Mâide Sûresi 20-26 ............................................................
20- Hani bir zaman Musa, kavmine demişti ki: "Ey kavmim! Allah'ın
size olan nimetini hatırlayın; zira O, içinizden peygamberler
çıkardı, sizi krallar (bağımsız) yaptı ve âlemlerde (sizden önceki
dönemlerde) hiç kimseye vermediğini size verdi.
21- Ey kavmim! Allah'ın size (vatan olarak) yazdığı kutsal toprağa
girin ve arkanıza dönmeyin, yoksa hüsrana uğrarsınız."
22- Onlar dediler ki: "Ey Musa! Orada zorba bir millet var. Onlar
oradan çıkmadıkça, biz oraya girmeyiz. Eğer oradan çıkarlarsa, o
zaman oraya gireriz."
23- (Allah'tan) korkanların içinden, Allah'ın kendilerine nimet
Mâide Sûresi 20-26 .................................................... 483
verdiği iki adam dedi ki: "Onların üzerine kapıdan (sınır şehirden)
girin. Eğer oradan girerseniz, muhakkak ki siz galip gelirsiniz. Haydi
eğer müminler iseniz, ancak Allah'a dayanın."
24- Dediler ki: "Ey Musa! Onlar orada olduğu sürece, biz oraya
asla girmeyiz. O hâlde sen ve Rabbin gidin, savaşın; biz burada oturacağız."
25- Musa, "Rabbim! Ben kendimden başkasına malik değilim;
kardeşim de (öyle). O hâlde bizimle, o yoldan çıkmış toplumun arasını
ayır." dedi.
26- Allah buyurdu ki: "Öyleyse orası onlara kırk yıl yasaklandı;
yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklar. Artık sen yoldan çıkmış o
toplum için üzülme."
AYETLERIN AÇIKLAMASI
Bu ayetler grubu, önceki ayetlerden tamamen ayrı, bağımsız
değildirler. Çünkü burada İsrailoğullarının kendilerinden alınan
sözlerden birini çiğnemelerinden söz ediliyor. Ki daha önce, Musa'yı
dinleyip itaat edeceklerine söz vermişlerdi. Ama burada görülüyor
ki, Hz. Musa (a.s) onlara bir çağrıda bulununca, bunu gayet
açık bir dille reddedip ona cephe almışlar. Sonra bu günahlarının
bir cezası olarak yeryüzünde şaşkın dolaşma musibetine duçar oluyorlar.
Hiç kuşkusuz bu, ilâhî bir azaptır.
Bazı rivayetlerden anlaşıldığı kadarıyla bu ayetler, hicretin ilk
dönemlerinde, Bedir Savaşından önce inmişlerdir. Inşallah, bundan
sonraki rivayetler bölümünde bunun üzerinde de duracağız.
"Hani bir zaman Musa, kavmine demişti ki: Ey kavmim! Allah'ın size
olan nimetini hatırlayın..." Hz. Musa'nın kıssalarını içeren ayetlerden
anlaşıldığı kadarıyla, bu kıssa -Hz. Musa'nın Isra-iloğullarını
kutsal topraklara girmeye ilişkin çağrısı- İsrailoğullarının Mısır'dan
çıkışlarından sonra yaşanmıştır. Ayette geçen "sizi krallar yaptı."
ifadesi de bunu gösterir.
484 ................................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
"âlemlerde hiç kimseye vermedigini size verdi." ifadesi de,
bundan önce üzerlerine bazı olağanüstü ayetlerin indiğini gösterir.
Kudret helvası, bıldırcın eti, taştan pınarların fışkırması ve bulutların
üzerlerinde gölge yapması gibi.
"yoldan çıkmış toplum" ifadesinin iki kere tekrarlanmış olması
gösteriyor ki, İsrailoğulları bu kıssanın yaşanmasından önce peş
peşe birkaç kez elçiye karşı çıkmış, ona baş kaldırmışlardı. Öyle ki,
sonunda fasıklar=yoldan çıkmışlar niteliğini hakketmiş oldular.
Bu somut karineler gösteriyor ki söz konusu kıssa, yani
yeryüzünde şaşkınca dolaşmaları, Hz. Musa'nın (a.s) peygamber
olarak gönderilip aralarında kaldığı dönemin son diliminde
yaşanmıştır. Yine şunu anlıyoruz ki: Kur'ân'da onlarla ilgili olarak
anlatılan kıssaların büyük kısmı bundan önce meydana gelmiştir.
Buna göre Hz. Musa'nın, "Allah'ın size olan nimetini hatırlayın."
şeklindeki sözü, Allah'ın onlara verdiği ve bahşettiği bütün
nimetlere yönelik bir işarettir. Hz. Musa'nın söze böyle bir girişle
başlaması, biraz sonra, kutsal topraklara girmelerine ilişkin çağrısına
yönelik bir teşvik niteliğindedir. Önce onlara Rablerinin nimetlerini
hatırlatıyor ki, nimetin artmasına ve tamamlanmasına yönelik
olarak daha büyük bir çaba içine girsinler. Çünkü Allah, Musa'yı
elçi olarak kendilerine göndermekle büyük bir nimet bahşetmiş
oluyor. Onları dinine yöneltmiş olması, Firavun hanedanının zulmünden
kurtarması, Tevrat'ı indirmesi, şeriatı bir hukuk sistemi
olarak hükme bağlaması büyük bir nimettir. Artık bu nimetlerin
tamamlanması için yalnızca kutsal topraklara girmeleri gerekiyor.
Oraya girdiklerinde bağımsız ve egemen bir ulus olarak onurlu bir
hayat sürdürme imkânına kavuşacaklar.
Yüce Allah, İsrailoğullarına hatırlattığı nimetleri
ayrıntılandırırken bunları üç kısma ayırıyor. Önce şuna dikkatlerini
çekiyor: "zira O, içinizden peygamberler çıkardı." Bununla, soylarının
kökeni konumundaki peygamberler olan Hz. İbrahim, Ishak
ve Yakup ile onlardan sonra gelen peygamberler kastediliyor. Ya
da özel olarak İsrailoğullarına gönderilen Yûsuf, esbat [torunlar,
Mâide Sûresi 20-26 ..................................................... 485
Yakup soyundan gelen peygamberler veya İsrailoğulları boyları],
Musa ve Harun gibi peygamberler kast-ediliyor. Hiç kuşkusuz peygamberlik
başlı başına bir nimettir.
Sonra şöyle buyuruyor: "sizi krallar yaptı." Yani bağımsızlığa
kavuşmanızı, Firavunların köleci düzenlerinden ve zorbaların tahakkümünden
kurtulmanızı sağladı. Canı, ailesi ve malı üzerinde
tek başına egemen olabilen bir kimse için krallık söz konusu olabilir
ancak. İsrailoğulları Hz. Musa zamanında, temel bir sosyoloji
yasaya göre hareket ediyorlardı. Yasaların en güzeli olan tevhit
esaslı yasadan söz ediyoruz. Bu yasa Allah'a ve Resulüne itaat
etmelerini, sosyal yaşamlarında eksiksiz adaleti egemen kılmalarını,
diğer topluluklara yönelik haksız saldırılarda bulunmamalarını,
bunun yanında birbirlerine karşı komplolar içine girmemelerini,
bir olan toplumlarını farklı sınıflara ayırmamalarını öngörüyordu.
Aksi takdirde toplumsal düzen bozulurdu. Baş-larında da bir peygamber
olan Musa (a.s) vardı. O da kral veya aşiret reisi gibi üzerlerinde
haksız, tepeden bakmacı zorba bir egemenlik kurmamıştı.
Bir görüşe göre, onların krallar yapılmasından maksat, yüce Allah'ın
içlerinden krallar çıkarmaya yönelik takdiridir. Bu da Talut'u,
Davud'u ve diğer kralları kapsayan bir süreçtir. Bu durumda, ifade
onlara krallık bahşedeceğine ilişkin bir vaat niteliğinde olur. Yani
gaybî bir haber sunuluyor. Çünkü İsrailoğullarının krallığı Hz. Musa'dan
bir zaman sonra kuruluyor. Gerçi böyle bir yorumun sakıncası
yoktur; ama bu, "sizi krallar yaptı." ifadesinin vurgusuyla
örtüşmüyor. Öyle ya, "içinizden peygamberler çıkardı." denildiği
gibi, "içinizden krallar çıkardı." denilmiyor.
Krallıkla, doğrudan egemenliğin bir grubun elinde olması da
kastedilmiş olabilir. Bu, ak sakallı insanların bir topluluğu doğal
olarak yönetmeleri yasasını da kapsar. Bu bakımdan Hz. Musa
(a.s), ondan sonra Yuşa peygamber (a.s) birer kral sayılırlar. Hz.
Yûsuf (a.s) daha önce zaten kraldı. Nihayet bu, tanınan Talut,
Davud ve Süleyman gibi krallara kadar devam edip gider. Önceki
değerlendirme için işaret ettiğimiz sakınca bunun için de geçerli-
486 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
dir.
Sonra şöyle buyuruyor: "âlemlerde (sizden önceki dönemlerde)
hiç kimseye vermedigini size verdi." Burada apaçık ayetler
desteğindeki ilâhî yardımlara ve lütuflara işaret ediliyor. Şayet dediklerinde
dursalar ve verdikleri sözleri tutsalar, hayatlarında olumlu
yönde büyük bir değişim meydana gelecektir. Bunlar, Mısır'-
da bulundukları günlerde kendilerini çepeçevre kuşatan apaçık
mucizelerdir. Ardından yüce Allah, onları Firavun'dan ve soydaşlarından
kurtarmıştı. Hz. Musa (a.s) zamanında, İsrailoğullarına o
denli yoğun mucizeler, apaçık belgeler gösterilmiş ve nimetler
bahşedilmişti ki, o güne kadar hiçbir topluma böylesi bir onur
bahşedilmemişti; bu yoğunlukta mucizeler ve nimetler vermişti.
Bu bakımdan bazılarının, "Ayette geçen 'âlemler'den maksat,
Isra-iloğullarının çağdaşları olan topluluklardır." şeklindeki yorumlarının
yanlışlığı ortaya çıkıyor. Çünkü ayet, o güne kadar gelen
herhangi bir topluluğun İsrailoğullarına bahşedilen türden nimetlere
nail oluşunu olumsuzluyor, ki öyledir de.
"Ey kavmim! Allah'ın size yazdığı kutsal toprağa girin ve arkanıza
dönmeyin, yoksa hüsrana uğrarsınız." Kutsal topraklara girmeleri
emrediliyor. ifadenin vurgusundan Hz. Musa'nın, on-ların serkeşlik
yapacaklarını, emri yerine getirmeye yanaşmayacaklarını beklediği
anlaşılıyor. Bu yüzden Hz. Musa, emrini bir de geri dönmeme
yasağıyla pekiştirme gereğini duyuyor. Bunun akabinde kaçınılmaz
bir hüsranın olacağını vurguluyor. Hz. Musa'nın (a.s) onlardan
olumsuz bir tepki beklediğinin kanıtı, emri reddetmelerinden sonra
on-ları "fasıklar" diye nitelendirmiş olmasıdır. Çünkü bir emre
olumsuz tepki göstermek, fısk ve yoldan çıkmadır. Dolayısıyla bir
kereyle "fasıklar" diye nitelenmeleri doğru olmaz. Bu da gösteriyor
ki, öteden beri bu tür tavırları yineliyorlardı.
Ayette sözü edilen yer, "kutsal" olarak nitelendiriliyor. Müfessirler
bu kelimeyi peygamberlerin ve müminlerin orada ikamet ediyor
olmasından dolayı "şirkten arınmış" olarak açıklamışlar.
Kur'ân'da bu kelimeyi açıklayıcı mahiyette bir ifade yer almıyor.
Mâide Sûresi 20-26 ....................................................... 487
Yalnızca bu çerçevede yararlanılacak, yakın bir anlam içeren şöyle
bir ifade var: "Çevresini bereketli kıldıgımız Mescid-i Aksa." (İsrâ,
1) Bu konuda yararlanılacak bir diğer ifade de şudur: "Hor görülüp
ezilmekte olan milleti de içini bereketlerle donattıgımız yerin,
dogularına ve batılarına mirasçı kıldık." (A'râf, 137) Bereketli olma
niteliği, yer açısından bol hayrı ve iyiliği barındırma anlamını ifade
eder. Dinin egemen kılınıp şirk pisliğinin giderilmesi de bol bir hayırdır.
"Allah'ın size yazdıgı..." ifadesine gelince; ayetlerin akışından,
yurt olarak oraya yerleşmelerine hükmedildiğine işaret edildiği anlaşılıyor.
Daha sonra, "Öyleyse orası onlara kırk yıl yasaklandı."
şeklindeki ifadeyle bunun arasında bir çelişki yoktur. Tam tersine,
onu pekiştirdiği bile söylenebilir. Çünkü, "Allah'ın size yazdıgı..."
ifadesi mücmeldir, zaman ve hatta şahıslar belirtilmemiştir. Çünkü,
bireylerin ve şahısların durumuna işaret etmeksizin bir ümmete
hitap edilmiştir. Nitekim söylendiğine göre, bu hitaba muhatap
olan, yükümlülüğü üstlenen kuşak çölde şaşkın dolaştıkları sırada,
geride bir kişi kalmayacak şekilde ölmüştü. Kutsal topraklara
Yuşa b. Nun önderliğinde oğulları ve oğullarının oğulları girmişlerdi.
Kısacası, "orası onlara kırk yıl yasaklandı." ifadesi, kutsal toprakların
bundan sonra onlara yazıldığına yönelik işaretler içermiyor
değildir.
Kutsal toprakların yurt olarak onlara bahşedilmesine ilişkin ilâhî
öngörüye şu ayette de işaret edilmiştir: "Biz de istiyorduk ki o
yerde ezilenlere lütfedelim, onları önderler yapalım, onları mirasçı
kılalım ve onları o yerde iktidara getirelim." (Kasas, 6) Hz.
Musa (a.s) onlar için bunu diliyordu; ama bu arada Allah'tan yardım
dilemelerini ve sabırlı olmalarını şart koşuyordu: "Musa kavmine,
'Allah'tan yardım isteyin, sabredin! Yeryüzü Allah'ındır, onu
kullarından diledigine verir. Sonuç, korunanlarındır' dedi. Onlar,
'Ey Musa, sen bize gelmezden önce de, sen bize geldikten sonra
da bize işkence edildi' dediler. Musa dedi: Umulur ki, Rabbiniz
düşmanınızı yok eder ve onların yerine sizi yeryüzüne hakim kılar
488 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
da nasıl hareket edeceginize bakar." (A'râf, 128-129)
Yüce Allah, aşağıdaki ayette bu vaadin gerçekleştiğini haber
veriyor: "Hor görülüp ezilmekte olan milleti de içini bereketlerle
donattıgımız yerin, dogularına ve batılarına mirasçı kıldık.
Rabbinin Isra-ilogullarına verdigi güzel söz, sabretmeleri yüzünden
tam yerine gel-di." (A'râf, 137) Bu ayet gösteriyor ki, kutsal toprakları
işgal edip yurt edinmeleri, ilâhî bir söz, hükme bağlanmış
bir yazı, kararlaştırılmış bir yargıdır. Bunun gerçekleşmesi için öngörülen
tek şart, sabırla itaat etmek, isyan etmekten kaçınmak ve
acı olaylar karşısında direnmektir.
Sabır kavramını genel tuttuk; çünkü ayette mutlak olarak kullanıl-
mıştır ve çünkü Hz. Musa (a.s) zamanında peş peşe meşakkatli
olaylara maruz kalmışlardı, bunun yanı sıra ilâhî emir ve yasaklara
da muhatap oluyorlardı. Günah işleme hususunda ısrar ettikçe,
kendilerine ağır yükümlülükler indirilmiştir. Nitekim
Kur'ân'da onlarla ilgili olarak anlatılan haberler de bunu göstermektedir.
Kutsal toprakların İsrailoğullarına yazılmasının Kur'ân bütünü
içinde ifade ettiği anlam budur. Bununla beraber, ayetlerde bu
öngörümün zamanı ve süresi açıkça zikredilmemiştir. Şu kadarı
var ki, Isrâ suresinde yer alan ilgili ayetlerin sonunda yer alan şu
ifade bu konuda bir fikir vermektedir: "Ama siz dönerseniz, biz de
döneriz. Cehennemi, kâfirler için kuşatıcı yapmışızdır." (Isrâ, 8)
Aynı şekilde, A'râf suresindeki ilgili ayetin sonunda Hz. Musa'dan
aktarılan şu ifadeler de bir ipucu niteliğindedir: "Umulur ki,
Rabbiniz düşmanınızı yok eder ve onların yerine sizi yeryüzüne
hakim kılar da nasıl hareket edeceginize bakar." (A'râf, 129)
Şu ayet de konuya ışık tutucu niteliktedir: "Musa kavmine
demişti ki: Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın... Ve Rabbiniz
size şöyle bildirmişti: Andolsun şükrederseniz elbette size daha
fazla veririm ve eger nankörlük ederseniz azabım pek çetindir."
(İbrâhim, 6-7) Bunun gibi daha birçok ayet gösteriyor ki söz konusu
öngörü, bir şarta bağlıdır; değişmez, yürürlükten kaldırılmaz mut-
Mâide Sûresi 20-26 ....................................................... 489
lak bir hüküm değildir.
Bazı müfessirlere göre, Hz. Musa'nın ayette aktarılan "Allah'ın
size yazdıgı..." ifadesinden maksat, Allah'ın Hz. İbrahim'e (a.s) yönelik
vaadidir. Sonra bu müfessirler, Tevrat'tan aktardıkları1 pasajlarla
yüce Allah'ın Hz. İbrahim'e, Ishak'a ve Yakub'a yeryüzünü nesillerine
vereceğini vaat ettiğini kanıtlamaya çalışırlar ve konuyu
alabildiğine uzatırlar.2
Kitabımızın akışı içinde bu aktarma pasajların orijinal Tevrat'-
tan mı, yoksa tahrif edilen kısımlardan mı olduğunu tartışacak
değiliz ve bu bizi ilgilendirmez de. Çünkü Kur'ân Tevrat'la tefsir
edilmez.
"Onlar dediler ki: Ey Musa! Orada zorba bir millet var. Onlar oradan
çıkmadıkça, biz oraya girmeyiz. Eğer oradan çıkarlarsa, o zaman oraya
gireriz." Ragıp el-Isfahanî der ki: "Cebr" sözcüğünün etimolojik anlamı,
bir şeyi bir tür zorlamayla onarmak ve ıslah etmek demektir.
Araplar derler ki: Cebertuhu fe'nce-bere ve ictebere [zorla onu düzelttim,
o da düzeldi]... Bazen "cebr" sözcüğü, salt düzeltme anlamında
kullanılır. Hz. Ali'nin şu sözünde olduğu gibi: "Ey her kırığın
düzelticisi (Cabir) ve ey her zorluğun kolaylaştırıcısı!" Arapların
ekmek anlamında kullandıkları "Cabir b. Hab-be" (Buğday tanesi-
-----
1- Örneğin "Tekvin Kitabı"nda şöyle deniyor: "İbrahim Kenanlıların topraklarından geçerken Rab ona göründü ve ona dedi ki: Bu memleketi senin
zürriyetine vereceğim." (Bap 12 : 7)
Yine aynı kitapta şöyle deniyor: "O gün Rab, Abram'la [İbrahim'le] ahdedip
dedi: Mısır ırmağından büyük ırmağa, Fırat ırmağına kadar, bu diyarı... senin
zürriyetine verdim." (Bap 15 : 18)
"Tesniye Kitabı"nda şu ifadelere yer verilir: "Allahımız Rab, Horebde bize
söyliyip dedi: Bu dağda oturmanız yeter; dönün ve göç edin, ve Amarîlerin
dağlığına, ve ona yakın olan Arabada, dağlıkta, ve Şefalada ve Cenupta, ve deniz
kenarında bütün yerlere, büyük ırmağa, Fırat ırmağına kadar Kenânlılar diyarına,
ve Libnana girin. Işte, diyarı önünüze koydum; girin, ve Rabbin atalarınıza,
İbrahime, Ishaka ve Yakuba kendilerine ve kendilerinden sonra onların zürriyetine
vermek için and ettiği diyarı kendinize mülk edinin." (Bap 1 : 6-8)
2- [el-Menar tefsiri, c.6, s.326-327.]
490 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
nin oğlu olan düzeltici) deyim de buna ilişkin bir örnektir. Bazen de
salt baskı, zorlama anlamında kullanılır. Hz. Ali'nin (a.s) şu sözü
buna örnektir: "Ne zorlama var, ne de tam özgürlük..."
"İcbar" kelimesi, etimolojik yapısı itibariyle bir başkasını diğer
birini düzeltmeye yöneltmek anlamını ifade eder. Ne var ki, bu ifade
salt zorlama anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Bu yüzden
biri, "Ecber-tuhu ala keza" dediğinde, bu "onu zorladım" demektir...
Bir insanı nitelemek anlamında "cabbar" niteliği kullanıldığı
zaman, denmek isteniyor ki bu insan, hakketmediği bir üstünlük
iddiasında bulunmak suretiyle bir eksikliği gideriyor. Dolayısıyla bu
nitelik sadece yergi anlamında kullanılır. Buna şu ayetleri örnek
gösterebiliriz: "Ve her inatçı zorba perişan oldu." [Ibrâhim, 15], "Beni
baş kaldıran bir zorba yapmadı." [Meryam, 32], "Orada zorba bir
millet var." [Mâide, 22]
Bir şeyin akranlarına, hem cinslerine baskın çıkması, üstün
olmasıyla düşünülebilir olduğundan Araplar, "Nahletun
cebbaretun" (iri hurma ağacı) ve "nâketun cebbaretun" (kocaman
deve) derler." Ragıp'tan ihtiyaç duyduğumuz kadarıyla yaptığımız
alıntı burada son buldu. Bundan da anlaşılıyor ki, "zorbalar"
(cebbarin)dan maksat, halkı kendi isteklerine göre hareket etmeye
zorlayan güç ve iktidar sahipleridir.
"Onlar oradan çıkmadıkça, biz oraya girmeyiz." Bu ifade, kutsal
yerlere girmek için orada yaşayan zorba kavmin çıkmasını şart
koştuklarını gösteriyor. Ancak gerçekte, ikinci kez, "Eger çıkarlarsa,
o zaman oraya gireriz." demiş olsalar bile, Hz. Musa'nın emrini
reddetmek anlamındadır bu ifade.
Bazı rivayetlerde, o dönemde kutsal topraklarda yaşayan zorba
Amaliklerin nitelikleri, bedenlerinin iriliği ve boylarının uzunluğu
ile ilgili akıl almaz açıklamalara yer verilmiştir ki, aklıselimin bu
tür abartmaları onaylaması mümkün değildir. Öte yandan arkeolojik
kazılarda ve insan fizyolojisi alanında yapılan araştırmalarda
bunu destekleyecek herhangi bir bulguya rastlanmamıştır. Dolayısıyla
bu tür rivayetler, zihin bulandırıcı, asılsız uydurmalardan baş-
Mâide Sûresi 20-26 ................................................... 491
ka bir şey değildir.
"(Allah'tan) korkanların içinden, Allah'ın kendilerine nimet verdiği
iki adam dedi ki..." Ayetin akışından anlaşıldığı kadarıyla, burada Allah
korkusu kastediliyor. Bu da gösteriyor ki, bazı adamlar Allah'ın
ve peygamberinin emrine karşı çıkmaktan korkuyorlardı ve ayetteki
sözleri söyleyen bu iki adam da onlar arasında yer alıyorlardı.
Aynı zamanda bu iki adam, Allah'tan korkanlardan farklı olarak
"Allah'ın nimet verdigi" kimseler olarak nitelendiriliyorlar. Tefsirimizin
bundan önceki birçok bölümünde, "nimet" kavramının,
Kur'ân literatüründe mutlak kullanılması durumunda "ilâhî velayet"
anlamını ifade ettiğini belirtmiştik. Dolayısıyla bu iki adam Allah'ın
velileriydiler. Bu da, ayette geçen "korku" ile "Allah korkusu"
nun kastedildiğine ilişkin somut bir karinedir. Çünkü Allah'ın
velileri O'ndan başkasından korkmazlar: "Iyi bil ki, Allah'ın velilerine
korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir." (Yûnus, 62)
Ayette geçen "en'ame" fiilinin, ilintili olduğu mahzuf şeyin yani,
"nimet olarak verilen şeyin" "korku" olması mümkündür. Bu
durumda, yüce Allah'ın onlara korkusunu bahşettiği kastedilmiş
olur ve "yehafû-ne=korkanlar" fiilinin mef'ulunun hazfedilmiş olması,
"Allah'ın nimet verdigi iki adam" ifadesinin yeterli açıklığa
sahip olmasından dolayı olur. Çünkü korkularının, zorba kavimden
kaynaklanmadığı bilinmektedir. Öyle olsaydı, "Onların üzerine kapıdan
girin." diye İsrailoğullarını kutsal topraklara girmeye
çağırmazlardı.
Bazı müfessirler demişlerdir ki, "yehafûne=korkanlar" ifadesindeki
çoğul zamiri İsrailoğullarına dönüktür. Mevsule dönük zamirse
hazfedilmiştir. Dolayısıyla kastedilen anlam şudur:
"İsrailoğullarının kendilerinden korktukları ve Allah'ın kendilerine
Islâm'ı bahşettiği iki adam dediler ki..." İbn-i Cübeyr'in bu kelimeyi
"yuhafune" [edilgen fiil=kendilerinden korkulan] şeklinde okuduğuna
ilişkin rivayet de bu yorumu destekler mahiyettedir. Deniliyor
ki: Bu iki adam Amalik Oğullarına mensuptu. Hz. Musa'ya iman
etmiş, İsrailoğullarına katılmış-lardı. İsrailoğullarına bu sözleri söy-
492 ..........................................El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
leyerek onlara, Amalik Oğullarını nasıl yenilgiye uğratacaklarını,
yurtlarını ve topraklarını nasıl istila edeceklerini göstermek istemişlerdi.
Söz konusu müfessirler, ayetlerin tefsiri ile ilgili olarak aktarılan
bazı rivayetlere dayanarak bu tür bir açıklamada bulunmuşlardır.
Fakat bu tür rivayetler, Kur'ân veya başka güvenilir bir kaynak
tarafından desteklenmeyen tek kanallı haberlerdir.
"Onların üzerine kapıdan girin." Büyük bir ihtimalle, bununla
söz konusu zorba kavmin İsrailoğullarına en yakın olan şehirleri
kastedilmiştir. Söylendiğine göre, bu şehir Urayha'ydı. Sınır kentlerine
"ülkenin kapısı" demek yaygın bir kullanımdır. Bununla
"şehrin kapısı" kastedilmesi de muhtemeldir.
"Eger oradan girerseniz, muhakkak ki siz galip gelirsiniz." Allah'ın
nimet verdiği iki adam onlara fetih ve düşman karşısında
galip gelme vaadinde bulunuyorlar. Söz konusu iki adamın bu kadar
kesin konuşmaları, Hz. Musa'nın "Allah'ın kutsal toprakları
kendilerine yazdığı"na ilişkin açıklamasından ileri geliyor. Onlar
Hz. Musa'nın verdiği haberlerin kesin doğru olduğuna inanıyorlardı
ya da ilâhî velayet nuru sayesinde böyle bir öngörüde bulunuyorlardı.
Nitekim Ehlisünnet ve Şia müfessirlerinin büyük bir kısmı, bu
iki adamın Yuşa b. Nun ve Ka-leb b. Yefunne olduklarını söylemişlerdir
ki, bu ikisi İsrailoğulları arasından seçilen on iki nakib, yani
temsilcidendirler.
Sonra bu iki adam İsrailoğullarını Allah'a güvenip dayanmaya
çağırıyorlar: "Haydi eger müminler iseniz, ancak Allah'a dayanın."
Allah, kendisine güvenip dayananlara yeter. Bu ifade aynı zamanda,
onlara moral aşılama ve yüreklendirme amacına yöneliktir.
"Dediler ki: Ey Musa! Onlar orada olduğu sürece, biz oraya asla
girmeyiz..." "Oraya girmeyiz" sözünü bir kez daha tekrarlıyorlar.
Bununla Hz. Musa'yı (a.s) ısrarlı davetlerinden, çağrı üstüne çağrı
yapmaktan vazgeçirmeyi, davetlerinin bir yarar sağlamayacağını
düşünmesini amaçlıyorlar.
Bu ifade, birçok açıdan Hz. Musa'nın konumunu küçümsedik-
Mâide Sûresi 20-26 ....................................................... 493
lerini, kendilerine hatırlattığı Rablerinin emirlerini ve vaadini ciddiye
almadıklarını yansıtmaktadır. Bir kere, söze girişleri ilginçtir.
Öncelikle, Hz. Musa'nın çağrısına uymaya davet eden iki adamı
muhatap almaya tenezzül etmiyorlar. Sonra açıklamayı kısaca
kestirip atıyorlar. Oysa bunun öncesinde uzun açıklamalarda bulunup
nedenleri ve özellikleri ileri sürmüşlerdi. Karşılıklı atışma ve
cevap verme ortamlarından biri, başlangıçta uzun tuttuğu açıklamalarını
kısaca geçiştiriyorsa bu, konuşmanın sıkıcı olmaya başladığını,
muhatabın karşı tarafın sözlerini dinlemeyi istemediğini
gösterir.
Sonra İsrailoğulları, ikinci kez tekrarladıkları "biz oraya girmeyiz."
sözlerini, "asla" vurgusuyla pekiştiriyorlar. Ardından, cehaletleri
bundan daha büyük, daha küstahça bir söz sarf etmelerine
neden oluyor. Çağrıyı kesin olarak reddettikten sonra şunu
söylüyorlar: "O hâlde sen ve Rabbin gidin, savaşın; biz burada oturacagız."
Bu ifade, onların putperestler gibi Allah'ı insanlara benzetenmü-
şebbihe olduklarının açık bir kanıtıdır. Öyledirler de. Çünkü yüce
Allah, onların bu anlayışının bir ifadesi olarak şöyle dediklerini
açıklamaktadır: "İsrailogullarını denizden geçirdik, kendilerine
mahsus birtakım putlara tapan bir kavme rastladılar: Ey Musa,
dediler, bak bunların nasıl tanrıları var, bize de öyle bir tanrı yap!
Musa dedi: Siz gerçekten cahil bir toplumsunuz." (A'râf, 138) Bugün
ellerinde bulunan kutsal kitaplarının da tanıklığıyla hâlâ tanrıyı
somutlaştırıcı, insana benzetici anlayışlarını sürdürmektedirler.
"Musa: Rabbim! Ben kendimden başkasına malik değilim; kardeşim
de öyle. O hâlde bizimle, o yoldan çıkmış toplumun arasını ayır."
Ayetin akışı gösteriyor ki, "Ben kendimden ve kardeşimden başkasına
malik degilim." ifadesi, kendisinden ve kardeşinden başkasını,
sunduğu davete yöneltme gücünden yoksun olduğun-dan
kinayedir. Çünkü o, kendisini yaptığı çağrıya yürütmeye yöneltme
gücüne sahipti. Kardeşi Harun'u da buna yöneltebilirdi. Harun Allah
tarafından gönderilen bir peygamberdi. Musa yaşadığı sürece,
494 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
onun halifesiydi. Bu yüzden Allah'ın emrine karşı çıkmazdı. Ya da
demek istiyordu ki, kendisi ancak kendi nefsine ve kardeşi de ancak
kendi nefsine hükmedebiliyordu.
Bu ifadeden maksat, mutlak olarak tüm yapabilirliği olumsuzla-
mak değildir. Çünkü, her şeyden önce Hz. Musa bazı insanları
iman etmek suretiyle yapılan çağrıya olumlu karşılık vermeye yöneltmişti.
Kaldı ki, ayetin akışı açık biçimde gösteriyor ki, Allah'tan
korkanlardan iki adam ve başkaları ona iman etmiş, çağrısına olumlu
karşılık vermişlerdi. Bunları, malik olduğu kimseler arasında
saymamış olsa bile, durum değişmez. Çünkü emirlerine karşı çıkmayacakları
açık olan kendi ailesini ve kardeşinin ailesini de zikretmemiştir.
Bunun nedeni, ortamın ancak bu tür bir ifadeye elverişli olmasıdır.
Çünkü Hz. Musa (a.s) onları, insan fıtratının öngördüğü meşru
bir işe davet ediyordu. Tebliğ görevini eksiksiz yerine getirmiş, her
türlü bahaneyi boşa çıkarmıştı. Ama İsrail toplumu onun çağrısını
son derece iğrenç ve çirkin bir tavırla reddetti. Işte böyle bir atmosferde
ancak şunu söyleyebilirdi: Ya Rabbi! Ben mesajını tebliğ
ettim, bahaneleri boşa çıkardım. Ben senin emrini yerine getirmede
ancak kendi nefsime hük-medebilirim. Kardeşim de öyle. Biz
yükümlülüğümüzün gereğini yerine getirdik. Fakat halk, bizi çok
sert bir tutumla reddetti. Şu anda onlardan ümidi kesmiş bulunuyoruz.
Yol kesilmiştir. Bu düğümü sen çöz; rubbiyetinle sen, onlara
yönelik nimetinin tamamlanmasına, yeryüzüne mirasçı kılınmalarına
ve orada halifelik-önderlik görevini yerine getirmelerine giden
yolu hazırla. Hükmü sen ver. Bizimle şu fasık-lar topluluğunun arasını
ayır.
Bu ortam, onların öteden beri sürdürdükleri Hz. Musa'nın
emirlerine karşı çıkma geleneklerinden tamamen farklıdır. Bunu
derken, Allah'ı çıplak gözle görme isteklerini, buzağıya
tapmalarını, kentin kapısından girişlerini, "hıtta" deyişlerini vs.
kastediyoruz. Ancak bu son olay, İsrail toplumunun Hz. Musa'nın
emrine açıkça karşı çıkışının en somut örneğidir. En ufak bir
yumuşaklık ve uzlaşma belirtisi göstermiyorlar. Eğer Hz. Musa
Mâide Sûresi 20-26 ..................................................... 495
laşma belirtisi göstermiyorlar. Eğer Hz. Musa (a.s) onları bu hâlde
bıraksa ve emrine karşı takındıkları tavrı görmemezlikten gelse,
bütün davası temelden çürümüş olurdu. Bundan sonra hiçbir emrini
ve yasağını dinlemezlerdi. Aralarında tesis ettiği toplumsal birliğin
dayanakları tuz buz olurdu.
Bu açıklamayla sırasıyla şu hususlar açığa çıkıyor:
1- Böyle bir atmosfer, Hz. Musa'nın kendisinin ve kardeşinin
durumunu Allah'a arz etmesini gerektiriyordu. Onlar Allah tarafından
tebliğle görevlendirilmişlerdi. Kendilerine karşı çıkmamış olsalar
bile, diğer müminlerin durumlarını arz etmelerine gerek yoktu.
Çünkü dinin tebliği ve daveti bazında diğer müminlerin bir fonksiyonu
yoktu. Ortam, hükmü tebliğ edenin durumunu arz etmeyi gerektiriyordu;
hükmü benimseyenin, olumlu tepki gösterenin değil.
2- Gelinen nokta, Hz. Musa'nın (a.s) Rabbine şikayette bulunmasını
gerektiriyordu. Bu, aslında ilâhî emir ve yasakları uygulama
hususunda Allah'tan yardım istemekti.
3- "Kardeşim" anlamına gelen "ahî" kelimesi, "ben" demek olan
"innî" kelimesinin sonundaki "ya" harfine matuftur. Dolayısıyla
ifadenin anlamı şudur: "Kardeşim de benim gibi sadece kendi nefsine
maliktir." Yoksa "ahî" kelimesi "nefsî" kelimesine matuf değildir.
Gerçi her iki durumda da elde edilen anlam doğrudur; fakat
"ahî" kelimesinin "nefsî" kelimesine matuf olması, ayetlerin akışıyla
oluşan anlam atmosferiyle örtüşmüyor. Çünkü gerek Musa, gerekse
Harun itaat ve emirlere uyma açısından nefislerine hükmedebiliyorlardı.
Ayrıca Hz. Musa (a.s) Hz. Harun'a da bu bakımdan
hükmetme gücüne sahipti. Harun, yaşadıkça Hz. Musa'nın halifesiydi.
Aynı zamanda her ikisi, Allah'ın elçilerini içtenlikle dinleyip
itaat eden samimi müminleri de yön-lendirecek konumdaydılar.
4- "O hâlde bizimle, o yoldan çıkmış toplumun arasını ayır."
Bu söz, üzerlerine azap indikten sonra kaçınılmaz olan ayırma veya
onları kavimlerinden çıkarmaları yahut ölmeleri suretiyle ayırmaya
ilişkin bir beddua değildir. Çünkü Hz. Musa (a.s) soydaşlarını,
Allah'ın kendilerini vaat ettiği nimetin tamamlanması ödülünü ka-
496 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
zanmak için gerekli olan adımları atmaya davet ediyordu. Bu ödüldü
ki, yüce Allah onunla İsrailoğullarına minnet ediyordu, kendilerini
kurtardığını ve yeryüzünde egemen kıldıklarını vurguluyordu:
"Biz de istiyorduk o yerde ezilenlere lütfedelim, onları önderler
yapalım, onları mirasçı kılalım." (Kasas, 5) Şu ayetten de anlaşıldığı
gibi, İsrailoğulları bu durumu Hz. Musa'dan (a.s) biliyorlardı: "Ey
Musa, sen bize gelmezden önce de, sen bize geldikten sonra da
bize işkence edildi." (A'râf, 129)
"Artık sen yoldan çıkmış o toplum için üzülme." ifadesi de
buna tanıklık etmektedir. Çünkü bu ifadeden anlaşılıyor ki Hz. Musa,
soydaşlarının üzerine ilâhî gazabın inmesinden endişe duyuyordu.
Dolayısıyla çölde şaşkın dolaşma cezasına çarptırılmış olmalarından
dolayı üzüntü duyması beklenen bir şeydi.
"Allah buyurdu ki: Öyleyse orası onlara kırk yıl yasaklandı; yeryüzünde
şaşkın şaşkın dolaşacaklar. Artık sen yoldan çıkmış o toplum için
üzülme." "Orası" ifadesindeki zamir "kutsal topraga" dönüktür. Yasaklamadan
maksat, tekvinî=varoluşsal yasaktır. Yani evrensel
takdir kapsamındadır. Ayetin orijinalinde geçen "yetîhûne" fiilinin
mastarı olan "el-tîhu" kelimesi şaşkınlık anlamına gelir. "el-Ard"
kelimesinin başındaki "el" takısı ise, muhatapların zihninde önceden
belirginleşen anlama göndermede bulunmaktadır. "fela te'se"
ifadesi Hz. Musa'nın soydaşlarının durumundan dolayı üzülmemesi
için yapılan bir uyarıdır. Böylece yüce Allah, Hz. Musa'nın dua
ederken soydaşları için kullandığı, "fasıklar=yoldan çıkmışlar" niteliğini
onaylamış oluyor.
Dolayısıyla kastedilen anlam şudur: Kutsal toprak, yani oraya
girmek ve orayı mülk edinmek onlara yasaklanmıştır. Yani, kırk yıl
boyunca oraya girmemelerine hükmettik. Bulundukları yerde şaşkın
şaşkın dolaşacaklar, ne uygar bir toplum olup bir yerleşim biriminde
ikamet edecekler, ne de Bedeviler gibi kabilevî bir hayat
yaşayacaklar. Böyle bir cezaya çarptırıldılar diye, yoldan çıkmış
toplum için üzülme. Çünkü onlar fasıktırlar, yoldan çıkmışlardır.
Suçlarının cezasını çektikleri zaman onlara üzülmek yakışmaz.
Mâide Sûresi 20-26 ................................................. 497
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, İbn-i Ebi Hatem Ebu Said el-Hudri'den
şöyle rivayet eder: Resulullah efendimiz (s.a.a) buyurdu ki:
"İsrailoğullarından bir kimsenin hizmetçisi, bineği ve karısı olsaydı,
o adam kral olarak yazılırdı."
Aynı eserde, Ebu Davud'un mürsel hadisleri topladığı "Merasil"
adlı kitabından naklen Zeyd b. Eslem'in "sizi krallar yaptı." ifadesiyle
ilgili olarak şöyle dediği rivayet edilir: Resulullah (s.a.a) buyurdu
ki: "Bundan maksat, eş, ev ve hizmetçi sahibi olmalarıdır."
Ben derim ki: Bu iki rivayetin dışında, aynı anlamı içeren başka
rivayetler de aktarılmıştır. Ne var ki, ayet akışı itibariyle bu tarz
bir yoruma elverişli değildir. Gerçi İsrailoğulları geleneğinde, bir evi,
bir karısı ve bir hizmetçisi olan herkese kral adının verilmesi veya
böylesini kral olarak yazmaları mümkün olabilir; ancak şurası
açıktır ki İsrail-oğullarının tümü, hizmetçilerine varıncaya kadar,
bu şekilde ev, eş ve hizmetçi sahibi değildiler. Dolayısıyla, bu niteliğe
sahip olanlar, içlerindeki bazı kimselerdi.
Kaldı ki bu hususta başka toplumlar ve kuşaklar da benzeri bir
konumdaydılar. Ev, eş ve hizmetçi sahibi olmak bütün toplumlarda
yaygın olan bir gelenektir, bu geleneği olmayan bir toplum
gösterilemez. Durum böyle olunca, İsrailoğullarına özgü bir uygulama
olmadığı ortaya çıkıyor. Yüce Allah'ın bunu kastederek, onları
krallar yaptığından söz edip minnet etmesi de mümkün değildir.
Oysa ayetin akışı, ilâhî minnetin somut örneklerini sergilemeye
yöneliktir.
Bu gerçek dikkatleri çekmiş olmalı ki, bazı rivayetlerde kimi
yorumlara gerek duyulmuştur. Örneğin Katabe'den şöyle rivayet
edilir: "İlk kez hizmetçi edinenler İsrailoğullarıdır." Ancak bu değerlendirme
tarihsel gerçeklerle bağdaşmıyor.
Şeyh Müfid, Emalî adlı eserinde kendi rivayet zinciriyle Ebu
Hamza'dan, o daİmam Bâkır'dan (a.s) şöyle rivayet eder: "Hz.
Musa (a.s) İsrailoğullarını kutsal topraklara getirdiğinde onlara
498 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
dedi ki: 'Allah'ın size yazdıgı kutsal topraga girin ve arkanıza
dönmeyin, yoksa hüsrana ugrarsınız.' Yüce Allah, kutsal toprakları
onlar için yazmış olmasına rağmen "Onlar dediler ki, 'Ey Musa!
Orada zorba bir kavim var. Onlar oradan çıkmadıkça, biz oraya
girmeyiz. Eger oradan çıkarlarsa, oraya gireriz.' (Allah'tan) korkanların
içinden, Allah'ın kendilerine nimet verdigi iki adam dedi
ki: 'Onların üzerine kapıdan girin. Eger oradan girerseniz, muhakkak
ki siz galip gelirsiniz. Haydi eger müminler iseniz, ancak
Allah'a dayanın.' Dediler ki: 'Ey Musa! Onlar orada oldugu sürece,
biz oraya asla girmeyiz. O hâlde sen ve Rabbin gidin, savaşın; biz
burada oturacagız. Musa, 'Rabbim! Ben kendimden başkasına
malik degilim; kardeşim de öyle. O hâlde bizimle o yoldan çıkmış
toplumun arasını ayır' dedi.' Kutsal topraklara girmekten kaçınınca,
Allah orayı onlara yasakladı. Bunun üzerine dört fersahlık bir
yerde kırk yıl boyunca şaşkın şaşkın dolaşıp durdular. Sen yoldan
çıkmış o toplum için üzülme."
İmam Cafer Sadık (a.s) dedi ki: "Akşam olunca içlerinden biri,
yolculuk var, diye seslenirdi. Bunun üzerine denklerini yükleyip
hayvanlara özel bir âhenk okuyarak ve onları dürtükleyerek telaşla
yola koyulurlardı. Şafak sökünceye kadar durmaksızın yürürlerdi.
Bu sırada yüce Allah yere bir yuvarlak şeklini almasını emrederdi.
Böylece sabah olunca, kendilerini akşam ayrıldıkları konaklama
yerlerinde buluverirlerdi ve yolu şaşırdınız, derlerdi. Kırk yıl boyunca
bu minval üzere orada bekleyip durdular. Üzerlerine kudret helvası
ve bıldırcın eti indiriliyordu. Yuşa b. Nun ve Kaleb b. Yufenna
ile bunların oğullarının dışındaki herkes öldü. Yaklaşık kırk fersahlık
alanda şaşkın bir hâlde do-laşıp dururlardı. Göç etmek istedikleri
zaman elbiseleri ve ayakkabıları kuruyarak taş kesilirlerdi."
İmam şunları da ekledi sözlerine: "Beraberlerinde bir taş vardı.
Taşı yere koyduklarında, Hz. Musa (a.s) asasıyla taşa vururdu ve
taştan on iki pınar fışkırırdı. Her kabileye bir pınar düşüyordu. Tekrar
yola çıktıklarında su taşa geri dönüyordu. Taşı hayvana yükleyip
yola çıkarlardı..."
Mâide Sûresi 20-26 ........................................................ 499
Ben derim ki: Buna yakın anlamlar içeren rivayetlerin sayısı
oldukça fazladır ve gerek Şiî, gerekse Sünnî kaynaklarda aktarılmıştır.
Hadisin akışı içinde, "İmam Cafer Sadık (a.s) dedi ki" diye
başlayan ifade başka bir rivayettir. Bu rivayetler çölde şaşkın şaşkın
dolaştıkları sırada İsrailoğullarının yaşadıkları çeşitli serüvenlere
işaret eden anlamlar içeriyor olmakla beraber, Allah'ın
kelâmında bunları destekleyen ifadeler bulunmamaktadır. Ama
aynı zamanda, Kur'ân'la çelişen anlamlar da içermemektedirler.
Hz. Musa zamanında İsrailoğullarının durumu, hayret uyandırıcıdır,
hayatlarının her alanında olağanüstü gelişmelere tanık oluyorlar.
Dolayısıyla yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşmalarının rivayetlerde
tasvir edildiği gibi olması için hiçbir sakınca yoktur.
Tefsir-ul Ayyâşî'de Mes'ade b. Sadaka'dan, o daİmam Cafer
Sa-dık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: "İmama, "Allah'ın size yazdıgı
kutsal topraga girin." ayetinin anlamı soruldu. Buyurdu ki: "Allah,
orayı on-lara yazdı, sonra sildi, sonra onların çocuklarına yazdı. Çocukları
oraya girdiler. "Allah diledigini siler, diledigini yerinde bırakır.
Ana kitap O'nun katındadır." [c.,1 s.904, h:72]
Ben derim ki: Bu anlamda bir hadis, İsmail Cu'fi aracılığıyla
İmam Cafer Sadık'tan Zürare, Hamran ve Muhammed b. Müslim
aracılığıyla daİmam Bâkır'dan rivayet edilmiştir.1 Bu rivayetteİmam
(a.s) kutsal toprakların yazılmasını, Hz. Musa'nın (a.s) "kutsal
toprağa girin" hitabına muhatap olanlarla, oraya girenler açısından
mukayese etmiştir. Dolayısıyla yerlerin yazıldığı kimseler açısından
"bedâ" gerçekleştiği sonucu çıkıyor. Bununla ayetin zahirinden
anlaşıldığı şekliyle "yazılma oraya girenlerle ilgilidir." anlamı
arasında bir çelişki yoktur. Olay şudur:
Kırk yıl boyunca oradan yoksun bırakılıyorlar, sonra yeniden
orası kendilerine bahşediliyor. Çünkü ayette hitap, anlam itibariyle
İsrail toplumuna yöneliktir. Bu açıdan, kendilerine "giriş" yazılanlarla
bizzat girenler birdir. Onlar bir ümmettiler ve Allah kutsal top-
------
1- [Tefsir-ul Ayyâşî, c.1, s.304, h:69 ve 71]
500 .................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
raklara girmeyi bu ümmete yazmıştı. Sonra oraya girişleri bir süre
yasaklandı, ardından tekrar onlara söz konusu yerlere girmeyi
bahşetti. Kişiler açısından bir başlangıç söz konusu olsa da, genelde
böyle bir şeyden söz edilemez.
el-Kâfi adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle
Abdurrahman b. Yezid'den, o daİmam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle
rivayet eder: Resu-lullah (s.a.a) efendimiz buyurdu ki: "Davut Peygamber
(a.s) cumartesi günü ansızın öldü. Kuşlar kanatlarıyla cenazesinin
üzerine gölge yaptılar. Musa İsrailoğullarının çölde şaşkın
şaşkın dolaştıkları sırada öldü. Biri gökten şöyle bağırdı: Musa
öldü! Hangi nefis ölmeyecek ki?!" [Füru-u Kâfi, c.6, s.111-112, h:4]
Dostları ilə paylaş: |