El-MÎZÂn fî tefsîR-İl kur'ÂN cilt: 5 Nisa Suresinin Devamı ve Maide Suresi



Yüklə 7,94 Mb.
səhifə35/48
tarix04.01.2019
ölçüsü7,94 Mb.
#90079
1   ...   31   32   33   34   35   36   37   38   ...   48

Mâide Sûresi 20-26 ............................................................


 

20- Hani bir zaman Musa, kavmine demişti ki: "Ey kavmim! Allah'ın

size olan nimetini hatırlayın; zira O, içinizden peygamberler

çıkardı, sizi krallar (bağımsız) yaptı ve âlemlerde (sizden önceki

dönemlerde) hiç kimseye vermediğini size verdi.

 

21- Ey kavmim! Allah'ın size (vatan olarak) yazdığı kutsal toprağa



girin ve arkanıza dönmeyin, yoksa hüsrana uğrarsınız."

 

22- Onlar dediler ki: "Ey Musa! Orada zorba bir millet var. Onlar



oradan çıkmadıkça, biz oraya girmeyiz. Eğer oradan çıkarlarsa, o

zaman oraya gireriz."

 

23- (Allah'tan) korkanların içinden, Allah'ın kendilerine nimet

 

Mâide Sûresi 20-26 .................................................... 483

 

verdiği iki adam dedi ki: "Onların üzerine kapıdan (sınır şehirden)



girin. Eğer oradan girerseniz, muhakkak ki siz galip gelirsiniz. Haydi

eğer müminler iseniz, ancak Allah'a dayanın."

 

24- Dediler ki: "Ey Musa! Onlar orada olduğu sürece, biz oraya



asla girmeyiz. O hâlde sen ve Rabbin gidin, savaşın; biz burada oturacağız."

 

25- Musa, "Rabbim! Ben kendimden başkasına malik değilim;



kardeşim de (öyle). O hâlde bizimle, o yoldan çıkmış toplumun arasını

ayır." dedi.

 

26- Allah buyurdu ki: "Öyleyse orası onlara kırk yıl yasaklandı;



yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklar. Artık sen yoldan çıkmış o

toplum için üzülme."

 

AYETLERIN AÇIKLAMASI



 

Bu ayetler grubu, önceki ayetlerden tamamen ayrı, bağımsız

değildirler. Çünkü burada İsrailoğullarının kendilerinden alınan

sözlerden birini çiğnemelerinden söz ediliyor. Ki daha önce, Musa'yı

dinleyip itaat edeceklerine söz vermişlerdi. Ama burada görülüyor

ki, Hz. Musa (a.s) onlara bir çağrıda bulununca, bunu gayet

açık bir dille reddedip ona cephe almışlar. Sonra bu günahlarının

bir cezası olarak yeryüzünde şaşkın dolaşma musibetine duçar oluyorlar.

Hiç kuşkusuz bu, ilâhî bir azaptır.

 

Bazı rivayetlerden anlaşıldığı kadarıyla bu ayetler, hicretin ilk



dönemlerinde, Bedir Savaşından önce inmişlerdir. Inşallah, bundan

sonraki rivayetler bölümünde bunun üzerinde de duracağız.

"Hani bir zaman Musa, kavmine demişti ki: Ey kavmim! Allah'ın size

olan nimetini hatırlayın..." Hz. Musa'nın kıssalarını içeren ayetlerden

anlaşıldığı kadarıyla, bu kıssa -Hz. Musa'nın Isra-iloğullarını

kutsal topraklara girmeye ilişkin çağrısı- İsrailoğullarının Mısır'dan

çıkışlarından sonra yaşanmıştır. Ayette geçen "sizi krallar yaptı."

ifadesi de bunu gösterir.

 

484 ................................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

"âlemlerde hiç kimseye vermedigini size verdi." ifadesi de,

bundan önce üzerlerine bazı olağanüstü ayetlerin indiğini gösterir.

Kudret helvası, bıldırcın eti, taştan pınarların fışkırması ve bulutların

üzerlerinde gölge yapması gibi.

 

"yoldan çıkmış toplum" ifadesinin iki kere tekrarlanmış olması

gösteriyor ki, İsrailoğulları bu kıssanın yaşanmasından önce peş

peşe birkaç kez elçiye karşı çıkmış, ona baş kaldırmışlardı. Öyle ki,

sonunda fasıklar=yoldan çıkmışlar niteliğini hakketmiş oldular.

Bu somut karineler gösteriyor ki söz konusu kıssa, yani

yeryüzünde şaşkınca dolaşmaları, Hz. Musa'nın (a.s) peygamber

olarak gönderilip aralarında kaldığı dönemin son diliminde

yaşanmıştır. Yine şunu anlıyoruz ki: Kur'ân'da onlarla ilgili olarak

anlatılan kıssaların büyük kısmı bundan önce meydana gelmiştir.

Buna göre Hz. Musa'nın, "Allah'ın size olan nimetini hatırlayın."

şeklindeki sözü, Allah'ın onlara verdiği ve bahşettiği bütün

nimetlere yönelik bir işarettir. Hz. Musa'nın söze böyle bir girişle

başlaması, biraz sonra, kutsal topraklara girmelerine ilişkin çağrısına

yönelik bir teşvik niteliğindedir. Önce onlara Rablerinin nimetlerini

hatırlatıyor ki, nimetin artmasına ve tamamlanmasına yönelik

olarak daha büyük bir çaba içine girsinler. Çünkü Allah, Musa'yı

elçi olarak kendilerine göndermekle büyük bir nimet bahşetmiş

oluyor. Onları dinine yöneltmiş olması, Firavun hanedanının zulmünden

kurtarması, Tevrat'ı indirmesi, şeriatı bir hukuk sistemi

olarak hükme bağlaması büyük bir nimettir. Artık bu nimetlerin

tamamlanması için yalnızca kutsal topraklara girmeleri gerekiyor.

Oraya girdiklerinde bağımsız ve egemen bir ulus olarak onurlu bir

hayat sürdürme imkânına kavuşacaklar.

 

Yüce Allah, İsrailoğullarına hatırlattığı nimetleri



ayrıntılandırırken bunları üç kısma ayırıyor. Önce şuna dikkatlerini

çekiyor: "zira O, içinizden peygamberler çıkardı." Bununla, soylarının

kökeni konumundaki peygamberler olan Hz. İbrahim, Ishak

ve Yakup ile onlardan sonra gelen peygamberler kastediliyor. Ya

da özel olarak İsrailoğullarına gönderilen Yûsuf, esbat [torunlar,

 

Mâide Sûresi 20-26 ..................................................... 485

 

Yakup soyundan gelen peygamberler veya İsrailoğulları boyları],



Musa ve Harun gibi peygamberler kast-ediliyor. Hiç kuşkusuz peygamberlik

başlı başına bir nimettir.

 

Sonra şöyle buyuruyor: "sizi krallar yaptı." Yani bağımsızlığa



kavuşmanızı, Firavunların köleci düzenlerinden ve zorbaların tahakkümünden

kurtulmanızı sağladı. Canı, ailesi ve malı üzerinde

tek başına egemen olabilen bir kimse için krallık söz konusu olabilir

ancak. İsrailoğulları Hz. Musa zamanında, temel bir sosyoloji

yasaya göre hareket ediyorlardı. Yasaların en güzeli olan tevhit

esaslı yasadan söz ediyoruz. Bu yasa Allah'a ve Resulüne itaat

etmelerini, sosyal yaşamlarında eksiksiz adaleti egemen kılmalarını,

diğer topluluklara yönelik haksız saldırılarda bulunmamalarını,

bunun yanında birbirlerine karşı komplolar içine girmemelerini,

bir olan toplumlarını farklı sınıflara ayırmamalarını öngörüyordu.

Aksi takdirde toplumsal düzen bozulurdu. Baş-larında da bir peygamber

olan Musa (a.s) vardı. O da kral veya aşiret reisi gibi üzerlerinde

haksız, tepeden bakmacı zorba bir egemenlik kurmamıştı.

Bir görüşe göre, onların krallar yapılmasından maksat, yüce Allah'ın

içlerinden krallar çıkarmaya yönelik takdiridir. Bu da Talut'u,

Davud'u ve diğer kralları kapsayan bir süreçtir. Bu durumda, ifade

onlara krallık bahşedeceğine ilişkin bir vaat niteliğinde olur. Yani

gaybî bir haber sunuluyor. Çünkü İsrailoğullarının krallığı Hz. Musa'dan

bir zaman sonra kuruluyor. Gerçi böyle bir yorumun sakıncası

yoktur; ama bu, "sizi krallar yaptı." ifadesinin vurgusuyla

örtüşmüyor. Öyle ya, "içinizden peygamberler çıkardı." denildiği

gibi, "içinizden krallar çıkardı." denilmiyor.

 

Krallıkla, doğrudan egemenliğin bir grubun elinde olması da



kastedilmiş olabilir. Bu, ak sakallı insanların bir topluluğu doğal

olarak yönetmeleri yasasını da kapsar. Bu bakımdan Hz. Musa

(a.s), ondan sonra Yuşa peygamber (a.s) birer kral sayılırlar. Hz.

Yûsuf (a.s) daha önce zaten kraldı. Nihayet bu, tanınan Talut,

Davud ve Süleyman gibi krallara kadar devam edip gider. Önceki

değerlendirme için işaret ettiğimiz sakınca bunun için de geçerli-

 

486 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

dir.



 

Sonra şöyle buyuruyor: "âlemlerde (sizden önceki dönemlerde)



hiç kimseye vermedigini size verdi." Burada apaçık ayetler

desteğindeki ilâhî yardımlara ve lütuflara işaret ediliyor. Şayet dediklerinde

dursalar ve verdikleri sözleri tutsalar, hayatlarında olumlu

yönde büyük bir değişim meydana gelecektir. Bunlar, Mısır'-

da bulundukları günlerde kendilerini çepeçevre kuşatan apaçık

mucizelerdir. Ardından yüce Allah, onları Firavun'dan ve soydaşlarından

kurtarmıştı. Hz. Musa (a.s) zamanında, İsrailoğullarına o

denli yoğun mucizeler, apaçık belgeler gösterilmiş ve nimetler

bahşedilmişti ki, o güne kadar hiçbir topluma böylesi bir onur

bahşedilmemişti; bu yoğunlukta mucizeler ve nimetler vermişti.

Bu bakımdan bazılarının, "Ayette geçen 'âlemler'den maksat,

Isra-iloğullarının çağdaşları olan topluluklardır." şeklindeki yorumlarının

yanlışlığı ortaya çıkıyor. Çünkü ayet, o güne kadar gelen

herhangi bir topluluğun İsrailoğullarına bahşedilen türden nimetlere

nail oluşunu olumsuzluyor, ki öyledir de.

 

"Ey kavmim! Allah'ın size yazdığı kutsal toprağa girin ve arkanıza



dönmeyin, yoksa hüsrana uğrarsınız." Kutsal topraklara girmeleri

emrediliyor. ifadenin vurgusundan Hz. Musa'nın, on-ların serkeşlik

yapacaklarını, emri yerine getirmeye yanaşmayacaklarını beklediği

anlaşılıyor. Bu yüzden Hz. Musa, emrini bir de geri dönmeme

yasağıyla pekiştirme gereğini duyuyor. Bunun akabinde kaçınılmaz

bir hüsranın olacağını vurguluyor. Hz. Musa'nın (a.s) onlardan

olumsuz bir tepki beklediğinin kanıtı, emri reddetmelerinden sonra

on-ları "fasıklar" diye nitelendirmiş olmasıdır. Çünkü bir emre

olumsuz tepki göstermek, fısk ve yoldan çıkmadır. Dolayısıyla bir

kereyle "fasıklar" diye nitelenmeleri doğru olmaz. Bu da gösteriyor

ki, öteden beri bu tür tavırları yineliyorlardı.

 

Ayette sözü edilen yer, "kutsal" olarak nitelendiriliyor. Müfessirler



bu kelimeyi peygamberlerin ve müminlerin orada ikamet ediyor

olmasından dolayı "şirkten arınmış" olarak açıklamışlar.

Kur'ân'da bu kelimeyi açıklayıcı mahiyette bir ifade yer almıyor.

 

Mâide Sûresi 20-26 ....................................................... 487

 

Yalnızca bu çerçevede yararlanılacak, yakın bir anlam içeren şöyle



bir ifade var: "Çevresini bereketli kıldıgımız Mescid-i Aksa." (İsrâ,

1) Bu konuda yararlanılacak bir diğer ifade de şudur: "Hor görülüp



ezilmekte olan milleti de içini bereketlerle donattıgımız yerin,

dogularına ve batılarına mirasçı kıldık." (A'râf, 137) Bereketli olma

niteliği, yer açısından bol hayrı ve iyiliği barındırma anlamını ifade

eder. Dinin egemen kılınıp şirk pisliğinin giderilmesi de bol bir hayırdır.

"Allah'ın size yazdıgı..." ifadesine gelince; ayetlerin akışından,

yurt olarak oraya yerleşmelerine hükmedildiğine işaret edildiği anlaşılıyor.

Daha sonra, "Öyleyse orası onlara kırk yıl yasaklandı."

şeklindeki ifadeyle bunun arasında bir çelişki yoktur. Tam tersine,

onu pekiştirdiği bile söylenebilir. Çünkü, "Allah'ın size yazdıgı..."

ifadesi mücmeldir, zaman ve hatta şahıslar belirtilmemiştir. Çünkü,

bireylerin ve şahısların durumuna işaret etmeksizin bir ümmete

hitap edilmiştir. Nitekim söylendiğine göre, bu hitaba muhatap

olan, yükümlülüğü üstlenen kuşak çölde şaşkın dolaştıkları sırada,

geride bir kişi kalmayacak şekilde ölmüştü. Kutsal topraklara

Yuşa b. Nun önderliğinde oğulları ve oğullarının oğulları girmişlerdi.

Kısacası, "orası onlara kırk yıl yasaklandı." ifadesi, kutsal toprakların

bundan sonra onlara yazıldığına yönelik işaretler içermiyor

değildir.

 

Kutsal toprakların yurt olarak onlara bahşedilmesine ilişkin ilâhî



öngörüye şu ayette de işaret edilmiştir: "Biz de istiyorduk ki o

yerde ezilenlere lütfedelim, onları önderler yapalım, onları mirasçı

kılalım ve onları o yerde iktidara getirelim." (Kasas, 6) Hz.

Musa (a.s) onlar için bunu diliyordu; ama bu arada Allah'tan yardım

dilemelerini ve sabırlı olmalarını şart koşuyordu: "Musa kavmine,

'Allah'tan yardım isteyin, sabredin! Yeryüzü Allah'ındır, onu

kullarından diledigine verir. Sonuç, korunanlarındır' dedi. Onlar,

'Ey Musa, sen bize gelmezden önce de, sen bize geldikten sonra

da bize işkence edildi' dediler. Musa dedi: Umulur ki, Rabbiniz

düşmanınızı yok eder ve onların yerine sizi yeryüzüne hakim kılar

 

488 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5



 

da nasıl hareket edeceginize bakar." (A'râf, 128-129)

Yüce Allah, aşağıdaki ayette bu vaadin gerçekleştiğini haber

veriyor: "Hor görülüp ezilmekte olan milleti de içini bereketlerle

donattıgımız yerin, dogularına ve batılarına mirasçı kıldık.

Rabbinin Isra-ilogullarına verdigi güzel söz, sabretmeleri yüzünden

tam yerine gel-di." (A'râf, 137) Bu ayet gösteriyor ki, kutsal toprakları

işgal edip yurt edinmeleri, ilâhî bir söz, hükme bağlanmış

bir yazı, kararlaştırılmış bir yargıdır. Bunun gerçekleşmesi için öngörülen

tek şart, sabırla itaat etmek, isyan etmekten kaçınmak ve

acı olaylar karşısında direnmektir.

 

Sabır kavramını genel tuttuk; çünkü ayette mutlak olarak kullanıl-



mıştır ve çünkü Hz. Musa (a.s) zamanında peş peşe meşakkatli

olaylara maruz kalmışlardı, bunun yanı sıra ilâhî emir ve yasaklara

da muhatap oluyorlardı. Günah işleme hususunda ısrar ettikçe,

kendilerine ağır yükümlülükler indirilmiştir. Nitekim

Kur'ân'da onlarla ilgili olarak anlatılan haberler de bunu göstermektedir.

Kutsal toprakların İsrailoğullarına yazılmasının Kur'ân bütünü

içinde ifade ettiği anlam budur. Bununla beraber, ayetlerde bu

öngörümün zamanı ve süresi açıkça zikredilmemiştir. Şu kadarı

var ki, Isrâ suresinde yer alan ilgili ayetlerin sonunda yer alan şu

ifade bu konuda bir fikir vermektedir: "Ama siz dönerseniz, biz de



döneriz. Cehennemi, kâfirler için kuşatıcı yapmışızdır." (Isrâ, 8)

Aynı şekilde, A'râf suresindeki ilgili ayetin sonunda Hz. Musa'dan

aktarılan şu ifadeler de bir ipucu niteliğindedir: "Umulur ki,

Rabbiniz düşmanınızı yok eder ve onların yerine sizi yeryüzüne

hakim kılar da nasıl hareket edeceginize bakar." (A'râf, 129)

Şu ayet de konuya ışık tutucu niteliktedir: "Musa kavmine



demişti ki: Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın... Ve Rabbiniz

size şöyle bildirmişti: Andolsun şükrederseniz elbette size daha

fazla veririm ve eger nankörlük ederseniz azabım pek çetindir."

(İbrâhim, 6-7) Bunun gibi daha birçok ayet gösteriyor ki söz konusu

öngörü, bir şarta bağlıdır; değişmez, yürürlükten kaldırılmaz mut-

 

Mâide Sûresi 20-26 ....................................................... 489

 

lak bir hüküm değildir.



 

Bazı müfessirlere göre, Hz. Musa'nın ayette aktarılan "Allah'ın



size yazdıgı..." ifadesinden maksat, Allah'ın Hz. İbrahim'e (a.s) yönelik

vaadidir. Sonra bu müfessirler, Tevrat'tan aktardıkları1 pasajlarla

yüce Allah'ın Hz. İbrahim'e, Ishak'a ve Yakub'a yeryüzünü nesillerine

vereceğini vaat ettiğini kanıtlamaya çalışırlar ve konuyu

alabildiğine uzatırlar.2

 

Kitabımızın akışı içinde bu aktarma pasajların orijinal Tevrat'-



tan mı, yoksa tahrif edilen kısımlardan mı olduğunu tartışacak

değiliz ve bu bizi ilgilendirmez de. Çünkü Kur'ân Tevrat'la tefsir

edilmez.

 

"Onlar dediler ki: Ey Musa! Orada zorba bir millet var. Onlar oradan



çıkmadıkça, biz oraya girmeyiz. Eğer oradan çıkarlarsa, o zaman oraya

gireriz." Ragıp el-Isfahanî der ki: "Cebr" sözcüğünün etimolojik anlamı,

bir şeyi bir tür zorlamayla onarmak ve ıslah etmek demektir.

Araplar derler ki: Cebertuhu fe'nce-bere ve ictebere [zorla onu düzelttim,

o da düzeldi]... Bazen "cebr" sözcüğü, salt düzeltme anlamında

kullanılır. Hz. Ali'nin şu sözünde olduğu gibi: "Ey her kırığın

düzelticisi (Cabir) ve ey her zorluğun kolaylaştırıcısı!" Arapların

ekmek anlamında kullandıkları "Cabir b. Hab-be" (Buğday tanesi-

-----


1- Örneğin "Tekvin Kitabı"nda şöyle deniyor: "İbrahim Kenanlıların topraklarından geçerken Rab ona göründü ve ona dedi ki: Bu memleketi senin

zürriyetine vereceğim." (Bap 12 : 7)

Yine aynı kitapta şöyle deniyor: "O gün Rab, Abram'la [İbrahim'le] ahdedip

dedi: Mısır ırmağından büyük ırmağa, Fırat ırmağına kadar, bu diyarı... senin

zürriyetine verdim." (Bap 15 : 18)

"Tesniye Kitabı"nda şu ifadelere yer verilir: "Allahımız Rab, Horebde bize

söyliyip dedi: Bu dağda oturmanız yeter; dönün ve göç edin, ve Amarîlerin

dağlığına, ve ona yakın olan Arabada, dağlıkta, ve Şefalada ve Cenupta, ve deniz

kenarında bütün yerlere, büyük ırmağa, Fırat ırmağına kadar Kenânlılar diyarına,

ve Libnana girin. Işte, diyarı önünüze koydum; girin, ve Rabbin atalarınıza,

İbrahime, Ishaka ve Yakuba kendilerine ve kendilerinden sonra onların zürriyetine

vermek için and ettiği diyarı kendinize mülk edinin." (Bap 1 : 6-8)

2- [el-Menar tefsiri, c.6, s.326-327.]

 

490 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

nin oğlu olan düzeltici) deyim de buna ilişkin bir örnektir. Bazen de



salt baskı, zorlama anlamında kullanılır. Hz. Ali'nin (a.s) şu sözü

buna örnektir: "Ne zorlama var, ne de tam özgürlük..."

"İcbar" kelimesi, etimolojik yapısı itibariyle bir başkasını diğer

birini düzeltmeye yöneltmek anlamını ifade eder. Ne var ki, bu ifade

salt zorlama anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Bu yüzden

biri, "Ecber-tuhu ala keza" dediğinde, bu "onu zorladım" demektir...

Bir insanı nitelemek anlamında "cabbar" niteliği kullanıldığı

zaman, denmek isteniyor ki bu insan, hakketmediği bir üstünlük

iddiasında bulunmak suretiyle bir eksikliği gideriyor. Dolayısıyla bu

nitelik sadece yergi anlamında kullanılır. Buna şu ayetleri örnek

gösterebiliriz: "Ve her inatçı zorba perişan oldu." [Ibrâhim, 15], "Beni

baş kaldıran bir zorba yapmadı." [Meryam, 32], "Orada zorba bir

millet var." [Mâide, 22]

 

Bir şeyin akranlarına, hem cinslerine baskın çıkması, üstün



olmasıyla düşünülebilir olduğundan Araplar, "Nahletun

cebbaretun" (iri hurma ağacı) ve "nâketun cebbaretun" (kocaman

deve) derler." Ragıp'tan ihtiyaç duyduğumuz kadarıyla yaptığımız

alıntı burada son buldu. Bundan da anlaşılıyor ki, "zorbalar"

(cebbarin)dan maksat, halkı kendi isteklerine göre hareket etmeye

zorlayan güç ve iktidar sahipleridir.

 

"Onlar oradan çıkmadıkça, biz oraya girmeyiz." Bu ifade, kutsal

yerlere girmek için orada yaşayan zorba kavmin çıkmasını şart

koştuklarını gösteriyor. Ancak gerçekte, ikinci kez, "Eger çıkarlarsa,

o zaman oraya gireriz." demiş olsalar bile, Hz. Musa'nın emrini

reddetmek anlamındadır bu ifade.

 

Bazı rivayetlerde, o dönemde kutsal topraklarda yaşayan zorba



Amaliklerin nitelikleri, bedenlerinin iriliği ve boylarının uzunluğu

ile ilgili akıl almaz açıklamalara yer verilmiştir ki, aklıselimin bu

tür abartmaları onaylaması mümkün değildir. Öte yandan arkeolojik

kazılarda ve insan fizyolojisi alanında yapılan araştırmalarda

bunu destekleyecek herhangi bir bulguya rastlanmamıştır. Dolayısıyla

bu tür rivayetler, zihin bulandırıcı, asılsız uydurmalardan baş-

 

Mâide Sûresi 20-26 ................................................... 491

 

ka bir şey değildir.



 

"(Allah'tan) korkanların içinden, Allah'ın kendilerine nimet verdiği



iki adam dedi ki..." Ayetin akışından anlaşıldığı kadarıyla, burada Allah

korkusu kastediliyor. Bu da gösteriyor ki, bazı adamlar Allah'ın

ve peygamberinin emrine karşı çıkmaktan korkuyorlardı ve ayetteki

sözleri söyleyen bu iki adam da onlar arasında yer alıyorlardı.

Aynı zamanda bu iki adam, Allah'tan korkanlardan farklı olarak

"Allah'ın nimet verdigi" kimseler olarak nitelendiriliyorlar. Tefsirimizin

bundan önceki birçok bölümünde, "nimet" kavramının,

Kur'ân literatüründe mutlak kullanılması durumunda "ilâhî velayet"

anlamını ifade ettiğini belirtmiştik. Dolayısıyla bu iki adam Allah'ın

velileriydiler. Bu da, ayette geçen "korku" ile "Allah korkusu"

nun kastedildiğine ilişkin somut bir karinedir. Çünkü Allah'ın

velileri O'ndan başkasından korkmazlar: "Iyi bil ki, Allah'ın velilerine

korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir." (Yûnus, 62)

Ayette geçen "en'ame" fiilinin, ilintili olduğu mahzuf şeyin yani,

"nimet olarak verilen şeyin" "korku" olması mümkündür. Bu

durumda, yüce Allah'ın onlara korkusunu bahşettiği kastedilmiş

olur ve "yehafû-ne=korkanlar" fiilinin mef'ulunun hazfedilmiş olması,

"Allah'ın nimet verdigi iki adam" ifadesinin yeterli açıklığa

sahip olmasından dolayı olur. Çünkü korkularının, zorba kavimden

kaynaklanmadığı bilinmektedir. Öyle olsaydı, "Onların üzerine kapıdan

girin." diye İsrailoğullarını kutsal topraklara girmeye

çağırmazlardı.

 

Bazı müfessirler demişlerdir ki, "yehafûne=korkanlar" ifadesindeki



çoğul zamiri İsrailoğullarına dönüktür. Mevsule dönük zamirse

hazfedilmiştir. Dolayısıyla kastedilen anlam şudur:



"İsrailoğullarının kendilerinden korktukları ve Allah'ın kendilerine

Islâm'ı bahşettiği iki adam dediler ki..." İbn-i Cübeyr'in bu kelimeyi

"yuhafune" [edilgen fiil=kendilerinden korkulan] şeklinde okuduğuna

ilişkin rivayet de bu yorumu destekler mahiyettedir. Deniliyor

ki: Bu iki adam Amalik Oğullarına mensuptu. Hz. Musa'ya iman

etmiş, İsrailoğullarına katılmış-lardı. İsrailoğullarına bu sözleri söy-

 

492 ..........................................El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

leyerek onlara, Amalik Oğullarını nasıl yenilgiye uğratacaklarını,



yurtlarını ve topraklarını nasıl istila edeceklerini göstermek istemişlerdi.

Söz konusu müfessirler, ayetlerin tefsiri ile ilgili olarak aktarılan

bazı rivayetlere dayanarak bu tür bir açıklamada bulunmuşlardır.

Fakat bu tür rivayetler, Kur'ân veya başka güvenilir bir kaynak

tarafından desteklenmeyen tek kanallı haberlerdir.

"Onların üzerine kapıdan girin." Büyük bir ihtimalle, bununla

söz konusu zorba kavmin İsrailoğullarına en yakın olan şehirleri

kastedilmiştir. Söylendiğine göre, bu şehir Urayha'ydı. Sınır kentlerine

"ülkenin kapısı" demek yaygın bir kullanımdır. Bununla

"şehrin kapısı" kastedilmesi de muhtemeldir.

 

"Eger oradan girerseniz, muhakkak ki siz galip gelirsiniz." Allah'ın

nimet verdiği iki adam onlara fetih ve düşman karşısında

galip gelme vaadinde bulunuyorlar. Söz konusu iki adamın bu kadar

kesin konuşmaları, Hz. Musa'nın "Allah'ın kutsal toprakları

kendilerine yazdığı"na ilişkin açıklamasından ileri geliyor. Onlar

Hz. Musa'nın verdiği haberlerin kesin doğru olduğuna inanıyorlardı

ya da ilâhî velayet nuru sayesinde böyle bir öngörüde bulunuyorlardı.

Nitekim Ehlisünnet ve Şia müfessirlerinin büyük bir kısmı, bu

iki adamın Yuşa b. Nun ve Ka-leb b. Yefunne olduklarını söylemişlerdir

ki, bu ikisi İsrailoğulları arasından seçilen on iki nakib, yani

temsilcidendirler.

 

Sonra bu iki adam İsrailoğullarını Allah'a güvenip dayanmaya



çağırıyorlar: "Haydi eger müminler iseniz, ancak Allah'a dayanın."

Allah, kendisine güvenip dayananlara yeter. Bu ifade aynı zamanda,

onlara moral aşılama ve yüreklendirme amacına yöneliktir.

 

"Dediler ki: Ey Musa! Onlar orada olduğu sürece, biz oraya asla



girmeyiz..." "Oraya girmeyiz" sözünü bir kez daha tekrarlıyorlar.

Bununla Hz. Musa'yı (a.s) ısrarlı davetlerinden, çağrı üstüne çağrı

yapmaktan vazgeçirmeyi, davetlerinin bir yarar sağlamayacağını

düşünmesini amaçlıyorlar.

 

Bu ifade, birçok açıdan Hz. Musa'nın konumunu küçümsedik-



 

Mâide Sûresi 20-26 ....................................................... 493

 

lerini, kendilerine hatırlattığı Rablerinin emirlerini ve vaadini ciddiye



almadıklarını yansıtmaktadır. Bir kere, söze girişleri ilginçtir.

Öncelikle, Hz. Musa'nın çağrısına uymaya davet eden iki adamı

muhatap almaya tenezzül etmiyorlar. Sonra açıklamayı kısaca

kestirip atıyorlar. Oysa bunun öncesinde uzun açıklamalarda bulunup

nedenleri ve özellikleri ileri sürmüşlerdi. Karşılıklı atışma ve

cevap verme ortamlarından biri, başlangıçta uzun tuttuğu açıklamalarını

kısaca geçiştiriyorsa bu, konuşmanın sıkıcı olmaya başladığını,

muhatabın karşı tarafın sözlerini dinlemeyi istemediğini

gösterir.

 

Sonra İsrailoğulları, ikinci kez tekrarladıkları "biz oraya girmeyiz."



sözlerini, "asla" vurgusuyla pekiştiriyorlar. Ardından, cehaletleri

bundan daha büyük, daha küstahça bir söz sarf etmelerine

neden oluyor. Çağrıyı kesin olarak reddettikten sonra şunu

söylüyorlar: "O hâlde sen ve Rabbin gidin, savaşın; biz burada oturacagız."

Bu ifade, onların putperestler gibi Allah'ı insanlara benzetenmü-

şebbihe olduklarının açık bir kanıtıdır. Öyledirler de. Çünkü yüce

Allah, onların bu anlayışının bir ifadesi olarak şöyle dediklerini

açıklamaktadır: "İsrailogullarını denizden geçirdik, kendilerine



mahsus birtakım putlara tapan bir kavme rastladılar: Ey Musa,

dediler, bak bunların nasıl tanrıları var, bize de öyle bir tanrı yap!

Musa dedi: Siz gerçekten cahil bir toplumsunuz." (A'râf, 138) Bugün

ellerinde bulunan kutsal kitaplarının da tanıklığıyla hâlâ tanrıyı

somutlaştırıcı, insana benzetici anlayışlarını sürdürmektedirler.

 

"Musa: Rabbim! Ben kendimden başkasına malik değilim; kardeşim



de öyle. O hâlde bizimle, o yoldan çıkmış toplumun arasını ayır."

Ayetin akışı gösteriyor ki, "Ben kendimden ve kardeşimden başkasına



malik degilim." ifadesi, kendisinden ve kardeşinden başkasını,

sunduğu davete yöneltme gücünden yoksun olduğun-dan

kinayedir. Çünkü o, kendisini yaptığı çağrıya yürütmeye yöneltme

gücüne sahipti. Kardeşi Harun'u da buna yöneltebilirdi. Harun Allah

tarafından gönderilen bir peygamberdi. Musa yaşadığı sürece,

 

494 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

onun halifesiydi. Bu yüzden Allah'ın emrine karşı çıkmazdı. Ya da



demek istiyordu ki, kendisi ancak kendi nefsine ve kardeşi de ancak

kendi nefsine hükmedebiliyordu.

 

Bu ifadeden maksat, mutlak olarak tüm yapabilirliği olumsuzla-



mak değildir. Çünkü, her şeyden önce Hz. Musa bazı insanları

iman etmek suretiyle yapılan çağrıya olumlu karşılık vermeye yöneltmişti.

Kaldı ki, ayetin akışı açık biçimde gösteriyor ki, Allah'tan

korkanlardan iki adam ve başkaları ona iman etmiş, çağrısına olumlu

karşılık vermişlerdi. Bunları, malik olduğu kimseler arasında

saymamış olsa bile, durum değişmez. Çünkü emirlerine karşı çıkmayacakları

açık olan kendi ailesini ve kardeşinin ailesini de zikretmemiştir.

Bunun nedeni, ortamın ancak bu tür bir ifadeye elverişli olmasıdır.

Çünkü Hz. Musa (a.s) onları, insan fıtratının öngördüğü meşru

bir işe davet ediyordu. Tebliğ görevini eksiksiz yerine getirmiş, her

türlü bahaneyi boşa çıkarmıştı. Ama İsrail toplumu onun çağrısını

son derece iğrenç ve çirkin bir tavırla reddetti. Işte böyle bir atmosferde

ancak şunu söyleyebilirdi: Ya Rabbi! Ben mesajını tebliğ

ettim, bahaneleri boşa çıkardım. Ben senin emrini yerine getirmede

ancak kendi nefsime hük-medebilirim. Kardeşim de öyle. Biz

yükümlülüğümüzün gereğini yerine getirdik. Fakat halk, bizi çok

sert bir tutumla reddetti. Şu anda onlardan ümidi kesmiş bulunuyoruz.

Yol kesilmiştir. Bu düğümü sen çöz; rubbiyetinle sen, onlara

yönelik nimetinin tamamlanmasına, yeryüzüne mirasçı kılınmalarına

ve orada halifelik-önderlik görevini yerine getirmelerine giden

yolu hazırla. Hükmü sen ver. Bizimle şu fasık-lar topluluğunun arasını

ayır.


 

Bu ortam, onların öteden beri sürdürdükleri Hz. Musa'nın

emirlerine karşı çıkma geleneklerinden tamamen farklıdır. Bunu

derken, Allah'ı çıplak gözle görme isteklerini, buzağıya

tapmalarını, kentin kapısından girişlerini, "hıtta" deyişlerini vs.

kastediyoruz. Ancak bu son olay, İsrail toplumunun Hz. Musa'nın

emrine açıkça karşı çıkışının en somut örneğidir. En ufak bir

yumuşaklık ve uzlaşma belirtisi göstermiyorlar. Eğer Hz. Musa

 

Mâide Sûresi 20-26 ..................................................... 495

 

laşma belirtisi göstermiyorlar. Eğer Hz. Musa (a.s) onları bu hâlde



bıraksa ve emrine karşı takındıkları tavrı görmemezlikten gelse,

bütün davası temelden çürümüş olurdu. Bundan sonra hiçbir emrini

ve yasağını dinlemezlerdi. Aralarında tesis ettiği toplumsal birliğin

dayanakları tuz buz olurdu.

 

Bu açıklamayla sırasıyla şu hususlar açığa çıkıyor:

1- Böyle bir atmosfer, Hz. Musa'nın kendisinin ve kardeşinin

durumunu Allah'a arz etmesini gerektiriyordu. Onlar Allah tarafından

tebliğle görevlendirilmişlerdi. Kendilerine karşı çıkmamış olsalar

bile, diğer müminlerin durumlarını arz etmelerine gerek yoktu.

Çünkü dinin tebliği ve daveti bazında diğer müminlerin bir fonksiyonu

yoktu. Ortam, hükmü tebliğ edenin durumunu arz etmeyi gerektiriyordu;

hükmü benimseyenin, olumlu tepki gösterenin değil.

 

2- Gelinen nokta, Hz. Musa'nın (a.s) Rabbine şikayette bulunmasını

gerektiriyordu. Bu, aslında ilâhî emir ve yasakları uygulama

hususunda Allah'tan yardım istemekti.

 

3- "Kardeşim" anlamına gelen "ahî" kelimesi, "ben" demek olan

"innî" kelimesinin sonundaki "ya" harfine matuftur. Dolayısıyla

ifadenin anlamı şudur: "Kardeşim de benim gibi sadece kendi nefsine

maliktir." Yoksa "ahî" kelimesi "nefsî" kelimesine matuf değildir.

Gerçi her iki durumda da elde edilen anlam doğrudur; fakat

"ahî" kelimesinin "nefsî" kelimesine matuf olması, ayetlerin akışıyla

oluşan anlam atmosferiyle örtüşmüyor. Çünkü gerek Musa, gerekse

Harun itaat ve emirlere uyma açısından nefislerine hükmedebiliyorlardı.

Ayrıca Hz. Musa (a.s) Hz. Harun'a da bu bakımdan

hükmetme gücüne sahipti. Harun, yaşadıkça Hz. Musa'nın halifesiydi.

Aynı zamanda her ikisi, Allah'ın elçilerini içtenlikle dinleyip

itaat eden samimi müminleri de yön-lendirecek konumdaydılar.

 

4- "O hâlde bizimle, o yoldan çıkmış toplumun arasını ayır."

Bu söz, üzerlerine azap indikten sonra kaçınılmaz olan ayırma veya

onları kavimlerinden çıkarmaları yahut ölmeleri suretiyle ayırmaya

ilişkin bir beddua değildir. Çünkü Hz. Musa (a.s) soydaşlarını,

Allah'ın kendilerini vaat ettiği nimetin tamamlanması ödülünü ka-

 

496 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

zanmak için gerekli olan adımları atmaya davet ediyordu. Bu ödüldü



ki, yüce Allah onunla İsrailoğullarına minnet ediyordu, kendilerini

kurtardığını ve yeryüzünde egemen kıldıklarını vurguluyordu:



"Biz de istiyorduk o yerde ezilenlere lütfedelim, onları önderler

yapalım, onları mirasçı kılalım." (Kasas, 5) Şu ayetten de anlaşıldığı

gibi, İsrailoğulları bu durumu Hz. Musa'dan (a.s) biliyorlardı: "Ey



Musa, sen bize gelmezden önce de, sen bize geldikten sonra da

bize işkence edildi." (A'râf, 129)

 

"Artık sen yoldan çıkmış o toplum için üzülme." ifadesi de

buna tanıklık etmektedir. Çünkü bu ifadeden anlaşılıyor ki Hz. Musa,

soydaşlarının üzerine ilâhî gazabın inmesinden endişe duyuyordu.

Dolayısıyla çölde şaşkın dolaşma cezasına çarptırılmış olmalarından

dolayı üzüntü duyması beklenen bir şeydi.

 

"Allah buyurdu ki: Öyleyse orası onlara kırk yıl yasaklandı; yeryüzünde



şaşkın şaşkın dolaşacaklar. Artık sen yoldan çıkmış o toplum için

üzülme." "Orası" ifadesindeki zamir "kutsal topraga" dönüktür. Yasaklamadan

maksat, tekvinî=varoluşsal yasaktır. Yani evrensel

takdir kapsamındadır. Ayetin orijinalinde geçen "yetîhûne" fiilinin

mastarı olan "el-tîhu" kelimesi şaşkınlık anlamına gelir. "el-Ard"

kelimesinin başındaki "el" takısı ise, muhatapların zihninde önceden

belirginleşen anlama göndermede bulunmaktadır. "fela te'se"

ifadesi Hz. Musa'nın soydaşlarının durumundan dolayı üzülmemesi

için yapılan bir uyarıdır. Böylece yüce Allah, Hz. Musa'nın dua

ederken soydaşları için kullandığı, "fasıklar=yoldan çıkmışlar" niteliğini

onaylamış oluyor.

 

Dolayısıyla kastedilen anlam şudur: Kutsal toprak, yani oraya



girmek ve orayı mülk edinmek onlara yasaklanmıştır. Yani, kırk yıl

boyunca oraya girmemelerine hükmettik. Bulundukları yerde şaşkın

şaşkın dolaşacaklar, ne uygar bir toplum olup bir yerleşim biriminde

ikamet edecekler, ne de Bedeviler gibi kabilevî bir hayat

yaşayacaklar. Böyle bir cezaya çarptırıldılar diye, yoldan çıkmış

toplum için üzülme. Çünkü onlar fasıktırlar, yoldan çıkmışlardır.

Suçlarının cezasını çektikleri zaman onlara üzülmek yakışmaz.

 

Mâide Sûresi 20-26 ................................................. 497

 

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI



 

ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, İbn-i Ebi Hatem Ebu Said el-Hudri'den

şöyle rivayet eder: Resulullah efendimiz (s.a.a) buyurdu ki:

"İsrailoğullarından bir kimsenin hizmetçisi, bineği ve karısı olsaydı,

o adam kral olarak yazılırdı."

 

Aynı eserde, Ebu Davud'un mürsel hadisleri topladığı "Merasil"



adlı kitabından naklen Zeyd b. Eslem'in "sizi krallar yaptı." ifadesiyle

ilgili olarak şöyle dediği rivayet edilir: Resulullah (s.a.a) buyurdu

ki: "Bundan maksat, eş, ev ve hizmetçi sahibi olmalarıdır."

 

Ben derim ki: Bu iki rivayetin dışında, aynı anlamı içeren başka



rivayetler de aktarılmıştır. Ne var ki, ayet akışı itibariyle bu tarz

bir yoruma elverişli değildir. Gerçi İsrailoğulları geleneğinde, bir evi,

bir karısı ve bir hizmetçisi olan herkese kral adının verilmesi veya

böylesini kral olarak yazmaları mümkün olabilir; ancak şurası

açıktır ki İsrail-oğullarının tümü, hizmetçilerine varıncaya kadar,

bu şekilde ev, eş ve hizmetçi sahibi değildiler. Dolayısıyla, bu niteliğe

sahip olanlar, içlerindeki bazı kimselerdi.

 

Kaldı ki bu hususta başka toplumlar ve kuşaklar da benzeri bir



konumdaydılar. Ev, eş ve hizmetçi sahibi olmak bütün toplumlarda

yaygın olan bir gelenektir, bu geleneği olmayan bir toplum

gösterilemez. Durum böyle olunca, İsrailoğullarına özgü bir uygulama

olmadığı ortaya çıkıyor. Yüce Allah'ın bunu kastederek, onları

krallar yaptığından söz edip minnet etmesi de mümkün değildir.

Oysa ayetin akışı, ilâhî minnetin somut örneklerini sergilemeye

yöneliktir.

 

Bu gerçek dikkatleri çekmiş olmalı ki, bazı rivayetlerde kimi



yorumlara gerek duyulmuştur. Örneğin Katabe'den şöyle rivayet

edilir: "İlk kez hizmetçi edinenler İsrailoğullarıdır." Ancak bu değerlendirme

tarihsel gerçeklerle bağdaşmıyor.

 

Şeyh Müfid, Emalî adlı eserinde kendi rivayet zinciriyle Ebu



Hamza'dan, o daİmam Bâkır'dan (a.s) şöyle rivayet eder: "Hz.

Musa (a.s) İsrailoğullarını kutsal topraklara getirdiğinde onlara

 

498 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

dedi ki: 'Allah'ın size yazdıgı kutsal topraga girin ve arkanıza



dönmeyin, yoksa hüsrana ugrarsınız.' Yüce Allah, kutsal toprakları

onlar için yazmış olmasına rağmen "Onlar dediler ki, 'Ey Musa!



Orada zorba bir kavim var. Onlar oradan çıkmadıkça, biz oraya

girmeyiz. Eger oradan çıkarlarsa, oraya gireriz.' (Allah'tan) korkanların

içinden, Allah'ın kendilerine nimet verdigi iki adam dedi

ki: 'Onların üzerine kapıdan girin. Eger oradan girerseniz, muhakkak

ki siz galip gelirsiniz. Haydi eger müminler iseniz, ancak

Allah'a dayanın.' Dediler ki: 'Ey Musa! Onlar orada oldugu sürece,

biz oraya asla girmeyiz. O hâlde sen ve Rabbin gidin, savaşın; biz

burada oturacagız. Musa, 'Rabbim! Ben kendimden başkasına

malik degilim; kardeşim de öyle. O hâlde bizimle o yoldan çıkmış

toplumun arasını ayır' dedi.' Kutsal topraklara girmekten kaçınınca,

Allah orayı onlara yasakladı. Bunun üzerine dört fersahlık bir

yerde kırk yıl boyunca şaşkın şaşkın dolaşıp durdular. Sen yoldan

çıkmış o toplum için üzülme."

İmam Cafer Sadık (a.s) dedi ki: "Akşam olunca içlerinden biri,

yolculuk var, diye seslenirdi. Bunun üzerine denklerini yükleyip

hayvanlara özel bir âhenk okuyarak ve onları dürtükleyerek telaşla

yola koyulurlardı. Şafak sökünceye kadar durmaksızın yürürlerdi.

Bu sırada yüce Allah yere bir yuvarlak şeklini almasını emrederdi.

Böylece sabah olunca, kendilerini akşam ayrıldıkları konaklama

yerlerinde buluverirlerdi ve yolu şaşırdınız, derlerdi. Kırk yıl boyunca

bu minval üzere orada bekleyip durdular. Üzerlerine kudret helvası

ve bıldırcın eti indiriliyordu. Yuşa b. Nun ve Kaleb b. Yufenna

ile bunların oğullarının dışındaki herkes öldü. Yaklaşık kırk fersahlık

alanda şaşkın bir hâlde do-laşıp dururlardı. Göç etmek istedikleri

zaman elbiseleri ve ayakkabıları kuruyarak taş kesilirlerdi."

İmam şunları da ekledi sözlerine: "Beraberlerinde bir taş vardı.

Taşı yere koyduklarında, Hz. Musa (a.s) asasıyla taşa vururdu ve

taştan on iki pınar fışkırırdı. Her kabileye bir pınar düşüyordu. Tekrar

yola çıktıklarında su taşa geri dönüyordu. Taşı hayvana yükleyip

yola çıkarlardı..."

 

Mâide Sûresi 20-26 ........................................................ 499

 

Ben derim ki: Buna yakın anlamlar içeren rivayetlerin sayısı



oldukça fazladır ve gerek Şiî, gerekse Sünnî kaynaklarda aktarılmıştır.

Hadisin akışı içinde, "İmam Cafer Sadık (a.s) dedi ki" diye

başlayan ifade başka bir rivayettir. Bu rivayetler çölde şaşkın şaşkın

dolaştıkları sırada İsrailoğullarının yaşadıkları çeşitli serüvenlere

işaret eden anlamlar içeriyor olmakla beraber, Allah'ın

kelâmında bunları destekleyen ifadeler bulunmamaktadır. Ama

aynı zamanda, Kur'ân'la çelişen anlamlar da içermemektedirler.

Hz. Musa zamanında İsrailoğullarının durumu, hayret uyandırıcıdır,

hayatlarının her alanında olağanüstü gelişmelere tanık oluyorlar.

Dolayısıyla yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşmalarının rivayetlerde

tasvir edildiği gibi olması için hiçbir sakınca yoktur.

Tefsir-ul Ayyâşî'de Mes'ade b. Sadaka'dan, o daİmam Cafer

Sa-dık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: "İmama, "Allah'ın size yazdıgı

kutsal topraga girin." ayetinin anlamı soruldu. Buyurdu ki: "Allah,

orayı on-lara yazdı, sonra sildi, sonra onların çocuklarına yazdı. Çocukları

oraya girdiler. "Allah diledigini siler, diledigini yerinde bırakır.

Ana kitap O'nun katındadır." [c.,1 s.904, h:72]

 

Ben derim ki: Bu anlamda bir hadis, İsmail Cu'fi aracılığıyla



İmam Cafer Sadık'tan Zürare, Hamran ve Muhammed b. Müslim

aracılığıyla daİmam Bâkır'dan rivayet edilmiştir.1 Bu rivayetteİmam

(a.s) kutsal toprakların yazılmasını, Hz. Musa'nın (a.s) "kutsal

toprağa girin" hitabına muhatap olanlarla, oraya girenler açısından

mukayese etmiştir. Dolayısıyla yerlerin yazıldığı kimseler açısından

"bedâ" gerçekleştiği sonucu çıkıyor. Bununla ayetin zahirinden

anlaşıldığı şekliyle "yazılma oraya girenlerle ilgilidir." anlamı

arasında bir çelişki yoktur. Olay şudur:

 

Kırk yıl boyunca oradan yoksun bırakılıyorlar, sonra yeniden



orası kendilerine bahşediliyor. Çünkü ayette hitap, anlam itibariyle

İsrail toplumuna yöneliktir. Bu açıdan, kendilerine "giriş" yazılanlarla

bizzat girenler birdir. Onlar bir ümmettiler ve Allah kutsal top-

------


1- [Tefsir-ul Ayyâşî, c.1, s.304, h:69 ve 71]

 

500 .................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

raklara girmeyi bu ümmete yazmıştı. Sonra oraya girişleri bir süre



yasaklandı, ardından tekrar onlara söz konusu yerlere girmeyi

bahşetti. Kişiler açısından bir başlangıç söz konusu olsa da, genelde

böyle bir şeyden söz edilemez.

 

el-Kâfi adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle



Abdurrahman b. Yezid'den, o daİmam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle

rivayet eder: Resu-lullah (s.a.a) efendimiz buyurdu ki: "Davut Peygamber

(a.s) cumartesi günü ansızın öldü. Kuşlar kanatlarıyla cenazesinin

üzerine gölge yaptılar. Musa İsrailoğullarının çölde şaşkın

şaşkın dolaştıkları sırada öldü. Biri gökten şöyle bağırdı: Musa

öldü! Hangi nefis ölmeyecek ki?!" [Füru-u Kâfi, c.6, s.111-112, h:4]

 


Yüklə 7,94 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   31   32   33   34   35   36   37   38   ...   48




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin