Mâide Sûresi 27-32 ..................................................... 501
27- Onlara Âdem'in iki oğlunun gerçek haberini oku: Hani her
biri, (Allah'a) yaklaşmak için (bir şey) sunmuşlardı da birisinden
kabul edilmiş, ötekinden kabul edilmemişti. (Ameli kabul edilmeyen,
kabul edilene) "Seni öldüreceğim" demişti. (O da,) "Allah ancak
takva sahiplerinden kabul eder." dedi.
28- "Andolsun ki eğer sen beni öldürmek için bana elini uzatırsan,
ben seni öldürmek için sana elimi uzatacak değilim. Çünkü
ben âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım.
502 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
29- Ben isterim ki sen, benim günahımı da, kendi günahını da
yüklenip ateş ehlinden olasın. Zalimlerin cezası işte budur."
30- Nefsi, kardeşini öldürme hususunda yavaş yavaş ona boyun
eğdi; (nihayet) onu öldürdü ve böylece ziyana uğrayanlardan
oldu.
31- Derken Allah, ona kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini
göstermesi için yeri eşeleyen bir karga gönderdi. (Katil kardeş)
"Yazıklar olsun bana! Şu karga kadar olup da kardeşimin cesedini
gömmekten aciz miyim (ben)?" dedi ve böylece pişman olanlardan
oldu.
32- Bundan dolayı İsrailoğullarına şöyle yazdık: Kim, bir cana
veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın bir
canı öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir. Kim de onu diriltirse,
bütün insanları diriltmiş gibi olur. Andolsun elçilerimiz onlara
açık deliller getirdiler; ama bundan sonra da onlardan çoğu, yine
yeryüzünde aşırı gitmektedirler.
AYETLERIN AÇIKLAMASI
Ayetler, Âdem'in iki oğlunun kıssasını bildiriyorlar. Bu bağlamda
şunu da vurgulamış oluyorlar: Kıskançlık, o denli tehlikeli bir
duygudur ki, Âdem'in bir oğlunu kardeşini haksız yere öldürecek
kadar çılgına çevirebiliyor. Sonuçta büyük bir hüsrana uğruyor ve
derin bir pişmanlık duyuyor ki, hiçbir yararı olmuyor. Bu bakımdan
ayetler, önceki ayetler grubuyla bağlantılıdır. Orada
İsrailoğullarının Hz. Muhamme-d'in (s.a.a) elçiliğine inanmaktan
kaçınmaları üzerinde durulmuştu. Ki hak içerikli mesajı kabul etmekten
kaçınmalarının tek nedeni kıskançlık ve çekememezlikti.
Kıskançlık böyledir; insanı, kardeşini öldürmeye sürükler, sonra
onu ebediyen kurtulamayacağı bir vicdan azabının, onulmaz bir
pişmanlığın, yakıcı bir yürek sızısının pençesine atar. Öyleyse bu
kıssadan ibret alsınlar, kıskançlıkta ve inatla küfürleri içinde yüzmesinler.
Mâide Sûresi 27-32 .............................................................. 503
"Onlara Âdem'in iki oğlunun gerçek haberini oku..." "Utlû=oku" fiilinin
mastarı olan ve okumak anlamına gelen "tilavet" kelimesi,
"et-tulvu=takip etme" kökünden gelir. Bu şekilde isimlendirilmesinin
nedeni, bir haberi okuyan kimsenin, haberin bazı bölümlerini,
diğer bölümlerinin ardından, takip ettirerek okumasıdır. "en-Nebe"
ise, yararlı ve olumlu etkiler bırakan haber demektir. "Kurban" da,
kendisiyle yüce Allah'a veya bir başkasına yaklaşılmak istenen şey
anlamını ifade eder. Bu kelime, yapısı itibariyle mastardır, ikili
(tesniye) ve çoğul (cem) kalıbı almaz. "el-Takabbul" ise, önemseyerek,
özen göstererek kabul etmek demektir. "Aleyhim=onlara..."
kelimesindeki zamir, Ehlikitab'a dönüktür. Çünkü daha önce de
işaret ettiğimiz gibi, ayetlerin akışı içinde onlar kastedilmektedir.
Ayette Âdem adıyla anılan kişi, Kur'ân'ın insanlığın babası olduğunu
söylediği Âdem'dir. Bazı müfessirlere göre, burada sözü
edilen kişi İsrailoğullarına mensup bir adamdı. Bu adamın iki oğlu,
Allah'a sundukları kurbanlar yüzünden kavgaya tutuşmuş ve biri
diğerini öldürmüştü. Katilin adı Kabil veya Kain, öldürdüğünün adı
da Habil'di. Bu yüzden yüce Allah, kıssanın akışı içinde, "Bundan
dolayı İsrailogullarına şöyle yazdık..." buyurmuştur.
Ne var ki, bu yorum üç açıdan yanlıştır:
Birincisi: Kur'ân, insanlığın babası olan zattan başka "Âdem"
adında birinden söz etmemiştir. Dolayısıyla bu insanlığın babası
olan Âdem'den başkası kastedilmiş olsaydı, kıssada herhangi bir
belirsizlik olmaması için buna ilişkin somut bir karineye yer verilmiş
olması gerekirdi.
İkincisi: Kıssanın akışı içinde, "Allah... bir karga gönderdi." gibi,
yer verilen motifler, ancak düşünsel basitlik düzeyinde yaşayan
yalın kavrayışlı ilkel insanın durumuyla bağdaşabiliyor. Çünkü ilkel
insan, doğal algılayışıyla, yaşanan gelişmelerin toplamından oluşan
deneyimler sonucu bilgi edinirdi. Bu ayet ise, açık bir şekilde
katilin, cesedin toprağa gömülerek örtüleceğini bilmediğini ifade
etmektedir ki, bu insanlığın babası olan Âdem'in oğullarının durumuyla
örtüşüyor, İsrailoğullarına mensup bir adamın oğullarının
504 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
durumuyla değil. İsrail-oğulları, ulusal ölçekte de olsa, bir uygarlığa
sahiptiler; toplumsal yaşam açısından deneyimler edinmişlerdi.
Ölüleri gömmek gibi bir olguyu, herhangi bir İsraillinin bilmemesi,
bu bakımdan makul değildir.
Üçüncüsü: Söz konusu görüşü savunan müfessirler, "Bu yüzden
Allah, kıssanın akışı içinde, 'Bundan dolayı İsrailogullarına
şöyle yazdık' buyurmuştur." sözleriyle, ayetle ilgili olarak yöneltilen
bir soruyu cevaplandırmak istemişlerdir. Soru şudur: Kıssanın
işaret ettiği durum, yani bir insanı öldüren, bütün insanları öldürmüş
gibidir; bir insanı dirilten de bütün insanları diriltmiş gibidir,
hükmü bütün insanları kapsayan bir olgu olduğu hâlde, neden
hükmün yazılışı salt İsrail-oğullarına özgü kılınmıştır?
İşte söz konusu müfessirler bu soruya şu cevabı vermişlerdir:
"Bu yüzden Allah, kıssanın akışı içinde... buyurmuştur: "Yani katil
ve maktul, insanlığın babası Âdem'in oğulları değildirler ki, kıssaları
da insan türünün ilk bireyleri arasında yaşanan bu olayı içermiş
olsun. Aksine onlar, İsrailoğullarına mensup bir adamın çocuklarıydılar.
Dolayısıyla onlara ilişkin kıssa da, özel-ulusal bir haber
niteliğindedir. Bu yüzden kıssadan alınması gereken ibret de salt
İsrailoğullarına özgü olarak yazılmıştır.
Ama bu yorum sorunu çözmeye yetmiyor. Soru hala zihinleri
kurcalamaya devam ediyor. Çünkü bir insanı öldürmenin bütün insanları
öldürmek gibi olması, bir insanı diriltmenin de bütün insanları
diriltmek gibi olması, insan türünün arasında meydana gelen
tüm öldürmelerle irtibatlı bir olgudur. İnsanların sadece belli bir
kısmıyla sınırlandırılamaz. İsrailoğullarından önce nice adam öldürmeler
olmuştur. Işaret edilen bu öldürme olayından önce de.
Öyleyse bu hükmü özel bir öldürmeyle irtibatlandırmak ve belli bir
kavim için öngörmek niye?
Kaldı ki, şayet durum söz konusu müfessirlerin anladığı gibi
olsaydı: "Sizden kim bir canı öldürse..." şeklinde bir ifadenin kullanılmış
olması daha uygun olurdu. Böylelikle, hükmün onlara özgü
olduğu ancak o zaman belirginlik kazanabilirdi. Sonra, kendi için-
Mâide Sûresi 27-32 ..................................................... 505
de tutarlı olmayan bu özgü kılma olgusuyla ilintili soru yeniden
gündeme gelirdi.
Oysa sorunu kökünden çözecek cevap şudur: "Kim, bir cana...
karşılık olmaksızın bir canı öldürürse..." ifadesi, yasal bir hükümden
çok evrensel bir hikmeti içermektedir. Dolayısıyla,
"İsrailoğullarına yazılması"nın anlamı, bu hikmetin yararlarının ve
sonuçlarının onlarla birlikte tüm insanları kuşatacak genellikte
olmakla birlikte, onlara açıklanmasıdır. Tıpkı, Kur'ân'da birtakım
hikmet ve öğütlerin yararlarının sırf Hz. Muhammed'in (s.a.a) ümmetine
özgü kılınmamasına karşın, doğrudan onlara açıklanması
gibi. Ayette, bu hikmetin onlara açıklanmasından söz edilmesinin
gerekçesi de, genel ayetler grubunun, onlara öğüt verme, onları
uyarma ve Hz. Muhammed'i (s.a.a) kıskanmalarından, inatçı tutumlarını
sürdürmelerinden, fitne ateşini alevlendirmelerinden,
savaşlara sebebiyet vermelerinden ve doğrudan doğruya Müslümanlara
savaş açmalarından dolayı onları kınama, ayıplama ve
utandırma amacına yönelik olmasıdır.
Bu nedenledir ki, "Kim... bir canı öldürürse..." ifadesinin devamında,
şu değerlendirme cümlesine yer verilmiştir: "Andolsun
elçilerimiz onlara açık deliller getirdiler; ama bundan sonra da
onlardan çogu yine yeryüzünde aşırı gitmektedirler." Kaldı ki söz
konusu müfessirlerin, kıssadan çıkardıkları sonucu destekleyecek
mahiyette herhangi bir rivayet veya tarihsel bir vakıa söz konusu
değildir.
Dolayısıyla, "Âdem'in iki oglunun gerçek haberini..." ifadesiyle
insanlığın babası Âdem'in (a.s) kastedildiği anlaşılıyor. ifadenin -
haber veya oku kelimesiyle ilintili- "hakk=gerçek olarak" ifadesiyle
kayıtlandırılması da gösteriyor ki, bu haberle ilgili olarak aralarında
dolaşan rivayetlerde tahrif ve eksiklik söz konusuydu. Ki öyledir.
Bu kıssa Tevrat'ın "Tekvin Kitabı"nın dördüncü babında yer alır.
Ama burada, bir karganın gönderilişinden ve onun toprağı eşeleyişinden
söz edilmez. Öte yandan Tevrat'ın anlatımıyla kıssada ulu
Allah'ı bir cisim gibi görme anlayışı son derece belirgindir ki, Allah
506 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
bu tür asılsız yakıştırmalardan münezzehtir, yücedir.
"Hani her biri (Allah'a) yaklaşmak için (bir şey) sunmuşlardı
da birisinden kabul edilmiş, ötekinden kabul edilmemişti." ifadenin
akışından anlaşıldığı kadarıyla, kardeşlerden her biri yüce Allah'a
yaklaş-mak kastiyle bir şey sunmuştu. "Kurban" sözcüğünün
tesniye kalıbında kullanılmış olmaması, bu kelimenin mastar olup
tesniyesinin ve çoğu-lunun olmamasından dolayıdır.
"Seni öldürecegim, demişti. O da, 'Allah, sadece takva sahiplerinden
kabul eder.' dedi." Ilk sözü söyleyen katil, ikincisini söyleyen
de maktuldür. ifadenin akışı, onların birisinin kurbanının kabul
edildiğini, ötekisinin de kabul edilmediğini bildiklerini gösteriyor.
Peki, bunu nereden öğrendiler? Veya hangi kanıta dayanarak böyle
bir çıkarsama da bulundular? Ayette bu sorulara cevap olabilecek
bir açıklamaya yer verilmiyor.
Şu kadarı var ki, Kur'ân'ın bir yerinde, geçmiş ümmetler devrinde
veya özellikle İsrailoğulları arasında sunulan şeylerin kabul
edildiklerinin, bir ateşin gelip onları yakmalarıyla anlaşıldığına ilişkin
açıklamalar buluyoruz. Ulu Allah şöyle buyuruyor: "Onlar: 'Allah
bize; bize, gökten gelen ateşin yiyecegi (yakacagı) bir kurban getirmedikçe
hiçbir peygambere inanmamamızı emretti' derler. Onlara
de ki: Ben-den önce açık delillerle ve bu dediginiz ile nice
peygamberler geldi. Eger dogru söylüyorsanız, peki onları ne diye
öldürdünüz?" (Âl-i Imrân, 183)
Bir şeyler sunmak, bugün bile Ehlikitap arasında uygulanan bir
ibadettir.1 Dolayısıyla, bu kıssada işaret edilen kurbanın kabulü de
bu tarzda gerçekleşmiş olabilir. Özellikle kıssanın, bu tarz bir kurban
kabulüne inanan Ehlikitab'a yönelik olduğunu göz önünde bulundurduğumuz
zaman bu ihtimal daha bir güçleniyor. Artık nasıl
------
1- Yahudiler arasında çeşitli kurban sunma şekilleri vardır. Hayvan boğazlamak,
un, yağ ve ağız (yeni doğum yapmış hayvanın memesinden sağılan ilk
sütten elde edilen bir mamul) ve mevsimin ilk meyveleri gibi gıda maddelerini
sunmak. Hıristiyanlarsa ekmek ve şarap sunarak bunun gerçek anlamda Mesih'in
etine ve kanına dönüştüğüne inanırlar.
Mâide Sûresi 27-32 ..................................................... 507
olmuşsa, hem katil, hem de maktul, birinin kurbanının kabul edildiğini,
ötekisinin de kabul edilmediğini biliyorlardı.
Yine ayetin akışı, "Seni öldürecegim..." diyen kişinin, kurbanı
kabul edilmeyen kişi olduğunu ve bunu, içini kemiren kıskançlıktan
dolayı söylediğini gösteriyor. Çünkü ortada başka bir sebep
yoktur. Sonra maktul, bu tür bir sözü ve ölüm tehdidini gerektirecek
şekilde kendi iradesiyle bir suç işlemiş de değildir.
Şu hâlde, katilin "Seni öldürecegim..." şeklindeki tehdidi, kendi
kurbanı değil de maktulün kurbanının kabul olmasından dolayı
duyduğu kıskançlığın bir ifadesidir. Maktulün "Allah sadece takva
sahiplerinden kabul eder." diye başlayan ve yüce Allah tarafından
bize anlatılan sözleri ise, katilin dediklerine bir cevap niteliğindedir.
Bu bağlamda öncelikle şunu söylüyor: Kurbanın kabul edilmesinde
ve edilmemesinde kendisinin bir etkinliği ya da bir suçu yoktur.
Bir suç varsa, o da katil tarafından işlenmiştir. Allah'tan korkup
sakınmadığı için Allah, kurbanını kabul etmemek suretiyle
onu cezalandırmıştır.
İkincisi: Eğer katil, onu öldürmek istese ve bu amaçla ona elini
uzatsa, o onu öldürmek için elini uzatmayacaktır. Çünkü Allah'tan
korkup-sakınmaktadır. Bu takdirde sadece katilin, hem maktulün
günahını, hem de kendi günahını üstlenerek dönmesini istemektedir.
O zaman ateşin ehli olacak, ki zalimlerin cezası budur.
"Allah, sadece takva sahiplerinden kabul eder." sözü, fertleri
sınırlandırmaya yönelik bir ifadedir. Şöyle ki kabul, hem korunan,
hem korunmayan herkesin kurbanını kapsamaz. Ya da kalb (tersine
çevirme) sanatı açısından sınırlandırmayı ifade etmektedir.
Öyle anlaşılıyor ki, katil maktulün değil, kendi kurbanının kabul
edileceğini sanıyordu. Onun iddiasına göre, bu işin takvayla bir ilgisi
yoktu. Ya da yüce Alla-h'ın işin iç yüzünü bilmediğini, insanların
olguları birbirine karıştırıp yanılmaları gibi, O'nun da gerçeği karıştırıp
yanılabileceğini düşünüyordu.
Bu sözlerde, bir yandan ibadet ve kurbanların kabul olmalarıyla
ilgili bir gerçeğe parmak basılıyor; öbür yandan adam öldürme,
508 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
zulmetme ve kıskanma olgularıyla ilgili etkili öğütler veriliyor. Bu
arada, bu tür suçları işleyen kimselerin kaçınılmaz olarak ilâhî cezalandırılmaya
maruz kalacakları vurgulanıyor. Bunun, âlemlerin
Rabbi olan Allah'ın Rabliğinin bir gereği olduğunun altı çiziliyor.
Çünkü Rablik, evrenin unsurları arasında sağlam temelli bir düzen
kurmakla, amelleri adalet terazisiyle değerlendirmekle ve haksızlıkları
elem verici azapla cezalandırmakla gerçekleşebilir. Bu düzenin
amacı da zalimi zulümden caydırmak, değilse, kendi elleriyle
kazandığı azabı, ateş cezasını tattırmaktır.
"Andolsun ki, eğer sen beni öldürmek için bana elini uzatırsan,
ben... sana elimi uzatacak değilim..." ifadenin orijinalinin başındaki
"lam" harfi, yemin edatıdır. "El uzatmak", birini öldürmeye ilişkin
girişimlerde bulunmak, ölümüne sebebiyet verecek eylemlerde
bulunmak anlamında kullanılan bir deyimdir. Burada şart cümlesinin
cevabının başında, isim cümlesinin başına gelen nefiy (olumsuzlama)
edatına yer verilmiştir. Ayrıca fiil yerine "bibasitin"
şeklinde sıfat kullanılmış ve olumsuzluk durumu "ba" harfiyle, açıklama
da yeminle pekiştirilmiştir. Bütün bunlar, onun kardeşini
öldürmek isteğinden fersah fersah uzak olduğunu gösterme amacına
yöneliktir. Böyle bir şeyle ilgilenmek şöyle dursun, aklından
bile geçirmediğini açıklamak içindir.
Ayrıca, "Ben sana elimi uzatacak degilim..." sözünü, "Çünkü
ben âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım." ifadesiyle gerekçelendirmesi
de, kardeşini öldürme düşüncesinden çok çok uzak olduğu
gerçeğini pekiştirici bir unsurdur. Çünkü muttakilerin, işlenen
her günahı bir azapla cezalandıran âlemlerin Rabbi olan Allah'ı hatırlamaları,
içlerindeki Allah korkusu duygusunu uyandırır. Bu duygu,
herhangi bir zulüm işleyip bundan dolayı helâk olmalarına fırsat
vermez.
Sonra maktul, "Andolsun ki, eger sen beni öldürmek için
bana elini uzatırsan, ben seni öldürmek için sana elimi uzatacak
degilim." sözünü, haber verdiği bu olayın ifade ettiği gerçek anlam
ile yorumluyor. Dolayısıyla işin özü şu şekilde belirginlik kazanıyor:
Mâide Sûresi 27-32 ......................................................... 509
Ya o, kardeşini öldürecek, dolayısıyla zalim olup günahı yüklenerek
cehenneme girecek ya da kardeşi kendisini öldürecek ve o bu
akıbete uğrayacaktır. Zalim kardeşini öldürmeyi, zalim olmaması
durumunda nefsinin sahip olacağı mutluluğa tercih etmiyor. Aksine,
kendisini öldürmek suretiyle zalim kardeşinin mutsuz olmasını,
zalim olmayan kendisinin de mutluluğa kavuşmasını tercih ediyor.
"Ben isterim ki...." sözünden maksat budur. Burada "istemek"
ifadesiyle, işin iki şıklı olması durumunda şıklar arasında tercih
yapma durumu kastedilmiştir.
Dolayısıyla ayet, "eger sen... elini bana uzatırsan..." ifadesinin
te-vili niteliğinde olması bakımından, Hz. Musa ve yol arkadaşının
kıssasında yaşanan bir olayı çağrıştırmaktadır. Arkadaşı karşılaştıkları
bir çocuğu durduk yerde öldürünce, Musa; "Bir can karşılıgı
olmadan temiz bir cana kıydın ha? Dogrusu sen, çirkin bir iş yaptın!"
(Kehf, 74) diyerek itiraz eder. Arkadaşı ise, şu sözlerle eylemini
yorumlar: "Çocuga gelince; onun anası, babası mümin insanlardı.
Bunun onlara azgınlık ve küfür sarmasından korktuk. Istedik ki,
Rableri onun yerine onlara ondan daha temiz, daha merhametli
birini versin." (Kehf, 80-81)
Öyle anlaşılıyor ki, maktul mutlulukla birlikte olan ölümü mutsuz
bir hayata ve zalimler gurubuna katılmaya karşın istemiş, yani
onu bunlara tercih etmiştir, kardeşinin kendi kötü iradesiyle bedbahtlığını
gerektirse bile. Tıpkı Hz. Musa'nın arkadaşının, çocuk için
mutlu bir ölümü anne ve babasının üzülmesini gerektirse bile,
çocuğun azgın bir kâfir olarak hem kendisini, hem de anne babasını
saptırarak yaşamasına tercih etmesi gibi. Üstelik yüce Allah,
buna karşılık olarak anne ve babasına ondan daha temiz, daha
merhametli bir çocuk bahşetmiştir.
Adam, yani Âdem'in (a.s) maktul oğlu, Allah'ı bilen bilgin bir
mut-takidir. Muttaki oluşunu, "Allah sadece korunanlardan kabul
eder." sözünden anlıyoruz. Bu ifade, takva sahibi oluşuna dair bir
iddia içermektedir. Yüce Allah da bu sözü reddetmeksizin naklederek
onayladığını göstermiştir. Allah'ı bilen bir bilgin oluşunu ise,
510 ...................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
"Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım." ifadesinden
anlıyoruz. Burada Allah'tan korktuğunu iddia etmiş, yüce Allah
da olduğu gibi aktarmakla onayladığını göstermiştir. Nitekim yüce
Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Kulları içinde ancak bilginler,
Allah'tan korkarlar." (Fâtır, 28) Dolayısıyla yüce Allah'ın onun söylediği
"Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım." sözünü
aktarıp onaylaması, onu ilimle nitelendirmesi anlamına gelir.
Nitekim Hz. Musa'nın yol arkadaşını da bu şekilde nitelendirmiştir:
"Ona katımızdan bir ilim ögretmiştik." (Kehf, 65)
Âdem'in maktul oğlunun ne kadar bilgin bir kimse olduğunu,
azgın kardeşine söylediği hikmet dolu, güzel öğütle bezeli sözleri
göstermektedir. O, tertemiz bir karakter ve berrak bir fıtrattan
kaynakla-nan şu gerçeği açıklamıştır: "İnsanlar ileride çoğalacak,
beşer doğaları gereği farklı topluluklara ayrılacaklardır. Kimileri
muttaki, kimileri de zalim olacaktır. Bütün insanların olduğu gibi
bütün âlemlerin Rabbi birdir. Bu Rab, plânlaması ve yönetimiyle
onlara egemendir. O'nun sağlam ve sarsılmaz evrensel düzeninin
bir gerçeği, adalet ve iyiliği sevip hoşnut olması, zulüm ve azgınlıktan
hoşnut olmayıp öfke duymasıdır. Bunun bir gereği de insanın
takva sahibi olması, Allah'tan korkmasıdır. Din dediğimiz de budur
zaten. Kimi davranışlar ibadet ve kurban şeklindedir, kimisi de
günah ve zulüm niteliklidir. İbadetler ve kurbanlar, ancak takva
destekli oldukları zaman kabul edilirler. Günahlar ve zulümler, zalimlerin
omuzlarına vebal yükleri olup binerler. Bu da, başka bir
hayatın olmasını, bu hayatta, önceki hayatta işlenen amellerin
karşılığının eksiksiz verilmesini ve zalimlerin cezasının da cehennem
ateşi olmasını gerektirmektedir."
Görüldüğü gibi, bunlar dinî bilgilerin temelini, dünyevî ve uhrevî
bilgilerin ana hatlarını içeren açıklamalardır. Bu salih kul, bunları,
kar-ga kendisine öğretmedikçe bir şeyi toprağa gömerek saklamanın
mümkün olduğunu bilmeyecek kadar cahil olan kardeşine,
gayet hikmetli bir üslupla açıklıyor. Kardeşiyle konuşurken
"Beni öldürmek istediğinde, kendimi senin kollarına bırakacağım,
Mâide Sûresi 27-32 ................................................... 511
kendimi savunmayacağım ve ölümden sakınmayacağım."
demiyor. Bilâkis, "Ben seni öldürmeyeceğim." diyor.
"Zalim olup cehennem halkından olman için ne şekilde olursa
olsun senin ellerinle öldürülmeyi istiyorum." da demiyor. Çünkü
hayatta birinin sapmasına ve mutsuzluğuna neden olmak, fıtrat
yasasına göre zulümdür, sapıklıktır. Bu konuda hukuk sistemleri
arasında bir farklılık yoktur. Yalnızca şunu söylüyor: "Elini beni öldürmek
için uzatırsan, bunu isterim, tercih ederim."
Bu kıssayla ilgili olarak yapılan bir değerlendirmenin dayanaksızlığı
da böylece ortaya çıkmış oluyor. Diyorlar ki: Âdem'in iki oğlundan
katil olanı, zulüm ve saldırganlıkta aşırı gitmiştir. Maktul
olanı ise, aşırı derece de edilgen davranıp zulmü kabullenmek hususunda
aşırı gitmiştir. Zalim olanla konuşmamış, kendini savunmak
suretiyle karşılık vermemiştir. Tersine, canını ona teslim etmiş,
kendisini öldürme isteğine, "eger sen... elini uzatırsan..." demek
suretiyle boyun eğmiştir.
Bu değerlendirmenin dayanaksızlığı şudur: Maktul, "Kendimi
savunmayacağım, bana istediğini yapman için kendimi koyuvereceğim."
demiş değildir. Sadece "Seni öldürmeyi istemiyorum" demiştir.
Ayette ise onu öldürürken, bilerek kendini savunmadığına
ilişkin bir açıklama yoktur. Belki de onu arkadan, haince bir pusu
kurarak vurmuştur. Ya da kendini savunmuş, gerekli tedbirleri almışken
öldürülmüştür.
Yine bu kıssaya ilişkin yorumlardan birinde deniyor ki: Maktul,
sonsuz azaba uğramak suretiyle mutsuz olsun diye kardeşinin
kendisini öldürmesini istediğini, böylece mutlu olacağını belirtmiş
ve şöyle demiştir: "Ben isterim ki sen, benim günahımı da, kendi
günahını da yüklenip ateş ehlinden olasın! Bu yaklaşım, ibadet ve
takva ehli görünümüne bürünen bazı insanların tutumuna benzer.
Bunlar, görevlerinin dünyadan eletek çekip ibadet etmekten ibaret
olduğunu düşünürler. Bir zalim onlara zulmedecek olursa, bir haksızlıkta
bulunursa, zalimin kendi zulmünün günahını yüklendiğine,
hakkını savunması gerekmedi-ğine, sadece sabretmesi ve sabrı-
Dostları ilə paylaş: |