Alevi Olmak: Alevilerin Dilinden Ayrımcılık Hikayeleri
Pir Sultan Abdal Kültür Derneği
Gelin Canlar Bir Olalım Projesi
1. Basım:
Haziran 2005
Baskı Cilt:
Kapak Tasarım: Fatih Canıtez
Redaksiyon: Yaşar Suveren.
Tashih: Kadir Beyaztaş, Önder Küçükural.
Dağıtım ve İsteme Adresi:
Pir Sultan Abdal Kültür Merkezi
Ziya Gökalp Caddesi 16 / 15
Kızılay / Ankara
Tel: 0 (312) 433 50 54 – 430 81 40
Fax: 0 (312) 435 12 61
Alevi Olmak
Alevilerin Dilinden Ayrımcılık Hikayeleri
Avrupa Birliği
Sivil Toplumu Geliştirme Programı
Yerel Sivil Girişimler Mikro-Proje Programı
Pir Sultan Abdal Kültür Derneği
Gelin Canlar Bir Olalım Projesi
Editör:
Uğraş Ulaş Tol
Saha Ekibi:
Kurtuluş Cengiz, Uğraş Ulaş Tol, Mehmet Ali Çalışkan
Yazı Kurulu:
Emrah Göker, Kurtuluş Cengiz,
Mehmet Ali Çalışkan, Mustafa Şen, Sefa Feza Arslan, Uğraş Ulaş Tol
Bu kitap Avrupa Birliği’nin finanse ettiği
“Gelin Canlar Bir Olalım” adlı
projenin bir ürünüdür.
Bu yayının içeriği yalnızca yazı kurulunun sorumluluğu altında olup, hiç bir şekilde Avrupa Birliği'nin görüşünü yansıtıyor olarak algılanmamalıdır.
1. Bölüm: GİRİŞ
Bu kitap, esasen Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Genel Merkezi tarafından yürütülen ve Avrupa Birliği tarafından desteklenen “Gelin Canlar Bir Olalım” Projesi kapsamında gerçekleştirilen “Can Cana Sohbetler” adlı ayrımcılıkla mücadele kampanyasının ürünlerinden biridir. Bu çerçevede bu çalışma, Alevilerin yaşadıkları negatif ayrımcılıkları ve mağduriyetleri görünür kılmak, bunlara kamuoyunun dikkatini çekmek ve toplumun diğer kesimleri ile Aleviler arasında hoşgörünün tesis edilmesi için Alevilerin yaşadıkları sıkıntılarının ve sorunların bilinmesini sağlamak amacıyla tasarlanmıştır. Yaklaşık bir yıldır yürüyen proje kapsamında Alevi yurttaşların yaşadıkları mağduriyetlerin hangi alanlarda ortaya çıktığını; ayrımcılığın kamusal, toplumsal, bireysel boyutlarının neler olduğunu; semboller ve göstergeler düzeyinde nasıl işlediğini; buna karşılık Aleviler’in maruz kaldıkları ayrımcılıklara karşı ne tür mücadele ve savunma mekanizmaları geliştirdiklerini ortaya çıkarmaya çalıştık. Bunun için, Pir Sultan Abdal Kültür Dernekleri Şubeleri’nin bulunduğu her yerde -ki bunlar arasında: İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Antalya gibi büyük şehirlerin yanı sıra Çanakkale, Tokat, Samsun, Diyarbakır, Sivas gibi kentler ve Varto, Milas, Çerkezköy, Havza, Niksar, Zile, Turhal, Tarsus, Çeşme, Kemalpaşa gibi ilçeler de bulunmaktadır- yaklaşık 1000 Alevi yurttaşla temas kurulmuş ve bu kişilerle odak grup toplantıları ve derinlemesine görüşmeler yapılmıştır. Söz konusu çalışmanın temel amacı ise Aleviler’in yüz yüze kaldığı ve kendi iç kamularında her biri gayet iyi bilinen ancak genel kamu ile paylaşılamayan sorunların aslında yalnızca Aleviler’in değil ülkemizin sorunları olduğunu ortaya koymak; bu bağlamda bu sorunları görünür ve tartışılır kılarak demokrasi kültürüne katkı yapmaktır.
Alevilerin Osmanlı’dan günümüze kadar olan tarihi, fiziksel ve sembolik şiddete maruz kalan madun bir topluluğun tarihi olarak da değerlendirilebilir. Bu fiziksel ve sembolik şiddeti, Alevilerin ‘ötekileştirilmesi’yle sonuçlanan, sistematik veya tekil, çeşitli ayrımcılık pratiklerinde gözlemlemek mümkündür. Her ötekileştirmede olduğu gibi Alevilerin öteki olarak kurulmasında da, ötekileştirilen kimlik ile ilgili gerçekliği olmayan iddialar, ithamlar, kalıp-yargılar ve özellikle ötekileştirene ait fanteziler kurucu bir rol oynamaktadır. Bu kitaptaki ayrımcılık anlatılarını ve bu anlatılarla kurulan, Aleviliği ötekileştiren dili incelerken, Zizek’in, ötekileştirenin ötekinde kendisini rahatsız eden, ulaşılamaz (bilmediği) öğeyle ilişkisini fanteziler aracılığıyla kurduğu tespitini akılda tutmak açıklayıcı olacaktır.1 Nitekim, bu kitaptaki ayrımcılık anlatılarında, farklı coğrafyalarda ötekileştirilen topluluklara (Yahudiler, Çingeneler, Hispanikler, Siyahlar vb.) yönelik olarak dillendirilen bir çok itham ve kalıp-yargının benzerinin, hatta zaman zaman aynısının, Aleviliğe yönelik sembolik şiddetin örnekleri olarak da karşımıza çıktığı görülmektedir.
Alevilere yönelik fiziksel şiddet, esas olarak Osmanlı döneminde yoğun ve yaygın olmakla birlikte, sonrasında da tamamen sona ermemiştir. Osmanlı döneminde Alevilerin yaşadığı bölgelerde köylü isyanlarının merkezi otoriteyi tehdit etmesi ve Alevilerin Şah İsmail liderliğindeki Safevi Devleti’ne bağlılık göstermeleri, bu grubun merkezi otorite ve Sünni ulema tarafından damgalanmasına ve katledilmesine neden olmuştur. (Yavuz Sultan Selim’in Alevilere yönelik kırım politikası ile 16. yüzyılda yaşamış olan Ebûsuud Efendi’nin, Alevilerin öldürülmesinin helâl olduğu biçimindeki fetvaları, bu bağlamda dile getirilebilecek tarihsel olgulardır). Osmanlı döneminde kırım politikalarına maruz kalan Aleviler, Mustafa Kemal’in önderliğinde kurulan Cumhuriyet rejimine büyük destek vermiştir. Yeni rejimin, sekülerizmi ve modern yurttaşlığı Cumhuriyet Anayasası’nın temel-kurucu ilkeleri olarak benimsemesi, Alevilerin Cumhuriyet rejimine gösterdikleri desteğin esasını oluşturmuştur. Ancak, Cumhuriyet dönemindeki din-devlet ilişkileri Sünnilerden çok Alevilere zarar vermiştir. Osmanlı’nın son döneminde merkezi otoriteyle bağı kuran Bektaşi Tekkeleri’nin kapatılması, Alevi-Bektaşiler üzerindeki baskının daha da artmasına neden olmuştur. Tekke ve zaviyelerin kapatılması esas olarak Bektaşiliği (ve Mevleviliği) kurumsal olarak zaafa uğratmış, tarikat ağının çökmesine neden olmuştur. Oysa Nakşibendi, Nurcu, Kadîri gibi Sünni tarikatlar, siyasal niteliklerinin de yardımıyla, varlıklarını sürdürmüşlerdir. Sünni tarikatların varlığını sürdürmelerinin bir nedeni de bu tarikatların, daha sonraki dönemlerde sağ partiler tarafından sürekli olarak korunması ve kamu olanaklarından yararlandırılmasıdır. Öyle ki, günümüzde, hemen hemen tüm Sünni tarikatların televizyon kanalları, gazeteleri, dergileri, özel okulları ve birçok firmaları vardır. Dahası tüm sağ iktidarlar döneminde hemen hemen her tarikat meclise kendi müritlerini sokma imkanını bulmuştur.
Diğer önemli bir nokta da, Sünniliğin, Diyanet İşleri Başkanlığı çatısı altında merkezi devlete entegre edilmiş olmasıdır. Diyanet İşlerinin tüm Müslümanları temsil ettiği söylense de, aslında Sünni Müslümanların tümünü bile temsil etmemekte ve Sünni-Hanefi inancı temelinde hizmet veren bir kurum olarak ortaya çıkmaktadır. Diyanet İşlerinin esas aldığı çizgiyi, bir AKP milletvekili olan Resul Tosun TBMM’deki bir tartışmada şu ifadeyle açıkça dile getirmiştir: "Eğer hangi İslam’a inanıyorsunuz derseniz; Atatürk, Elmalı Hamdi'ye 20. yüzyılın en büyük tefsir kitabı olan 'Hak Dini Kuran Dini' adlı kitabı yazdırmıştır. İşte biz Atatürk'ün yazdırdığı bu 'En Büyük Hak Dini Kuran Dini'ndeki İslam’a sahip çıkıyoruz.”2 Benzeri fikirler ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bu çizgisi, bazı ‘Kemalist’ ve ‘milliyetçi’ kesimlerce de savunulmakta ve Atatürk’ün Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kurduktan sonra, ona Hanefi-Maturidi çizgisinin esas alınması talimatını verdiği vurgulanmaktadır.3 Dolayısıyla, bu biçimiyle Diyanet İşleri Başkanlığı, bütün yurttaşların vergilerinden oluşan devasa bütçesine karşılık, hem sadece Sünni-Hanefi inancı temelinde hizmet vermesi, hem de Aleviliğe ilişkin yok sayma veya asimilasyon politikalarının savunucusu ve uygulayıcısı olması ile, Alevilere yönelik sistematik ayrımcılığın kurumsallaşmasını ifade etmektedir. Nitekim, Alevilerin talepleri arasında Diyanete yönelik olanlar en ön sıralarda yer almaktadır. Aleviler arasında, hem Diyanetin lağvedilmesini isteyenler, hem de Diyanette temsil edilme talebini öne çıkaranlar olsa da, tümünün ortak düşüncesi, Diyanetin bugünkü biçimiyle varlığının sistematik bir ayrımcılık kaynağı olduğudur. Ancak Alevilerin, Diyanete yönelik eleştirileri bugüne kadar hiçbir biçimde dikkate alınmamış, Diyanet İşlerinin bütün Müslümanları temsil ettiği söylenerek hiç bir sorun yokmuş gibi davranılmış ve bu sistematik ayrımcılığın ortadan kaldırılmasına ilişkin herhangi bir çaba gösterilmemiştir.
Devlet tarafından bir kimlik olarak tanınmayan Aleviliğin aksine, Sünnilik, cumhuriyetin kuruluşundan itibaren, devlet yapısı içinde kendine bir yer bulmuştur. Diyanete ek olarak, Cumhuriyet döneminde sayıları sürekli artan İmam-Hatip Okulları, İlahiyat Fakülteleri ve Kuran Kurslarıyla Sünniliğin kuralları, pratikleri, ritüelleri kamu otoritesi aracılığıyla yaygınlaştırılmıştır. Kamunun kaynaklarını ve otoritesini kullanan Sünnilik, ‘laik’ devlet içinde sağlam ve güvenli bir yere sahiptir. Sağ siyasi partiler, bu yapıyı korumak ve dine ayrılan kaynakları artırmak konusunda sürekli bir yarış içinde olmuştur. Sünniliğin bu kurumsallaşma-yerleşme süreci sadece Alevilerin, kamu kaynaklarından dışlanması ve asimile edilmesi anlamına gelmemekte, dahası Türkiye’nin dinsel bir devlet ve toplum yapısına doğru dönüşümüne sebep olmakta ve laikliği temelden zaafa uğratmaktadır. Böylece, Sünnilik resmi olarak kurumsallaşırken Alevilik, devlet katında tanınmak, Sünnilikle eşit bir dinsel anlayış olarak görülmek bir yana, daima sakıncalı olarak görülmüştür. Bunun önemli bir nedeni de, Alevilerin büyük çoğunluğunun sol-sosyalist gruplara yakın olmasıdır. Bu durum Alevilerin sadece dinsel aidiyet olarak değil siyasal aidiyet olarak da dışlanmasına ve baskı görmesine neden olmuştur. Dahası, bu dışlama ve baskı, 70’lerin sonunda, bir kez daha Alevilere yönelik fiziksel şiddete ve Maraş, Çorum ve Sivas’ta kırımlara dönüşmüştür.
12 Eylül 1980 darbesiyle başlayan askeri rejim döneminde Aleviliğe yönelik asimilasyon çabaları yaygınlaşmıştır. Bu noktada, 1979 yılında dönemin Diyanet İşleri Başkanı Süleyman Ateş’e İran’da mollalar tarafından “Alevileri ya siz Sünnileştirin, ya da biz Şiileştirelim” denmiş olmasını anımsatalım4. Nitekim, bu proje 12 Eylül Rejimi ile yaşama geçirilmeye başlanmış, Alevilere yönelik sistematik ayrımcılığın en belirginleştiği alanlardan biri olan zorunlu din dersleri, ilk ve orta öğretim müfredatına bu dönemde eklenmiştir. İleride daha detaylı göreceğimiz gibi, aslında zorunlu Sünnilik dersleri biçiminde işlenmekte olan zorunlu din dersleri, Aleviler tarafından, devlet imkanları kullanılarak Alevilerin Sünnileştirilmesi çabasının en önemli göstergelerinden biri olarak algılanmaktadır. Bu yüzden, zorunlu din derslerinin kaldırılması talebi, Alevilerin en önde gelen taleplerinden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Yine, 12 Eylül rejimiyle birlikte Alevileri Sünnileştirme politikaları doğrultusunda Alevi köylerine cami yaptırma uygulamalarından da söz etmek gerekmektedir. Camiyi ibadethane olarak görmeyen Alevilerin, köylerine zorla cami yaptırılarak, onlara “Sünniler gibi ibadet etmek zorundasınız”, bir başka deyişle “Sünnileşmek zorundasınız” denmiştir.
İbadethaneler ve inancına göre ibadet edebilme, hala Aleviliğe yönelik sistematik ayrımcılığın en belirgin olduğu alanlardandır. Aleviler, ibadethanelerinin cemevleri olduğu konusunda hemfikirdirler. Buna rağmen, Alevilere ısrarla “cemevleri ibadethane değildir” denilmektedir. Örneğin, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Emniyet Genel Müdürlüğü’ne 1999 Ağustos’unda gönderdiği “cemevleri hakkında” konulu yazıda, İslam dininin ibadethanelerinin cami ve mescit olduğu, İslam tarihinde cemevi olmadığı ifade edilmektedir.5 Dahası, Aralık 2004’de Sultanbeyli Pir Sultan Abdal Derneği Başkanı Sadegül Çavuş'un cemevlerinin yasal statüsü hakkında bilgi istemesi üzerine, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından Mehmet Görmez imzasıyla İstanbul Valiliği’ne gönderilen yazıda cemevi adıyla ibadethane açılmasının önünde İnkılap Yasaları engeli bulunduğu şöyle savunulmaktadır6: "Anayasa'nın 'İnkılap Kanunlarının Korunması' başlıklı 174. maddesinin 3. bendinde zikredilen 677 sayılı 'Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlık ile Birtakım Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun' değiştirilmeksizin, kaldırılan tekke ve zaviyelerin ihyası anlamına gelebilecek, cem ayini icra etmek üzere cemevi tesis edilmesi anılan kanuna uygun değildir. Nitekim söz konusu kanunla dervişlik, dedelik, babalık, çelebilik ve halifelik gibi unvan ve sıfatlar da kesinlikle yasaklanmıştır." Bununla da yetinilmeyen yazının sonunda adeta taleplerini ifade eden Alevi yurttaşlar bölücülükle suçlanmaktadır: “Binlerce yıl bir arada ve hiçbir problemi olmadan yaşamış bu milletin fertlerinin, yapay sorunlarla karşı karşıya getirilmek istenmesi ve aralarında tefrika tohumlarının yeşertilmeye çalışılması faaliyetlerinin, üzerinde uzun uzun düşünülmesi ve gerekli analizlerinin yapılması milli bir zarurettir.”7 Yine, Türkiye Cemevi Birliği'nin Çankaya'da cemevi açmak için Çankaya Kaymakamlığı'na yaptığı başvuru Diyanete gönderilmiş ve Diyanetin Aralık 2004’de başvuruya verdiği cevapta şu ifadeler yer almıştır: "Tekke ve zaviyelerle Türbelerin İlgasına Dair Yasa'nın 1. maddesi gereği tekke ve zaviyeler kapatılmıştır. İslam ibadetine mahsus ve usulüne göre açılmış cami ve mescit dışındaki yerlerin ibadet yeri olarak kabulü mümkün değildir..." Konunun mecliste bir soru önergesi ile gündeme getirilmesine, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan adına, Diyanet'ten Sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Aydın, "Alevi-Bektaşi vatandaşlarımızın sosyal ve kültürel tesisler olarak cemevi açmalarına hiçbir yasal engel bulunmamaktadır" biçiminde yanıt vermiştir.8 Dolayısıyla, gerek Diyanet yetkilileri, gerekse hükümet yetkilileri cemevlerini ibadethane olarak değil, sadece sosyal ve kültürel tesis olarak gördüklerini açıkça belirtmektedir. Hatta cemevlerini ibadethane olarak tanımama tutumu, eski Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Necati Tayyar Taş’ın “cemevi, cümbüş evi” ifadesinde olduğu gibi zaman zaman hakaret boyutuna varabilmektedir.9 Alevilerin ibadet için camiye gitmediği bilinirken ve Alevilerin tüm örgütleri ile temsilcileri, ibadethanelerinin cemevleri olduğunu söylerken, cemevlerinin ibadethane olarak tanınmaması, Alevilere yönelik sistematik ayrımcılığın başlı başına çarpıcı bir örneğidir. Buna ek olarak, cemevlerinin ibadethane olarak kabul edilmemesi, ibadethanelerin yararlandığı uygulamalardan (su parasının ödenmemesi gibi) cemevlerinin yararlanamaması sonucunu da doğurarak başka bir ayrımcılığa da yol açmaktadır. Nitekim, Danıştay’ın Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin cami ve Kuran kurslarına bedava su verirken, Protestan Kilisesi’nden su parası istemesi kararını, “dinler arasında ayrım yapıldığı ve eşitliğe aykırı olduğu ” gerekçesiyle bozmasının ardından cemevlerinin durumunun sorulması üzerine, Ankara Büyükşehir Belediyesi Başkanı Melih Gökçek, cemevlerinin kültür evi olarak inşa edildiği ve bu uygulamadan yararlanamayacağı yanıtını vermiştir. Dolayısıyla, tüm bu ifade edilenlerden, cemevlerinin ibadethane olarak tanınmamasının, Alevilere yönelik sistematik ayrımcılık pratikleri içinde en acil çözüm bekleyenlerden biri olduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca, neresinin ibadethane olduğunu tanımlamanın siyasi otoritenin işi olmadığı laik bir ülkede, Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan, belediye başkanlarına, AKP milletvekileri ve bakanlarından kaymakamlara kadar bir çok kişi ve kurumun, Alevilerin ibadet pratikleri ve Alevilik üzerine söz söyleme hakkını kendinde bulmasının, başlı başına bir ayrımcılık ve sembolik şiddet olduğunu da belirtmek gerekiyor.
1980’li yılların sonunda kendi adlarına ve kendi talepleriyle örgütlenmeye başlayan Alevilerin kamusal alanda daha görünür olmalarıyla birlikte, özellikle Diyanet temsilcileri, siyasetçiler ve Türk-İslam sentezini savunan kesimler, Alevi kimliğinin tanınmasının engellenmesine yönelik farklı stratejiler geliştirmeye başladılar. Aleviliğin, geçmiş dönemlere kıyasla kamuoyunda artık tartışılır bir konu olması ve açıkça inkarının artık olanaksız hale gelmesi, bu kesimleri kendi düşünceleri ve siyasi perspektifleri doğrultusunda, Alevilerin inanç, gelenek ve kültürlerini göz ardı ederek Aleviliği yeniden tanımlama stratejilerine yönlendirmiştir. Bunlardan bir tanesi, bazı Diyanet temsilcileri tarafından savunulan Aleviliğin Şiilikten başka bir şey olmadığı argümanıdır. Böylelikle, Alevilikle Şiiliğin devasa farkları göz ardı edilerek var olan Alevi kimliği inkar edilmektedir. Bir diğeri ise, Hacı Bektaş’ın bir Sünni düşünür olarak yeniden kurulması ve günümüz Aleviliğinin Hacı Bektaş ile ilgisi olmadığının söylenmesidir. Burada da, Alevi kimliğinin kökleriyle bağının koparılması çabası öne çıkmaktadır. Bir diğer strateji ise, Alevilerin inançlarının yöreden yöreye değiştiğini ve tanınabilecek bir Alevi kimliğinden söz edilemeyeceğini vurgulayarak, Alevi kimliğini yok saymaya yönelen tutumdur. Bazı Diyanet temsilcilerinin yanısıra, alanında yetkin bir tarihçi olan İlber Ortaylı’nın da bu tutumu benimsediğini görmekteyiz: “Osmanlı uleması ve yöneticileri, Cevdet Paşa gibi mütefekkirler dahil, Alevilik problemini görmezlikten gelmişlerdi. Alevi-Sünni ayrımı üzerinde konuşmak ve tartışmak gibi bir kuyuya düşmemeye çok itina ve dikkat sarf etmişlerdir. Bugün de takınılacak tutum bu olmalıdır. Türkler, belli bir esasa istinat etmeyen, bölgeden bölgeye, köyden köye, zamandan zamana değişen bu dinsel renk ayrımını görmezden gelmelidir, millet şuuru bu sahada her şeyin üstünde tutulmalıdır. O vakit inanç konusunda da daha sağlam bir yola girilebilir...”10, Bu yok sayma politikasının, esasen bir devlet politikası olarak benimsendiğini görmekteyiz. Alevilerin, zorunlu din derslerinin kaldırılması ve cemevlerinin ibadethane olarak tanınması talepleri ile Diyanete yönelik eleştirilerinin, en azından ciddi ve iyi niyetli bir tartışma konusu bile yapılmaması, veya -ileride daha detaylı inceleyeceğimiz gibi- Ramazan aylarında adeta Aleviler yokmuş veya Ramazanı Sünniler gibi yaşamak zorundaymış gibi bir atmosfer yaratılması, bu yok sayma politikasının boyutlarından olarak da değerlendirilebilir. Yeri gelmişken, Alevi kimliğini yok saymanın çok sık karşılaşılan bir diğer yönteminin de, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ve bir çok İslamcının sık sık dile getirdiği “Alevilik Hz. Ali’yi sevmekse ben de Aleviyim” retoriği olduğunu belirtelim. Ruşen Çakır’ın da değindiği üzere, Aleviler, kendilerini Hz. Ali bağlılığına indirgeyen bu tür sözleri inançlarına yönelik bir hakaret olarak algılamaktadırlar.11
Örgütlenme düzeylerinin artışı ve kamusal olarak daha da görünürleşmesi, geç de olsa Alevilerin kimliklerini daha kolay ifade edebilmelerinin ve Aleviliğe ilişkin tartışmaların yapılabilmesinin yollarını açtıysa da, Alevilere yönelik sistematik ayrımcılık pratiklerinin ortadan kaldırılması konusunda kat edecek daha çok mesafe olduğu ortadadır. Ayrıca, 1993’de Madımak Oteli’nin yakılmasıyla başlayan ve 37 kişinin ölümüyle sonuçlanan Sivas Katliamı, Gazi Mahallesi’nde bir Alevi dedesinin, kahvehanede taranarak öldürülmesiyle başlayan ve bir çok gencin ölümüyle ve yaralanmasıyla sonuçlanan ayaklanma, 1990’lar sonrasında dahi Alevilere yönelik fiziksel şiddetin hala zaman zaman hortlayabildiğini göstermiştir. Özellikle dikkat çekilmesi gereken bir nokta da, Avrupa Birliği sürecinde, Alevilerin sorunlarının ve taleplerinin gündeme gelmesinin, özellikle aşırı milliyetçi, ırkçı ve İslamcı basın tarafından, Alevilerin “Batı” tarafından kışkırtılması/kullanılması olarak sunulması ve böylece Alevilere karşı milliyetçi ve aşırı dinci bir tepkinin oluşturulmaya çalışılmasıdır. İlk olarak 2000 yazında Alevi derneklerinin dönemin Avrupa Birliği Türkiye temsilcisi Karen Fogg ile görüşmesinden sonra başlayan bu tür tepkiler, 2004 Ekim’indeki Avrupa Birliği İlerleme Raporu’nda, Alevilerin hak taleplerinin sınırlı da olsa yer almasından sonra daha da artmıştır. Bu tür tepkiler, Alevilere yönelik geleneksel sembolik şiddetin farklı biçimlerle yeniden üretilmesi olarak değerlendirilebileceği gibi, sözü edilen kesimlerin Aleviliğe yönelik sistematik ayrımcılıkların ortadan kaldırılması konusunda ne kadar isteksiz ve duyarsız olduğunu da göstermektedir. Şunu da özellikle belirtelim; Aleviliği, sadece Alevilerin haklarının tanınması bağlamında tartışmak yetersiz olacaktır. Sorun, Türkiye’nin 150 yıllık modernleşme sürecinin demokrasi ve eşitlik temelinde derinleştirilmesiyle ilgilidir. Laikliğin korunması, Başta Diyanet İşleri Başkanlığı olmak üzere dinle iç içe geçen devlet kurumlarının her türlü dinsel etkiden arındırılması ve devletin tüm toplum kesimlerine aynı mesafede durmasıyla mümkündür. Aksi takdirde, ülkemiz laikleşme-çağdaşlaşma yolundan sapıp, dinin tahakkümü altına girecektir.
Aleviler, gerek kişisel olarak gerek toplu olarak tarih boyunca bir çok sıkıntı çekmişlerdir. Bu çalışma daha ziyade bu sıkıntıların gündelik hayatın çeşitli veçhelerinde yaşanma biçimlerine odaklanmıştır. Bundan sonraki bölümlerde kampanya boyunca Alevi yurttaşların en çok üzerinde durduğu sıkıntılar ve mağduriyetlere değinilecektir. Bu mağduriyetleri tasnif etmek ve kategorileştirmek hiç de kolay olmamıştır. Zira anlatılan bir çok olay, örnek, anı, yaşanan mağduriyetleri aynı anda ve farklı biçimlerde içermektedir. Bu yüzden bundan sonraki bölümler bir okuma kolaylığı oluşturması açısından birbirine benzeyen sorunların bir araya getirilmesi ile devam edecek olsa da farklı bölümlerde benzer hikayelere de rastlanılabilecektir. Birinci bölümde en çok rastlanılan ayrımcılık pratikleri, ikinci bölümde ise, Alevi yurttaşların en sıklıkla üzerinde durdukları bir konu olan Sünniler ile Alevilerin farklı inanç pratiklerinden (Ramazan ayı, oruç, namaz, çeşitli dini bilgiler, cenaze vb konulardan) kaynaklanan ayrımcılıklar konu edilecektir. Üçüncü bölümde yine Alevilerin en çok sıkıntı çektikleri konulardan biri olan zorunlu din dersi bağlamında yaşanan ayrımcılık pratiklerine yer verilecektir. Aleviler gündelik yaşamın bir çok alanında, tanıdıkları ya da tanımadıkları bir çok kişi ile Aleviler üzerine var olan kalıp-yargılardan (stereotipler) ve boş inançlardan dolayı tartışmak ya da ters düşmek durumunda kalmakta, kimi zaman da bu kişilerce dışlanmakta ve hakarete uğramaktadırlar. Dördüncü bölümde, Alevilerin maruz kaldıkları iftira ve hakaretler ve Sünni kozmolojisindeki (Alevilikle ilgili) kalıp yargılar ile ilgili anlatılanlar sunulacaktır. Beşinci bölüm diğerleri kadar yakıcı olmasa da çok sık başa gelen bir sorunu konu etmektedir: Alevi ve Sünni yurttaşlar arasında yaşanan kadın-erkek ilişkileri. Kitabın geri kalan dört bölümünde ise ayrımcılık pratiklerinin gündelik hayatta yayılmış olduğu alanın genişliğini göstermek amacıyla, bu pratikleri cereyan ettikleri yerler üzerinden sunmaya çalışacağız. İlk bölümlerde (2., 3., 4. ve 5. bölümler) ayrımcılık pratiklerinin en yaygın karşılaşılanları sunulurken, daha sonraki bölümlerde hem bu pratiklerin hem de bunlar dışında kalan ayrımcılık pratiklerinin aktörlerinin kendi aralarında ve bu pratiklerin cereyan ettiği gündelik hayatın çeşitli uzamları ile etkileşimi örneklenmeye çalışılacak. Bu çerçevede, altıncı bölümde Alevi yurttaşların yakın sosyal çevrelerinde, 7. bölümde çocukluk yıllarında ve öğrencilik hayatlarında; 8. bölümde çalışma yaşamlarında ve 9. bölümde kamu hizmetlerinde maruz kaldıkları ayrımcılıklara ilişkin örnekler yer alacaktır. Son olarak belirtmek isteriz ki bu çalışma, yer verdiği örnekleri kategorik olarak sunmakla yetinmiş ve yorumlamayı okuyucuya bırakmıştır.
2. Bölüm: FARKLI İNANÇ PRATİKLERİ
Alevi yurttaşlarla yapılan görüşmeler sonucunda, inanç pratiklerindeki farklılık kitabımızın ana amacı olan Alevilerin uğradığı ayrımcı pratiklerin açığa çıkartılması açısından en önemli başlık olarak ortaya çıkmıştır. Bu bölümde kullandığımız “inanç pratikleri” terimi ile Ramazan-oruç, namaz, cenaze gibi dini ritüelleri ifade ediyoruz. Görüşmeler sonucunda tespit edilebilecek en genel sonuç Alevilere yönelik ayrımcılığın, okulda, çalışma hayatında, komşuluk ilişkilerinde, kamuda, sosyal çevrede ortaya çıktığı ve bunların yaşam biçimlerinin, dini kimliklerinin, ritüellerinin, ibadetlerinin, sosyal ilişkilerinin, geleneklerinin sorgulanması, dışlanma, işe alınmama ya da terfi edememe, fantezilerle desteklenen hakaret, iftira, kalıp-yargılarla suçlanma ve fiziki saldırılar şeklinde gerçekleştiğidir. Ancak bir başka önemli sonuç ise ayrımcılığın ortaya çıktığı fiziki ve toplumsal/kamusal alanların ötesinde ayrımcılığa yol açan ve Alevileri ötekileştiren ana nedenlerin neler olduğuna ilişkin bir tespitte bulunma imkanıdır. İnanç pratiklerindeki farklılıklar, ayrımcılığın merkezinde yer almakta ve tüm diğer ayrımcılık biçimlerine kaynaklık ederek onları beslemesi açısından stratejik bir önemdedir. Ülkemizde Sünniliğin ibadet merkezli ve kolektif dini pratiklerle yaşanan bir inanç olması ve özellikle resmi kurumlar ve onların kontrolündeki camiler, kurslar, yayınlar ve etkinlikler aracılığı ile gündelik hayatı da Sünni inanç pratikleri ve takvimine uygun olarak düzenlenmesini sağlayarak kendini tek doğru Müslümanlık biçimi olarak dayatması Sünnilik dışındaki tüm İslam yorumlarını, ibadethanelerini ve ritüellerini de görünür olmaktan uzaklaştırıp yok sayarak dışlamakta ve ayrımcı pratikleri kurumsal düzeyden toplumsal yaşamın her alanına taşımaktadır. Sünniliğin kolektif ibadet anlayışı; camiye gitmeyen, abdest almayan, namaz kılmayan, oruç tutmayan ve bu tip Sünni İslam yorumuna ait göstergeler aracılığı ile “Müslümanlığını” kamusal ortamda ifa etmeyen Alevileri çeşitli iftira, hakaret ve efsanelerin de yardımıyla ötekileştirmekte, dışlamakta ve saldırılara maruz bırakmaktadır.
Bu durumun Alevileri en fazla etkilediği iki durum Ramazan ayları ve Cuma Namazlarıdır. Özellikle okul ve çalışma yaşamında bu iki durumda Alevilerin mağduriyeti tüm şiddetiyle açığa çıkmaktadır. Bunların yanı sıra Alevilerin dini bilgileri özellikle oruç, namaz, İslamın şartları gibi alanlarda sınanmakta ve dini kimlikleri, reddettikleri bir sembolik dünya içerisinde kanıtlanmaya çalışılmaktadır. Bu durumun failleri kimi zaman mahalledeki-apartmandaki bir komşu, kimi zaman cami imamı gibi otorite figürleri, kimi zaman iş arkadaşları, kimi zaman ise patronlar ya da yöneticiler gibi çeşitli kimliklerde kendilerini göstermekte; Alevilerse buna karşılık ya faillerin kimliğine ve ilişkinin eşitlik/hiyerarşi düzeyine göre karşılık vermekte ya da kanıksamışlığın yarattığı sessizlikle durumdan kurtulmaya çalışmaktadırlar. Ramazan’da oruç tutmayan ya da Cuma Namazı’na gitmeyen ya da Ali dışındaki İslam halifelerinin halifeliklerini tanımayan Aleviler bu ayrımcılık pratikleriyle iş yerlerinde, okulda, sosyal çevrelerinde, kamusal hizmet alımlarında vb. yerlerde yüz yüze kalmakta ve kimliklerinin bedelini çeşitli biçimlerde ödemektedirler.
Ramazan aylarının medya başta olmak üzere tüm kamusal ortamlarda törensel etkinliklerle karşılanmakta, bir festival gibi yaşanmakta ve yine törenlerle uğurlanmakta olduğu ülkemizde; ay boyunca tüm medyada Ramazan’a ve Sünni toplumsal/kolektif hayata uygun yayınlar yapılmakta ve Alevileri de kapsayarak tüm toplum açık ya da örtük olarak toplu ibadete çağrılmakta, gazeteler Ramazan boyunca Sünni dünyaya ilişkin yayınlar yapmakta, kitaplar dağıtmaktadır. Bu festival atmosferinde Aleviler’in Ramazan ayına yaklaşımları, Ramazan orucu tutmadıkları hiç dikkate alınmamakta, incitilip-incitilmediklerine dikkat edilmemekte ve hassasiyetleri tümüyle göz ardı edilerek, Türkiye toplumunun kayda değer bir kısmı oldukları gerçeği görmezden gelinmektedir. Gerek medyanın yayınları ile gerekse başta kamu sektörü olmak üzere tüm çalışma yaşamının Ramazanlarda Sünni takvime göre düzenlenmesinin Alevilere yönelik ayrımcılığı tek tek bireyler düzeyinde de meşru bir noktaya taşıması, Alevileri oruç tutmak zorunda kalmak, kimi Cuma Namazlarına katılmak, gizli gizli yemek yemek, zaman zaman ölümlere varan şiddete maruz kalmak gibi zorluklarla yüz yüze bırakmaktadır. Kısacası Sünniler için 11 ayın sultanı olan Ramazan Aleviler için 11 ayın işkencesine dönüşmektedir.
Alevi yurttaşlarla bu konuda sohbet edildiğinde “bir dokun bin ah işit” deyişi akla gelmektedir. Bu yüzden konuyla ilgili verebileceğimiz örnekler elimizdeki veri havuzunda oldukça zengin çeşitliliktedir. Aralarından kitabın hacim sorununu da gözeterek zorlukla aşağıda okuyacağınız örnekleri seçmek durumunda kaldık. Bu örneklerde görüleceği gibi Alevi yurttaşların tüm yaşam alanlarında (sokakta, okulda, iş yerinde, komşuluk ilişkilerinde, kamu kuruluşlarında, vb.) bahsi geçen mağduriyetleri yaşadıklarıdır. Aleviler kimliğini saklamak zorunda hissettiği / kaldığı için; namaz kılmak, oruç tutmak, cumaya gitmek zorunda kalmak, cenazesini Sünni ritüellere göre kaldırmak sıkça Alevilerin başlarına gelen durumlardır. Bir çok kez bu pratikleri gerçekleştirmesi için Alevi yurttaşlar üzerinde maddi ve manevi baskılar oluşturulmaktadır. Yine aşağıdaki örneklerde sıkça rastlayacağımız diğer bir olgu da tüm yaşam alanlarında hayatın Ramazan ayı gereklilikleri, Cuma Namazı vb. dini pratiklere göre düzenlenişi ile öncelikle Alevilerin içinde bulunduğu geniş kesimlerin doğal olarak dışlanmakta olduğudur. Ayrıca bu pratiklerin gerçekleştirilip gerçekleştirilmemesi aslında bir ayraç olarak işlemekte, Alevilerin ‘foya’sı bu şekilde ortaya çık(arıl)maktadır. Bir çok kez Aleviler bu pratiklere her şeye rağmen dahil olmamayı yeğleseler de bu pratiklere çağrılmaktan kurtulamamakta, sürekli olarak kararlarını açıklama veya meşrulaştırma durumunda kalmaktadırlar.
Ramazan ayı ve Oruç ritüelleri üzerine örnekler
Aslında İstanbul'dan bir katılımcı durumu şöyle öz bir biçimde ifade etmiştir:
Dostları ilə paylaş: |