630 ............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
rilmiş olanlardan ve kâfirlerden dininizi eglence ve oyun yerine
koyanları dost tutmayın." buyurulmasına gelince; burada dost
tutma yasaklandığı hâlde, onlardan söz edilirken Ehlikitap oluşları
ön plâna çıkarılıyorsa da, bunun yanı sıra Allah'ın dinini eğlence ve
oyun yerine koymakla nitelendirilmeleri, Ehlikitap niteliğini bir övgü
niteliğinden çıkarıp yergi niteliği hâline getiriyor. Çünkü bir topluluğa
hakka çağıran ve hakkı açıklayan bir kitap verilir, bunun ardından
kalkıp Allah'ın dinini eğlence ve oyun yerine koyarlarsa, onlar,
dost edinilmemeye herkesten daha layık olurlar. Böyle
kimselerle birlikte yaşamaktan, on-larla aynı düzlemi paylaşmaktan
kaçınmak öncelikli görev niteliğini kazanır. Böyle kimseleri
sevmekten kaçınmak kaçınılmaz olur.
"Onlar, birbirlerinin velileridir." ifadesine gelince; daha önce
de vurguladığımız gibi, burada geçen "velâyet"ten maksat, nefislerinin
yakınlaşmasını, ruhlarının kaynaşmasını gerektiren sevgi ve
sempati nitelikli dostluktur. Onlar bu yakınlaşma ve kaynaşma
sonucunda heva ve hevese tabi olma hususunda görüş birliği içinde
olurlar. Aynı tavrı sergilemek suretiyle, hakka tepeden bakarlar,
onu kabul etmeye yanaşmazlar. Allah'ın nurunu söndürme mücadelesinde
güç birliği yaparlar. Hz. Peygambere (s.a.a) ve Müslümanlara
karşı birbirleriyle yardımlaşarak birlikte hareket ederler.
Sanki aynı dine mensup bir tek nefis gibi davranırlar. Aslında aralarında
bir din birliğinden söz edilemez; fakat İslâm'ın onları hakka
davet etmesi, heva ve heves peşinde koşmaktan ibaret olan hedefleriyle
çakışması, şehevî arzularının peşinde hiçbir sınır ve kural
tanımaksızın koşmalarına, dünya zevklerine diledikleri gibi
dalmalarına engel olması, onları görüş birliği içinde hareket etmeye
yönetmiş, Müslümanlara karşı bir el gibi olmalarını gerektirmiştir.
İşte aralarındaki şiddetli düşmanlığa ve nefrete rağmen iki
topluluğu, yani Yahudileri ve Hıristiyanları birbirlerine yaklaştıran,
birbirlerine döndüren, Yahudilerin Hıristiyanları, Hıristiyanların Yahudileri,
bazı Yahudilerin diğer bazı Yahudileri ve bazı Hıristiyanla-
Mâide Sûresi 51-54 .................................................... 631
rın diğer bazı Hıristiyanları dost edinmelerinin, sevmelerinin nedeni
budur. "Onlar, birbirlerinin velileridir..." ifadesinin sözel olarak
müphem oluşuyla verilmek istenen mesaj da budur. Bu açıdan
cümle, "Yahudileri ve Hıristiyanları veliler edinmeyin." ifadesinin
gerekçesi niteliğindedir. Bu açıdan şöyle bir anlam elde ediyoruz:
Onları dostlar edinmeyin; çünkü onlar, aralarındaki şiddetli ayrılıklara,
parçalanmışlıklara rağmen birbirlerinin dostlarıdır, size karşı
el birliği ederler. Sevgi ve sempatiyle onlara yaklaşmanız size bir
fayda getirmez.
"Onlar, birbirlerinin velileridir." ifadesinden başka bir anlam
çıkarmak da mümkündür. Şöyle ki: Onları dost edinmeyin; çünkü
siz an-cak onların size dost olduklarını düşündüğünüz bir kısmını,
diğer bir kısmına karşı yardımlarından yararlanmak için dost edinirsiniz;
fakat bunun size bir yararı olmayacaktır. Çünkü onlar, birbirlerinin
dostudurlar; kendilerine karşı size yardım etmeleri beklenemez.
"Sizden kim onları kendine veli yaparsa, o, onlardandır. Allah, zalim
toplumu doğru yola iletmez." Ayetin orijinalindeki "yetevelle" kelimesinin
mastarı olan "et-tevellî" veli edinmek, dost edinmek demektir.
"Min" edatı ise, tab'iz (bütünden bir parçayı ifade edmek)
içindir. Dolayısıyla şöyle bir anlam elde ediyoruz: "İçinizden kim
onları dost edinirse, o, onlardan biri olur."
Burada bir indirgeme söz konusudur. Bu indirgeme sonucu,
müminlerin bazıları, Yahudilerin ve Hıristiyanların bazıları hâline
gelirler. Bu da bizi şu noktaya götürüyor ki: Iman, karışık veya net,
bulanık veya berrak olmak açısından çeşitli dereceleri bulunan bir
gerçekliktir. Bunu birçok Kur'ân ayetinden algılamak mümkündür:
"Onların çogu, ancak ortak koşanlar olarak Allah'a inanırlar." (Yûsuf,
106) İşte imanda bulunması muhtemel olan bu karışıklığı ve
bulanıklığı, bir sonraki ayette yüce Allah kalp hastalığı olarak ifade
etmektedir: "Kalplerinde hastalık bulunanların... onların arasında
koşuştuklarını görürsün."
Demek ki, görünüşte müminlerden olsalar da, dost edinen bu
632 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
insanları, yüce Allah Yahudiler ve Hıristiyanlardan saymaktadır. En
azından bunlar iman demek olan hidayet yolunu izlememektedirler.
Bilâkis, onların izledikleri yolu izlemektedirler. Bu yol da onları
nereye götürüyorsa, bunları da oraya götürmektedir.
Bu yüzden yüce Allah, müminlerin içinde yer alan bu bir kısım
insanları Yahudi ve Hıristiyanların bir kısmı olarak değerlendirmesini,
"Allah, zalim toplumu dogru yola iletmez." ifadesiyle gerekçelendirmektedir.
Dolayısıyla ifadenin anlamı şöyle olur: Sizden
onları dost edinen kimse, onlardandır; sizin yolunuzu
izlememektedir. Çünkü iman yolu, ilâhî hidayet yoludur. Onları
dost edinen bu adam ise, onlar gibi zalimdir. Allah da zalimler topluluğunu
hidayete iletmez.
Ayet, görüldüğü gibi, sırf müminlerden onları dost edinenleri,
onların yerlerine koymakla yetinmiş, bunun ayrıntı nitelikli sonuçlarına
değinmemiştir. Gerçi ayetin lafzı bir kayıtla sınırlandırılmamıştır;
fakat amaç, "Oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır." (Bakara,
184) "Namaz, kötü ve igrenç şeylerden meneder. Elbette Allah'ı
anmak daha büyüktür." (Ankebût, 45) ayetlerinde ve benzeri
diğer ayetlerde olduğu gibi ölçü beyanı olduğu için, ayrıntı nitelikli
sonuçlar açısından ayetin müphem olduğunu kabul etmeliyiz. Dolayısıyla
ayrıntı nitelikli bir meselede hüküm vermek için bu ifadeden
kanıt edinmek hususunda sünnetin açıklayıcılığına ihtiyaç
vardır. Bu konuda detaylı bilgi edinmek için fıkıh bilimine
başvurmak gerekir.
"Kalplerinde hastalık bulunanların... onların arasına koşuştuklarını
görürsün." Bu ifade, önceki ayette yer alan, "Allah, zalim toplumu
dogru yola iletmez." ifadesine ilişkin bir ayrıntı niteliğindedir. Buna
göre, ilâhî hidayet, bunların -sapıklıktan ibaret olan- hallerini kapsamadığı
için, onların arasında koşuşturuyorlar, bu konuda işitmeye
değmeyecek bahaneler üretiyorlar. Yüce Allah, "onların arasında
koşuştuklarını..." buyuruyor da, söz gelimi "onlara doğru koşuştuklarını..."
buyurmuyor. Çünkü onlar, onlardandırlar; sapıklık
açısından onların yerini tutmuşlardır. Şu hâlde bunlar, başlarına
bir felâket gelmesinden korktukları için bu şekilde
Mâide Sûresi 51-54 .......................................................... 633
felâket gelmesinden korktukları için bu şekilde koşuşturmuyorlar,
böyle bir şeyden korkmaları da söz konusu değildir. Bu,
Peygamber (s.a.a) ve müminler tarafından kendilerine yönelebilecek
bir eleştiriyi ve ayıplamayı savmak için uydurdukları bir bahanedir.
Onları bu şekilde onların arasında koşuşturmaya iten şey,
onları -Yahudileri ve Hıristiyanları- dost edinmiş olmalarıdır.
Her zulmün ve batılın bir gün yok olup gitmesi, zulmü ve batılı
esas alan bir hayat sisteminin rezaletinin ortaya çıkması ve hak
gibi görünen yöntemlerle batıl hedeflere yönelenlerin umutlarının
suya düşmesi kaçınılmazdır. Nitekim yüce Allah, "Allah, zalim toplumu
dogru yola iletmez." buyururken bu gerçeğe dikkat çekmiştir.
Dolayısıyla yüce Allah'ın bir fetih bahşetmek veya katından bir
emir indirmek suretiyle onların, yaptıklarından pişmanlık duymalarını,
görünümlerinin sahte olduğunun, söylediklerinin yalan olduğunun
müminler tarafından bilinmesini sağlaması kaçınılmazdır.
Bu açıklama ile, "Allah, zalim toplumu dogru yola iletmez." ifade-
sinden sonra "Kalplerinde hastalık bulunanların..." ifadesine
yer veril-mesinin nedeni de anlaşılıyor. Daha önce zalimlerin işledikleri
zulüm itibariyle amaçlarına ulaşamamalarını ifade ettiği
anlamı açıklamıştık.
Buna göre, sözü edilen bu kimseler, kalplerinde olmayan bir
görünümle Hz. Peygamberin (s.a.a) ve müminlerin karşısına çıkmaları
bakımından münafık kimselerdirler. Bu özelliklerinden dolayı
da Yahudi ve Hıristiyanlar arasında telaşla koşuşturmalarını
da "başlarına bir felâ-ketin gelmesinden korkmak" şeklinde
yorumluyorlar. Oysa bu davranışlarının, kalplerinde gizli bulunan
duygularıyla örtüşen gerçek yorumu, Allah'ın düşmanlarını dost
edinmeleridir. Iki yüzlülüklerinin altındaki neden budur. Mümin görünüp
içlerinde küfrü saklamak anlamında münafık oluşlarına gelince,
ayetlerin akışından böyle bir anlamı algılamak mümkün değildir.
Bazı tefsir bilginleri, konuyla ilgili olarak aktarılan rivayetleri
de kanıt olarak göstererek, burada Abdullah b. Übey ve arkadaşla-
634 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
rı gibi münafıkların kastedildiğini söylemişlerdir. Buna göre, bu
münafıklar, bir yanda müminlerle birlikte oturup kalkıyor, onlara
şirin görünmeye çalışıyorlardı, bir yandan da Yahudi ve Hıristiyanlarla
dostluk kuruyor, yardımlaşma ve dayanışma esaslı antlaşmalar
yapıyorlardı. İki tarafı birden idare ediyorlardı. Her durumda kazançlı
çıkmak ve gıpta ile bakılmak için, kişisel çıkarlarını koruma
amacına yönelik olarak temkinli davranıyorlardı. Dolayısıyla taraflardan
hangisinin başına bir felâket gelseydi, bu ustaca politikaları
sayesinde kendileri güvende olacaklardı!
Fakat söz konusu müfessirlerin anlattıkları, ayetlerin akışı ile
ör-tüşmüyor. Çünkü ayetlerin akışı, onların Allah katından Müslümanlara
bahşedilen bir fetih veya bir lütuf dolayısıyla onların pişmanlık
duyacakları beklentisini ifade etmektedir. Kastedilen fetih,
Mekke'nin fethi veya Yahudi kalelerinin ve Hıristiyan yerleşim birimlerinin
fethi ya da buna benzer bir gelişmedir. Bu takdirde ise,
onların pişmanlık duymalarının bir anlamı olmaz. Çünkü onlar, iki
taraf nezdinde de kendilerini güvenceye alacak ihtiyatlı bir tavır
içindeydiler. İhtiyatlı davranan insan ise, pişman olmaz. Dolayısıyla,
onlar açısından bir pişmanlığın gerçekleşmesi, ancak bir kerede
müminlerden kopup, Yahudi ve Hıristiyanlara katılmaları, sonra
başlarına bir felâket gelmesi durumunda söz konusu olabilir.
Aynı şekilde yüce Allah'ın, amellerinin boşa gideceği, sonunda
hüsrana uğrayacakları yönündeki açıklamaları da ancak böyle bur
durumda karşılık bulmuş olur: "Bütün çabaları boşa çıkmış, kaybedenlerden
olmuşlardır." Burada kastedilen durum da, onların
münafık ol-maları, çıkarları ve istekleri için ihtiyatlı bir tutum sergilemeleri
ile bağdaşmıyor. Çünkü başına gelmesinden korktuğu bir
şeye karşı kendini koruyacak şekilde ihtiyatlı bir tutum içine giren
insanın, korktuğu şeyin gerçekleşmemesi durumunda, bu tutumundan
zararlı çıkmasının bir anlamı yoktur. Çünkü ihtiyatlı davranmak,
aklî bir tutumdur ve bundan dolayı ne pişmanlık duyulur,
ne yergi hak edilir.
Ancak şunu söyleyebilirler: Onların yerilmelerinin sebebi, ilâhî
Mâide Sûresi 51-54 ................................................... 635
yasağı çiğnemeleri, Allah'ın fetih vaadini inandırıcı bulmamalarıdır.
Bu çıkarsama özü itibariyle doğru olsa bile, ayette, buna ilişkin
lafzî bir kanıt edinmek mümkün değildir.
"Umulur ki Allah, fetih ya da kendi katından bir iş getirir de onlar,
içlerinde gizlediklerine pişman olurlar." İfadenin orijinalinin başında
yer alan "asa" kelimesi, insanların sözlerinde olduğu gibi, yüce Allah'ın
sözleri içinde de temenni anlamını ifade eder; -daha önce,
bu temenninin dinleyici ya da içinde bulunulan durum itibariyle
geçerli olduğunu belirtmiştik- ancak, ifadenin akışından edindiğimiz
intiba, dolayısıyla karine, bunun kesin olarak gerçekleşecek
bir vaat olduğunu göstermektedir. Çünkü ifade, "Allah, zalim toplumu
dogru yola iletmez." ifadesinde dile getirilen hususu pekiştirmeye,
bu-nun doğruluğunu vurgulamaya, içerdiği hususun kesinlikle
gerçekleşeceğini ifade etmeye yöneliktir.
Yüce Allah fetihten söz ederken, fetihle katından bahşedeceği
ve pek net olmayan bir lütuftan söz ediyor. Dolayısıyla bu fetihle
bizce meçhul olan bir gelişmeye değiniyor. Bu da, fetih kelimesinin
başındaki "lam"ın cins için olduğunu, zihinde bilinen bir olguya
işaret etmediğini gösterir. Dolayısıyla bununla kastedilenin, çeşitli
ayetlerde vaat edilen Mekke fethi olması söz konusu değildir, diyebiliriz.
Örneğin, şu ayetlerde olduğu gibi: "Kur'ân'ı sana gerekli
kılan Allah, elbette seni, varılacak yere döndürecektir." (Kasas,
85) "Andolsun, Mescid-i Haram'a gireceksiniz." (Fetih, 27) Bunun
gibi daha birçok ayet örnek verebiliriz.
Kur'ân'da fetihten söz edildiğinde, bununla genellikle Mekke'-
nin fethi kastedilmekle beraber, bazı yerlerde bu ifadeyi Mekke'-
nin fethi şeklinde yorumlamak mümkün görünmüyor. Şu ayette
geçen fetih ifadesini buna örnek gösterebiliriz: "Dogru iseniz bu
fetih ne zaman? diyorlar. De ki: 'Fetih günü gelince, inkâr edenlere
inanmaları fayda vermez ve kendilerine mühlet de verilmez.'
Sen onlardan yüz çevir ve bekle, zaten onlar da beklemektedirler."
(Secde, 28-30) Burada yüce Allah, söz konusu fetih gerçekleştiğinde,
daha önce kâfir olanların, bu sırada inanmalarının kendile-
636 ..................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
rine bir fayda vermeyeceğini ve kâfirlerin böyle bir fethi beklediklerini
bildirmektedir.
Şunu biliyoruz ki, bu hususlar ne Mekke'nin fethi ile, ne de
Müslümanların bugüne kadar elde ettikleri diğer fetihlerle ilgili
değildir. Çünkü imanın fayda vermemesinden, yani tövbenin işe
yaramamasından söz etmek, -daha önce, tefsirimizin 4. cildinde
Nisâ suresi, 17-18. ayetleri tefsir ederken tövbe kavramı üzerinde
durduğumuz sırada belirttiğimiz gibi- ancak iki durumla birlikte
söz konusu olabilir: Ya hayattan ayrılma anında, dünya ile ahiretin
yer değiştirmesi dolayısıyla insanın seçme özgürlüğünün ortadan
kalkması durumunda. Ya da olumsuz huy ve karakterlerin tövbe
ve Allah'a dönme ihtimalini ortadan kaldıracak şekilde kalplerin
katılaşmasına yol açması durumunda. Nitekim yüce Allah bu hususta
şöyle buyurmuştur: "Rabbinin bazı ayetlerinin geldigi gün,
daha önce inanmamış ya da imanından bir hayır kazanmamış
olan kimseye, artık inanması fayda saglamaz." (En'âm, 158) "Içlerinden
birine ölüm gelip çatıncaya kadar kötülükleri yapıp, 'Ben
şimdi tövbe ettim' diyenler ve kâfir olarak ölenler için (kabul edilecek)
tövbe yoktur." (Nisâ, 18)
Bu bakımdan, eğer ayette geçen fetihten maksat, Mekke'nin
yahut Yahudi kalelerinin veya Hıristiyan yerleşim birimlerinin fethi
gibi Müslümanlar tarafından gerçekleştirilen herhangi bir fetihse,
buna diyecek bir şey yok. Ancak daha önce de işaret ettiğimiz gibi,
"içlerinde gizlediklerine..." ve "Inananlar... derler." ifadeleriyle
anlatılanların bu ihtimalle örtüşmesi pek açık değildir.
Ama eğer sözü edilen fetihten maksat, İslâm'ın küfrün işini
bitirmesi ve Resulullah ile kavminin arasında kesin hükmün verilmesi
ise, hiç kuşkusuz bu, Kur'ân'ın geleceğe ilişkin gaybî haberlerindendir.
Yüce Allah bu haberlerde, bu ümmetin ileride karşılaşacağı
kimi olayları ve gelişmeleri haber verir. Böyle bir çıkarsama,
Yûnus suresinde yer alan şu ifadelerin anlamlarıyla da örtüşmektedir:
"Her ümmetin bir elçisi vardır. Elçileri gelince aralarında
adaletle hükmolunur..." (Yûnus, 47-56)
Mâide Sûresi 51-54 ....................................................... 637
"Onlar, içlerinde gizlediklerine pişman olurlar." Pişmanlık,
yapılmaması gereken bir işin yapılmasından veya yapılması gereken
bir işin yapılmamasından dolayı içine düşülen psikolojik bir
durumdur. Onlar bir şey yapmışlardır. Yüce Allah, bunu izleyen ayette,
onların amellerinin boşa gittiğinden ve ticaretlerinin hüsranla
sonuçlandığından söz ediyor. Onların içlerinde gizledikleri şey,
Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeleri, onların arasında koşuşturarak,
Yahudi ve Hıristiyanların Allah'ın nurunu söndürme, dünyanın
zevklerinden hiçbir engelle karşılaşmaksızın yararlanma yönündeki
hedeflerini gerçekleştirme hususunda onlara yardımcı
olmalarıdır.
Büyük bir ihtimalle, onlar içlerinde bunu gizliyorlardı; bunun için
Yahudi ve Hıristiyanların aralarında koşuşturuyorlardı. Ama Allah,
hak esaslı mesaja fetih bahşedince, çabalarının boşa gitmesinden
dolayı büyük bir pişmanlık duyacaklardır.
"İnananlar... derler..." İfadenin orijinalinde geçen "yekûlu" kelimesi,
"yekûle" şeklinde de okunmuştur. Bu okuyuş ifadenin, önceki
ayette geçen, "fe yusbihu..." ifadesine atfedilmesinden ileri
gelmektedir. Bizce ifadeyi bu şekilde okumak daha isabetlidir.
Çünkü ayetlerin akışına böyle bir anlam daha uygun düşmektedir.
Çünkü onların içlerinde gizlediklerine pişman olmaları ve müminlerin
onlara; "bunlar mı?" şeklinde hitap etmeleri, onların Yahudi
ve Hıristiyanları dost edinmelerinin ve onların arasında
koşuşturmalarının bir sonucudur.
"Bunlar..." sözüyle, Yahudi ve Hıristiyanlara işaret ediliyor; "sizinle
beraber..." ifadesinde de kalplerinde hastalık bulunanlara hitap
ediliyor. Bunun tam tersi de olabilir. Aynı şekilde, "Bütün çabaları
boşa çıkmış, kaybedenlerden olmuşlardır..." ifadesinde zamirin
Yahudi ve Hıristiyanlara dönük olması mümkün olduğu gibi,
kalplerinde hastalık bulunanlara dönük olması da mümkündür.
Fakat ayetlerin akışından algıladığımız kadarıyla hitap kalplerinde
hastalık bulunanlara, işaret de Yahudi ve Hıristiyanlara yöneliktir.
Dolayısıyla, "Çabaları boşa çıkmış..." sözü, takdirî bir soru-
638 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
nun cevabı niteliğindedir ve şöyle bir anlam belirginlik kazanıyor:
Umulur ki, Allah bir fetih veya katından bir iş getirir. O zaman iman
edenler, ilâhî gazabın kapsamına giren, şu kalplerinde hastalık bulunanlara
şöyle diyeceklerdir: "Şu Yahudi ve Hıristiyanlar mı, var
güçleriyle yemin ederek sizinle beraber olduklarını söylüyorlardı?
Peki şimdi niye size bir yararları dokunmuyor?!" Sonra, "Şimdi bu
Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinenlerin akıbeti ne olacak?" diye
sorulmuş gibi şöyle bir cevap veriliyor: "Bütün çabaları boşa
çıkmış, kaybedenlerden olmuşlardır."
KALPLERİN HASTA OLMASININ ANLAMI ÜZERİNE
"Kalplerinde hastalık bulunanlar" ifadesi gösteriyor ki, kalpler
için bir hastalık ve bunun kaçınılmaz sonucu olarak da sağlık ve
sıhhat söz konusudur. Çünkü sağlık ve hastalık birbirine karşıt iki
olgudur. Bunlardan biri, ancak öbürünün bulunabilme imkânı söz
konusu olduğu bir yerde gerçekleşebilir. Görme ve kör olma gibi.
Örneğin bir duvar için hastalıktan söz edilmez. Çünkü onun sağlık
ve sıhhate kavuşması gibi bir durum yoktur.
Yüce Allah'ın kitabının çeşitli yerlerinde kalplerin hastalığından
söz ettiği durumlarda, bu kalplerin hâllerinden ve etkilerinden söz
eder ki bunlar, söz konusu kalplerin fıtratın dosdoğru çizgisinden
saptıklarını, normal davranışların dışına çıktıklarını ve dosdoğru
yoldan uzaklaştıklarını gösterirler. Söz gelimi yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunan kimseler,
'Allah ve Resulü bize sadece boş vaatlerde bulundu' diyorlardı."
(Ahzâb, 12) "Münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar, 'Bunları
dinleri aldatmış' diyorlardı." (Enfâl, 49) "Şeytanın attıgını, kalplerinde
hastalık olanlar ve kalpleri katılaşanlar için bir imtihan
yapsın." (Hac, 3) Bu konuda örnek gösterilebilecek birçok ayet vardır.
Özetleyecek olursak; kalbin hasta olması, onun bir tür kuşku
ve tatminsizliğe müptela olması anlamına gelir. Bu kuşku, Allah'a
inanma ve onun ayetleriyle tatmin bulmayı böyle bir kalp için
Mâide Sûresi 51-54 ..................................................... 639
bulanık ve karanlık bir duruma düşürür. Açıkçası bunun adı, imana
şirkin karıştırılmasıdır. Dolayısıyla böyle bir kalp için Allah'ı ve ayetlerini
inkâr etme durumuyla örtüşen durumlar gerçekleşir. Pratik
eylem aşamasında, böyle bir kalbe sahip olan insandan, Allah'ı
ve ayetlerini inkâr etme durumuyla örtüşen davranışlar sâdır olur.
Buna karşılık, kalbin sağlıklı olması da, onun fıtratın çizgisi üzere
kalıcı olmasını, dosdoğru yol üzere bulunmasını ifade eder.
Bunun sonucunda Allah'ı, her türlü şirk unsurundan arınmış bir şekilde
birler, her şeyden soyutlanarak sırf O'na güvenip dayanır, insan
arzusunun, heva ve hevesinin ilgili olduğu her türlü zevki ve
keyfi bir kenara bırakır, elinin tersiyle iter. Yüce Allah bu hususta
şöyle buyuruyor: "O gün ki, ne mal, ne de ogullar yarar vermez.
Ancak Allah'a saglam ve temiz kalp getiren yarar görür." (Şuarâ,
87-89)
Buradan da anlıyoruz ki, kalplerinde hastalık bulunanlar,
münafıklardan ayrı bir grupturlar. Nitekim Kur'ân'da da onlardan
iki ayrı grup olarak söz edilir: "Münafıklar ve kalplerinde hastalık
bulunanlar..." diye. Birçok yerde geçen bu ifade, onların iki ayrı
grup olduğuna yönelik işaret içermiyor değildir. Çünkü münafıklar,
dilleriyle inandık diyen, ama kalpleri inanmayan kimselerdir. Salt
küfür kalbin ölü olduğunu gösterir, hasta olduğunu değil. Nitekim
yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Ölü iken kendisini dirilttigimiz ve
kendisine insanlar arasında yürüyebilecegi bir ışık verdigimiz
kimse..." (En'âm, 122) "Ancak işitenler çagrıya gelir; ölülere gelince,
Allah onları diriltir." (En'âm, 36)
Bundan da anlaşılıyor ki, Kur'ân literatüründe "kalp hastalığı"
Allah ve ayetleri bağlamında insanın kavrayışını bürüyen kuşku
anlamını ifade eder. Böylesi bir kuşkunun etkisi altına giren bir
kalp, dinsel i-nanca sağlam bir şekilde bağlı kalıp dinginliğe
ulaşamaz, bu kuşkunun komplekslerinden kurtulamaz.
Buna göre, anlamın doğasını esas alacak olursak, kalplerinde
hastalık bulunanlar, zayıf imanlı kimselerdir. Bunlar her çağırana
kulak verir, her rüzgarın önünde sürüklenirler. Münafıklardan fark-
Dostları ilə paylaş: |