Emile zola ve nana



Yüklə 1,8 Mb.
səhifə17/35
tarix30.07.2018
ölçüsü1,8 Mb.
#64278
1   ...   13   14   15   16   17   18   19   20   ...   35

- Yemin ederim ki şekerim, bunu bildiğini sanıyordum. Belki de doğru değildir. Ben uydurmadım bunu. Bana böy-

EMILE ZOLA

225

le söylediler, her yerde konuşuluyor; ama neyi ispat eder ki bu. Haydi canım sen de, üzme kendini. Erkek olsam, kadınlara metelik vermezdim ben! Görüyorsun ya kadın dediğinin yükseği de alçağı da bir: zevkine düşkündür hepsi de.



Sözlerinin adam üzerindeki acı etkisini azaltmak için veryansın ediyordu kadınlara. Ama kontun bu sözleri duyduğu yoktu. Ayağını sürüyerek, potinlerini ve redingotunu giydi. Bir süre daha ayaklarını yere vurdu. Sonra, sanki nihayet kapıyı bulabilmiş gibi çıkıp gitti. Nana çok üzülmüştü.

Kendi kendine :

- Eh! Uğurlar olsun! diye söylendi. Bu adam böyle bir şey söylendiği zaman yine de terbiyeli davranıyor!... Ben de kalkmış dövünüyorum! Önce ben sözümü geri aldım; yeterince özür diledim sanırım... Sonra da canımı sıkıp duruyordu burada!

Ama yine de canı sıkılmıştı. İki eliyle bacaklarını kaşıyordu. Eh olan olmuştu artık...

- Adam sen de! Boynuz takmışsa benim kabahatim değil ya bu! diye mırıldandı.

Sonra kızarmış bir bıldırcın gibi bütün vücudunu ısıttıktan sonra, yatağına girdi. Zili çalıp Zoe'yi çağırdı ve mutfakta bekleyen öteki adamı göndermesini söyledi.

Sokağa çıkınca, Muffat sert adımlarla yürümeye başlamıştı. Yeniden sağnak halinde yağmur yağıyordu. Başını havaya kaldırınca is renkli bulutların ayın önünden geçtiğini gördü. Bu saatte, Haussmann bulvarında pek az kimseye rastlanırdı. Opera şantiyelerinin yanından geçti: daha karanlık yerlerde yürümek istiyor ve hep kopuk kopuk şeyler mırıldanıyordu. Yalan söylüyordu bu kadın. Yalanı ahmaklığı ve kötülüğü yüzünden uydurmuştu. Ayağının altında kafasını ezmeliydi. Ne olursa olsun çok utanç verici bir şeydi bu. Artık bir daha onu göremez, ona dokunamazdı; yoksa çok alçak bir insan olmalıydı. Boğulacakmış gibi derin derin soluk alıyordu. Ah! şu çıplak canavar, şu her yanını ateşte kızartan dişi kaz; kırk yıldır saygı duyduğu ne varsa

226


NANA

salyalarını akıtmıştı üstüne! Ay, bulutlardan sıyrılmıştı, şimdi ıssız caddeye beyaz bir örtü serilmiş gibiydi. Korktu, hıçkırarak ağlamaya başladı: Sonsuz bir boşluğa yuvarlanmış gibi şaşkın bir haldeydi.

- Allahım! diye kekeledi; bitti, her şey bitti artık.

Caddelerde, evlerine gecikenler hızlı hızlı yürüyorlardı. Bu kadının anlattıkları, durmadan ateşler içinde yanan kafasını kurcalıyordu. Olaylar üzerinde serin kanlılıkla düşünmek istiyordu. Kontes bayan de Chezelles'in şatosundan sabahleyin dönmüş olmalıydı. Aslında, bir akşam önce gelip geceyi bu adamın yanında geçirmesine hiçbir şey engel olamazdı. Şimdi, Fondettes'de bulundukları günlerle ilgili bazı ufak tefek olayları hatırlıyordu. Bir akşam ağaçların altında birdenbire Sabine'in karşısına çıkmıştı; karısı o kadar heyecanlıydı ki hiçbir şey söyleyememişti. O adam da yanında mıydı yoksa? Düşündükçe Nana'nın anlattıklarının doğru olabileceğini kabul ediyordu. Sonunda da bunu hem tabii hem de zorunlu buldu. Kendisi bir yosmanın yanında, gömleğini giyerken, karısı âşığının odasında soyunmakta olabilirdi; bundan daha sade ve akla yakın bir şey olamazdı. Böylece düşünerek soğukkanlılığını elden bırakmak istemiyordu. Şimdi bu ona etrafındakileri de çekip içine alarak sürükleyen bir şehvet çılgınlığı gibi görünüyordu. Kafasında ateşli hayaller canlanmıştı. Nana'nın çıplak vücudunu hatırlarken, Sabine çırılçıplak gözlerinin önünde belirdi. İki kadını da aynı istek kasırgası ile saran bu görüntü, ikisini aynı hayasızlıkla birbirine benzeterek, Muffat'yı sarstı; yürürken düşecek gibi oldu. Bir kahveden çıkan bazı kadınlar, gülerek dirsek vuruyorlardı ona. O zaman yeniden hıçkıra hıçkıra ağlamak geldi içinden. Gözyaşlarını herkese göstermemek için daracık karanlık bir sokağa, Rossini sokağına saptı; orada ıssız evlerin önünden geçerek bir çocuk gibi ağladı.

Boğuk bir sesle :

- Bitti, bir şey yok artık; her şey bitti! diyordu.

EMİLE ZOLA

227


Öyle katıla katıla ağlıyordu ki, göz yaşlarıyla ıslanan elleriyle yüzünü kapatarak sırtını bir duvara dayadı. Bir ayak sesi duyunca uzaklaştı oradan. Herkesten öylesine utanıyor, öyle bir korku duyuyordu ki geceleyin sokakları arşınlayan yersiz yurtsuz birinin kaygılı yürüyüşü ile gidiyor, gidiyordu. Kaldırımda biriyle karşılaşınca, sanki, başına gelen-' leri omuzlarının sallantısından anlayaeakmış gibi, kayıtsızca yürümeye çalışıyordu. Grange-Bateliere sokağından geçip FauborgMonmartre sokağına kadar gelmişti. Birden pırıl pırıl ışıklarla karşılaşınca şaşırdı, geri döndü. Bir saat kadar, en karanlık köşelere sokularak o mahallede dolaştı durdu.

Şüphesiz bir yere varmak istiyordu ve ayakları, bir sürü dönemeçten sonra hep oraya doğru götürüyordu kendisini. Nihayet bir sokağın köşesinde başını kaldırıp yukarıya baktı. Gelmişti. Taitbout sokağı ile Provence sokağının kö-şesiydi burası. Beş dakikada gelebileceği bu yere, kafasının acılı uğultuları arasında ancak bir saatte varabilmişti. Bir ay önce, bir sabah Tuileries'de verilen bir balo için yazdığı yazıda, kendi adından da söz ettiği için Fauchery'ye teşekkür etmek üzere buraya geldiğini hatırladı. Gazetecinin dairesi asma kattaydı. Evin küçük dört köşe pencereleri bir dükkânın çok büyük tabelâsının arkasında kalıyordu. Sol taraftaki son pencerenin aralık perdelerinden kuvvetli bir ışık şeridi uzanmaktaydı. Bir şeyler bekleyerek, gözleri hep bu ışık şeridinde, düşüncelere daldı.

Ay kaybolmuş, gökyüzü koyu bir karardığa bürünmüştü; dondurucu bir çiğ yağıyordu şimdi. Taitbout ve Provence sokakları yer yer havagazı fenerlerinin ışıklarının meydana getirdiği sarımtırak bir buğunun içinde uzayıp gidiyordu. Muffat olduğu yerde durmuştu. Fauchery'nin odasıydı burası. İçini hatırladı, duvarlarına kırmızı bir kumaş gerilmiş bir oda. Dipte Louis XIII. stilinde bir karyola. Lâmba sağda, şöminenin üstünde olmalıydı. İkisi de yatağın içindeydiler herhalde. Çünkü hiçbir insan gölgesi göze çarpmıyordu. Perdelerin arasından sızan ışık çizgisi, tıpkı bir gece

228


NANA

kandilinin yansıması gibi öyle olduğu gibi duruyordu. Şimdi gözleri hep yukarıda bir plân kuruyordu kafasında: sokak kapısının zilini çalıyor, kapıcının seslenmesine aldırış etmeden yukarıya çıkıyor, kapıları omuz vurarak açıyor, ikisini yatağın içindeyken bastırıyor, kollarını birbirinin boynundan ayırmaya vakit bırakmadan atılıyordu üstlerine. Ama bir an yanında silâh olmadığını hatırladı; sonra ikisini de boğmayı tasarladı. Plânını yeniden ele alıyor, daha da işliyordu. Her an bir belirti, emin olmak için bir şeyler bekliyor gibiydi. Eğer o anda bir kadın gölgesi belirseydi kapıyı çalacaktı. Ama yanılmış olabileceği düşüncesiyle buz kesiliyordu bütün vücudu. Ne diyecekti? Yeniden içinde şüpheler belirdi. Karısı bu adamın yanında olamazdı. İmkânsız, inanılmaz bir şeydi bu. Bununla birlikte, gittikçe derin bir uyuşukluğa gömülerek hep odada duruyor; gözlerini diktiği noktadan hiç ayırmadan, büyülenmiş gibi bekliyordu.

Yağmur başlamıştı. O sırada iki gece bekçisinin o tarafa doğru geldiğini gördü; sığındığı kapının önünden ayrılmak zorunda kaldı. Sonra adamlar uzaklaşınca, sırılsıklam, titreyerek yine eski yerine döndü. O ışık şeridi hep öyle pencerede yukarıdan aşağıya uzanmaktaydı. Tam oradan ayrılacağı sırada, içerden bir gölge geçti. Ama bu o kadar çabuk olmuştu ki, yanıldığını sandı. Sonra ardı ardına başka gölgeler de koşuştu birbiri ardınca, odanın içinde bir gidiş geliş vardı. Muffat, kaldırımda hep öyle mıhlanıp dururken, midesinde dayanılmaz bir yanma duyuyordu, ne olduğunu anlamak için bekledi. Kol ve bacak gölgeleri belirip kayboluyordu: İri bir el bir su testisi gölgesiyle dolaşıp duruyordu. Net olarak bir şey gördüğü yoktu. Yalnız bir kadın saçının topuzunu görür gibi olmuştu. Şimdi bunu düşünmeğe başladı. Sabine'in topuzu olduğu söylenebilirdi; ama ensesi biraz daha kalın görünüyordu. Şu anda bir şey bilemezdi, bir şey yapamazdı. Korkunç bir bunalım içinde midesinde öyle dayanılmaz bir ağrı duyuyordu ki, yoksul bir adam gibi titreyerek, acısını dindirmek için kapıya yaslandı. Sonra, gözlerini o pencereden hiç ayırmadan dururken öfkesi

EMİLE ZOLA

229

bir ahlâkçının duygularında eridi: kendisini milletvekili olmuş gibi görüyordu. Meclis kürsüsünden sefahate, zevke düşkünlüğe karşı yıldırımlar yağdırıyor, bu yüzden memleketin başına felâketler geleceğini haykırıyordu. Fauchery'-nin zehirli sinek konusundaki yazısını yeniden yazıyor ve Roma'nın son günlerindeki âdetleriyle bir toplumun yasaya-' mayacağını söylüyordu. Bu düşünceler onu rahatlattı. Şimdi gölgeler kaybolmuştu. Şüphe yok, tekrar yatmışlardı. O hep bakıyor, öylece bekliyordu. Saat üçü, sonra dördü vurdu. Yağmur başlayınca kapının içine sığınıyordu; bacaklarından sular sızıyordu. Artık kimse geçmiyordu sokaktan. Zaman zaman budalaca bir inançla, o ışık şeridine sürekli olarak bakmaktan yorulan gözleri kapanıyordu. İki kere daha odanın içinde yeniden gölgeler koşuşmaya o koca testiyi dolaştırmaya başlamıştı, iki kere daha yine odaya sükûnet çökmüş, lâmba yine o gece kandili gibi hafif aydınlığını serpmişti. Şüphe yok ki bu gölgeler artıyordu. Kaldı ki, tam harekete geçeceği sırada bir düşünce Muffat'yı durdurdu: kadının çıkmasını beklemekten başka yapacak bir şey yoktu. Sabine'i çok iyi tanıyabilirdi. Bundan daha sade bir şey olamazdı. Hiçbir rezalete meydan vermeden gerçeği öğrenebilirdi. Sadece burada beklemesi yeterdi bunun için. İçini alt üst eden bütün duygular arasında şimdi yalnız gizli bir öğrenmek ihtiyacı duyuyordu. Ama, can sıkıntısından bu kapının önünde uyuklamağa başlamıştı. Kendini oyalamak için daha kaç saat beklemesi gerektiğini hesaplamaya koyuldu. Sabine saat dokuza doğru istasyonda bulunmalıydı. Böylece daha dört buçuk saati var demekti. Adeta sabır taşı kesilmişti; bütün gece boyunca bekleyişinin sonsuzluğa kadar gideceğini düşünerek derin bir haz duyuyor gibiydi. Hiç kımıldamayacaktı yerinden.



Birden o ışık şeridi siliniverdi. Bu çok sade olay Muffat için adeta umulmadık bir felâket, can sıkıcı ve duygularını alt üst eden bir şey olmuştu. Belli ki lâmbayı söndürmüşlerdi, uyuyacaklardı. Bu saatte akla yakın bir şeydi bu. Ama bu onu öfkelendirdi, bu karardık pencere artık ilgilen-

230


MANA

dirmiyordu kendisini. Bir çeyrek saat kadar daha baktı, sonra yorularak kapıdan ayrıldı, kaldırımda bir kaç adım yürüdü. Saat beşe kadar gidip gelerek dolaştı; arada yukarıya bir göz atıyordu. Pencere hep öyle kapkaranlıktı. Bir aralık, acaba gölgelerin hareketlerini bir rüyada mı görmüştüm, diye sordu kendi kendine. Yorgunluktan bitkin bir haldeydi; o sokağın köşesinde niçin beklediğini unutuyor, zaman zaman ayağını bir kaldırım taşına çarparak, vücudu soğuktan donmuş bir adamın ürpertisiyle silkiniyordu. Bu kadar kaygılanmak zahmetine değmez diye düşünüyordu. Yukarıdakiler mademki uyuyorlardı, varsın uyusunlardı. Ne diye karışmalıydı onların işlerine? Ortalık kapkaranlıktı, kimse ne olup bittiğini hiçbir zaman bilemezdi. Şimdi artık bütün düşünceleri uçup gitmiş, merakı bile kalmamıştı; içinde bir yerlere kendini avutarak buna bir son verme isteği doğdu. Soğuk gittikçe artmıştı, sokakta dolaşmak dayanılmaz bir azap halini alıyordu; iki kere uzaklaştı, sonra yine ayağını sürüyerek döndü, sonra daha uzağa gitti. Artık her şey bitmişti, bulvara kadar indi ve bir daha geri dönmedi.

Şimdi sıkıcı bir gezinti başlamıştı sokaklarda. Duvar diplerinden giderek yürüyordu. Taşlarda topuklarının gürültüsü büyüyor, her havagazı fenerinin altından geçişinde gölgesinin büyüyüp küçülüşüne bakıyordu. Bu yürüyüş onu oyalıyor, avutuyordu. Sonradan, geçtiği yerleri hiç hatırlayama-mıştı; değirmi bir alanda saatlerce dönüp durmuş gibi geliyordu ona. Çok net olarak tek bir şeyi hatırlıyordu. Nasıl olduğunu anlamadan Panorama pasajının parmaklıklarını iki eliyle tutup yüzünü yapıştırdığını hatırlamıştı. Sarsmıyordu bu parmaklıkları, sadece pasajın içini görmeye çalışıyordu. Yüreği büyük bir heyecanla kabarmıştı. Ama hiçbir şeyi farketmiyordu. Issız galeride koyu bir karardık dalgalanıyordu. Saint-Marc sokağından gelen bir rüzgârla yüzüne bir mahzenin rutubeti çarpmıştı. Ama yine de direniyordu". Sonra bir rüyadan silkinir gibi kendine gelerek, bu saatte yüzünü demirlerin arasına soktuğu bu parmaklıkların önünde ne aradığını sordu kendi kendine. Yeniden o umutsuzca

EMİLE ZOLA

231

yürüyüşüne başladı. Şimdi bu karanlıklarda, ihanete uğramış olarak yapayalnız kalmanın derin kederiyle yüreği sızlıyordu.



Nihayet gün doğdu; sabah olmuştu. Ama Paris'in kaldırımı kadar pis ve kış gecelerinin ardından gelen hüzünki bir sabahtı bu. Muffat yeni Opera inşaatının yanında yapılmakta olan geniş sokaklara gelmişti. Yağmuru içe içe, araba tekerlekleriyle oyulmuş toprak, bataklık haline gelmişti. Muffat, ayağını nereye bastığını bilmeden, ayağı kayarak sonra kendini toparlayarak yürüyordu. Vakit ilerledikçe, çöpçülerle, işlerine giden işçilerle karşılaşması ona yeniden azap veriyordu. Gelip geçenler, şapkası su içinde, üstü başı çamurlanmış, şaşkın şaşkın giden bu adama hayretle bakıyorlardı. Uzun süre inşaatlardaki iskelelerin altına saklandı. Bomboş varlığı içinde, tek düşüncesi kendisinin büyük bir perişanlığa yuvarlanmış olduğunu anlamış olmasıydı.

Şimdi Tanrı'yı düşündü. Böyle birden Tanrı'nın yardımını beklemek, insanüstü bir tesellinin özlemini duymak şaşırtmıştı onu; bu düşünce B. Venot'yu hatırlattı. Adamın o küçük tombul yüzü, bozuk dişleri gözünün önüne geldi. Aylardır yanına sokulmaktan çekindiği B. Venot, eğer şimdi kapısını çalıp kendisini kollarına atarak ağladığını görse pek mutlu olurdu. Eskiden azıcık kederlense, hayatında azıcık bir güçlükle karşılaşsa bir kiliseye girer, yüce Tanrının önünde diz çökerek, derin bir boyun eğişle yalvarırdı. Sonra, dualarının kazandırdığı yeni bir güçle ayrılırken, ruhunun ebedi selâmeti uğruna bu dünya nimetlerini feda etmek isteğinden başka bir istek duymayarak ayrılırdı oradan. Ama artık, sadece cehennem korkusuna kapıldığı zaman kendini zorlayarak ibadet ediyordu; büyük bir gevşekliğe kaptırmıştı kendini. Nana ödevlerini savsaklamasına sebep olmuştu. Tanrıyı düşünmek hayret veriyordu ona. Neden bu korkunç bunalıma yuvarlandığı anda bütün o zayıf varlığı çöküntüye giderken Tanrı aklına gelmemişti?

232

NANA


Böyle düşünürken, güçlükle yürüyerek bir kilise araştırdı. Nerede olduğunu bilmiyordu. Nihayet, Chaussee d'An-tin sokağının köşesini dönerken Trinite'nin sonlarında, sisler arasında bir kule gözüne ilişti, bahçede bir çok beyaz heykeller vardı. Bir parkın sararmış yaprakları arasına çıplak Venüs'ler oturtulmuş gibiydi. Sundurmanın altında durarak bir an soluk aldı. Geniş merdivenlerden çıkarken yorulmuştu. Sonra içeri girdi. Kilisenin içi soğuktu. Kaloriferi bugün önce söndürülmüştü. Yüksek kubbelerini camlardan sızan bir buğu doldurmuştu. Köşeleri loşluğa gömülmüştü. Tek bir insan yoktu içeride. Sadece, bu kasvetli karanlığın içinde, uyku sersemliği ile ayağını sürüyen zangoçun pabuç sesleri duyuluyordu. Muffat, dağınık bir halde duran iskemlelerin arasına daldı; bir dualı su kabının yanı başındaki mihrap parmaklığının önünde diz çöktü: ellerini kavuşturdu; okuyacağı duaları hatırlamaya çalıştı; bütün benliği ile kendini Tanrı'ya adamak istiyordu. Ama yalnız titreyen dudaklarından, kekeleme halinde bazı kelimeler dökülüyor; düşüncesi hep dışarı kayıyor; önüne geçilmez bir zorunluluğun kırbacı altındaymış gibi, hayalinde, yine avare avare sokaklarda yürüyüp duruyordu. Bir yandan da: «Tanrım, yardım et bana! Senin adaletine sığınan kulunu yalnız bırakma! Düşmanlarımın beni mahvetmesine izin verme.» diye dua ediyordu. Ama bu yalvarışına hiçbir cevap almamıştı. Omuzlarına karanlık ve soğuk çökmüştü. Uzaktan gelen pabuç sesleri dua etmesine engel oluyordu. Bomboş kilisenin içinde başka hiçbir ses duyulmuyordu. Sonra bir iskemleye dayanarak dizlerinin üstünde doğruldu. Tanrı henüz gelmemişti buraya. Ne diye B. Venot'mn kolları arasında ağlayacaktı? Bir şey yapamazdı ki bu adam.

Sonra hızlı hızlı Nana'nın evine döndü. Dışarıda ayağı kaydı; gözlerinin yaşla dolduğunu hissediyordu. Kaderine karşı öfke duymuyordu içinde; sadece zayıf ve hasta hissediyordu kendini. Çok yorulmuştu; sürekli yağmur altında sırılsıklam olmuştu; soğuk iliklerine işlemişti. Miromesnil sokağındaki karanlık konağına dönmek aklına geldi, ama bu düşünce ürpertti onu. Nana'nın evinin kapısı açık değildi.

EMİLE ZOLA

233


Kapıcıyı bekledi. Yukarı çıkarken, içerinin ılıklığını vücudunda hissedince gülümsedi; nihayet bu yuvada gerinip uyuyabilecekti.

Zoe kapıyı açıp da kontu karşısında görünce hayret ve kaygı ile irkildi. Dediğine göre hanımı korkunç bir baş ağrısı yüzünden gözünü yummamıştı. Ama eğer uyumamışsa kendisini görebilirdi. Adam salonda bir koltuğa yığılırken hizmetçi kadın, Nana'nın odasına sessizce girdi. Nana hemen dışarı çıktı. Yataktan fırlamış, ancak bir eteklik giyecek kadar vakit bulabilmişti; yalınayaktı, saçları darmadağınıktı; sevişmeyle geçen bir gecenin sonunda gömleği buruşmuş, yırtılmıştı.

Yüzü kıpkırmızı kesilerek :

- Yine mi sen? diye bağırdı.

Büyük bir öfkeye kapılarak, Muffat'yı kapı dışarı etmek için koşmuştu. Ama onu böyle bitkin, acınacak bir halde görünce yine duygulandı. Sesini biraz yumuşatarak :

- O, zavallıcık; ne hale gelmişsin. Ne oldu böyle... Söylesene? Onları gözetledin, kendini harabettin ha?

Adam cevap vermedi, kafasına tokmakla vurulmuş bir hayvana benziyordu. Nana, Muffat'nın karısının kendisini aldattığı konusunda hiçbir kanıt elde edemediğini anlamıştı; onu yatıştırmak için:

- Görüyorsun ya, aldanmışım. Namuslu bir kadınmış, karın. Namusum üzerine yemin ederim ki!.. Haydi-yavru, şimdi doğru evine gidip yatmana bak. Çok yorgun görünüyorsun.

Muffat, yerinden kımıldamadı.

- Haydi çek arabanı. Seni tutamam burada... Bu saatte burada kalmak niyetinde değilsin herhalde?

- Hayır; gitmeyeceğim. Yatalım... diye kekeledi.

Nana kaba bir hareket yapmamak için kendini tuttu. Sabrı tükenmişti. Bu adam aklını mı kaçırmıştı ne?

- Haydi, çek arabanı! dedi bir kere daha.

234


NANA

- Hayır, gitmeyeceğim.

Bunun üzerine çileden çıkan genç kadın avaz avaz bağırmaya başladı.

- Ama iğrenç bir şey bu!.. Bıktım senden artık. Haydi kalk, sana boynuz taktıran karının yanına git; işte şimdi söylüyorum sana bunu... Söylesene yakamı bırakmayacak mısın benim?

Muffat'nın gözleri dolu dolu oldu. Ellerini kavuşturarak:

- Yatalım; dedi.

Şimdi Nana bir anda kendini kaybetmişti, sinirinden boğulurcasına hıçkırarak ağlamaya başladı. Sabrını kötüye kullanıyorlardı yani! Bütün bu işlerle ne ilgisi vardı onun? Evet, nazikçe kendisine bir durumu öğretmek için mümkün olduğu kadar dikkat etmişti. Şimdi bu adam başına gelen felâketin acısını kendinden çıkartmak istiyordu. Yufka yürekliydi ama, o kadar uzun boylu değil!

- Allah cezasını versin! Bıktım artık! diye bağırarak, yumruğunu bir koltuğun arkahğına indirdi. Ben de sadık olmak için kendime etmediğim eziyet kalmadı... Ama, şunu bil azizim, ağzımdan çıkacak bir kelime ile yarın zengin olabilirim.

Muffat başını kaldırdı. Hayret etmişti. Bu para meselesini hiç düşünmemişti... Eğer şimdi Nana istese, bu isteğini derhal yerine getirirdi. Bütün servetini feda ederdi onun için.

Genç kadın öfkeyle :

- Hayır, çok geç artık, diye cevap verdi. İstetmeden veren erkekleri severim ben... Hayır, bir kerecik için bir milyon versen kabul etmeyeceğim yine. Bitti artık... Başka işim var... Haydi git buradan. Bir daha söyleyecek değilim. Elimden bir kaza çıkmasın.

Saldıracakmış gibi adamın üstüne doğru yürüyordu. Bu namuslu geçinen kibar adamların çileden çıkarttığı iyi yürekli bir kızın öfkesiyle bağırırken birden kapı açıldı, Stei-

EMILE ZOLA

235


ner göründü. Artık bardağı taşıran son damla olmuştu bu. Genç kadın korkunç bir sesle bağırdı:

- Al sana biri daha!

Nana'nın haykırışı karşısında şaşkına dönen Steiner olduğu yerde durdu. Muffat'nın orada bulunuşu son derece canını sıkmıştı. Çünkü durumunun anlaşılmasından çekili-yordu. Üç aydır bundan kaçınmıştı. Konta bakmaktan çekinerek, gözlerini kırpıştırıyor, olduğu yerde sallanıyordu. İyi bir haber ulaştırmak için Paris'in bir ucundan öteki ucuna kadar koştuktan sonra bir felâketle karşılaşan bir adam gibi yüzü kıpkırmızıydı, güçlükle soluk alıyordu.

Nana kabaca :

- Sen ne istiyorsun bakalım? dedi. Steiner :

- Ben mi... Ben... Size vermeğe geldim... Hani o şeyi, diye kekeledi.

- Neyi?

Adam duraksadı, iki gün önce, Nana, bir senedi ödemek üzere kendisine bin frank getirmezse bir daha evine almayacağını söylemişti. İki gündür taban tepip durmuş, nihayet o sabah bin frangı tamamlayabilmişti.



Cebinden bir zarf çıkartarak :

- Bin frangı... dedi. Nana bunu unutmuştu:

- Bin frank ha! diye bağırdı. Sadaka mı istedim ben? Hele bak şuna! Sanki metelik verirmişim senin bin frankına ben!

Sonra zarfı adamın elinden alarak yüzüne çarptı. Steiner ihtiyatlı bir Yahudi olarak, güçlükle eğilip zarfı yerden aldı. Muffat, üzgün bir bakışla Steiner'e bakarken Nana yumruklarını kalçalarına dayayarak avazı çıktığı kadar bağırmaya başlamıştı:

- Bana hakaret etmekten vazgeçecek misiniz siz bakayım! Bak senin de geldiğine pek sevindim dostum... temizlik tam olacak... Haydi, yallah! Dışarıya...

236


NANA

Sonra adamların, yerlerinden kımıldamadıklarını görünce:

- Yani, benim enayilik ettiğimi mi söylemek istiyorsunuz? Olabilir. Ama çok canımı sıktınız artık! Hem kibar davranmaktan da bıktım! Gebersem bile, zevkimce yaşarım.

Adamlar Nana'yı yatıştırmak isteyerek yalvardılar.

- Bakın sayıyorum: bir, iki; gitmeyecek misiniz? Alın öyleyse içeride biri var.

Sert bir hareketle yatak odasının kapısını ardına kadar açtı. Steiner'le Muffat, alt üst olmuş yatağın içinde Fon-tan'ı gördüler. Fontan böyle gösterileceğini beklemiyordu. Bir bacağı havada, gömleği sarkmış, buruşuk danteller arasında o kara derisiyle bir teke gibi yuvarlanıp duruyordu. Ama pek de sarsılmış değildi, sahne sürprizlerine alışıktı. İlk andaki heyecandan sonra, durumu kurtarmak için yüzünü ezip bozmaya başladı, dudaklarını uzatıp, burnunu bükerek kendi deyimiyle tavşanlık etmeye başladı. O vahşi hayvan yüzünden şehvet akıyordu. Nana, bu çeşit kadınların zaman zaman çirkin erkek düşkünlüğüne kapılarak bir hafta boyunca Fontan'ı Varietes'den alıp evine getirmişti.

Bir trajedi aktrisi edasıyla eliyle komiği göstererek :

- İşte! dedi.

O zamana kadar her şeye katlanmış olan Muffat, bu hakareti hazmedemedi. Kekeleyerek :

- Orospu! dedi.

Odasına girmişken, Nana, geri dönüp son sözünü de söyledi:

- Orospu ha! ya karın?

Kapıyı olanca gücüyle çarptıktan sonra içeriden kilitledi. Yalnız kalan iki adam sessizce bakıştılar. O sırada Zoe salona girmişti. Ama adamlara kabalık göstermedi, onlarla akıllı uslu konuştu. Aklı başında bir insan olarak hanımının yaptıklarını çok saçma buluyordu. Bununla birlikte onu savundu: bu fuar soytarısıyla gönül eğlendirmesi fazla sürme-

EMILE ZOLA

237

yecekti; hevesinin geçmesini beklemeliydi. Steiner'le Muffat evden ayrıldılar. Sokakta aynı yakınlık duygusuyla sessizce el sıkıştılar. Köşeyi döndükten sonra da birbirlerinden ayrıldılar... Ayaklarını sürüyerek biri bir yana gitti, biri buyana...



Muffat Miromesnil sokağındaki konağına girerken, ka-' rısıyla merdivende karşılaştı. Başlarını çevirip bakıştılar. Kontun elbiseleri hâlâ çamur içindeydi; yüzünde hâlâ bir sefahat gecesinden dönen adamın şaşkın solukluğu vardı. Kontesin halinden de tren yolculuğu üe geçen gecenin bitkinliği okunuyordu, ayakta uyuyordu, saçları dağınıktı, gözlerinin altı morarmıştı.

VIII


Montmartre'da Veron sokağında, dördüncü katta küçük bir daire. Nana ile Fontan, paskalya çöreği yemek için ahbaplarından bir ikisini buraya davet etmişlerdi. Bu yeni eve taşınmalarını kutluyorlardı böylece.

Bu iş birdenbire olmuştu; önceden tasarlanmadan, ba-laylarının ilk ateşli günleri içinde. Çıngar çıkarıp da Kontla bankeri kapı dışarı ettiğinin ertesi günü Nana etrafındaki her şeyin yıkıldığını gördü. Bir bakışta durumun ne olduğunu anlamıştı: alacaklılar evin antresinde boy göstermişlerdi, onun gönül işlerine karışıyor, her şeyi satmaktan söz ediyorlardı. Eğer aklını başına toplamasaydı, kavga çıkacak, kıyamet kopacaktı dört parça eşya için. Bunun için her şeyi bırakmaya karar verdi. Kaldı ki Haussmann bulvarındaki apartmanda bunalıyordu. Pek çirkindi o büyük yaldızlı odalarıyla. Fontan'a karşı birden içinde duyduğu sevgiyle yine eski çiçekçi kız olma özlemi canlandı. Aydınlık, güzel bir odaya yerleşmeyi tasarlıyordu. Eşya olarak da hayali, pelesenk ağacından bir aynalı dolapla, mavi örtülü bir karyoladan öteye geçmiyordu. İki günde, evden çıkarabildiği biblolarını, mücevherlerini sattı ve cebine on bin franklık koyup kapıcıya bir şey söylemeden, ortadan kayboldu. Böylece erkekler gelip eteğine asılamayacaklardı. Fontan pek nazik davranmıştı. Hayır demedi: onu hareketinde serbest bıraktı. Hatta iyi bir arkadaş gibi davrandı. Adı hasise çıkmıştı ama, elindeki yedi bin frankı genç kadının on bin frankına eklemeye razı oldu. Bu onlara sağlam bir aile sermayesi olarak görünüyordu. Böylece, Veron sokağındaki iki odayı tutup, iki eski dost olarak aralarında paylaştılar. Başlangıçta bu pek tatlı olmuştu.


Yüklə 1,8 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   13   14   15   16   17   18   19   20   ...   35




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin