El-Mizân Tefsiri Allame Muhammed Hüseyin tabatabai(r a) Cilt: 7


ALLÂME TABATABAÎ'NİN AHLÂKÎ VE EĞİTSEL ÖZELLİKLERİ



Yüklə 2,31 Mb.
səhifə5/33
tarix27.12.2018
ölçüsü2,31 Mb.
#86984
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   33

ALLÂME TABATABAÎ'NİN AHLÂKÎ VE EĞİTSEL ÖZELLİKLERİ


 

1- Merhum Allâme Tabatabaî, genel olarak bütün yazılarında,

özellikle de "el-Mîzân" tefsirinde birinin görüşünü tetkik, tahlil ve

tenkit ederken bu kişinin adını zikretmek yerine, düşünce ve görüşünü

tartışma konusu etmeye özel bir dikkat gösterir ve şöyle

derdi: "Birbiriyle çelişen düşünce sahipleri değil, düşüncelerdir." O,



"Ne denildiğine, sözün içeriğine bak; kimin dediğine bakma!" sözünü

kendine ilke edinmişti.

 

2- Merhum Allâme Tabatabaî, bir görüşü tenkit ve tartışma



konusu ederken görüş sahibinin hürmetini korumaya özen duyar,

makamına saygı gösterir, aşağılayıcı ifadeler kullanmaktan ve

bilgiçlik taslamaktan şiddetle kaçınırdı.

 

3- O, normal konularda pek zihinsel hazırlıklı olmamakla birlikte



aklî konularda genel olarak, tefsir bahislerinde de özellikle

mükemmel bir derinlik ve zihinsel hazırlık içerisindeydi. Bu ise

onun cismi ve ruhuyla bütün bir vücudunun Kur'ân'la kaynaşmış

olduğunun işaretidir. İlerlemiş yaşlarında hastalanıp yatağa düştüğünde

kişilerin adlarını unutmasına rağmen zikir ve duaları asla

unutmadı. Bu, imanın onun ruhunun derinliklerine yerleşmiş olduğunun

göstergesiydi.

 

4- O, hadis ilmini tedris ederken her ne kadar zayıf olsa da



ravilerin adlarını mutlaka zikreder, hadis metnini okurken senet

zincirini baştan sona tekrar ederdi. Böylece geçmiş âlimlerin ve

muhaddislerin adlarının ihya edilmesine katkıda bulunurdu. Bir

senedin zayıflığına işaret ederken ravilerin hürmet ve saygınlığını

korumaya özel bir dikkat gösterirdi.

 

5- Üstat Allâme Tabatabaî, ilim havzasındaki klâsik ders devrelerini



mantık devesiyle başlatır, felsefe ve irfan dersleriyle sürdürür

ve nihayet Resul-i Ekrem'in (s.a.a) mirası Kur'ân ve hadisle

sona erdirirdi.

 

O'nun vefatı da, aynen bereketli ömrü boyunca olduğu gibi, ilim



dünyasında yeni bir hareketlilik meydana getirmiştir.

 

YAZARIN ÖNSÖZÜ


 

Bismillahirrahmanirrahim

 

Tüm âlemler için bir uyarıcı olsun diye kulu Muhammed'e



(s.a.a) eğri ile doğruyu birbirinden ayırma özelliğine sahip olan

Kur'ân'ı indiren Allah'a hamdolsun. Allah'ın, izniyle bir şahit, bir

müjdeleyici, bir uyarıcı, Allah'a kulluk sunmaya çağıran bir davetçi

ve aydınlatıcı bir ışık kıldığı sevgili peygamberi Hz. Muhammed'e

ve onun Allah tarafından her türlü günah kirinden arındırılmış tertemiz

Ehlibeyti'ne salât ve selâm olsun.

 

Bu mukaddimede kısaca, Kur'ân-ı Kerim'in ayetlerinin anlamlarını



inceleme hususunda izlediğimiz metoda değineceğiz.

Kur'ân ayetlerinin anlamlarını açıklamak, delâlet ettikleri manaları

beyan etmek ve onlarla kastedilen şeyleri belirlemek demek

olan Tefsir, Müslümanların ilgilendikleri en eski ilmî alandır.

Tefsir olarak nitelendirilen bu araştırma ve irdeleme türünün tarihi,

Kur'ân'ın indiği dönemde başlamıştır. Yüce Allah'ın şu sözü buna

ilişkin bir işaret içermektedir: "Nitekim kendi içinizden, size

ayetlerimizi okuyacak, sizi arındıracak, size kitap ve hikmeti öğretecek

ve size bilemeyeceğiniz şeyleri öğretecek bir resul gönderdik."

(Bakara, 151)

Müslüman tefsir bilginlerinin ilk kuşağı, bazı sahabîlerden oluşur.

(Hz. Ali (a.s) ve onun soyundan gelen İmamları bu kapsamın

dışında tutuyoruz. Çünkü onların ayrı bir konumu vardır ki, ileride

buna da değineceğiz.) İbn-i Abbas, Abdullah b. Ömer, Übey ve bu

konuya ilgi duyan diğer bazıları bu kuşağa ilişkin birkaç örnektir. O

günkü tefsir araştırmaları, ayetlerin edebî yönlerini incelemek, indikleri

ortamı ve koşulları belirlemek, bir ayetin diğer bir ayetin

anlamını pekiştirici yönüne işaret etmek ve Peygamber efendimizden

(s.a.a), kıssalar, tevhit öğretileri, ahiret bilgileri ve diğer

konularla ilgili rivayet edilen kimi hadisler yardımıyla tefsir yapmaktan

öteye geçmiyordu.

 

Bu tarz tefsir araştırması, Hicret'in ilk iki yüzyılında Mücahid,



Katade, İbn-i Ebu Leyla, Şa'bî, Süddî ve diğer tâbiîn kuşağı tefsir

bilginleri tarafından da sürdürüldü. Bu tefsir bilginlerinin ilk kuşak

sahabe müfessirlerinden tek farkları, rivayetlerle tefsir yapmaya

ağırlık vermeleriydi. Bu arada Yahudilerin ve başkalarının rivayetlerine

de yer vermişler, bu rivayetlerden Kur'ân'da yer alan kıssaların

açıklamasında, göklerin meydana gelişi, yerin ve denizlerin

oluşumu gibi yaratılışa dönük bilgilerin izahında, Şeddad'ın İrem

bağı, peygamberlerin sürçmeleri, Kur'ân'ın tahrif edilmesi gibi hususlarda

bol bol yararlanmışlar. Sahabeden aktarılan bazı tefsir ve

araştırmalarda da bu yöntemin örneklerine rastlamak mümkündür.

Daha sonra Peygamber efendimizin (s.a.a) ardından halifelerin

dö-neminde, Müslümanların fethettikleri ülke ve ulusların bünyesindeki

çeşitli gruplarla kaynaşmaları, değişik din ve mezhebe

mensup bilgin-lerle karşılaşmaları sonucu, Kur'ân ayetlerini

kelâmî açıdan inceleme eğilimi yaygınlık kazandı.

Hicrî birinci yüzyılın sonlarına doğru Emevî saltanatı döneminde

Yunan felsefesine ilişkin eserler Arapça'ya çevrildi. Bu durum

Abbasî döneminde de devam etti. Bunun yanı sıra Müslüman araştırmacılar

arasında, aklî-felsefî tarzda inceleme yapma eğilimi

baş gösterdi.

 

Bir üçüncü eğilim olarak da, felsefî yaklaşımın yaygınlaşmasına



paralel olarak tasavvuf ekolü ortaya çıktı. İnsanların dinî bilgileri

nefis mücadelesi ve egzersizleri yoluyla edinme eğilimleri arttı.

Bu ekolün taraftarları sözlü ve aklî incelemelere ilgi duymazlardı.

Hadis ehli denen bir grup insan da, dinin sözel ifadelerini, sırf

edebî yönden incelemeye tâbi tutup başka hiçbir incelemeye gerek

gör-meden bu ifadelerin zahirlerine tam bir bağlılık eğilimini

sürdürdüler.

 

İnsanlar arasında mezhebî gruplaşmalar başlar başlamaz,



tefsir araştırmacılarının yöntemleri de gruptan gruba farklılık gös-

terdi. "Lâ ilâhe illallah, Muhammed'un resulullah" ifadesinden

başka üzerinde görüş birliği sağladıkları bir tek husus kalmadı. İsimlerin,

sıfatların, fiillerin, gökler ve içindekilerin, yer ve üzerindekilerin,

kaza ve kaderin, cebir ve tefvizin (tasarruf özgürlüğünün),

sevap ve azabın, ölüm ve ölümle haşir arasındaki ara dönemin

(berzah), ölümden sonra dirilişin, cennet ve cehennemin, kısacası,

uzaktan veya yakından dinî gerçekler ve bilgiler kapsamına

giren her şeyin ifade ettiği anlam üzerinde ihtilâfa düştüler.

Böylece ayetlerin anlamlarının araştırılması hususunda izlenecek

yolu belirlemede görüş ayrılıkları baş gösterdi. Herkes izlediği

mezhep ve yönteme dört elle sarıldı, onun dışına çıkamadı.

Hadisçiler, alanlarını sahabe ve tabiîne mensup ilk kuşak tefsir

bilginlerinden gelen rivayetlerle sınırlandırdılar. Rivayet elverdiği

sürece konunun peşini bırakmadılar. Rivayetin durduğu yerde

de durdular, bir adım öteye atmadılar. İfadeden açık bir anlam edinemedilerse,

araştırma gereğini duymadılar. Buna gerekçe olarak

da yüce Allah'ın şu sözünü ileri sürdüler: "İlimde derinleşenler



ise, 'Biz ona inandık. Tümü Rabbimizin katındandır.' derler." (Âl-i

İmrân, 7)

Ama onlar bu tutumlarıyla büyük bir yanılgıya düştüler; çünkü

yüce Allah kitabında akla dayalı kanıtları geçersiz kılmıyor. Böyle

bir şey nasıl düşünülebilir ki, oysa bir şeyin kanıt olup olmaması

ancak akılla belirlenebilir?! Kur'ân-ı Kerim, aralarında fahiş ihtilâflar

olan sahabe ve tabiînin sözleri ve görüşlerini asıl kanıt olarak

öngörmez. Kur'ân'da sadece ayetler üzerinde etraflıca düşünme,

detaylı araştırma yapma teşvik edilir. Çünkü herhangi bir ihtilâf

ancak bu şekilde ortadan kaldırılabilir. Allah Kur'ân'ı bir yol gösterici,

bir nur ve her şeyin açıklayıcısı kılmıştır. Şu hâlde bu nasıl

nurdur ki, kendisinden başka bir nurla aydınlanma gereği duyuyor?!

Başkasının yol göstericiliğine muhtaç olan bir yol göstericiye

ne denir?! Her şeyin açıklayıcısı konumunda olan bir şey, başka

bir şey tarafından açıklanabilir mi?!

 

Kelâmcılara gelince; değişik mezhebî görüşleri, onları tefsir



konusunda kendi mezheplerine uygun bir tutum içinde hareket

etmeye zorladı. Mezheplerinin izin verdiği ölçülerde uygun olanı

almak, uygun olmayanı da yorumlamak şeklinde bir tutum sergilediler.

Özel mezhepler tercih etmenin, özel yöntemler ve görüşler benimsemenin

geri plânında, ilmî bakış açısının farklılığı ya da ulusal

gelenek ve taassup gibi bir gerekçe yer alıyorsa da, -ki burası

bu tür konularla ilgilenmenin yeri değildir- ancak Kur'ân'a ilişkin

bu tür bir araştırma, tefsirden çok, uyarlama niteliğine lâyıktır.

Çünkü, bir araştırmacının bir ayeti incelerken "Kur'ân ne

diyor?" demesi ile "Bu, ayeti neye göre yorumlayabiliriz?" demesi

arasında büyük bir fark vardır. Birincisinde, araştırma ve inceleme

esnasında teoriyle ilgili her şeyin unutulup teorik olmayan bir şeye

dayandırılması zorunludur. İkincisinde ise, meselede önce teorilerin

ortaya konup kabul edilmesi, sonra da araştırmanın bu çerçevede

yapılması gerekir. Bilindiği gibi, ifade kapsamındaki bu tür

bir araştırma, özü itibariyle ifadenin anlamına yönelik araştırma

olarak değerlendirilmez.

 

Felsefeciler de tıpkı kelâmcı müfessirlerin düştükleri büyük



hataya düştüler. Görüşlerine ters düşen ayetleri genel anlamda

felsefe biliminin çeşitli alanlarının tartışılmazlarına uyarlama, onlara

göre yorumlama yanılgısını tekrarladılar. Genel anlamda felsefe

bilimi derken, matematik, doğa bilim, teoloji ve uygulamalı

hikmeti, özellikle de Meşşa ekolünü kastediyorum. Bunlar, fizikötesi

gerçeklere işaret eden ayetleri, göklerin ve yerin yaratılışına ilişkin

ifadeler içeren ayetleri, ölüm-haşir arası ara dönemle ve kıyamet

günüyle ilgili ayetleri yorumlayıp kendi felsefî tartışılmazlarına

uyarladılar. O kadar ki, küllî ve cüz'î feleklerin düzeni,

elementlerin tertip ve konumları, felekler ve elementlerle ilgili

hükümler gibi doğa bilimin kesin ve kanıtlanmış olmadığını ve

sırf varsayımlara dayandığını bildikleri prensipleriyle uyuşmayan

ayetleri bile yorumlamaya, o prensiplere uyarlamaya kalkıştılar.

Mutasavvıflar ise, dış âlem ve dış âleme ilişkin ayetlerden çok,

yaratılışın batınına yöneldikleri ve sırf iç âleme ilişkin ayetlere ilgi

duydukları için araştırmalarını salt yoruma dayandırdılar ve ayetlerin

sözel ifadelerini bir kenara bıraktılar. Bunun sonucu herkes,

ayetleri batınî şekilde yorumlamaya, şiirsel cümlelerle her ifadeden

ilgili ilgisiz birçok konuya işaretler çıkarmaya kalkıştı. Öyle ki

ayetler cümle hesabıyla tefsir edildi, kelimelerdeki harfler nuranî

ve zülmanî diye ikiye bölündü ve bu esasa dayanılacak yorumlar

yapıldı.


 

Kur'ân-ı Kerim'in özel olarak tasavvufçulara yol göstermek üzere

inmediği son derece açıktır. Kur'ân-ı Kerim'in muhatapları

harflerin gizli sırlarına inanan, sayılardan anlamlar çıkaran, buradan

hareketle bazı sayılarla tarihsel bazı olayları denk düşüren

kimseler değildir. Kur'ân-ı Kerim'in içerdiği bilgiler, yıldızların sırlarına

ilişkin bilgilerin Yunanca'dan ve başka dillerden Arapça'ya

çevrilmesinden sonra müneccimlerin ortaya koyduğu cümle hesabına

dayanmamaktadır.

 

Evet Peygamber efendimizden (s.a.a) ve Ehlibeyt İmamlarından,



"Kur'ân'ın bir zahiri, bir de batını vardır. Batınının da yedi

kat -veya yetmiş kat- daha ötesi batını vardır..." şeklinde rivayetler

mevcuttur. Ne var ki, Allah'ın salât ve selâmı üzerlerine olsun,

onlar batını göz önünde bulundurdukları gibi, zahiri de göz önünde

bulundururlardı. Te'vile (yoruma) önem verdikleri gibi, tenzile (sözel

ifadelere) de önem verirlerdi. Ancak burada bir hususu hemen

vurgulayalım ki, Kur'-ân ayetlerinin sözel ifadelerine ters düşecek

bir anlam çıkarmak olarak algılanan "te'vil", Kur'ân'ın inişinden ve

İslâm'ın yayılışından sonra Müslümanların diline yerleşen terimlerden

olup Kur'ân-ı Kerim'de ba-zı ayetlerde sözü edilen "te'vil" ile

hiçbir ilgisi yoktur ve Kur'ân-ı Ke-rim'deki "te'vil", bir kere anlam

ve kavram kategorisine girmektedir. İnşaallah Âl-i İmrân suresinin

giriş kısmında geniş biçimde bu hususa yer vereceğiz.

Son çağlarda ise yeni bir tefsir ekolü gelişmiştir. Şöyle ki: İslâm'ı

benimseyen bazı kimseler somut verilere ve deneyime dayanan

pozitif bilimlerle, istatistiksel deneyimlere dayanan sosyolojiden

etkilenerek, duyuları ya da pratiği esas alan Avrupalı filozofların

görüşlerine eğilim göstermişlerdir. (Onlara göre, hayatta ihtiyaç

duyulan miktarda pratik bir sonucu olmayan hiçbir kavrayış

bir değer ifade etmez.)

 

İşte anlayışlarının temeli bu tür yaklaşımlara dayanan söz konusu



tefsirciler diyorlar ki:

 

Dinî bilgilerin, bilimin onayladığı yola ters düşmesi imkânsızdır.



Çünkü varlıklar âleminde asıl olan madde ve onun somut belirtileridir.

Şu hâlde arş, kürsü, levh ve kalem gibi dinin varoldukla-

rını haber verdiği, buna karşın bilimin reddettiği olguları bir şekilde

yorumlamak gerekir.

 

Kıyamet, hesaplaşma ve haşir gibi bilimin değinmediği olguları



da maddî yasalara göre açıklama zorunluluğu vardır.

İlâhî yasalar sisteminin dayandığı vahiy, melek, şeytan, nübüvvet,

risalet ve imamet gibi şeyler de birtakım ruhsal olgulardır.

Ruh ise, madde kökenlidir, maddenin bir tür yansımasıdır. Dinî

yasama ise, özel bir toplumsal dehadır ki, sağlıklı ve kalkınmış bir

toplum meydana getirmek için, birtakım yasamalar öngörür.

Bu görüşün taraftarları diyorlar ki: Hadis rivayetlerinde birtakım

karışıklar meydana geldiği için, Kur'ân'la uyum içinde olanları

hariç, bunlara dayanmak doğru değildir. Kur'ân'ı da yorumlarken

geçmiş mez-heplere ve görüşlere dayanmak büyük bir yanılgıdır.

Çünkü sözünü ettiğimiz görüş ve mezhepler akıl yürütmekle elde

edilen bulgulara dayanıyorlardı. Bugün ise, somut verilere ve deneye

dayanan çağdaş bilim, söz konusu yöntemin yanlışlığını ortaya

koymuştur. Dolayısıyla, Kur'ân-ı Kerim'i sadece bilimsel verilere

göre tefsir etmek bir zorunluluktur.

 

Kendi ifadeleri olan veya ifadelerinin zorunlu yorumu olan bu



cümlelerde görüldüğü gibi, somut verilere ve deneye dayanan bu

yön-temi izlemeleri, onları yukarıda işaret ettiğimiz tefsir anlayışına

sürüklemiştir. Biz, burada onların görüşlerini dayandırdıkları bilimsel

ve felsefî prensipler hakkında konuşacak değiliz.

 

Ama şunu demeden geçemeyeceğiz: Onların ilk kuşak tefsir



bilginlerinin yöntemleriyle ilgili olarak, "Bu, uyarlamadır; tefsir değil."

şeklindeki değerlendirmeleri bizzat kendi yöntemleri için de

geçerlidir. Kur'ân'ın Kur'ân'la tefsiridir, diye kendi yaklaşımlarını

tek gerçekçi tutum olarak ilân etseler de.

 

Eğer Kur'ân ayetlerinin anlamlarını elde etme hususunda herhangi



bir şeye dayanarak yoruma kalkışmıyorlarsa, ne diye bilimsel

görüşleri tartışılmaz görüp ötesine geçemiyorlar?! Onlar bu tutumlarıyla

ilk kuşak tefsir bilginlerinin bozduğunu onarmaktan

çok uzaktırlar.

 

Yukarıda değindiğimiz bu tefsir ekollerinin her biri bir gözlemci



titizliğiyle incelendiği zaman görülecektir ki, bu ekollerin ortak

noktaları eksik ve yetersiz oluşlarıdır. Bunların en büyük kusurları

da bilimsel ve felsefî araştırmaların verilerini dışarıdan Kur'ân ayetlerinin

anlamlarına yüklemeleridir. Bu sayede, tefsir uyarlamaya

dönüştü, uyarlama tefsir olarak nitelendirildi; Kur'ân'ın içerdiği

birçok hakikatler mecaz olarak algılandı, birçok apaçık ayetler yorumlara

tâbi tutuldu.

 

Bunun sonucu olarak (açıklamalarımızın başında da dolaylı



olarak işaret ettiğimiz gibi) kendisini "âlemler için yol gösterici...

aydınlatıcı nur... ve her şeyin açıklayıcısı" olarak nitelendiren

Kur'ân'a ulaşmak için başkasının yol göstericiliğine başvurma gereği

doğdu. Kur'ân'ın başkası tarafından aydınlatılması lüzumu

görüldü. Artık, kendisi her şeyin açıklayıcısı olan Kur'ân, başkası

tarafından açıklanır oldu. Nedir bu başkası?! Niteliği nedir?! Yol

göstericiliği nasıl olacak?! Bir görüş ayrılığı baş gösterdiğinde

hangi mercie başvurulacak, kime sığınılacak?! Nitekim görüş ayrılıkları

baş göstermiş ve bu ayrılıklar korkunç boyutlara ulaşmıştır.

Niçin böyle oldu? Hiç kuşkusuz cümle ve ayetlerin anlamlarına

yönelik bakışlarda bir görüş ayrılığı yaşanmamıştır. (Kelime veya

cümle olarak ifadelerin dil ve gelenek açısından anlaşılmamaları

söz konusu değildir.) Kur'ân'ın dili açık ve anlaşılır bir Arapça'dır.

Bir Arap veya Arap dilinin ifade biçimini bilen bir yabancı onu anlamakta

güçlük çekmez.

 

Sayıları birkaç bini bulan Kur'ân ayetleri içinde ifadesi kapalı



olan ve zihni şaşırtacak düzeyde anlamı girift olan tek bir ayet

yoktur. Nasıl olabilir ki?! Oysa Kur'ân son derece açık ve anlaşılır

bir ifade tarzına sahiptir. Bir ifadenin açık ve anlaşılır olmasının

şartı da kapalılıktan ve giriftlikten uzak olmasıdır. Öyle ki, Kur'ân-ı

Kerim'de hükmü yürürlükten kaldırılmış (neshedilmiş) ayetler gibi

kimi müteşabih (benzeşen) ayetler bile anlam olarak son derece

açıktırlar. Sadece bu anlamlarla kastedilen şeyler arasında bir

benzeşme söz konusudur. Bunda anlaşılmayacak bir durum yoktur.

Evet, bütün bu görüş ayrılıkları, kelime veya cümlelerin

anlamlarının bilinmemesinden değil, bu anlamların uyarlanacağı

nesnelerin belirlenmesinden kaynaklanmıştır.

Bunu şu şekilde izah etmek mümkündür: Bizim madde âlemine

olan alışkanlığımız sonucu, -söylendiği gibi- kelimelerin işi-

tilmesi sırasında ilk zihnimize gelen, bunların işaret ettikleri

maddî veya maddeyle ilintili anlamları olmaktadır. Çünkü dünyada

yaşadığımız sürece bedenlerimiz ve bedenlerimize bağlı gücümüz

madde içinde faaliyet gösterir. Dolayısıyla hayat, ilim, kudret,

işitme, görme, konuşma, irade, rıza, gazap ve yaratma gibi sözcükleri

işittiğimiz zaman, ilk zihnimize gelen, bunların anlamlarının

maddî varlıkları, maddî görüntüleri olur.

 

Aynı şekilde gök, yeryüzü, levh, kalem, arş, kürsü, melek ve iki



kanadı, şeytan ve kabilesi, süvarileri ve piyadeleri gibi sözler duyduğumuzda

derhâl bunların doğal örnekleri zihnimizde belirmeye

başlar.

"Allah evreni yarattı. Şöyle yaptı. Şunu bildi. Şunu istedi veya



şunu istiyor. Şunu irade etti veya şunu irade ediyor." şeklinde bazı

ifadeler duyduğumuz zaman, alışageldiğimiz üzere, fiili zaman

kavramıyla sınırlandırırız.

"Bizim katımızda daha fazlası vardır..." (Kaf, 35) "...kendi katımızdan

edinirdik." (Enbiyâ, 17) "...İyi kişiler için Allah katındaki

daha hayırlıdır." (Âl-i İmrân, 198) "...O'na döndürüleceksiniz." (Bakara,

28) gibi ifadeleri işittiğimizde, katında olma anlamını mekânla

sınırlandırınız.

"Bir yerleşim birimini helâk etmek istediğimiz zaman, o beldenin

şımarık varlıklarına emrederiz..." (İsrâ, 16) "...lütufta bulunmak

istiyoruz..." (Kasas, 5) "Allah size kolaylık diler..." (Bakara, 185)

gibi ifadeleri işittiğimiz zaman bütün bunların bir tür iradeyi ifade

ettiklerini düşünürüz. Çünkü bizdeki iradede durum böyledir. Buna

benzer meseleleri de bu şekilde değerlendirmek mümkündür.

Nerede olursa olsun, kullanılan tüm ifadeler karşısındaki konumu-

muz bundan ibarettir ve bu, bizim doğamızdan kaynaklanan

hakkımızdır da. Çünkü kelimeleri icat edip kullanmamızı gerektiren

şey, anlatmaya ve anlaşmaya yönelik toplumsal ihtiyaçtır.

İnsanoğlu, madde ve uzantılarıyla direkt bağlantısı bulunan işlerde

yeterliliğe ulaşmak için toplumsallığa ilgi duyar. Dolayısıyla kelimeleri,

kendilerinden bazı yararlar umduğu veya bazı hedefler

güttüğü şeyleri gösteren işaretler olarak icat eder.

 

Şunu unutmamak gerekir ki, dönüşüm ve tekâmül yolunda ihtiyaçların



değişmesi oranında ad konulmuş maddî varlıklar deği-

şime ve dönüşüme mahkûmdurlar. Söz gelimi "Lamba" insanların

kullandıkları bir aydınlatma aracıdır. Bunun ilk şekli şöyleydi: Bir

kap içine bir fitil konur, içine bir miktar yağ da döküldükten sonra

bu fitil karanlığı aydınlatma amacıyla tutuşturulurdu. Bu araç, sürekli

gelişti ve nihayet bugünkü elektrik lambası şeklini aldı. Lamba

adı verilen o ilk araçtan bir tek parça geride kalmadı, fakat

"Lamba" kavramı hâlâ bu işlevi gören araç için kullanılıyor.

İlk kullanılan ölçüt ile bugün söz gelimi sıcağı ölçmek için

kullanılan ölçüt açısından da durum aynıdır.

İlk kez silâh olarak kullanılan alet ile bugünkü modern silâhlar

da bu konuya somut bir örnek oluşturmaktadır.

 

Şu hâlde, adlandırılan maddî varlıklar sürekli bir değişim yaşayarak



geçmişteki özlerini ve niteliklerini yitirdiler; bununla beraber

o işlevi gören alete işaret eden isim yerinde kaldı. Bunun bir

tek izah tarzı vardır. O da, isimlendirmede asıl maksat, bir şeyin işlevidir,

amacıdır, şekli ve biçimi değildir. Buna göre, ölçme, aydınlatma

ve savunma amaçları varoldukça ölçüt, silâh ve lamba isimleri

de söz konusu işlevi gören aletlere ad olmaya devam edeceklerdir.

 

Bu yüzden şu hususa dikkat etmeliyiz ki, bir ismin bir şeye ıtlak



olunmasındaki ölçü, o şeyin o isimlendirmeden amaçlanan işlevi

görüyor olmasıdır. Dolayısıyla kelimeleri belli biçimleri ifade

etmek üzere donduramayız. Fakat ne var ki, buna bir diyeceğimiz

olmamakla birlikte gelenekler ve alışkanlıklar bu noktayı algılamamıza

engel oluşturuyor. İşte Haşviye ve Mücessime gibi hadisçi

ekollerin, tefsirde ayetlerin zahirleri üzerinde donuklaşmalarının

altındaki gerekçe budur. Gerçekte onlar, ayetlerin zahirleri üzerinde

değil, mısdakların teşhisi noktasında gelenek ve alışkanlığın

kalıplarında donuklaşıp kalmışlar.

 

Hâlbuki, ayetlerin içinde öyle ayetler var ki, anlamlarını kavrama



noktasında alışkanlık ve gelenekleri esas almak, amaç

sapmasına ve kavram kargaşasına yol açar. "...Ona benzer hiçbir



şey yoktur." (Şûrâ, 11) "Gözler onu görmez, ama o gözleri görür. O

latiftir, her şeyden haberdardır..." (En'âm, 103) "...Allah onların nitelendirmelerinden

uzaktır." (Mü'minûn, 91) ifadeleri bu hususta birer

örnektirler.

 

Bu yüzden insanlar, ayetlerin anlamlarını kavrama hususunda



sırf geleneksel anlayışa ve alışılagelmiş örneklere göre hareket

etmemek zorundadırlar. Nitekim, yanlış yapmaktan ve bilinmeyen

sonuçlar elde etmekten kaçınmak için insanlar, bilimsel

araştırmaların verilerine sa-rılma durumunda kalmışlardır.

Bundan dolayı, bir araştırmanın Kur'ân gerçeklerinin anlaşılması

ve yüce hedeflerinin belirlenmesi üzerinde etkin rol oynaması

normaldir. Bunun iki şekilde gerçekleşme ihtimali vardır:

Birincisi; incelediğimiz ayetle ilgili olarak ortaya çıkan bir sorunun

çözümü amacına yönelik olarak bilimsel, felsefî veya başka

türlü bir araştırma yapıp gerçeği buluruz, sonra da ayeti bu araştırmamızın

verilerine göre yorumlarız. Bu, teorik araştırmanın onaylayacağı

bir yöntemdir. Fakat bilindiği üzere Kur'ân-ı Kerim bu

tarz bir araştırmayı onaylamaz.

 

İkincisi; Kur'ân'ı Kur'ân'la tefsir ederiz. Bizzat Kur'ân-ı Kerim'in



teşvik ettiği, ayetleri detaylı biçimde inceleme yöntemi ile ele almakta

olduğumuz ayeti, benzeri ayetler yardımıyla açıklamaya çalışırız;

ayetlerin bildirdiği özellikler ışığında örneklerini teşhis eder,

tanırız. Nitekim yüce Allah, "Biz sana Kitab'ı her şeyin açıklayıcısı



olarak indirdik." [Nahl, 89] buyuruyor. Her şeyin açıklayıcısı olan

Kur'ân-ı Kerim'in kendi kendini açıklamaması mantıklı değildir.

Bir diğer ayette de yüce Allah şöyle buyuruyor: "İnsanlara yol gösterici,

doğrunun ve hakkı batıldan ayırmanın apaçık delillerini

kapsayan..." [Bakara, 185] Bir başka ayette de şöyle buyuruyor: "ve

size apaçık bir nur indirdik." [Nisâ, 174]

 

Kur'ân-ı Kerim insanlar için bir yol gösterici, bir açıklayıcı, eğri



ile doğruyu birbirinden ayırt edici, insanları ilgilendiren her konuda

apaçık bir aydınlatıcı nur olacak, ama en çok ihtiyaç duydukları bir

hususta onlara yeterli gelmeyecektir! Böyle bir şey mümkün değildir.

Bir ayet-i kerimede yüce Allah, "Bizim uğrumuzda cihat edenleri



biz, elbette yollarımıza iletiriz..." (Ankebût, 69) buyuruyor. Allah'ın

kitabını anlamak için çaba sarf etmekten daha büyük bir

cihat var mıdır? Ve hangi yol Allah'a ulaşma hususunda

Kur'ân'dan daha doğrudur?

 

Bu tür ayetler Kur'ân-ı Kerim'de çokça yer alır. Âl-i İmrân suresinin



baş taraflarında "Muhkem ve Müteşabih" kavramlarına ilişkin

araştırmamızda bu konuyu geniş biçimde ele alacağız.

 

Yüce Allah, kendisine Kur'ân'ı öğrettiği ve kitabını insanlara



öğretmek üzere görevlendirdiği Peygamber efendimiz (s.a.a) hakkında

şöyle buyuruyor: "Onu Ruh'ul-Emin senin kalbine indirdi."

[Şuarâ, 194] "Sana bu zikri (Kur'ân'ı) indirdik ki, kendilerine indirileni

insan-lara açıklayasın..." [Nahl, 44] "...Onlara Allah'ın ayetlerini

okuyor, onları arındırıyor, onlara kitabı ve hikmeti öğretiyor..." [Âli

İmrân, 164] Peygamber efendimizin (s.a.a) yakın akrabaları ve Ehlibeyti'ne

gelince; hem Ehlisünnet'in, hem de Şia'nın üzerinde ittifak

ettikleri bir hadiste, Peygamber efendimiz (s.a.a) onların seçkin

konumlarına şu şekilde işaret etmektedir: "Size iki şey bırakıyorum,

benden sonra onlara sarıldığınız sürece hiçbir zaman

sapmazsınız: Biri Allah'ın kitabı, diğeri de soyum, Ehlibeyt'imdir.

Bu ikisi havuz başında bana dönene kadar birbirlerinden ayrılmayacaklardır."

Yüce Allah, Ehlibeyt'in Kur'ân bilgisini ise şu ifadelerle doğruluyor:

"Allah ancak siz Ehlibeyt'ten bütün pislikleri gidermek ve

sizi tertemiz yapmak istiyor." [Ahzab, 33] Bir diğer ayette de şöyle

buyuruyor: "O, elbette şerefli bir Kur'ân'dır. Korunmuş bir kitaptadır.



Ona temizlenenlerden başkası dokunamaz." [Vâkıa, 17-79]

Tefsirle ilgili olarak bize ulaşan bilgilere göre Ehlibeyt'in tefsir ve

öğretim yöntemi bu şekildeydi. Bu kitapta, hadisler alanındaki araştırmalarımız

kapsamında, imkânlarımız ölçüsünde Peygamber

efendimizden (s.a.a) ve Ehlibeyt İmamlarından nakledilen hadislere

yer vereceğiz. Bir araştırmacı, hadislerde ayetlerin tefsirinde açık

olmayan, tartışmalı bir aklî görüşe veya bilimsel bir varsayıma

dayanılan bir tek örnek göremez.

 

Peygamber efendimiz (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Fitneler gecenin



zifiri karanlığı gibi üzerinize çöreklendiği zaman, Kur'ân'a

sarılınız. Çünkü Kur'ân şefaat eder ve şefaati kabul olur. Aleyhte

tanıklıkta bulunur ve tanıklığı onaylanır. Onu kendisine imam edinen

kişiyi cennete götürür. Onu arkasına atan kişiyi de cehenneme

sürükler. O, en iyi yola ileten bir yol göstericidir, o meseleleri

nihaî olarak çözümleyen bir hüküm kitabıdır, bir açıklamadır, kesin

bilgilerin kaynağıdır. O, hak içeriklidir, şaka değildir."

"Onun zahiri ve batını vardır. Zahiri hikmet, batını ise ilimdir.

Zahiri güzel, batını ise derindir. Onun yıldızları vardır, yıldızlarının

üzerinde de yıldızları vardır. Acayipleri saymakla bitmez, ilginç şeyleri

eskimez. Onda hidayet lambaları ve hikmet meşaleleri vardır.

İnsaf ve adaleti tanıyanlara iyiliği gösterir."

"Şu hâlde kişi gözünü dört açsın, bakışını netleştirsin; bozukluktan,

takıntılardan kurtulsun. Çünkü tefekkür, algılama yeteneğini

yitirmemiş kalbin hayatıdır. Bu sayede, tıpkı elinde meşalesi

olan bir kişinin karanlıkların ortasında yol alması gibi, kurtuluş kolayca

sağlanır, korkulu gözetlemeler en aza iner."

 

Hz. Ali (a.s) da Nehc'ül-Belâğa'da Kur'ân'ı şu şekilde tanımlar:



"Kur'ân'ın bir kısmı bir kısmını destekler, bir kısmı bir kısmına tanıklık

eder."1

İşte Kur'ân muallimlerinin ve yol göstericilerinin (Allah'ın salât

ve selâmı üzerlerine olsun) izledikleri dosdoğru yol ve apaçık metot

budur.


 

İleride açıklamalarda bulunurken, ayetlerin incelenmesi ile ilgili

bu metodun özelliklerini, Allah'ın yardımıyla, imkânlarımız ölçüsünde

ortaya koyacağız. Hiç kuşkusuz biz, bu kitabımızda ayetlerin

içerdikleri anlamların belirlenmesinde sırf aklî-felsefî kanıta

veya bilimsel varsayıma ya da tasavvufî-irfanî sezgilere dayanmaktan

kaçındık.

 

Arapça ifade tarzının ya da herkesçe kabul edilen ilmî veya



amelî bir mukaddimenin yardımcı olacak edebî nüktelerin dışında

ayetlerin edebî yönlerine geniş ölçüde yer vermekten kaçındık.

Araştırma yöntemimize ilişkin bu açıklamaların ardından şu

hususları da vurgulama gereğini duyuyoruz:

 

Biz bu kitabımızda ana hatlarıyla aşağıdaki konulara detaylı

biçimde değineceğiz:

 

1- Yüce Allah'ın isimlerine ve hayat, ilim, kudret, işitme, görme



ve birlik gibi sıfatlarına ilişkin bilgiler. Yüce Allah'ın zatına gelince,

ileride görüleceği gibi Kur'ân-ı Kerim Allah'ın zatının hiçbir

açıklamaya ihtiyacı olmadığını ortaya koyuyor.

----------

1- [Nehc'ül-Belağa, hutbe:133]

 

2- Yüce Allah'ın yaratma, emir, irade, dileme, doğru yola iletme,



saptırma, kaza, kader, cebir, tefviz (tasarruf serbestliği), hoşnutluk

ve öfkelenme gibi değişik fiillerine ilişkin bilgiler.

 

3- Perdeler, levh, kalem, arş, kürsü, Beyt-i Ma'mur, gök, yer,



melekler, şeytanlar ve cinler gibi Allah'la insanlar arasındaki vasıtalara

ilişkin bilgiler.

 

4- İnsanın dünya hayatından önceki durumuna ilişkin bilgiler.



 

5- İnsanın dünya hayatı ile ilgili bilgiler. İnsan türünün tarihi ile

bilgiler, kendi nefsiyle ilgili bilgiler, toplumsal prensiplere ilişkin

bilgiler, nübüvvet, risalet, vahiy, ilham, kitap, din ve şeriata ilişkin

bilgiler, anlatılan kıssalardan çıkan sonuçlara göre peygamberlerin

makamlarıyla ilgili bilgiler gibi.

 

6- İnsanın dünya hayatından sonraki serüveni ile ilgili bilgiler.



Berzah (ölüm-haşir arası ara dönem) ve kıyamet gibi.

 

7- İnsanın ahlâk yapısına ilişkin bilgiler. Buna bağlı olarak kulluk



yolunda evliyanın kat ettiği İslâm, iman, ihsan, tevazu ve ihlâs

gibi makamlara ilişkin bilgiler.

Ancak fıkıh biliminin kapsamına girdiği için ahkâm ayetleriyle

ilgili olarak ayrıntılı açıklamalarda bulunmaktan kaçındık.

Bizim başvurduğumuz bu araştırma ve inceleme yöntemi sonucu,

ayetin zahirinden anlaşılan anlama ters düşen bir anlam çıkarma

anlamında olan te'vil anlayışı ortadan kalkmıştır. Kur'ân-ı

Kerim'in, bazı ayetlerinde ispat ettiği te'vile gelince, bunun anlamla

bağlantılı olmadığını açıklamalarımız içinde göreceksin.

Açıklamalardan sonra, hadisler kapsamındaki incelemelerimizle

ilgili bölümlere yer verdik. Bu bölümlerde, imkânlarımız ölçüsünde

Şiî ve Sünnî kanallardan Peygamber efendimizden (s.a.a)

ve Ehlibeyt İmamlarından (a.s) nakledilen açıklamaları sunduk.

Sahabe ve tabiîn kuşağına mensup müfessirlerden gelen rivayetler

ise, çeşitli karıştırmalara maruz kaldıkları ve kendi aralarında

çelişki arzettikleri için, bunlar bir Müslüman için kanıt oluşturamazlar.

Ehlibeyt İmamlarından gelen hadisleri dikkatle inceleyen bir

araştırmacı, bu kitapta izlenen bu yeni metodun tefsir alanında

Kur'ân muallimleri (a.s) tarafından uygulanan en eski yöntem olduğunu

görecektir.

 

Bunun ardından, imkânlarımız ölçüsünde ele aldığımız meseleyi



farklı alanlarla ilgili felsefî, bilimsel, tarihsel, toplumsal ve ahlâkî

açıdan da inceledik. Her incelememizde, araştırmanın amacını

aşmayacak şekilde sözlerimizi konuyla ilgili genel önermelerle,

değerlendirmelerle sınırlı tuttuk.

 

Allah'tan doğruluk ve hidayet diliyoruz. Çünkü en hayırlı yardımcı



ve en iyi yol gösterici O'dur.

Allah'ın rahmetine muhtaç:

Muhammed Hüseyin TABATABAÎ

           






Yüklə 2,31 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   33




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin