OSMAN
Osman neşeyle evinden ayrıldı. Güneş aydınlık yüzünü daha yeni göstermeye başlamıştı ve Osman’ın içinde ayrı bir sevinç vardı. Her zamanki sevincinden ayrı bir sevinç…
Yola koyuldu. Her zamanki gibi ilk önce yaşlı ağacın altındaki banka oturdu ve düşüncelere dalmaya başladı. İlk olarak kendi hayatını düşündü. Düşünüyordu ama hayatında düşünecek kimsesi kalmamıştı. Bir anda aklı annesine, babasına, abisine ve daha doğmamış kardeşine gitti. Bütün ailesi trafik kazasında ölmüştü. Osman şanslıydı. Çünkü o gün o arabada o yoktu ama o kendini hiç şanslı hissetmiyordu. Hatta bazen keşke ben de o arabada olsaydım diyordu. Şu anda babaannesiyle dağların tepesinde, ıssız, mavi renkte bir evde yaşıyordu. Osman’ın hiç arkadaşı yoktu. Aslında var… Osman her sabah tavuklarla, koyunlarla, keçilerle oynuyor, onlarla arkadaş oluyordu. Osman tam bunları düşünürken birinin omzuna dokunmasıyla hayalleri bir anda bölündü. Osman korkuyla gözlerini açtı ve karşısında kendi yaşıtlarında üzülmüş bir şekilde önünde duruyordu. Osman çocuğun kim olduğunu ve niye üzgün olduğunu sordu. Çocuk da kaybolduğunu ve ailesini bulamadığını söyledi. Osman da çocuğu aldı ve evlerine götürdü. Çocuğun adı da Ali’ydi. Evde oturup bir şeyler yedikten sonra Ali’nin ailesini aramaya başladılar. Akşama kadar aradılar ve bulamadılar. Osman’ın babaannesi de bugün burada kalsın olmasa yarın kasabaya gideriz, oradan da ailesine ulaşırız, dedi. Saat bayağı ilerledi ve herkes yatağa çekildi. Tam o sırada eve doğru yaklaşan bir ışık göründü. Ali hemen uyandı ve bunların ailesi olduğunu söyler söylemez dışarı fırladı. Hemen ailesine sarıldı. Osman aileyi içeri aldı. Çay içtiler ve Osman ve babaannesine teşekkür ettiler. Osman dayanamayıp sordu; Burayı nasıl buldunuz ? Ali’nin ailesi de “ Bizim Ali’yi kaybettiğimiz yer buraya çok yakındı. Biz de burada bir ev görünce baksak iyi olur.” dedik. Ali’nin ailesi yaptıkları iyilik karşısında Osman ve babaannesine yeni bir ev alabileceğini veya onları da yanlarında götürebileceklerini söylediler.
Osman da der ki: “ Bu dünyada her şey paradan ibaret değildir. Para olmadan da insan mutlu olabilir. Fakat insanın ailesi yanında olmayınca kendini mutlu hissedemez. Şimdi de sen dinle Ali: “Ailenin yanından sakın ayrılma ve onların kıymetini bil. Bil ki sonradan kaybedince pişman olmayasın!
Ezgi YILDIRIM
9E 688
PES ETME
Osman, neşeyle evinden ayrıldı. Güneş aydınlık yüzünü daha yeni göstermeye başlamıştı. Bugün de azim edip, çalışıp, bir gariban anasına ve bacısına ekmek parası getirecekti. Aslında daha on üç yaşındaydı Osman yani okula gitmesi gerekiyordu. Ama okula gitse anası, bacısı evde aç kalacaktı. Her gün kâğıt topluyordu. Gazete, karton, işe yaramaz daha birçok kağıt...Toplayıp satıyordu ama satın aldığı para bir somun, iki yumurta ve az biraz peynire zor yetiyordu. İyi ki Bakkal Rasim insaflıydı. Bazen yumurtaları üçlerdi. Osman’a da destek çıkmayı istiyordu ancak Osman kabul etmiyordu. Bir gün kâğıt toplarken bir yazarın yazmaya nasıl başladığını(sadece başlık bölümünü okuyabiliyordu o da bir iki yıl okula gittiği için)okudu. Ancak devamı da vardı ve çok heyecanlanıyordu. Bakkal Rasim tek tük de olsa bilirdi okumayı. Hemen ona koştu yazıyı okuttu. Yazarın ne zorluklarla en üst seviyelere çıktığını, o kış günlerinde bile soğukta otururken yazı yazdığını ve daha birçok şeyi…
Osman zaten okumaya meraklı bir çocuktu ancak bu şartlar altında çok zordu. Rasim amca sanki bir teklif edecek gibi duruyordu. Osman bunu anladı.
Rasim Amca : (yine aynı teklifi etti) Ben sana biraz da olsa okuma öğreteyim. Bak karşılıksız bir şey istemiyorsun madem o zaman şöyle yapalım; sabah dükkânı aç, sil süpür ondan sonra kendi işine bak. Akşam gel beraber bir iki kitaba göz atalım sonra dükkânı kapatır gidersin.
Yani ben sana okuma öğreteceğim sen de bana yardım edeceksin anlaştık mı?
Osman biraz kem küm etse de ürkek bir tavırla kabul etti, belli etmedi ama çok sevinçliydi. Günler böyle akıp gidiyordu. Beş haftayı geride bırakmışlardı. Osman öyle güzel okuyordu ki sanki yıllardır okuma yazma biliyordu. Böylelikle gündüz topladığı kâğıtlarda ne var ne yok hepsini okuyup Rasim amcasına gösteriyordu. Rasim Amca biraz sert mizaçlıydı ama Osman okudukça içten içe seviniyordu. Sonraları Osman bir şeyler yazmaya karar verdi.
Her gün ne yaptıysa not alıyordu. Ama öyle masa lambalarındaki aydınlatmalarla değil, mumun ışığında; rahat sandalyelerde değil sobanın yanındaki minderde. Güç aldığı şey ise duvardaki çerçevede asılı duran babasının fotoğrafıydı. Öleli iki yıl olmuştu.
**
Rasim Amca’nın durumu iyice fenalaşmıştı. Tabii Osman ona çok yardımcı oluyordu. Ne dese yapıyor, bir dediğini iki etmiyordu. Rasim Amca uyuyunca Osman ağlıyor onunla ilgili şeyler yazıyordu. Rasim amca uyanınca kendini iyi hissetsin diye gülümsüyordu.
Böyle bir buçuk ay geçti. Bir sabah Rasim amca evinde ölü bulundu ve 1960’lardan kalma bir sehpanın üstünde el yazısıyla bir not bulundu. OSMAN’A yazıyordu üzerinde. Bir yandan Rasim Amca’nın elini tutup ağlıyor, bir yandan notu detaylıca okuyordu…
“GÜÇLÜ OL, PES ETME YAZMAYA DEVAM. AKLINA BİR ŞEY GELMİYOR MU? YILDIZLARA BAK AY’A BAK; MUTLAKA GELİR. YİNE Mİ GELMİYOR? O ZAMAN İÇİNDEKİ SENİ ORTAYA ÇIKAR İŞTE ŞİMDİ DEĞİL AKLINA GELMEMEK, DESTANLAR YAZARSIN… Bu arada sen yardım kabul etmezsin ancak yazdığın şeyleri basmanı istiyorum. Hani bizim arka sokaktaki kasap var ya ona para bıraktım, çok bir şey değil kitabını bastırırsın bir iki ayda rahat edersin. Sana vasiyetimdir ki, kitabını bastır, basıldığı gün kitabınla mezarıma gel oku. Ben seni yine yine yine dinlerim. Dediklerimi unutma… GÜÇLÜ OL, PES ETME… RASİM AMCAN “
Bu cümleyi bitirir bitirmez PES ETME yazısının üstüne kocaman bir gözyaşı düştü, bir iki saat Rasim Amca’ya bakakaldı. Küçük kız kardeşi buldu onları… Aradan on beş gün geçti. Kitabını bastırdı. Kitabının adı “PES ETME” oldu ve başında “RASİM AMCA’MA İTAFEN” yazıyordu. Kitabı aldı mezarlığa gitti ve kitabı akşama kadar defalarca okudu…
Ayyüce KARAÇAM
9E 556
KLASİK TÜRK EDEBİYATI ÜZERİNE BİRKAÇ SÖZ
Klasik Türk edebiyatı, 13. yüzyılla 20. Yüzyıl arasında var olmuş, kadim bir medeniyetin imbiklerinden süzülmüş bir edebiyattır.
Türk milletinin kültürel tarih yolculuğu içinde en güzel biçimde inşa ettiği bir sanat evi, cihanşümul Osmanlı devletinin kendi kültür ve sanat lisanıyla dünyaya haykırısı ve asırlarca üç kıtaya değil koca bir dünyaya hükmetmiş, yönünü hep ışığa çevirmiş, varlığından herkesin memnuniyet duyduğu bir medeniyetin söz ve mana varlığıdır Klasik Türk edebiyatı.
Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi’nin sanat sahasında ete kemiğe bürünmüş halidir ve cihana Adli’ce (Yıldırım Beyazid), Avni’ce (Fatih Sultan Mehmet), Muhibbi’ce ( Kanuni Sultan Süleyman) sesleniştir. Anadolu’nun Moğol istilalarına karşı Hoca Dehhani’nin ağzıyla bir varlık avazıdır ki bu avaz, Klasik Türk edebiyatının son büyük şairi Şeyh Galip’in kulağına çalınan ve aksi hala kulaklarımızda çınlayan gönül dünyamızın hücum atının kişneyişidir.
Eski değildir Klasik Türk edebiyatı; eskimeyendir, eskitilemeyendir. Eskitilemeyecektir de. Her türlü eskitme çabasına Nesimi, Fuzuli, Baki, Muhibbi, Nef’i, Nedim, Şeyh Galip ve daha nice erbab-ı kelamla klasik cevabını verecektir.
“Bağ-ı dehrin hem hazanın hem baharın görmüşüz
Biz neşatın da gamın da rüzgârın görmüşüz” diye seslenen Nabi ile büyük bir medeniyetin tarih içinde elde ettiği geniş tecrübenin adeta adresini verecek ve muhtaç olduğumuz kudretin kaynağını başka yerlerde aramanın abesle iştigal olduğunu ilan edecektir.
Türk sinemasında bir klasik haline gelen ve değişik zamanlarda yeniden çekilen Hababam Sınıfı filminde “kış geliyor çek hocam yorgan yorgan üstüne” gibi ifadelerle lisanı, anlamı ve kullanılan ölçüsüyle (aruz ölçüsü) ötekileştirilmeye çalışılan Klasik Türk edebiyatının sevilmesi ve anlaşılmasının önündeki en büyük engel, bu çeşit peşin hükümler ve sağlıklı olmayan yaklaşımlardır. Kaldı ki bahsi geçen beyit, Rasih’in
“Süzme çeşmin gelmesin müjgan müjgan üstüne Vurma zahm-ı sineme peykan peykan üstüne” ,
(Ey sevgili! Gözlerini süzme ki, kirpik kirpik üstüne gelmesin; böylece bağrımda ‘gönlümde’ açtığın yaraya ok üstüne ok atmış olma ‘üst üste kirpikler; üst üste ok demektir’.)
diye başlayan bir gazelinden alınmıştır ki bu şiir, bu milletin muhteşem bir edebiyatı olduğunu tek başına ispat edebilecek şiirlerden biridir.
Elbette Klasik şiirin dili bize sözlüğe bakma zahmeti verebilir. Divan şiiri kelime ve kavramlar dünyasının zengin hazinesini bize açtığı, açabildiği takdirde, bunun düşünce ve sanat hayatımız bakımından ne büyük bir kazanç olabileceğini düşünmek gerekir… Kültür semamızın kaybolmuş parıltılı yıldızları tekrar görünecek ve bizim dilsizliğimize dil, yaremize belki ilaç olacaktır. Hafızamız güçlenecek, düşünce dünyamızın ışıkları yanacak ve hayat bahçemiz bin bir çiçekle donanacaktır ve bize şu hakkı teslim etmek bir görev olacaktır:
Klasik edebiyat, hayattan kopuk, dili anlaşılamayan soyut bir edebiyat değildir. Güzelin değil, güzelliğin peşine takılarak çağlar ötesine seslenmenin de yolunu bulan bu edebiyatın, kendini anlamak isteyen, tarihini ve kültürünü seven, kendine saygılı insanlara ihtiyacı olduğu aşikârdır.
Açıl bağın gül ü nesrini ol ruhsarı görsünler Salın serv ü sanevber şive-i reftarı görsünler”
(Bağın gülü sen yüzünü aç da o güzel yanağını görsünler; salın salın da servi ve çam senin o yürüyüşünü çalımını görsünler.)
diyen Baki ve,
Haddeden geçmiş nezâket yâl ü bâl olmuş sana Mey süzülmüş şîşeden ruhsâr-ı âl olmuş sana
(Nezaket, kuyumcuların altını tel halinde incelttiği araçtan (haddeden) geçerek senin boyunu posunu oluşturmuş. Şarap, şişeden süzülerek yanağındaki allığı oluşturmuş.)
Bûy-ı gül takdir olunmuş nâzın işlenmiş ucu Biri olmuş hoy birisi dest-mâl olmuş sana (Gülün kokusu damıtılmış, nâzın ucu mendil gibi işlenmiş; biri huyunu biri mendilini oluşturmuş.)
diyen Nefi, yaşadığı dünyayı sınırlandırmayan ve insan hayalinin sınırlarını zorlayan Klasik Türk edebiyatının güzellik anlayışındaki inceliği ortaya koyarlar.
Gönül dünyaları tevazu dolu, hayal dünyaları sınırsız, sözleri ölçülü, medeniyetleri muhteşem, nidaları gür bir sanatkârlar topluluğunu göğsünde barındıran Klasik Türk edebiyatını anlamaya çalışmamak; bu toprakların, bu inancın ve bu milletin öz malı olan bu edebiyata hak ettiği değeri vermemek en basit ifadeyle kadir kıymet bilmemek olur.
11.12.2013
Ali ŞAHİN
Edebiyat Öğretmeni
24 KASIM ÖĞRETMENLER GÜNÜ
Okulumuzun edebiyat öğretmeni Bengü Tuğba DÖVER ve öğrencilerimizin katkılarıyla 24 Kasım Öğretmenler Günü ile ilgili şiir ve kompozisyonlar hazırlanmıştır.
Merhaba Başöğretmenim,
Öğretmenlerimin öğrettiği her kelime, senin sayendedir. Onlar sadece öğretmenim değil, senin yolunda birer meşale tutan, tuttuğu meşaleyle bizi aydınlatan, aydınlattığı yolda elimizde yine senin yolunda meşale tutmayı öğretenlerdir aynı zamanda.
Ve asıl önemli olan matematikten önce saygıyı, kimyadan önce sevgiyi öğrettiler. O yüce insanlar sayesinde alfabeden hemen sonra senin adını yazmayı, okumadan sonra da yaptıklarını, hayatını okuyup anlayıp saygı duymayı öğrendim. Bu senin başarın Atam. Bu, senin öğretmenlerinin başarısı. Bu, senin mirasın.
Bugün de 24 Kasım Öğretmenler Günü. Mirasını kutluyoruz. Sizin yolunuzda meşale tutmak için sabırsızlanıyoruz. Bu yüzden bütün öğretmenlerime sonsuz saygı duyuyorum.
Onur, bence bir kelime bile öğretebilmek. Hani siz demişsiniz: '' Öğretmenler; Yeni nesli, Cumhuriyetin fedakâr öğretmen ve eğitimcilerini, sizler yetiştireceksiniz ve yeni nesil sizlerin eseri olacaktır.'' diye, rahat uyu Atam.
Öğretmede eksik kalan hiçbir şey yok. Size olan saygımı ve sevgimi bana öğretilen kelimelerle anlatamam. Bütün öğretmenler eminim ki bugün öğretmen olmanın verdiği o koyu mutluluğu yaşıyordur.
Umarım bir gün biz de yaşarız ve umarım bugün bunları yazan ellerim bir gün tahtaya da bir şey yazar.
Teşekkürler Başöğretmenim.
Ahsen TAŞ
10/F 262
KANATSIZ MELEKLER
“Dünyanın bütün çiçeklerini diyorum. Bütün çiçekleri getirin buraya. Öğrencilerimi getirin, getirin buraya.’’ demiş mısraları derin duygularla yoğururken şair ve eklemiş her bir kelimeyi ince ince satırlara dizerken, “Son bir ders vereceğim onlara. Son şarkımı söyleyeceğim. Getirin, getirin... Ve sonra öleceğim.’’
Kanatsız melek tabirini kullanacaksam evvela burada kullanmalıyım. Burada, bu satırlarda, bu sade beyaz parşömen kâğıtta. Henüz safken öğretmenimin irfanı gibi yahut bir ilkokul çocuğunun önlüğünün bembeyaz kolalı yakaları gibi… Demeliyim ki ben ömür boyunca alnı açık, başı dik yaşamayı öğrendim ve bir de matematik öğrendim belki, Türkçe öğrendim.
Benim öğretmenim, öğretenimdi; yüreğinin kapılarına kilit vurmazdı hiç. Hastasını hayatta tutmak için canla başla uğraşan bir hekim misali… Belki bazen uykusuz, belki bazen yorgun, gözleri kapanmakta. Fakat hep bir çiftçi gibi tarlalarını gözetmekte, sebzesini meyvesini her gün sulayıp, büyütme derdinde. Bazen çocuğunun başında bekleyen bir anne, bazense koca bir her şey.
Şu an yazabiliyorsam eğer bunları, düşüncelerim benliğimden bu satırlara nakış nakış dökülebiliyorsa eğer, hepsi senin tane tane toprağa işlediğin tohumların çiçek açma zaferidir. Her biri farklı kokan rengârenk yüzlerce çiçeğin ulu zaferi…
İşte bu yüzdendir ki hep derim; öğretmenlik en kutsal meslek. O bir öğretme sanatıdır. Nasıl sanatçı eserlerini sunarsa topluma, öğretmenin eserleri de öğrencileridir. Her biri bir sanat eseri değerinde özgün ve özgürdür. Her biri paha biçilemez.
Öğretmen, bir milletin can damarıdır. O yüzdendir ki büyük önder Atatürk, “Öğretmenler, yeni nesil sizin eseriniz olacaktır.” demiştir. Hayat serüvenimizin büyük emekçilerine saygıyla sesleniyorum. “Öğretmenler gününüz kutlu olsun.”
Nice çiçekler daha yetiştirmeniz umuduyla…
Dostları ilə paylaş: |