ALLÂME TABATABAÎ'NİN AHLÂKÎ VE EĞİTSEL ÖZELLİKLERİ
1- Merhum Allâme Tabatabaî, genel olarak bütün yazılarında,
özellikle de "el-Mîzân" tefsirinde birinin görüşünü tetkik, tahlil ve
tenkit ederken bu kişinin adını zikretmek yerine, düşünce ve görüşünü
tartışma konusu etmeye özel bir dikkat gösterir ve şöyle
derdi: "Birbiriyle çelişen düşünce sahipleri değil, düşüncelerdir." O,
"Ne denildiğine, sözün içeriğine bak; kimin dediğine bakma!" sözünü
kendine ilke edinmişti.
2- Merhum Allâme Tabatabaî, bir görüşü tenkit ve tartışma
konusu ederken görüş sahibinin hürmetini korumaya özen duyar,
makamına saygı gösterir, aşağılayıcı ifadeler kullanmaktan ve
bilgiçlik taslamaktan şiddetle kaçınırdı.
3- O, normal konularda pek zihinsel hazırlıklı olmamakla birlikte
aklî konularda genel olarak, tefsir bahislerinde de özellikle
mükemmel bir derinlik ve zihinsel hazırlık içerisindeydi. Bu ise
onun cismi ve ruhuyla bütün bir vücudunun Kur'ân'la kaynaşmış
olduğunun işaretidir. İlerlemiş yaşlarında hastalanıp yatağa düştüğünde
kişilerin adlarını unutmasına rağmen zikir ve duaları asla
unutmadı. Bu, imanın onun ruhunun derinliklerine yerleşmiş olduğunun
göstergesiydi.
4- O, hadis ilmini tedris ederken her ne kadar zayıf olsa da
ravilerin adlarını mutlaka zikreder, hadis metnini okurken senet
zincirini baştan sona tekrar ederdi. Böylece geçmiş âlimlerin ve
muhaddislerin adlarının ihya edilmesine katkıda bulunurdu. Bir
senedin zayıflığına işaret ederken ravilerin hürmet ve saygınlığını
korumaya özel bir dikkat gösterirdi.
5- Üstat Allâme Tabatabaî, ilim havzasındaki klâsik ders devrelerini
mantık devesiyle başlatır, felsefe ve irfan dersleriyle sürdürür
ve nihayet Resul-i Ekrem'in (s.a.a) mirası Kur'ân ve hadisle
sona erdirirdi.
O'nun vefatı da, aynen bereketli ömrü boyunca olduğu gibi, ilim
dünyasında yeni bir hareketlilik meydana getirmiştir.
YAZARIN ÖNSÖZÜ
Bismillahirrahmanirrahim
Tüm âlemler için bir uyarıcı olsun diye kulu Muhammed'e
(s.a.a) eğri ile doğruyu birbirinden ayırma özelliğine sahip olan
Kur'ân'ı indiren Allah'a hamdolsun. Allah'ın, izniyle bir şahit, bir
müjdeleyici, bir uyarıcı, Allah'a kulluk sunmaya çağıran bir davetçi
ve aydınlatıcı bir ışık kıldığı sevgili peygamberi Hz. Muhammed'e
ve onun Allah tarafından her türlü günah kirinden arındırılmış tertemiz
Ehlibeyti'ne salât ve selâm olsun.
Bu mukaddimede kısaca, Kur'ân-ı Kerim'in ayetlerinin anlamlarını
inceleme hususunda izlediğimiz metoda değineceğiz.
Kur'ân ayetlerinin anlamlarını açıklamak, delâlet ettikleri manaları
beyan etmek ve onlarla kastedilen şeyleri belirlemek demek
olan Tefsir, Müslümanların ilgilendikleri en eski ilmî alandır.
Tefsir olarak nitelendirilen bu araştırma ve irdeleme türünün tarihi,
Kur'ân'ın indiği dönemde başlamıştır. Yüce Allah'ın şu sözü buna
ilişkin bir işaret içermektedir: "Nitekim kendi içinizden, size
ayetlerimizi okuyacak, sizi arındıracak, size kitap ve hikmeti öğretecek
ve size bilemeyeceğiniz şeyleri öğretecek bir resul gönderdik."
(Bakara, 151)
Müslüman tefsir bilginlerinin ilk kuşağı, bazı sahabîlerden oluşur.
(Hz. Ali (a.s) ve onun soyundan gelen İmamları bu kapsamın
dışında tutuyoruz. Çünkü onların ayrı bir konumu vardır ki, ileride
buna da değineceğiz.) İbn-i Abbas, Abdullah b. Ömer, Übey ve bu
konuya ilgi duyan diğer bazıları bu kuşağa ilişkin birkaç örnektir. O
günkü tefsir araştırmaları, ayetlerin edebî yönlerini incelemek, indikleri
ortamı ve koşulları belirlemek, bir ayetin diğer bir ayetin
anlamını pekiştirici yönüne işaret etmek ve Peygamber efendimizden
(s.a.a), kıssalar, tevhit öğretileri, ahiret bilgileri ve diğer
konularla ilgili rivayet edilen kimi hadisler yardımıyla tefsir yapmaktan
öteye geçmiyordu.
Bu tarz tefsir araştırması, Hicret'in ilk iki yüzyılında Mücahid,
Katade, İbn-i Ebu Leyla, Şa'bî, Süddî ve diğer tâbiîn kuşağı tefsir
bilginleri tarafından da sürdürüldü. Bu tefsir bilginlerinin ilk kuşak
sahabe müfessirlerinden tek farkları, rivayetlerle tefsir yapmaya
ağırlık vermeleriydi. Bu arada Yahudilerin ve başkalarının rivayetlerine
de yer vermişler, bu rivayetlerden Kur'ân'da yer alan kıssaların
açıklamasında, göklerin meydana gelişi, yerin ve denizlerin
oluşumu gibi yaratılışa dönük bilgilerin izahında, Şeddad'ın İrem
bağı, peygamberlerin sürçmeleri, Kur'ân'ın tahrif edilmesi gibi hususlarda
bol bol yararlanmışlar. Sahabeden aktarılan bazı tefsir ve
araştırmalarda da bu yöntemin örneklerine rastlamak mümkündür.
Daha sonra Peygamber efendimizin (s.a.a) ardından halifelerin
dö-neminde, Müslümanların fethettikleri ülke ve ulusların bünyesindeki
çeşitli gruplarla kaynaşmaları, değişik din ve mezhebe
mensup bilgin-lerle karşılaşmaları sonucu, Kur'ân ayetlerini
kelâmî açıdan inceleme eğilimi yaygınlık kazandı.
Hicrî birinci yüzyılın sonlarına doğru Emevî saltanatı döneminde
Yunan felsefesine ilişkin eserler Arapça'ya çevrildi. Bu durum
Abbasî döneminde de devam etti. Bunun yanı sıra Müslüman araştırmacılar
arasında, aklî-felsefî tarzda inceleme yapma eğilimi
baş gösterdi.
Bir üçüncü eğilim olarak da, felsefî yaklaşımın yaygınlaşmasına
paralel olarak tasavvuf ekolü ortaya çıktı. İnsanların dinî bilgileri
nefis mücadelesi ve egzersizleri yoluyla edinme eğilimleri arttı.
Bu ekolün taraftarları sözlü ve aklî incelemelere ilgi duymazlardı.
Hadis ehli denen bir grup insan da, dinin sözel ifadelerini, sırf
edebî yönden incelemeye tâbi tutup başka hiçbir incelemeye gerek
gör-meden bu ifadelerin zahirlerine tam bir bağlılık eğilimini
sürdürdüler.
İnsanlar arasında mezhebî gruplaşmalar başlar başlamaz,
tefsir araştırmacılarının yöntemleri de gruptan gruba farklılık gös-
terdi. "Lâ ilâhe illallah, Muhammed'un resulullah" ifadesinden
başka üzerinde görüş birliği sağladıkları bir tek husus kalmadı. İsimlerin,
sıfatların, fiillerin, gökler ve içindekilerin, yer ve üzerindekilerin,
kaza ve kaderin, cebir ve tefvizin (tasarruf özgürlüğünün),
sevap ve azabın, ölüm ve ölümle haşir arasındaki ara dönemin
(berzah), ölümden sonra dirilişin, cennet ve cehennemin, kısacası,
uzaktan veya yakından dinî gerçekler ve bilgiler kapsamına
giren her şeyin ifade ettiği anlam üzerinde ihtilâfa düştüler.
Böylece ayetlerin anlamlarının araştırılması hususunda izlenecek
yolu belirlemede görüş ayrılıkları baş gösterdi. Herkes izlediği
mezhep ve yönteme dört elle sarıldı, onun dışına çıkamadı.
Hadisçiler, alanlarını sahabe ve tabiîne mensup ilk kuşak tefsir
bilginlerinden gelen rivayetlerle sınırlandırdılar. Rivayet elverdiği
sürece konunun peşini bırakmadılar. Rivayetin durduğu yerde
de durdular, bir adım öteye atmadılar. İfadeden açık bir anlam edinemedilerse,
araştırma gereğini duymadılar. Buna gerekçe olarak
da yüce Allah'ın şu sözünü ileri sürdüler: "İlimde derinleşenler
ise, 'Biz ona inandık. Tümü Rabbimizin katındandır.' derler." (Âl-i
İmrân, 7)
Ama onlar bu tutumlarıyla büyük bir yanılgıya düştüler; çünkü
yüce Allah kitabında akla dayalı kanıtları geçersiz kılmıyor. Böyle
bir şey nasıl düşünülebilir ki, oysa bir şeyin kanıt olup olmaması
ancak akılla belirlenebilir?! Kur'ân-ı Kerim, aralarında fahiş ihtilâflar
olan sahabe ve tabiînin sözleri ve görüşlerini asıl kanıt olarak
öngörmez. Kur'ân'da sadece ayetler üzerinde etraflıca düşünme,
detaylı araştırma yapma teşvik edilir. Çünkü herhangi bir ihtilâf
ancak bu şekilde ortadan kaldırılabilir. Allah Kur'ân'ı bir yol gösterici,
bir nur ve her şeyin açıklayıcısı kılmıştır. Şu hâlde bu nasıl
nurdur ki, kendisinden başka bir nurla aydınlanma gereği duyuyor?!
Başkasının yol göstericiliğine muhtaç olan bir yol göstericiye
ne denir?! Her şeyin açıklayıcısı konumunda olan bir şey, başka
bir şey tarafından açıklanabilir mi?!
Kelâmcılara gelince; değişik mezhebî görüşleri, onları tefsir
konusunda kendi mezheplerine uygun bir tutum içinde hareket
etmeye zorladı. Mezheplerinin izin verdiği ölçülerde uygun olanı
almak, uygun olmayanı da yorumlamak şeklinde bir tutum sergilediler.
Özel mezhepler tercih etmenin, özel yöntemler ve görüşler benimsemenin
geri plânında, ilmî bakış açısının farklılığı ya da ulusal
gelenek ve taassup gibi bir gerekçe yer alıyorsa da, -ki burası
bu tür konularla ilgilenmenin yeri değildir- ancak Kur'ân'a ilişkin
bu tür bir araştırma, tefsirden çok, uyarlama niteliğine lâyıktır.
Çünkü, bir araştırmacının bir ayeti incelerken "Kur'ân ne
diyor?" demesi ile "Bu, ayeti neye göre yorumlayabiliriz?" demesi
arasında büyük bir fark vardır. Birincisinde, araştırma ve inceleme
esnasında teoriyle ilgili her şeyin unutulup teorik olmayan bir şeye
dayandırılması zorunludur. İkincisinde ise, meselede önce teorilerin
ortaya konup kabul edilmesi, sonra da araştırmanın bu çerçevede
yapılması gerekir. Bilindiği gibi, ifade kapsamındaki bu tür
bir araştırma, özü itibariyle ifadenin anlamına yönelik araştırma
olarak değerlendirilmez.
Felsefeciler de tıpkı kelâmcı müfessirlerin düştükleri büyük
hataya düştüler. Görüşlerine ters düşen ayetleri genel anlamda
felsefe biliminin çeşitli alanlarının tartışılmazlarına uyarlama, onlara
göre yorumlama yanılgısını tekrarladılar. Genel anlamda felsefe
bilimi derken, matematik, doğa bilim, teoloji ve uygulamalı
hikmeti, özellikle de Meşşa ekolünü kastediyorum. Bunlar, fizikötesi
gerçeklere işaret eden ayetleri, göklerin ve yerin yaratılışına ilişkin
ifadeler içeren ayetleri, ölüm-haşir arası ara dönemle ve kıyamet
günüyle ilgili ayetleri yorumlayıp kendi felsefî tartışılmazlarına
uyarladılar. O kadar ki, küllî ve cüz'î feleklerin düzeni,
elementlerin tertip ve konumları, felekler ve elementlerle ilgili
hükümler gibi doğa bilimin kesin ve kanıtlanmış olmadığını ve
sırf varsayımlara dayandığını bildikleri prensipleriyle uyuşmayan
ayetleri bile yorumlamaya, o prensiplere uyarlamaya kalkıştılar.
Mutasavvıflar ise, dış âlem ve dış âleme ilişkin ayetlerden çok,
yaratılışın batınına yöneldikleri ve sırf iç âleme ilişkin ayetlere ilgi
duydukları için araştırmalarını salt yoruma dayandırdılar ve ayetlerin
sözel ifadelerini bir kenara bıraktılar. Bunun sonucu herkes,
ayetleri batınî şekilde yorumlamaya, şiirsel cümlelerle her ifadeden
ilgili ilgisiz birçok konuya işaretler çıkarmaya kalkıştı. Öyle ki
ayetler cümle hesabıyla tefsir edildi, kelimelerdeki harfler nuranî
ve zülmanî diye ikiye bölündü ve bu esasa dayanılacak yorumlar
yapıldı.
Kur'ân-ı Kerim'in özel olarak tasavvufçulara yol göstermek üzere
inmediği son derece açıktır. Kur'ân-ı Kerim'in muhatapları
harflerin gizli sırlarına inanan, sayılardan anlamlar çıkaran, buradan
hareketle bazı sayılarla tarihsel bazı olayları denk düşüren
kimseler değildir. Kur'ân-ı Kerim'in içerdiği bilgiler, yıldızların sırlarına
ilişkin bilgilerin Yunanca'dan ve başka dillerden Arapça'ya
çevrilmesinden sonra müneccimlerin ortaya koyduğu cümle hesabına
dayanmamaktadır.
Evet Peygamber efendimizden (s.a.a) ve Ehlibeyt İmamlarından,
"Kur'ân'ın bir zahiri, bir de batını vardır. Batınının da yedi
kat -veya yetmiş kat- daha ötesi batını vardır..." şeklinde rivayetler
mevcuttur. Ne var ki, Allah'ın salât ve selâmı üzerlerine olsun,
onlar batını göz önünde bulundurdukları gibi, zahiri de göz önünde
bulundururlardı. Te'vile (yoruma) önem verdikleri gibi, tenzile (sözel
ifadelere) de önem verirlerdi. Ancak burada bir hususu hemen
vurgulayalım ki, Kur'-ân ayetlerinin sözel ifadelerine ters düşecek
bir anlam çıkarmak olarak algılanan "te'vil", Kur'ân'ın inişinden ve
İslâm'ın yayılışından sonra Müslümanların diline yerleşen terimlerden
olup Kur'ân-ı Kerim'de ba-zı ayetlerde sözü edilen "te'vil" ile
hiçbir ilgisi yoktur ve Kur'ân-ı Ke-rim'deki "te'vil", bir kere anlam
ve kavram kategorisine girmektedir. İnşaallah Âl-i İmrân suresinin
giriş kısmında geniş biçimde bu hususa yer vereceğiz.
Son çağlarda ise yeni bir tefsir ekolü gelişmiştir. Şöyle ki: İslâm'ı
benimseyen bazı kimseler somut verilere ve deneyime dayanan
pozitif bilimlerle, istatistiksel deneyimlere dayanan sosyolojiden
etkilenerek, duyuları ya da pratiği esas alan Avrupalı filozofların
görüşlerine eğilim göstermişlerdir. (Onlara göre, hayatta ihtiyaç
duyulan miktarda pratik bir sonucu olmayan hiçbir kavrayış
bir değer ifade etmez.)
İşte anlayışlarının temeli bu tür yaklaşımlara dayanan söz konusu
tefsirciler diyorlar ki:
Dinî bilgilerin, bilimin onayladığı yola ters düşmesi imkânsızdır.
Çünkü varlıklar âleminde asıl olan madde ve onun somut belirtileridir.
Şu hâlde arş, kürsü, levh ve kalem gibi dinin varoldukla-
rını haber verdiği, buna karşın bilimin reddettiği olguları bir şekilde
yorumlamak gerekir.
Kıyamet, hesaplaşma ve haşir gibi bilimin değinmediği olguları
da maddî yasalara göre açıklama zorunluluğu vardır.
İlâhî yasalar sisteminin dayandığı vahiy, melek, şeytan, nübüvvet,
risalet ve imamet gibi şeyler de birtakım ruhsal olgulardır.
Ruh ise, madde kökenlidir, maddenin bir tür yansımasıdır. Dinî
yasama ise, özel bir toplumsal dehadır ki, sağlıklı ve kalkınmış bir
toplum meydana getirmek için, birtakım yasamalar öngörür.
Bu görüşün taraftarları diyorlar ki: Hadis rivayetlerinde birtakım
karışıklar meydana geldiği için, Kur'ân'la uyum içinde olanları
hariç, bunlara dayanmak doğru değildir. Kur'ân'ı da yorumlarken
geçmiş mez-heplere ve görüşlere dayanmak büyük bir yanılgıdır.
Çünkü sözünü ettiğimiz görüş ve mezhepler akıl yürütmekle elde
edilen bulgulara dayanıyorlardı. Bugün ise, somut verilere ve deneye
dayanan çağdaş bilim, söz konusu yöntemin yanlışlığını ortaya
koymuştur. Dolayısıyla, Kur'ân-ı Kerim'i sadece bilimsel verilere
göre tefsir etmek bir zorunluluktur.
Kendi ifadeleri olan veya ifadelerinin zorunlu yorumu olan bu
cümlelerde görüldüğü gibi, somut verilere ve deneye dayanan bu
yön-temi izlemeleri, onları yukarıda işaret ettiğimiz tefsir anlayışına
sürüklemiştir. Biz, burada onların görüşlerini dayandırdıkları bilimsel
ve felsefî prensipler hakkında konuşacak değiliz.
Ama şunu demeden geçemeyeceğiz: Onların ilk kuşak tefsir
bilginlerinin yöntemleriyle ilgili olarak, "Bu, uyarlamadır; tefsir değil."
şeklindeki değerlendirmeleri bizzat kendi yöntemleri için de
geçerlidir. Kur'ân'ın Kur'ân'la tefsiridir, diye kendi yaklaşımlarını
tek gerçekçi tutum olarak ilân etseler de.
Eğer Kur'ân ayetlerinin anlamlarını elde etme hususunda herhangi
bir şeye dayanarak yoruma kalkışmıyorlarsa, ne diye bilimsel
görüşleri tartışılmaz görüp ötesine geçemiyorlar?! Onlar bu tutumlarıyla
ilk kuşak tefsir bilginlerinin bozduğunu onarmaktan
çok uzaktırlar.
Yukarıda değindiğimiz bu tefsir ekollerinin her biri bir gözlemci
titizliğiyle incelendiği zaman görülecektir ki, bu ekollerin ortak
noktaları eksik ve yetersiz oluşlarıdır. Bunların en büyük kusurları
da bilimsel ve felsefî araştırmaların verilerini dışarıdan Kur'ân ayetlerinin
anlamlarına yüklemeleridir. Bu sayede, tefsir uyarlamaya
dönüştü, uyarlama tefsir olarak nitelendirildi; Kur'ân'ın içerdiği
birçok hakikatler mecaz olarak algılandı, birçok apaçık ayetler yorumlara
tâbi tutuldu.
Bunun sonucu olarak (açıklamalarımızın başında da dolaylı
olarak işaret ettiğimiz gibi) kendisini "âlemler için yol gösterici...
aydınlatıcı nur... ve her şeyin açıklayıcısı" olarak nitelendiren
Kur'ân'a ulaşmak için başkasının yol göstericiliğine başvurma gereği
doğdu. Kur'ân'ın başkası tarafından aydınlatılması lüzumu
görüldü. Artık, kendisi her şeyin açıklayıcısı olan Kur'ân, başkası
tarafından açıklanır oldu. Nedir bu başkası?! Niteliği nedir?! Yol
göstericiliği nasıl olacak?! Bir görüş ayrılığı baş gösterdiğinde
hangi mercie başvurulacak, kime sığınılacak?! Nitekim görüş ayrılıkları
baş göstermiş ve bu ayrılıklar korkunç boyutlara ulaşmıştır.
Niçin böyle oldu? Hiç kuşkusuz cümle ve ayetlerin anlamlarına
yönelik bakışlarda bir görüş ayrılığı yaşanmamıştır. (Kelime veya
cümle olarak ifadelerin dil ve gelenek açısından anlaşılmamaları
söz konusu değildir.) Kur'ân'ın dili açık ve anlaşılır bir Arapça'dır.
Bir Arap veya Arap dilinin ifade biçimini bilen bir yabancı onu anlamakta
güçlük çekmez.
Sayıları birkaç bini bulan Kur'ân ayetleri içinde ifadesi kapalı
olan ve zihni şaşırtacak düzeyde anlamı girift olan tek bir ayet
yoktur. Nasıl olabilir ki?! Oysa Kur'ân son derece açık ve anlaşılır
bir ifade tarzına sahiptir. Bir ifadenin açık ve anlaşılır olmasının
şartı da kapalılıktan ve giriftlikten uzak olmasıdır. Öyle ki, Kur'ân-ı
Kerim'de hükmü yürürlükten kaldırılmış (neshedilmiş) ayetler gibi
kimi müteşabih (benzeşen) ayetler bile anlam olarak son derece
açıktırlar. Sadece bu anlamlarla kastedilen şeyler arasında bir
benzeşme söz konusudur. Bunda anlaşılmayacak bir durum yoktur.
Evet, bütün bu görüş ayrılıkları, kelime veya cümlelerin
anlamlarının bilinmemesinden değil, bu anlamların uyarlanacağı
nesnelerin belirlenmesinden kaynaklanmıştır.
Bunu şu şekilde izah etmek mümkündür: Bizim madde âlemine
olan alışkanlığımız sonucu, -söylendiği gibi- kelimelerin işi-
tilmesi sırasında ilk zihnimize gelen, bunların işaret ettikleri
maddî veya maddeyle ilintili anlamları olmaktadır. Çünkü dünyada
yaşadığımız sürece bedenlerimiz ve bedenlerimize bağlı gücümüz
madde içinde faaliyet gösterir. Dolayısıyla hayat, ilim, kudret,
işitme, görme, konuşma, irade, rıza, gazap ve yaratma gibi sözcükleri
işittiğimiz zaman, ilk zihnimize gelen, bunların anlamlarının
maddî varlıkları, maddî görüntüleri olur.
Aynı şekilde gök, yeryüzü, levh, kalem, arş, kürsü, melek ve iki
kanadı, şeytan ve kabilesi, süvarileri ve piyadeleri gibi sözler duyduğumuzda
derhâl bunların doğal örnekleri zihnimizde belirmeye
başlar.
"Allah evreni yarattı. Şöyle yaptı. Şunu bildi. Şunu istedi veya
şunu istiyor. Şunu irade etti veya şunu irade ediyor." şeklinde bazı
ifadeler duyduğumuz zaman, alışageldiğimiz üzere, fiili zaman
kavramıyla sınırlandırırız.
"Bizim katımızda daha fazlası vardır..." (Kaf, 35) "...kendi katımızdan
edinirdik." (Enbiyâ, 17) "...İyi kişiler için Allah katındaki
daha hayırlıdır." (Âl-i İmrân, 198) "...O'na döndürüleceksiniz." (Bakara,
28) gibi ifadeleri işittiğimizde, katında olma anlamını mekânla
sınırlandırınız.
"Bir yerleşim birimini helâk etmek istediğimiz zaman, o beldenin
şımarık varlıklarına emrederiz..." (İsrâ, 16) "...lütufta bulunmak
istiyoruz..." (Kasas, 5) "Allah size kolaylık diler..." (Bakara, 185)
gibi ifadeleri işittiğimiz zaman bütün bunların bir tür iradeyi ifade
ettiklerini düşünürüz. Çünkü bizdeki iradede durum böyledir. Buna
benzer meseleleri de bu şekilde değerlendirmek mümkündür.
Nerede olursa olsun, kullanılan tüm ifadeler karşısındaki konumu-
muz bundan ibarettir ve bu, bizim doğamızdan kaynaklanan
hakkımızdır da. Çünkü kelimeleri icat edip kullanmamızı gerektiren
şey, anlatmaya ve anlaşmaya yönelik toplumsal ihtiyaçtır.
İnsanoğlu, madde ve uzantılarıyla direkt bağlantısı bulunan işlerde
yeterliliğe ulaşmak için toplumsallığa ilgi duyar. Dolayısıyla kelimeleri,
kendilerinden bazı yararlar umduğu veya bazı hedefler
güttüğü şeyleri gösteren işaretler olarak icat eder.
Şunu unutmamak gerekir ki, dönüşüm ve tekâmül yolunda ihtiyaçların
değişmesi oranında ad konulmuş maddî varlıklar deği-
şime ve dönüşüme mahkûmdurlar. Söz gelimi "Lamba" insanların
kullandıkları bir aydınlatma aracıdır. Bunun ilk şekli şöyleydi: Bir
kap içine bir fitil konur, içine bir miktar yağ da döküldükten sonra
bu fitil karanlığı aydınlatma amacıyla tutuşturulurdu. Bu araç, sürekli
gelişti ve nihayet bugünkü elektrik lambası şeklini aldı. Lamba
adı verilen o ilk araçtan bir tek parça geride kalmadı, fakat
"Lamba" kavramı hâlâ bu işlevi gören araç için kullanılıyor.
İlk kullanılan ölçüt ile bugün söz gelimi sıcağı ölçmek için
kullanılan ölçüt açısından da durum aynıdır.
İlk kez silâh olarak kullanılan alet ile bugünkü modern silâhlar
da bu konuya somut bir örnek oluşturmaktadır.
Şu hâlde, adlandırılan maddî varlıklar sürekli bir değişim yaşayarak
geçmişteki özlerini ve niteliklerini yitirdiler; bununla beraber
o işlevi gören alete işaret eden isim yerinde kaldı. Bunun bir
tek izah tarzı vardır. O da, isimlendirmede asıl maksat, bir şeyin işlevidir,
amacıdır, şekli ve biçimi değildir. Buna göre, ölçme, aydınlatma
ve savunma amaçları varoldukça ölçüt, silâh ve lamba isimleri
de söz konusu işlevi gören aletlere ad olmaya devam edeceklerdir.
Bu yüzden şu hususa dikkat etmeliyiz ki, bir ismin bir şeye ıtlak
olunmasındaki ölçü, o şeyin o isimlendirmeden amaçlanan işlevi
görüyor olmasıdır. Dolayısıyla kelimeleri belli biçimleri ifade
etmek üzere donduramayız. Fakat ne var ki, buna bir diyeceğimiz
olmamakla birlikte gelenekler ve alışkanlıklar bu noktayı algılamamıza
engel oluşturuyor. İşte Haşviye ve Mücessime gibi hadisçi
ekollerin, tefsirde ayetlerin zahirleri üzerinde donuklaşmalarının
altındaki gerekçe budur. Gerçekte onlar, ayetlerin zahirleri üzerinde
değil, mısdakların teşhisi noktasında gelenek ve alışkanlığın
kalıplarında donuklaşıp kalmışlar.
Hâlbuki, ayetlerin içinde öyle ayetler var ki, anlamlarını kavrama
noktasında alışkanlık ve gelenekleri esas almak, amaç
sapmasına ve kavram kargaşasına yol açar. "...Ona benzer hiçbir
şey yoktur." (Şûrâ, 11) "Gözler onu görmez, ama o gözleri görür. O
latiftir, her şeyden haberdardır..." (En'âm, 103) "...Allah onların nitelendirmelerinden
uzaktır." (Mü'minûn, 91) ifadeleri bu hususta birer
örnektirler.
Bu yüzden insanlar, ayetlerin anlamlarını kavrama hususunda
sırf geleneksel anlayışa ve alışılagelmiş örneklere göre hareket
etmemek zorundadırlar. Nitekim, yanlış yapmaktan ve bilinmeyen
sonuçlar elde etmekten kaçınmak için insanlar, bilimsel
araştırmaların verilerine sa-rılma durumunda kalmışlardır.
Bundan dolayı, bir araştırmanın Kur'ân gerçeklerinin anlaşılması
ve yüce hedeflerinin belirlenmesi üzerinde etkin rol oynaması
normaldir. Bunun iki şekilde gerçekleşme ihtimali vardır:
Birincisi; incelediğimiz ayetle ilgili olarak ortaya çıkan bir sorunun
çözümü amacına yönelik olarak bilimsel, felsefî veya başka
türlü bir araştırma yapıp gerçeği buluruz, sonra da ayeti bu araştırmamızın
verilerine göre yorumlarız. Bu, teorik araştırmanın onaylayacağı
bir yöntemdir. Fakat bilindiği üzere Kur'ân-ı Kerim bu
tarz bir araştırmayı onaylamaz.
İkincisi; Kur'ân'ı Kur'ân'la tefsir ederiz. Bizzat Kur'ân-ı Kerim'in
teşvik ettiği, ayetleri detaylı biçimde inceleme yöntemi ile ele almakta
olduğumuz ayeti, benzeri ayetler yardımıyla açıklamaya çalışırız;
ayetlerin bildirdiği özellikler ışığında örneklerini teşhis eder,
tanırız. Nitekim yüce Allah, "Biz sana Kitab'ı her şeyin açıklayıcısı
olarak indirdik." [Nahl, 89] buyuruyor. Her şeyin açıklayıcısı olan
Kur'ân-ı Kerim'in kendi kendini açıklamaması mantıklı değildir.
Bir diğer ayette de yüce Allah şöyle buyuruyor: "İnsanlara yol gösterici,
doğrunun ve hakkı batıldan ayırmanın apaçık delillerini
kapsayan..." [Bakara, 185] Bir başka ayette de şöyle buyuruyor: "ve
size apaçık bir nur indirdik." [Nisâ, 174]
Kur'ân-ı Kerim insanlar için bir yol gösterici, bir açıklayıcı, eğri
ile doğruyu birbirinden ayırt edici, insanları ilgilendiren her konuda
apaçık bir aydınlatıcı nur olacak, ama en çok ihtiyaç duydukları bir
hususta onlara yeterli gelmeyecektir! Böyle bir şey mümkün değildir.
Bir ayet-i kerimede yüce Allah, "Bizim uğrumuzda cihat edenleri
biz, elbette yollarımıza iletiriz..." (Ankebût, 69) buyuruyor. Allah'ın
kitabını anlamak için çaba sarf etmekten daha büyük bir
cihat var mıdır? Ve hangi yol Allah'a ulaşma hususunda
Kur'ân'dan daha doğrudur?
Bu tür ayetler Kur'ân-ı Kerim'de çokça yer alır. Âl-i İmrân suresinin
baş taraflarında "Muhkem ve Müteşabih" kavramlarına ilişkin
araştırmamızda bu konuyu geniş biçimde ele alacağız.
Yüce Allah, kendisine Kur'ân'ı öğrettiği ve kitabını insanlara
öğretmek üzere görevlendirdiği Peygamber efendimiz (s.a.a) hakkında
şöyle buyuruyor: "Onu Ruh'ul-Emin senin kalbine indirdi."
[Şuarâ, 194] "Sana bu zikri (Kur'ân'ı) indirdik ki, kendilerine indirileni
insan-lara açıklayasın..." [Nahl, 44] "...Onlara Allah'ın ayetlerini
okuyor, onları arındırıyor, onlara kitabı ve hikmeti öğretiyor..." [Âli
İmrân, 164] Peygamber efendimizin (s.a.a) yakın akrabaları ve Ehlibeyti'ne
gelince; hem Ehlisünnet'in, hem de Şia'nın üzerinde ittifak
ettikleri bir hadiste, Peygamber efendimiz (s.a.a) onların seçkin
konumlarına şu şekilde işaret etmektedir: "Size iki şey bırakıyorum,
benden sonra onlara sarıldığınız sürece hiçbir zaman
sapmazsınız: Biri Allah'ın kitabı, diğeri de soyum, Ehlibeyt'imdir.
Bu ikisi havuz başında bana dönene kadar birbirlerinden ayrılmayacaklardır."
Yüce Allah, Ehlibeyt'in Kur'ân bilgisini ise şu ifadelerle doğruluyor:
"Allah ancak siz Ehlibeyt'ten bütün pislikleri gidermek ve
sizi tertemiz yapmak istiyor." [Ahzab, 33] Bir diğer ayette de şöyle
buyuruyor: "O, elbette şerefli bir Kur'ân'dır. Korunmuş bir kitaptadır.
Ona temizlenenlerden başkası dokunamaz." [Vâkıa, 17-79]
Tefsirle ilgili olarak bize ulaşan bilgilere göre Ehlibeyt'in tefsir ve
öğretim yöntemi bu şekildeydi. Bu kitapta, hadisler alanındaki araştırmalarımız
kapsamında, imkânlarımız ölçüsünde Peygamber
efendimizden (s.a.a) ve Ehlibeyt İmamlarından nakledilen hadislere
yer vereceğiz. Bir araştırmacı, hadislerde ayetlerin tefsirinde açık
olmayan, tartışmalı bir aklî görüşe veya bilimsel bir varsayıma
dayanılan bir tek örnek göremez.
Peygamber efendimiz (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Fitneler gecenin
zifiri karanlığı gibi üzerinize çöreklendiği zaman, Kur'ân'a
sarılınız. Çünkü Kur'ân şefaat eder ve şefaati kabul olur. Aleyhte
tanıklıkta bulunur ve tanıklığı onaylanır. Onu kendisine imam edinen
kişiyi cennete götürür. Onu arkasına atan kişiyi de cehenneme
sürükler. O, en iyi yola ileten bir yol göstericidir, o meseleleri
nihaî olarak çözümleyen bir hüküm kitabıdır, bir açıklamadır, kesin
bilgilerin kaynağıdır. O, hak içeriklidir, şaka değildir."
"Onun zahiri ve batını vardır. Zahiri hikmet, batını ise ilimdir.
Zahiri güzel, batını ise derindir. Onun yıldızları vardır, yıldızlarının
üzerinde de yıldızları vardır. Acayipleri saymakla bitmez, ilginç şeyleri
eskimez. Onda hidayet lambaları ve hikmet meşaleleri vardır.
İnsaf ve adaleti tanıyanlara iyiliği gösterir."
"Şu hâlde kişi gözünü dört açsın, bakışını netleştirsin; bozukluktan,
takıntılardan kurtulsun. Çünkü tefekkür, algılama yeteneğini
yitirmemiş kalbin hayatıdır. Bu sayede, tıpkı elinde meşalesi
olan bir kişinin karanlıkların ortasında yol alması gibi, kurtuluş kolayca
sağlanır, korkulu gözetlemeler en aza iner."
Hz. Ali (a.s) da Nehc'ül-Belâğa'da Kur'ân'ı şu şekilde tanımlar:
"Kur'ân'ın bir kısmı bir kısmını destekler, bir kısmı bir kısmına tanıklık
eder."1
İşte Kur'ân muallimlerinin ve yol göstericilerinin (Allah'ın salât
ve selâmı üzerlerine olsun) izledikleri dosdoğru yol ve apaçık metot
budur.
İleride açıklamalarda bulunurken, ayetlerin incelenmesi ile ilgili
bu metodun özelliklerini, Allah'ın yardımıyla, imkânlarımız ölçüsünde
ortaya koyacağız. Hiç kuşkusuz biz, bu kitabımızda ayetlerin
içerdikleri anlamların belirlenmesinde sırf aklî-felsefî kanıta
veya bilimsel varsayıma ya da tasavvufî-irfanî sezgilere dayanmaktan
kaçındık.
Arapça ifade tarzının ya da herkesçe kabul edilen ilmî veya
amelî bir mukaddimenin yardımcı olacak edebî nüktelerin dışında
ayetlerin edebî yönlerine geniş ölçüde yer vermekten kaçındık.
Araştırma yöntemimize ilişkin bu açıklamaların ardından şu
hususları da vurgulama gereğini duyuyoruz:
Biz bu kitabımızda ana hatlarıyla aşağıdaki konulara detaylı
biçimde değineceğiz:
1- Yüce Allah'ın isimlerine ve hayat, ilim, kudret, işitme, görme
ve birlik gibi sıfatlarına ilişkin bilgiler. Yüce Allah'ın zatına gelince,
ileride görüleceği gibi Kur'ân-ı Kerim Allah'ın zatının hiçbir
açıklamaya ihtiyacı olmadığını ortaya koyuyor.
----------
1- [Nehc'ül-Belağa, hutbe:133]
2- Yüce Allah'ın yaratma, emir, irade, dileme, doğru yola iletme,
saptırma, kaza, kader, cebir, tefviz (tasarruf serbestliği), hoşnutluk
ve öfkelenme gibi değişik fiillerine ilişkin bilgiler.
3- Perdeler, levh, kalem, arş, kürsü, Beyt-i Ma'mur, gök, yer,
melekler, şeytanlar ve cinler gibi Allah'la insanlar arasındaki vasıtalara
ilişkin bilgiler.
4- İnsanın dünya hayatından önceki durumuna ilişkin bilgiler.
5- İnsanın dünya hayatı ile ilgili bilgiler. İnsan türünün tarihi ile
bilgiler, kendi nefsiyle ilgili bilgiler, toplumsal prensiplere ilişkin
bilgiler, nübüvvet, risalet, vahiy, ilham, kitap, din ve şeriata ilişkin
bilgiler, anlatılan kıssalardan çıkan sonuçlara göre peygamberlerin
makamlarıyla ilgili bilgiler gibi.
6- İnsanın dünya hayatından sonraki serüveni ile ilgili bilgiler.
Berzah (ölüm-haşir arası ara dönem) ve kıyamet gibi.
7- İnsanın ahlâk yapısına ilişkin bilgiler. Buna bağlı olarak kulluk
yolunda evliyanın kat ettiği İslâm, iman, ihsan, tevazu ve ihlâs
gibi makamlara ilişkin bilgiler.
Ancak fıkıh biliminin kapsamına girdiği için ahkâm ayetleriyle
ilgili olarak ayrıntılı açıklamalarda bulunmaktan kaçındık.
Bizim başvurduğumuz bu araştırma ve inceleme yöntemi sonucu,
ayetin zahirinden anlaşılan anlama ters düşen bir anlam çıkarma
anlamında olan te'vil anlayışı ortadan kalkmıştır. Kur'ân-ı
Kerim'in, bazı ayetlerinde ispat ettiği te'vile gelince, bunun anlamla
bağlantılı olmadığını açıklamalarımız içinde göreceksin.
Açıklamalardan sonra, hadisler kapsamındaki incelemelerimizle
ilgili bölümlere yer verdik. Bu bölümlerde, imkânlarımız ölçüsünde
Şiî ve Sünnî kanallardan Peygamber efendimizden (s.a.a)
ve Ehlibeyt İmamlarından (a.s) nakledilen açıklamaları sunduk.
Sahabe ve tabiîn kuşağına mensup müfessirlerden gelen rivayetler
ise, çeşitli karıştırmalara maruz kaldıkları ve kendi aralarında
çelişki arzettikleri için, bunlar bir Müslüman için kanıt oluşturamazlar.
Ehlibeyt İmamlarından gelen hadisleri dikkatle inceleyen bir
araştırmacı, bu kitapta izlenen bu yeni metodun tefsir alanında
Kur'ân muallimleri (a.s) tarafından uygulanan en eski yöntem olduğunu
görecektir.
Bunun ardından, imkânlarımız ölçüsünde ele aldığımız meseleyi
farklı alanlarla ilgili felsefî, bilimsel, tarihsel, toplumsal ve ahlâkî
açıdan da inceledik. Her incelememizde, araştırmanın amacını
aşmayacak şekilde sözlerimizi konuyla ilgili genel önermelerle,
değerlendirmelerle sınırlı tuttuk.
Allah'tan doğruluk ve hidayet diliyoruz. Çünkü en hayırlı yardımcı
ve en iyi yol gösterici O'dur.
Allah'ın rahmetine muhtaç:
Muhammed Hüseyin TABATABAÎ
Dostları ilə paylaş: |