. Bildiğin gibi buraya üç kardeş geldik... İçlerinden en küçüğü bendim... Ağabeyim, memleketimizde hukukçu olarak çalışıyordu.. Ama onun okuduğu ve bildiği burada beş para etmiyordu... Memleketimizin hukuku ile bu memleketin hukuku arasında dağlar kadar fark vardı. Bu nedenle, ağabeyimin mesleğiyle uğraşması için hiç şans yoktu...“
„Ya öteki kardeşin?.. Onun bildiği bir iş yok muydu?“
„O memleketimizde müzik okulunu bitirmişti? Memlekette iken buraya geldiğinde öğrenimine konservatuarda devam etmek hayaliyle yaşıyordu... Türk asıllı göçmen olarak devletten bir burs sağlayıp yüksek öğrenim sahibi olabileceğini düşünüyordu... Çok geçmeden bunun büyük bir yanılgı olduğunu anladı... Gerçekte bu da, buralardaki durumu iyi bilmediğimizi gösteren örneklerden biriydi... Diyorum, kafamızda yalnızca buralara gelmek düşüncesi vardı... Burada ne yapacağımızı, geçimimizi nasıl sağlayacağımızı hiç düşünmemiştik. Düşünemezdik de... Düşünebilseydik belki her şey başka türlü olurdu...“
„Peki konservatuara yazılamadı da başka bir iş bulamadı mı?“
„Günlerce aradı. Her çeşit işi yapmaya hazırdı. Ama bulamıyordu. O yıllarda iş bulabilmek için birinin arkanızda olması gerekiyordu. Bizim, bizi tavsiye edecek bir tanıdığımız, arkamızda duracak bir kişimiz, sizin anlayabileceğiniz dilde torpilimiz yoktu....“
„Uzun zaman mı işsiz kaldı?..“
„Vallahi epey. Halkın demeyeyim, ama yerli esnafın o yıllarda bize karşı bir güvensizliği vardı. Yeni gelmişsin, yabancısın... Kimiz neyiz diye bilmedikleri için bizleri yanlarına pek yanaştırmıyorlardı. Halbuki biz gelenler çalışkan ve saf insanlardık. Ayrıca yaşadığımız memleketteki rejimler bizleri kural ve kanunlara karşı saygılı olmaya alıştırmış ve zorlamıştı. Üstelik biz Rumeliler karınca ezmez, yufka yürekli insanlarız... Bunu halk türkülerimizden de anlamak zor değil...“
„Halk türkülerini bırak da geçiminizi nasıl sağlamaya başladığınızı anlat bakalım... Merak ediyorum...“
„Anlatayım. Büyük ağabeyim her sabah erkenden evden çıkıp, Aksaray’ı, Fatih’i, Beyazıt’ı, Sirkeci’yi, Eminönü’nü ve İstanbul’un daha birçok semtlerini dolaşıp kendine bir iş arardı... Becerebileceği her işi kabul etmeye hazırdı. Başta, tezgahtar olarak iş bulabilseydi, çok mutlu olacaktı. Fakat günlerce hep boşuna dolaşıyordu. Akşamları, ayaklarına su inmiş, eli boş eve yorgun argın dönünce hepimiz üzülürdük. Ama en çok üzülen yengemizdi. Evet yengemiz. Başında üç erkek vardık. Üçü de işsiz... Eh gene yaramı deştin be!...“
„Beni bağışla.“
„O günleri hatırladığımda hep böyle olurum.“
„Peki o günlerde ne yapıyordunuz?“
„Nasıl ne yapıyorduk?! İş arıyorduk, diyorum sana...“
„Onu anladım. Yani ne yiyip içiyordunuz, demek istiyorum.“
„Memleketten getirdiklerimizi.. Göç ederken, memleketteki yetkililer bir teneke tereyağı, bir teneke peynir, onar kilo fasulye ve pirinç gibi bâzı şeyleri beraberimizde götürmeye izin vermişlerdi. Hatta bir teneke bal bile getirebilirdik. Bundan başka devlet göç eden her kişiye belli bir miktarda döviz para çıkarabilmesine de izin veriyordu. Ama hazırdan yemenin ne demek olduğunu herhalde bilirsin...“
„Evet, hazır para çabuk gider... Peki ağabeylerinden hangisi ilk olarak çalışmaya başladı.“
„İlk olarak ben çalışmaya başladım..“
„Yapma... Bu nasıl oldu?“
„Anlaşılan şans meselesi... Büyük ağabeyim kendine iş ararken bir gün Davutpaşa’da bir bakkala uğramış. Adam ağabeyimi kimsin, nesin, nerdensin diye soruşturmaya başlamış... Ağabeyim daha iki kardeşiyle birlikte buralara yeni göç ettiğimizi, işsiz olup her türlü iş görmeye hazır olduğumuzu söylemiş. Adam azacık düşünmüş ve bir ara sonra en küçük kardeşin yarın sabahtan işbaşı yapmaya gelmesini söylemiş. Ağabeyim benim çocuk denecek bir yaşta olduğumu söylemiş. Adam kaç yaşında olduğumu sormuş. On üç on dört yaşında olduğumu öğrenince, tamam demiş. Kendisinin de vaktiyle o yaşlarda çalışmaya başladığını söylemiş...“
„O da mı buralara göçmen olarak gelmiş?“
„Sonradan anladım, o da bizler gibi göçmenmiş?“
„Sizin memleketten mi?“
„Hayır. Rumeli’den değil. Malta’dan buraya göç etmişler. Ama çok eskiden. Yanılmıyorsam, Balkan Savaşları öncesinde. Ben kendisine çalışmaya başladığım yıl altmış, altmış beş yaşında olduğuna göre o da buralara on, on beş yaşlarında gelmiş olmalıydı. Sarışın, yuvarlak yüzlü, saçına çoktan ak düşmüş, cılız bir adamdı. Ömrünü bir mahalle bakkal dükkânında değil de devlet işinde memur olarak geçirmiş bir kişiyi andırıyordu... Müşterilerini her zaman dudağında hafif bir gülümsemeyle karşılar ve uğurlardı. Gerçekten efendi ve çok uysal bir adamdı...“
„Hemen işe başladın mı?“
„Hem de nasıl. Aslında ağabeyim o akşam eve döndüğünde benim için bir iş bulduğunu söylediğinde yarı mutlu, yarı üzgündü. Hiç olmazsa birimize iş bulunduğundan mutluydu. Diğer taraftan ailenin en küçüğü olarak benim çalışmak zorunda olduğuma gönlü hiç razı değildi. Memleketimizden buralara göç ettiğimiz yıl ortaokulun son sınıfındaydım. İsteğim burada, bu büyük şehirde, liseye yazılmaktı. Bunu ağabeyim de çok iyi biliyordu. Ama neylesin evdeki hesap çarşıya uymaz derler ya. Bıçak kemiğe dayanmıştı. Evde gerçekte yağ, peynir, fasulye, pirinç, bizim oranın meşhur kırmızı biberi vardı ama ekmek parası tükenmişti. Son günlerde evde et, sebze meyve görülmez oldu. Ekmek parası, ekmek... İşte böyle bir durumda çalışmayacaksın da ne yapacaksın?...
.........................................................................................................................
„İşe gideceğim gün sabah erken kalktım. Her zaman bizden erken kalkan yengemizin hazırladığı kahvaltıyı yaptıktan sonra ağabeyimle, bakkal dükkânına varmak üzere evden çıktık. Yengem işim hayırlı olsun diye bir şeyler okudu, ardımdan bir tas su döktü... Dükkâna bakkal sahibinden önce varmıştık. Ama çok geçmeden patron da geldi. Beni tepeden tırnağa kadar süzdükten sonra saçlarımı okşadı. Dükkâna önce o, ardından da ben girdim. Ağabeyim her günkü gibi iş aramaya gitti. Biraz sonra müşteriler gelip gitmeye başladı. Şuna şunu ver, ona bunu ölç derken öğlen oldu. Gelen giden azaldı.
Öğlen namazı sıralarında dükkân sahibi evden getirdiği öğle yemeğini yemeğe başlayınca bana baktı ve evden öğlen yemeği getirip getirmediğimi sordu. Getirmediğimi söyledim. Önce önündeki yemeğe baktı. Sefer tasında bir kişilik yemek vardı. Alnına dayadığı sol elinin baş ve orta parmağını kaşlarının üzerinde gezdirirken sağ eliyle çekmeceyi çekti ve buradan bir elli kuruş çıkarıp bana verdi. Biraz aşağıda bir aşçı dükkânı olduğunu oraya gidip bu parayla karnımı doyurmamı söyledi... Ama yarın için yemek evden getirmemi tembih etti... Teşekkür ettim ve elli kuruşu var gücümle avucumda sıktım. Bu, göç ettiğimiz günden beri avucuma geçen ilk Türk parasıydı.... Birdenbire kendimde bir güven hissettim. Bu parayı hak etmediğimi biliyordum, çünkü elli kuruş o zaman çok paraydı, ama ne de olsa bunun harcadığım, daha doğrusu harcayacağım emeğin bir karşılığı olduğunu hissettiğim için çok, ama çok mutluydum...“
„Herhâlde o gün yediğin o öğle yemeği, hayatının en tatlı yemeklerinden biri oldu...“
„Evet gerçekten en tatlı, en lezzetli bir öğlen yemeği olabilirdi. Ama yemedim. Parayı harcamadım...“
„Nasıl? Neden?...“
„Bakkal dükkânından çıktıktan sonra aşçıya doğru yürüdüm. Elli kuruşu hâlâ avucumda sımsıkı saklıyordum. Aklıma ev, yengemiz, kardeşlerim geldi. Sabah evden çıkarken yengemizin ağabeyime bugün için kuru fasulye kaynatabileceğini, fakat ekmek almak için parasının kalmadığını söylediğini anımsadım. Aşçıya giden yolda birdenbire daha yavaş yürümeye başladım. O yıllarda elli kuruşla üç ekmek alınabilirdi. Birden bire içimi bir gam kapladı. Ben aşçıda öğle yemeği yiyeyim de, onlar evde ekmek derdi mi çeksinler?! Hayır!
Aşçıya girmemeye karar verdim. Vitrine bakmadan yanından geçtim. Çevre yolla gerisin geri, dükkâna döndüm. Dükkânın sahibi çabuk döndüğüme biraz şaşakalmış olmalı ki, yedin mi diye sordu. Yediğimi söyledim....Gözlerime bakarak yanıtıma inanmadığını anladığını hissettim. Yemek yediğime inanmamıştı. Belki elli kuruşu tuttuğum sağ elimin hâlâ cebimde olduğundan...“
„Ama bunun üzerinde fazla durmadı herhâlde.“
„Yok yalnızca kiloyla sattığımız lokumlardan birkaç tane almamı söyledi. Birkaç tane değil yalnızca bir lokum aldım, ardından da bir bardak su içtim... İşte o günümü böyle geçirdim. Aç kaldım sanma o gün çalışabildiğim için ve eve elli kuruş götürebileceğim mutluluğundan karnımın aç olduğunu hissetmedim bile. Günüm de çok çabuk geçti. Gerçekte akşam üzeri işimiz biraz fazla oldu ama çok yorulmadım...“
„Eve vardığında seninkiler elli kuruşa herhâlde çok sevindiler?“
„Sevinmez olurlar mı?! Bu elli kuruşun ayrı ve büyük bir değeri vardı. Eve vardığımda ağabeyimler ve yengemizin beni dört gözle beklediklerini gördüm. Acaba bakkal beni beğendi mi, acaba işe dayanabilecek miyim, ne oldu, ne bitti diye merak içindeydiler. Dükkândan eve kadar avucuma adeta yapışan elli kuruşu yengeme vererek, her şeyi teker teker anlattım... Yengemin gözleri yaşardı.. Benden başka konuşan yoktu... Ağabeyim, annemizin benim çok talihli bir çocuk olduğumu söylediğini anımsadı. Doğduğum yıl babamızın işleri çok iyiye gidiyormuş... Yahu, neye sen bugün durup dururken beni böyle konuşturuyorsun... Sen Malatyalısın, sen bizim göçümüzü zor anlarsın...“
„Doğru.“
„Vaktiyle buralardan oraya şimdi de oradan buraya göç ettik. Ama bir daha Rumeli’ye dönmek yok... Yok, anlıyor musun?.“
“Evet ama Rumeli hâlâ sende yaşıyor. Anılınca heyecana kapılıyorsun. Huzurun bozuluyor. İçini bir özlem kaplıyor. Ah Rumeli, ah memleketim, diyorsun. Öyle değil mi?...“
„Eh...“"118
Uyum sürecinde göçmenlerin işleri yavaş yavaş yoluna giriyor, rahat nefes almaya başlıyorlar. Fakat sıla özlemi onları bir türlü bırakmıyor. Ahmet Kadir'in Mektup başlığını verdiği şiirini okuyalım:
İşyerim-Gaziantep.
Kızlar okulda,
Büyük oğlum kâtip.
Kimlik aldık yakında.
Hepsi, hepsi yolunda.
Bir tek zorumuz var
Anamızı koşalayan.
Adı: "Ülkeye hasretlik!"
Kanserden beter.
Aretlik, bu kadar yeter.119
Bağından bahçesinden koparılarak Türkiye’ye yeni gelmiş göçmenler, çürümüş ayva ağıcının bile hasretini çekmektedirler. İstanbul’da çalışan bir Bulgar’a Razgrat bölgesinden 1989’da gelmiş göçmen Kadir, Deliorman’a vardığında onun köyüne de uğramasını, ayva ağacının meyve verip vermediğini görmesini rica eder. Bulgar, Kadir’in evine uğrar ve bahçesindeki ayva ağacının dallarının bol meyveden yerlere kadar eğilmiş olduğunu görür. İstanbul’a döndüğünde Kadir’i arar, onu sevindirecek ümidiyle ayva ağıcındaki meyve bolluğunu anlatır. Kadir ise: "Arka tarafta çürümüş bir dal vardı, o dal düşmüş mü?" diye sorar ve ağlamaya başlar...120
1989’un yaz aylarında Avrupa ülkelerine de gidenler oldu. Bunlardan birtakım aileler İsveç’te bir otele yerleştirilirler. Bu köylülerin de aklı hep hayvanlarında, bahçelerindedir. Şu ilginç olay anlatılmaktadır: Deliorman’dan gelmiş aileler, odalarındaki telefonlarla devamlı Bulgaristan’ı arayıp yakınlarından, komşularından rica ettikleri sadece şudur: "Pililerimizi (civcivlerimizi) sakın kedilere kaptırmayın", "Kuzularımızı aç tutmayın", "Çiçeklerimizi sık sık sulayın" vb. Bir müddet sonra telefon faturası gelince otel sahibi şoke olur. Bundan böyle Bulgaristanlı "konukların" telefonlarını kesmek zorunda kalır, sadece dışardan aranmaları için hatları açık bırakır. Zaten çok geçmeden İsveç hükümeti ülkede bulunan binlerce Türk’ü Bulgaristan’a geri gönderdi.
Göçmenliğin sıkıntılarını, ayrılıkları, hasretliği en ağır yaşayanlar, yaşlılar olmuştur. Filibe'ye bağlı Kriçim'den İstanbul'a göç etmiş Meliha Atalay şöyle anlatıyor:
"Anacığım ağlayarak gurbet türküleri söylüyordu. Ninem, dedem, yakınlarımızdan birçoğu Bulgaristan'da kalmışlardı, onlara yanıyordu ve gurbet türküleriyle derdini döküyordu:
Gurbet elde ölenlerin
Çenesini kim bağlar
Ne anam var, ne babam var
baş ucumda kim ağlar.
Bazen biz de anama eşlik ederek hep bir ağızdan devam ediyorduk:
Yeşil kurbağlar öter göllerde
Kolum kanadım kırıldı
Kaldım çöllerde
Vatanımdan ayrıldım
Kaldım gurbet ellerde
Ben ağlamayım eller mi ağlasın
Bu gurbeti icad eden cennet görmesin
Şu türküleri de söylediğimiz günler oluyordu:
Şu dağlar olmasaydı
Yaprağı solmasaydı
Ölüm Allah'ın emri
Ayrılık olmasaydı
Yol verin gideyim
Dumanlı dağlar
Dağların ardında
Nazlı yâr ağlar
Şu dağlar ulu dağlar
Yaprağı sulu dağlar
Yolda bir garip ölmüş
Kimi var kimi ağlar
Gerçekten de kimilerinin nazlı yârleri kalmıştı memlekette. Ah dağlar, dumanlı dağlar, viran dağlar, diye diye geçti ömrümüz. Zalim düşman attı bizi dağlar ardına:
Atma zalim, atma
Beni dağlar ardına
Hiç kimsem yok yansın
Annem yansın derdime
Babam da "Gurbet, adı bet" sözünü sık sık tekrarlıyor ve bahçede iş yaparken sessizce şu türküyü söylüyordu :
Dağlar dağlar viran dağlar,
Yüzüm güler kalbim ağlar,
Yüreyimden kanlar damlar
Ah, sen ağlama ben ağlayayım,
Ah, yüreyime dert bağlayayım.
Kılıcımı urdum taşa,
Taş yarıldı baştan başa,
Yazılanlar gelir başa
Ah, sen ağlama ben ağlayayım,
Ah, yüreyime dert bağlayayım.
Türkiye'ye göç edenler Bulgaristan'daki yakınlarına yanıyorlardı. Bulgaristan'da kalan anaların da ayrılık türküleri söyleyerek Türkiye'deki kızları, oğulları, torunları için yürekleri yana yana ömürleri tükenmiştir. Bursa'ya göç etmiş Nefise Memoğlu-İdrisoğlu şöyle anlatıyordu:
"Kız kardeşim 1946 yılında ailesiyle Türkiye'ye göç etti. Anam, ömrünün sonuna kadar ayrılık türküleri söyledi:
Bir giderim beş ardıma bakarım
Ah bakarım da aman aman
Kanlı yaşlar dökerim
(H)em (h)asretlik (h)em gurbetlik çekerim
Bazen de türkülerde değişiklik yaparak gönlüne göre söylüyordu onları:
İlkyaz eyyamında gördüm düşümü
Geldi felek aldı benim eşimi (yavrum, veya Eminem diyordu anam)
Ko sağ olsun yılda göreyim yüzünü
Ah ko sağ olsun ayda işideyim sesini
Sonraki yıllarda ağabeyimin oğlu da düştü gurbet yollarına. Rabiye yengem de ayrılık türkülerini, gurbet türkülerini hem söylerdi, hem ağlardı:
Anam desem anam yok
Bubam desem bubam yok
Gurbet elde (h)asta düştüm aman
Bir yudum su veren yok.121
Daha sonraki yıllarda da göç dalgalarıyla gelenlerden Türkiye koşullarına uyum sürecini en sancılı geçirenler, kuşkusuz yine yaşlılar olmuştur. Çocukluk yıllarını, gençliklerini Balkan köylerinde geçirmişler, göç edince de İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa gibi şehirlere düşerek büyük psikolojik sarsıntılar yaşamışlardır. Apartman dairelerinde, dört duvar arasına kapanmış bu kader kurbanları Mehmet amcaların, Ahmet dedelerin aklı memleketlerindeki evlerinde, evlerinin önünde alın teriyle yetiştirdikleri asmalarda, kendi elleriyle diktikleri meyve ağaçlarındadır. Aşye teyzeler, Fatma nineler de evleri önünde yaptıkları ve rengârenk çiçeklerle doldurdukları cennet bahçelerini unutamıyorlar. Buralarda hâlâ yalnız hissediyorlar kendilerini. Yalnızlık, geçmişe özlem anlamına gelmektedir, hiçbir zaman tekrarlanmayacak çocukluk, gençlik yıllarına bir nostalji demektir yaşlı göçmenlerin dilince. Bununla birlikte fakat yaşamış oldukları acı gerçekleri de dillerinden düşürmüyorlar. Mehmet amcalar, Ahmet dedeler: "Türkiye’miz hudut kapılarını açmasaydı, bizleri bağrına basmasaydı büyük felâket yaşanabilirdi. Çünkü Bulgaristan'ın dört bucağında dozerlerle toplu mezarlar kazılmıştı, Kıbrıs Türküne işlenen barbarlığın Bulgaristan'da da yaşanmasına dünya kamuoyu tanık olacaktı. Yüz binlerce Bulgaristan Türkü’nü bağrına basan Türk Devleti aynı dönemde sayıları iki misli daha çok olan Iraklı Peşmergeler’e de hudut kapılarını açtı..." diyerek içleri ferahlıyor, Türkiye'nin izlediği insanî politikadan gurur duyuyorlar.
Ankara'nın Pursaklar göçmen mahallesinden Şükrüye teyze, "N’apalım..., hicret bize Hazreti Peygamber’imizden (s.a.v.) kalmıştır" diyerek, apartman önünde hem ilkbahar çiçekleri (çiçek tohumları da Bulgaristan’daki çiçek bahçesinden getirilmiştir) ekiyor, hem de şöyle diziyor dizeleri bir gurbet türküsünden:
Aranım yok soranım yok
Hiç kalbimde ferahım yok
Bir yudum su verenim yok
Kalmışım gurbet ellerde.
Memleketten haber gelmez
Akar gözüm yaşı dinmez
Kimseler hâlimi bilmez
Kalmışım gurbet ellerde.
Yalnızlık,1989 BÜYÜK GÖÇÜ’NDE Bulgaristan'dan gelen yaşlılarda çarpıcı bir biçimde izlenmektedir. Şair Lâtif Ali Yıldırım, Yaşlı Göçmenler adını verdiği şiirinde şöyle diyor:
"Utanç trenleri"’nin getirdiği
Yaşlı göçmenleri gördüm
Avcılar Parkı'nda dün.
Avuçlarının içinde
Tutarak yalnızlıklarını
Banklarda oturuyorlardı...
Saçları biraz daha pamuklaşmış
Biraz daha çökmüş omuzları
Besbelli ki
Çoktan yitirmişti eski gücünü
Bükülmez bilekleri...
Pehlivan yapılı bedenleri
Avcılar Parkı'ndaydı belki ama
Ufuk çizgisinin ötesinde
Kim bilir nerelerde
Çarpıyordu yürekleri...
Harcını terleriyle kardıkları
Duvarını elleriyle ördükleri
Kâh hayaller kurdukları
Kâh rüyalar gördükleri
Kimi zaman güldükleri
Anılarla dolup taşan
O sevimli
o sımsıcak
Evleri şimdi onlardan
O kadar uzaaak...
Ve onlara o kadar yakındı ki
Cami avlusundaki Musalla taşı sanki...
Uzansalar
Erivereceklerdi.
Ve avuçlarının içinde
Sımsıkı tuttukları
Yalnızlıklarını
O taşın üstüne
Serivereceklerdi...
.......................................
Neylesin,
Yazanlar böyle yazmış
Yazgısını göçmenlerin.
Bedenleri başka yerdedir
Bir başka yerde çarpar
yürekleri...
Hele hele düşleri...
Yönünü ve yerini
Saptamaya çalışmayın.
Kim bilir hangi sularda
Çekiyorlardır
kürekleri…122
Göç kervanlarına katılmayan, evini barkını terk etmeyen sanatçı Osman Aziz, Rodoplar’a şöyle sesleniyor:
Dostları ilə paylaş: |