El-MÎZÂn fî tefsîR-İl kur'ÂN cilt: 5 Nisa Suresinin Devamı ve Maide Suresi


El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5



Yüklə 7,94 Mb.
səhifə44/48
tarix04.01.2019
ölçüsü7,94 Mb.
#90079
1   ...   40   41   42   43   44   45   46   47   48

630 ............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

rilmiş olanlardan ve kâfirlerden dininizi eglence ve oyun yerine



koyanları dost tutmayın." buyurulmasına gelince; burada dost

tutma yasaklandığı hâlde, onlardan söz edilirken Ehlikitap oluşları

ön plâna çıkarılıyorsa da, bunun yanı sıra Allah'ın dinini eğlence ve

oyun yerine koymakla nitelendirilmeleri, Ehlikitap niteliğini bir övgü

niteliğinden çıkarıp yergi niteliği hâline getiriyor. Çünkü bir topluluğa

hakka çağıran ve hakkı açıklayan bir kitap verilir, bunun ardından

kalkıp Allah'ın dinini eğlence ve oyun yerine koyarlarsa, onlar,

dost edinilmemeye herkesten daha layık olurlar. Böyle

kimselerle birlikte yaşamaktan, on-larla aynı düzlemi paylaşmaktan

kaçınmak öncelikli görev niteliğini kazanır. Böyle kimseleri

sevmekten kaçınmak kaçınılmaz olur.

 

"Onlar, birbirlerinin velileridir." ifadesine gelince; daha önce

de vurguladığımız gibi, burada geçen "velâyet"ten maksat, nefislerinin

yakınlaşmasını, ruhlarının kaynaşmasını gerektiren sevgi ve

sempati nitelikli dostluktur. Onlar bu yakınlaşma ve kaynaşma

sonucunda heva ve hevese tabi olma hususunda görüş birliği içinde

olurlar. Aynı tavrı sergilemek suretiyle, hakka tepeden bakarlar,

onu kabul etmeye yanaşmazlar. Allah'ın nurunu söndürme mücadelesinde

güç birliği yaparlar. Hz. Peygambere (s.a.a) ve Müslümanlara

karşı birbirleriyle yardımlaşarak birlikte hareket ederler.

Sanki aynı dine mensup bir tek nefis gibi davranırlar. Aslında aralarında

bir din birliğinden söz edilemez; fakat İslâm'ın onları hakka

davet etmesi, heva ve heves peşinde koşmaktan ibaret olan hedefleriyle

çakışması, şehevî arzularının peşinde hiçbir sınır ve kural

tanımaksızın koşmalarına, dünya zevklerine diledikleri gibi

dalmalarına engel olması, onları görüş birliği içinde hareket etmeye

yönetmiş, Müslümanlara karşı bir el gibi olmalarını gerektirmiştir.

İşte aralarındaki şiddetli düşmanlığa ve nefrete rağmen iki

topluluğu, yani Yahudileri ve Hıristiyanları birbirlerine yaklaştıran,

birbirlerine döndüren, Yahudilerin Hıristiyanları, Hıristiyanların Yahudileri,

bazı Yahudilerin diğer bazı Yahudileri ve bazı Hıristiyanla-

 

Mâide Sûresi 51-54 .................................................... 631

 

rın diğer bazı Hıristiyanları dost edinmelerinin, sevmelerinin nedeni



budur. "Onlar, birbirlerinin velileridir..." ifadesinin sözel olarak

müphem oluşuyla verilmek istenen mesaj da budur. Bu açıdan

cümle, "Yahudileri ve Hıristiyanları veliler edinmeyin." ifadesinin

gerekçesi niteliğindedir. Bu açıdan şöyle bir anlam elde ediyoruz:

Onları dostlar edinmeyin; çünkü onlar, aralarındaki şiddetli ayrılıklara,

parçalanmışlıklara rağmen birbirlerinin dostlarıdır, size karşı

el birliği ederler. Sevgi ve sempatiyle onlara yaklaşmanız size bir

fayda getirmez.

 

"Onlar, birbirlerinin velileridir." ifadesinden başka bir anlam

çıkarmak da mümkündür. Şöyle ki: Onları dost edinmeyin; çünkü

siz an-cak onların size dost olduklarını düşündüğünüz bir kısmını,

diğer bir kısmına karşı yardımlarından yararlanmak için dost edinirsiniz;

fakat bunun size bir yararı olmayacaktır. Çünkü onlar, birbirlerinin

dostudurlar; kendilerine karşı size yardım etmeleri beklenemez.



"Sizden kim onları kendine veli yaparsa, o, onlardandır. Allah, zalim

toplumu doğru yola iletmez." Ayetin orijinalindeki "yetevelle" kelimesinin

mastarı olan "et-tevellî" veli edinmek, dost edinmek demektir.

"Min" edatı ise, tab'iz (bütünden bir parçayı ifade edmek)

içindir. Dolayısıyla şöyle bir anlam elde ediyoruz: "İçinizden kim

onları dost edinirse, o, onlardan biri olur."

Burada bir indirgeme söz konusudur. Bu indirgeme sonucu,

müminlerin bazıları, Yahudilerin ve Hıristiyanların bazıları hâline

gelirler. Bu da bizi şu noktaya götürüyor ki: Iman, karışık veya net,

bulanık veya berrak olmak açısından çeşitli dereceleri bulunan bir

gerçekliktir. Bunu birçok Kur'ân ayetinden algılamak mümkündür:



"Onların çogu, ancak ortak koşanlar olarak Allah'a inanırlar." (Yûsuf,

106) İşte imanda bulunması muhtemel olan bu karışıklığı ve

bulanıklığı, bir sonraki ayette yüce Allah kalp hastalığı olarak ifade

etmektedir: "Kalplerinde hastalık bulunanların... onların arasında



koşuştuklarını görürsün."

Demek ki, görünüşte müminlerden olsalar da, dost edinen bu

 

632 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

insanları, yüce Allah Yahudiler ve Hıristiyanlardan saymaktadır. En



azından bunlar iman demek olan hidayet yolunu izlememektedirler.

Bilâkis, onların izledikleri yolu izlemektedirler. Bu yol da onları

nereye götürüyorsa, bunları da oraya götürmektedir.

Bu yüzden yüce Allah, müminlerin içinde yer alan bu bir kısım

insanları Yahudi ve Hıristiyanların bir kısmı olarak değerlendirmesini,

"Allah, zalim toplumu dogru yola iletmez." ifadesiyle gerekçelendirmektedir.

Dolayısıyla ifadenin anlamı şöyle olur: Sizden

onları dost edinen kimse, onlardandır; sizin yolunuzu

izlememektedir. Çünkü iman yolu, ilâhî hidayet yoludur. Onları

dost edinen bu adam ise, onlar gibi zalimdir. Allah da zalimler topluluğunu

hidayete iletmez.

 

Ayet, görüldüğü gibi, sırf müminlerden onları dost edinenleri,



onların yerlerine koymakla yetinmiş, bunun ayrıntı nitelikli sonuçlarına

değinmemiştir. Gerçi ayetin lafzı bir kayıtla sınırlandırılmamıştır;

fakat amaç, "Oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır." (Bakara,

184) "Namaz, kötü ve igrenç şeylerden meneder. Elbette Allah'ı



anmak daha büyüktür." (Ankebût, 45) ayetlerinde ve benzeri

diğer ayetlerde olduğu gibi ölçü beyanı olduğu için, ayrıntı nitelikli

sonuçlar açısından ayetin müphem olduğunu kabul etmeliyiz. Dolayısıyla

ayrıntı nitelikli bir meselede hüküm vermek için bu ifadeden

kanıt edinmek hususunda sünnetin açıklayıcılığına ihtiyaç

vardır. Bu konuda detaylı bilgi edinmek için fıkıh bilimine

başvurmak gerekir.

 

"Kalplerinde hastalık bulunanların... onların arasına koşuştuklarını



görürsün." Bu ifade, önceki ayette yer alan, "Allah, zalim toplumu

dogru yola iletmez." ifadesine ilişkin bir ayrıntı niteliğindedir. Buna

göre, ilâhî hidayet, bunların -sapıklıktan ibaret olan- hallerini kapsamadığı

için, onların arasında koşuşturuyorlar, bu konuda işitmeye

değmeyecek bahaneler üretiyorlar. Yüce Allah, "onların arasında



koşuştuklarını..." buyuruyor da, söz gelimi "onlara doğru koşuştuklarını..."

buyurmuyor. Çünkü onlar, onlardandırlar; sapıklık

açısından onların yerini tutmuşlardır. Şu hâlde bunlar, başlarına

bir felâket gelmesinden korktukları için bu şekilde

 

Mâide Sûresi 51-54 .......................................................... 633

 

felâket gelmesinden korktukları için bu şekilde koşuşturmuyorlar,



böyle bir şeyden korkmaları da söz konusu değildir. Bu,

Peygamber (s.a.a) ve müminler tarafından kendilerine yönelebilecek

bir eleştiriyi ve ayıplamayı savmak için uydurdukları bir bahanedir.

Onları bu şekilde onların arasında koşuşturmaya iten şey,

onları -Yahudileri ve Hıristiyanları- dost edinmiş olmalarıdır.

Her zulmün ve batılın bir gün yok olup gitmesi, zulmü ve batılı

esas alan bir hayat sisteminin rezaletinin ortaya çıkması ve hak

gibi görünen yöntemlerle batıl hedeflere yönelenlerin umutlarının

suya düşmesi kaçınılmazdır. Nitekim yüce Allah, "Allah, zalim toplumu

dogru yola iletmez." buyururken bu gerçeğe dikkat çekmiştir.

Dolayısıyla yüce Allah'ın bir fetih bahşetmek veya katından bir

emir indirmek suretiyle onların, yaptıklarından pişmanlık duymalarını,

görünümlerinin sahte olduğunun, söylediklerinin yalan olduğunun

müminler tarafından bilinmesini sağlaması kaçınılmazdır.

Bu açıklama ile, "Allah, zalim toplumu dogru yola iletmez." ifade-

sinden sonra "Kalplerinde hastalık bulunanların..." ifadesine

yer veril-mesinin nedeni de anlaşılıyor. Daha önce zalimlerin işledikleri

zulüm itibariyle amaçlarına ulaşamamalarını ifade ettiği

anlamı açıklamıştık.

 

Buna göre, sözü edilen bu kimseler, kalplerinde olmayan bir



görünümle Hz. Peygamberin (s.a.a) ve müminlerin karşısına çıkmaları

bakımından münafık kimselerdirler. Bu özelliklerinden dolayı

da Yahudi ve Hıristiyanlar arasında telaşla koşuşturmalarını

da "başlarına bir felâ-ketin gelmesinden korkmak" şeklinde

yorumluyorlar. Oysa bu davranışlarının, kalplerinde gizli bulunan

duygularıyla örtüşen gerçek yorumu, Allah'ın düşmanlarını dost

edinmeleridir. Iki yüzlülüklerinin altındaki neden budur. Mümin görünüp

içlerinde küfrü saklamak anlamında münafık oluşlarına gelince,

ayetlerin akışından böyle bir anlamı algılamak mümkün değildir.

Bazı tefsir bilginleri, konuyla ilgili olarak aktarılan rivayetleri

de kanıt olarak göstererek, burada Abdullah b. Übey ve arkadaşla-

 

634 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

rı gibi münafıkların kastedildiğini söylemişlerdir. Buna göre, bu



münafıklar, bir yanda müminlerle birlikte oturup kalkıyor, onlara

şirin görünmeye çalışıyorlardı, bir yandan da Yahudi ve Hıristiyanlarla

dostluk kuruyor, yardımlaşma ve dayanışma esaslı antlaşmalar

yapıyorlardı. İki tarafı birden idare ediyorlardı. Her durumda kazançlı

çıkmak ve gıpta ile bakılmak için, kişisel çıkarlarını koruma

amacına yönelik olarak temkinli davranıyorlardı. Dolayısıyla taraflardan

hangisinin başına bir felâket gelseydi, bu ustaca politikaları

sayesinde kendileri güvende olacaklardı!

 

Fakat söz konusu müfessirlerin anlattıkları, ayetlerin akışı ile



ör-tüşmüyor. Çünkü ayetlerin akışı, onların Allah katından Müslümanlara

bahşedilen bir fetih veya bir lütuf dolayısıyla onların pişmanlık

duyacakları beklentisini ifade etmektedir. Kastedilen fetih,

Mekke'nin fethi veya Yahudi kalelerinin ve Hıristiyan yerleşim birimlerinin

fethi ya da buna benzer bir gelişmedir. Bu takdirde ise,

onların pişmanlık duymalarının bir anlamı olmaz. Çünkü onlar, iki

taraf nezdinde de kendilerini güvenceye alacak ihtiyatlı bir tavır

içindeydiler. İhtiyatlı davranan insan ise, pişman olmaz. Dolayısıyla,

onlar açısından bir pişmanlığın gerçekleşmesi, ancak bir kerede

müminlerden kopup, Yahudi ve Hıristiyanlara katılmaları, sonra

başlarına bir felâket gelmesi durumunda söz konusu olabilir.

Aynı şekilde yüce Allah'ın, amellerinin boşa gideceği, sonunda

hüsrana uğrayacakları yönündeki açıklamaları da ancak böyle bur

durumda karşılık bulmuş olur: "Bütün çabaları boşa çıkmış, kaybedenlerden



olmuşlardır." Burada kastedilen durum da, onların

münafık ol-maları, çıkarları ve istekleri için ihtiyatlı bir tutum sergilemeleri

ile bağdaşmıyor. Çünkü başına gelmesinden korktuğu bir

şeye karşı kendini koruyacak şekilde ihtiyatlı bir tutum içine giren

insanın, korktuğu şeyin gerçekleşmemesi durumunda, bu tutumundan

zararlı çıkmasının bir anlamı yoktur. Çünkü ihtiyatlı davranmak,

aklî bir tutumdur ve bundan dolayı ne pişmanlık duyulur,

ne yergi hak edilir.

 

Ancak şunu söyleyebilirler: Onların yerilmelerinin sebebi, ilâhî



 

Mâide Sûresi 51-54 ................................................... 635

 

yasağı çiğnemeleri, Allah'ın fetih vaadini inandırıcı bulmamalarıdır.



Bu çıkarsama özü itibariyle doğru olsa bile, ayette, buna ilişkin

lafzî bir kanıt edinmek mümkün değildir.

 

"Umulur ki Allah, fetih ya da kendi katından bir iş getirir de onlar,

içlerinde gizlediklerine pişman olurlar." İfadenin orijinalinin başında

yer alan "asa" kelimesi, insanların sözlerinde olduğu gibi, yüce Allah'ın

sözleri içinde de temenni anlamını ifade eder; -daha önce,

bu temenninin dinleyici ya da içinde bulunulan durum itibariyle

geçerli olduğunu belirtmiştik- ancak, ifadenin akışından edindiğimiz

intiba, dolayısıyla karine, bunun kesin olarak gerçekleşecek

bir vaat olduğunu göstermektedir. Çünkü ifade, "Allah, zalim toplumu

dogru yola iletmez." ifadesinde dile getirilen hususu pekiştirmeye,

bu-nun doğruluğunu vurgulamaya, içerdiği hususun kesinlikle

gerçekleşeceğini ifade etmeye yöneliktir.

 

Yüce Allah fetihten söz ederken, fetihle katından bahşedeceği



ve pek net olmayan bir lütuftan söz ediyor. Dolayısıyla bu fetihle

bizce meçhul olan bir gelişmeye değiniyor. Bu da, fetih kelimesinin

başındaki "lam"ın cins için olduğunu, zihinde bilinen bir olguya

işaret etmediğini gösterir. Dolayısıyla bununla kastedilenin, çeşitli

ayetlerde vaat edilen Mekke fethi olması söz konusu değildir, diyebiliriz.

Örneğin, şu ayetlerde olduğu gibi: "Kur'ân'ı sana gerekli



kılan Allah, elbette seni, varılacak yere döndürecektir." (Kasas,

85) "Andolsun, Mescid-i Haram'a gireceksiniz." (Fetih, 27) Bunun

gibi daha birçok ayet örnek verebiliriz.

 

Kur'ân'da fetihten söz edildiğinde, bununla genellikle Mekke'-



nin fethi kastedilmekle beraber, bazı yerlerde bu ifadeyi Mekke'-

nin fethi şeklinde yorumlamak mümkün görünmüyor. Şu ayette

geçen fetih ifadesini buna örnek gösterebiliriz: "Dogru iseniz bu

fetih ne zaman? diyorlar. De ki: 'Fetih günü gelince, inkâr edenlere

inanmaları fayda vermez ve kendilerine mühlet de verilmez.'

Sen onlardan yüz çevir ve bekle, zaten onlar da beklemektedirler."

(Secde, 28-30) Burada yüce Allah, söz konusu fetih gerçekleştiğinde,

daha önce kâfir olanların, bu sırada inanmalarının kendile-

 

636 ..................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

rine bir fayda vermeyeceğini ve kâfirlerin böyle bir fethi beklediklerini



bildirmektedir.

 

Şunu biliyoruz ki, bu hususlar ne Mekke'nin fethi ile, ne de



Müslümanların bugüne kadar elde ettikleri diğer fetihlerle ilgili

değildir. Çünkü imanın fayda vermemesinden, yani tövbenin işe

yaramamasından söz etmek, -daha önce, tefsirimizin 4. cildinde

Nisâ suresi, 17-18. ayetleri tefsir ederken tövbe kavramı üzerinde

durduğumuz sırada belirttiğimiz gibi- ancak iki durumla birlikte

söz konusu olabilir: Ya hayattan ayrılma anında, dünya ile ahiretin

yer değiştirmesi dolayısıyla insanın seçme özgürlüğünün ortadan

kalkması durumunda. Ya da olumsuz huy ve karakterlerin tövbe

ve Allah'a dönme ihtimalini ortadan kaldıracak şekilde kalplerin

katılaşmasına yol açması durumunda. Nitekim yüce Allah bu hususta

şöyle buyurmuştur: "Rabbinin bazı ayetlerinin geldigi gün,

daha önce inanmamış ya da imanından bir hayır kazanmamış

olan kimseye, artık inanması fayda saglamaz." (En'âm, 158) "Içlerinden

birine ölüm gelip çatıncaya kadar kötülükleri yapıp, 'Ben

şimdi tövbe ettim' diyenler ve kâfir olarak ölenler için (kabul edilecek)

tövbe yoktur." (Nisâ, 18)

Bu bakımdan, eğer ayette geçen fetihten maksat, Mekke'nin

yahut Yahudi kalelerinin veya Hıristiyan yerleşim birimlerinin fethi

gibi Müslümanlar tarafından gerçekleştirilen herhangi bir fetihse,

buna diyecek bir şey yok. Ancak daha önce de işaret ettiğimiz gibi,

"içlerinde gizlediklerine..." ve "Inananlar... derler." ifadeleriyle

anlatılanların bu ihtimalle örtüşmesi pek açık değildir.

Ama eğer sözü edilen fetihten maksat, İslâm'ın küfrün işini

bitirmesi ve Resulullah ile kavminin arasında kesin hükmün verilmesi

ise, hiç kuşkusuz bu, Kur'ân'ın geleceğe ilişkin gaybî haberlerindendir.

Yüce Allah bu haberlerde, bu ümmetin ileride karşılaşacağı

kimi olayları ve gelişmeleri haber verir. Böyle bir çıkarsama,

Yûnus suresinde yer alan şu ifadelerin anlamlarıyla da örtüşmektedir:



"Her ümmetin bir elçisi vardır. Elçileri gelince aralarında

adaletle hükmolunur..." (Yûnus, 47-56)

 

Mâide Sûresi 51-54 ....................................................... 637

 

"Onlar, içlerinde gizlediklerine pişman olurlar." Pişmanlık,

yapılmaması gereken bir işin yapılmasından veya yapılması gereken

bir işin yapılmamasından dolayı içine düşülen psikolojik bir

durumdur. Onlar bir şey yapmışlardır. Yüce Allah, bunu izleyen ayette,

onların amellerinin boşa gittiğinden ve ticaretlerinin hüsranla

sonuçlandığından söz ediyor. Onların içlerinde gizledikleri şey,

Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeleri, onların arasında koşuşturarak,

Yahudi ve Hıristiyanların Allah'ın nurunu söndürme, dünyanın

zevklerinden hiçbir engelle karşılaşmaksızın yararlanma yönündeki

hedeflerini gerçekleştirme hususunda onlara yardımcı

olmalarıdır.

 

Büyük bir ihtimalle, onlar içlerinde bunu gizliyorlardı; bunun için



Yahudi ve Hıristiyanların aralarında koşuşturuyorlardı. Ama Allah,

hak esaslı mesaja fetih bahşedince, çabalarının boşa gitmesinden

dolayı büyük bir pişmanlık duyacaklardır.

 

"İnananlar... derler..." İfadenin orijinalinde geçen "yekûlu" kelimesi,



"yekûle" şeklinde de okunmuştur. Bu okuyuş ifadenin, önceki

ayette geçen, "fe yusbihu..." ifadesine atfedilmesinden ileri

gelmektedir. Bizce ifadeyi bu şekilde okumak daha isabetlidir.

Çünkü ayetlerin akışına böyle bir anlam daha uygun düşmektedir.

Çünkü onların içlerinde gizlediklerine pişman olmaları ve müminlerin

onlara; "bunlar mı?" şeklinde hitap etmeleri, onların Yahudi

ve Hıristiyanları dost edinmelerinin ve onların arasında

koşuşturmalarının bir sonucudur.

 

"Bunlar..." sözüyle, Yahudi ve Hıristiyanlara işaret ediliyor; "sizinle

beraber..." ifadesinde de kalplerinde hastalık bulunanlara hitap

ediliyor. Bunun tam tersi de olabilir. Aynı şekilde, "Bütün çabaları



boşa çıkmış, kaybedenlerden olmuşlardır..." ifadesinde zamirin

Yahudi ve Hıristiyanlara dönük olması mümkün olduğu gibi,

kalplerinde hastalık bulunanlara dönük olması da mümkündür.

Fakat ayetlerin akışından algıladığımız kadarıyla hitap kalplerinde

hastalık bulunanlara, işaret de Yahudi ve Hıristiyanlara yöneliktir.

Dolayısıyla, "Çabaları boşa çıkmış..." sözü, takdirî bir soru-

 

638 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

nun cevabı niteliğindedir ve şöyle bir anlam belirginlik kazanıyor:



Umulur ki, Allah bir fetih veya katından bir iş getirir. O zaman iman

edenler, ilâhî gazabın kapsamına giren, şu kalplerinde hastalık bulunanlara

şöyle diyeceklerdir: "Şu Yahudi ve Hıristiyanlar mı, var

güçleriyle yemin ederek sizinle beraber olduklarını söylüyorlardı?

Peki şimdi niye size bir yararları dokunmuyor?!" Sonra, "Şimdi bu

Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinenlerin akıbeti ne olacak?" diye

sorulmuş gibi şöyle bir cevap veriliyor: "Bütün çabaları boşa

çıkmış, kaybedenlerden olmuşlardır."

 

KALPLERİN HASTA OLMASININ ANLAMI ÜZERİNE



 

"Kalplerinde hastalık bulunanlar" ifadesi gösteriyor ki, kalpler

için bir hastalık ve bunun kaçınılmaz sonucu olarak da sağlık ve

sıhhat söz konusudur. Çünkü sağlık ve hastalık birbirine karşıt iki

olgudur. Bunlardan biri, ancak öbürünün bulunabilme imkânı söz

konusu olduğu bir yerde gerçekleşebilir. Görme ve kör olma gibi.

Örneğin bir duvar için hastalıktan söz edilmez. Çünkü onun sağlık

ve sıhhate kavuşması gibi bir durum yoktur.

 

Yüce Allah'ın kitabının çeşitli yerlerinde kalplerin hastalığından



söz ettiği durumlarda, bu kalplerin hâllerinden ve etkilerinden söz

eder ki bunlar, söz konusu kalplerin fıtratın dosdoğru çizgisinden

saptıklarını, normal davranışların dışına çıktıklarını ve dosdoğru

yoldan uzaklaştıklarını gösterirler. Söz gelimi yüce Allah şöyle buyuruyor:



"Münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunan kimseler,

'Allah ve Resulü bize sadece boş vaatlerde bulundu' diyorlardı."

(Ahzâb, 12) "Münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar, 'Bunları



dinleri aldatmış' diyorlardı." (Enfâl, 49) "Şeytanın attıgını, kalplerinde

hastalık olanlar ve kalpleri katılaşanlar için bir imtihan

yapsın." (Hac, 3) Bu konuda örnek gösterilebilecek birçok ayet vardır.

Özetleyecek olursak; kalbin hasta olması, onun bir tür kuşku

ve tatminsizliğe müptela olması anlamına gelir. Bu kuşku, Allah'a

inanma ve onun ayetleriyle tatmin bulmayı böyle bir kalp için

 

Mâide Sûresi 51-54 ..................................................... 639

 

bulanık ve karanlık bir duruma düşürür. Açıkçası bunun adı, imana



şirkin karıştırılmasıdır. Dolayısıyla böyle bir kalp için Allah'ı ve ayetlerini

inkâr etme durumuyla örtüşen durumlar gerçekleşir. Pratik

eylem aşamasında, böyle bir kalbe sahip olan insandan, Allah'ı

ve ayetlerini inkâr etme durumuyla örtüşen davranışlar sâdır olur.

Buna karşılık, kalbin sağlıklı olması da, onun fıtratın çizgisi üzere

kalıcı olmasını, dosdoğru yol üzere bulunmasını ifade eder.

Bunun sonucunda Allah'ı, her türlü şirk unsurundan arınmış bir şekilde

birler, her şeyden soyutlanarak sırf O'na güvenip dayanır, insan

arzusunun, heva ve hevesinin ilgili olduğu her türlü zevki ve

keyfi bir kenara bırakır, elinin tersiyle iter. Yüce Allah bu hususta

şöyle buyuruyor: "O gün ki, ne mal, ne de ogullar yarar vermez.

Ancak Allah'a saglam ve temiz kalp getiren yarar görür." (Şuarâ,

87-89)


 

Buradan da anlıyoruz ki, kalplerinde hastalık bulunanlar,

münafıklardan ayrı bir grupturlar. Nitekim Kur'ân'da da onlardan

iki ayrı grup olarak söz edilir: "Münafıklar ve kalplerinde hastalık



bulunanlar..." diye. Birçok yerde geçen bu ifade, onların iki ayrı

grup olduğuna yönelik işaret içermiyor değildir. Çünkü münafıklar,

dilleriyle inandık diyen, ama kalpleri inanmayan kimselerdir. Salt

küfür kalbin ölü olduğunu gösterir, hasta olduğunu değil. Nitekim

yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Ölü iken kendisini dirilttigimiz ve

kendisine insanlar arasında yürüyebilecegi bir ışık verdigimiz

kimse..." (En'âm, 122) "Ancak işitenler çagrıya gelir; ölülere gelince,

Allah onları diriltir." (En'âm, 36)

 

Bundan da anlaşılıyor ki, Kur'ân literatüründe "kalp hastalığı"



Allah ve ayetleri bağlamında insanın kavrayışını bürüyen kuşku

anlamını ifade eder. Böylesi bir kuşkunun etkisi altına giren bir

kalp, dinsel i-nanca sağlam bir şekilde bağlı kalıp dinginliğe

ulaşamaz, bu kuşkunun komplekslerinden kurtulamaz.

Buna göre, anlamın doğasını esas alacak olursak, kalplerinde

hastalık bulunanlar, zayıf imanlı kimselerdir. Bunlar her çağırana

kulak verir, her rüzgarın önünde sürüklenirler. Münafıklardan fark-

 


Yüklə 7,94 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   40   41   42   43   44   45   46   47   48




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin