Artık birbirlerinden ayrılmaz olmuşlardı. Bununla birlikte Satin, Nana'nın evine ayak atmıyordu; çünkü Fontan sokak sürtüklerini evinde görmek istemediğini söylemişti. İki kadın birlikte sokağa çıkıyorlardı. İşte böyle bir gün Satin, arkadaşını bir kadının evine götürdü. Bu kadın Nana'nın zihnini kurcalayan bayan Robert'di; ziyafetine gelmediği günden beri ona karşı saygı duyuyordu. Bayan Robert Mosnier sokağında oturuyordu. Europe mahallesinde yeni ve gürültüsüz bir sokaktı bu. Dükkân yoktu; güzel apartmanların, küçücük dairelerinde kibar kadınlar oturuyordu. Saat beşti; ıssız kaldırımlar boyunca, yüksek aristokratik beyaz evlerin sükûneti arasında borsa simsarlarının ve tüccarlarının kupa arabaları sıralanmıştı. Bu arabalardan çı-
254
NANA
Yalnız bunlardan dört hovarda gayet serbestçe, burda olup bitenleri görmek için gelmiş, sununla bununla dalga geçiyorlardı.
Satin :
- Pek güzel değil mi buranın kızartması? dedi.
Nana, beğendiğini anlatmak ister gibi başını salladı. Burada eski bir taşra otelindeki gibi kuvvetli yemekler yeniyordu. Domatesli peynirli börek, tavuklu pilâv, salçalı fasulye, dondurmak karamel. Kadınların çoğu en çok tavuğa düşkündüler; korselerini çatırdatıp, elleriyle ağızlarını silerek atıştırıyorlardı. Nana önce, eski kadın ahbaplarına rastlamaktan korkmuştu. Kendisine bir sürü abuk sabuk şeyler sorarlar diye. Ama hiç tanıdık bir yüze rastlamayınca yüreği ferahladı. Burada eski püskü kıyafetli kadınların yanı sıra, çok zengin ve şık kadınlar da vardı. Ama hepsi de aynı cinsel sapıklığın verdiği bir yakınlık ve kaynaşma halindeydiler. Bir aralık Nana'nın dikkatini kısa boylu, kıvırcık saçlı bir delikanlı çekti. Bir masadaki elleri ağızlan yağ içindeki kızlar bunun en küçük tuhaflığına gülmekten kırılıyorlardı. Bir aralık delikanlı da gülünce göğsü kabardı. Nana hafifçe:
- A, kadınmış bu! diye bağırdı.
Ağzını tavuk etiyle dolduran Satin, başını kaldırarak mırıldandı:
- Ha, evet, tanrım... Çok tatlı şeydir... Kapışırlar onu.
Nana iğrenmişçesine yüzünü buruşturdu. Daha bu işi anlamamıştı. Ama, doğru lâf eden bir insanın sesiyle zevklerle renklerin tartışılmayacağını söyledi. Bir taraftan filozofça kremasını yerken, Satin'in o iri kız oğlan kız gözleriyle yandaki masada oturan kadınları deliye döndürdüğünü farketmişti. Hemen yanıbaşlarında çok güzel, sarışın, şişman bir kadın vardı. Kadın öylesine ateşlenmiş o kadar ileriye gitmişti ki Nana nerdeyse çatacaktı.
Fakat bu sırada, içeri giren bir kadın onda hayret uyandırdı. Bunun Bayan Robert olduğunu anladı. O ince esmer fare yüzüyle uzun boylu sarışın kadına başıyla selâm
EMİLE ZOLA
255
verdikten sonra Laure'un tezgâhına yaslandı. İki kadın uzun uzun öpüştüler. Bu Nana'nın hayreti bayan Robert'in hiç de öyle alçakgönüllü görünmemesiyle bir kat daha artmıştı. Kadın salona göz gezdirerek, yavaş sesle konuşuyordu. Laure yaşlı bir sefahat tanrıçası gibi yemden çöktü; yüzü hayranlarının öpücükleriyle cilalanmış gibi parlıyordu. Gözlerini salonu dolduran şişko kadınlar üzerinde azamef-le gezdiriyordu. Halinde, kırk yıllık bir iş hayatından sonra zengin olmuş bir kadının tepeden bakışı vardı.
Bu sırada bayan Robert, Satin'i gördü. Laure'dan hemen ayrılarak, ona koştu, güler yüzle, bir gün önce evde bulunamayışına ne kadar üzüldüğünü anlattı. Pek memnun görünen Satin ona yer açmaya çalışırken, kadın yemek yediğine yemin ediyordu. Sadece şöyle bir bakmak için buraya gelmişti. Ellerini omuzuna yaslayarak tatlı bir sesle :
- Ne vakit görebileceğim sizi? Eğer serbestseniz...
Ne yazık ki Nana daha fazla bir şey duyamamıştı."Bu konuşma fena halde canını sıkıyordu. Şu namuslu geçinen kadına ağzına geleni söylemek geliyordu içinden. Ama o sırada içeri giren bir grubu görünce hayretten donakalmıştı. Çok şık, mücevherler içinde zengin görünüşlü kadınlardı bunlar. Hepsi de birer birer Laure'un yanına gidip onunla senli benli konuşuyorlardı. Yüzbinlerce franklık mücevherleri takmış takıştırmış olan bu kadınlar sapık bir zevke kapılarak, bu lokantada, pasaklı sokak kızlarının kıskanç bakışları arasında üç franga yemek yiyorlardı. Bu şık kadınlar grubu yüksek sesle konuşup gülüşerek bir ışık dalgası gibi içeri girdikleri zaman, hızla başını çevirip kapıya bakan Nana, bunların arasında Lucy Stewart'la Maria Blond'u görünce, fena halde canı sıkıldı. Kadınlar beş dakika kadar La-ure'la konuşup yandaki salona geçinceye kadar başını önünden kaldırmadı, ekmek kırıntılarım sofra örtüsünün üstüne ufakyormuş gibi yaptı. Ama başını kaldırdığı zaman yanındaki iskemlenin boş olduğunu gördü. Satin yerinde yoktu.
Yüksek sesle :
- Allah, Allah nereye gitti bu kız! diye söylendi.
256
NANA
Kendisiyle etraftan alay ettiklerini görerek sustu. Hatta bir süre öfkesini belli etmemek için olduğu yerde durdu. Bitişik salonun dış tarafından, Montmartre ve Chapelle semtlerindeki balozlardan gelen küçük kızlara ziyafet çeken Lucy Stewart'ın kahkahaları geliyordu. İçerisi çok sıcaktı; hizmetçi kadın kirli tabakları, keskin bir tavuk ve pilâv kokusu arasında kaldırıyordu; bu sırada oradaki dört erkek yarım düzine kadar hatunun bardaklarına şarap doldurdular; amaçları bunları sarhoş edip abuk sabuk konuşturmaktı. Satin'in hesabını ödemek zorunda kalışı çileden çıkartmıştı Nana'yı. Kaltak tıka basa tıkındıktan sonra karşısına çıkan bir geçkin karının peşine takılıp gitmişti; hem de teşekkür etmeden. Ama yine de hesabı ödedi, şimdi daha çok tiksindiği Laure'un önüne altı Frank'ı fırlattı.
Martyres sokağında yürürken Nana'nın hıncı bir kat daha arttı. Hiç şüphesiz Satin'in peşinden koşacak değildi; böyle bir çirkefe bulaşmamalıydı! Ama o akşam boşa gitmiş, berbat olmuştu. Montmartre'a doğru ağır ağır çıkarken en çok Bayan Robert'e içerliyordu. Bu karı da kibar bir kadınmış gibi satıyordu kendini; ama ne kibar! Şimdi hatırlamıştı ona Poissonnieres sokağındaki Papillon' da rastladığını. Şu aşağılık balozdan, erkekler otuz meteliğe götürürlerdi bu kadını. Kalem efendilerini kafese koyan bu kadın kalkar, kendisine şeref kazandıracak bir daveti kabul etmezdi. Böylece namusluluk tasladığını sanıyordu. Diyecek yoktu bu gibilerin namusuna. Bu yapmacıklı karıların, aşağılık yerlerdeki marifetlerini kimse bilmiyordu.
Nana böyle söylene söylene, Veron sokağındaki evine kadar geldi. İçeride ışık görünce çok sarsıldı. Fontan suratı asık içeri giriyordu o sırada, kendisini yemeğe götüren arkadaşı da onu ekmişti. Sabahın birinden önce gelmeyeceğini bildiği için onu böyle karşısında görünce afallayıp, dayak yemekten korkan Nana'nın anlattıklarını soğuk bir tavırla dinliyordu: genç kadın, altı frank harcadığını ama yemekte yanında bayan Maloir olduğunu söyledi. Bunun üzerine Fontan efendice davrandı, genç kadına bir mektup uzattı. Nana'ya yazılmış olan bu mektubun zarfını açmıştı. Hep
EMİLE ZOLA
257
Fondettes'de kapanıp kalmış olan Georges'tan geliyordu, her hafta sevgilisine ateşli sözlerle içini döküyordu delikanlı. Nana'nın pek hoşuna gidiyordu kendisine böyle mektup yazılmış olması. Hele yeminlerle karışık büyük büyük cümlelerle aşktan söz edilişine bayılıyordu. Bu mektupları herkese okurdu. Fontan, Georges'un üslûbunu tanır ve beğenirdi. Ama bu akşam Nana bir çıngar çıkmasından o kadar korkuyordu ki, mektupla pek az ilgilenmiş gibi göründü, suratını asarak şöyle bir göz gezdirip bir tarafa attı. Çok erken yatmak canını sıktığı için Fontan ne yapacağını bilemiyordu. Birden Nana'ya döndü :
- Şu oğlana hemen cevap yazsak, dedi.
Her zaman o yazıyordu bu cevaplan. Çok özenip beze-niyo'rdu yazarken de. Sonra Nana bu mektubu yüksek sesle okuyor, ancak kendisinin bu kadar güzel yazabileceğini söyleyerek boynuna sarılıyordu. Bu da pek keyiflendiriyordu Fontan'ı. Böylece ikisi de ateşleniyor, birbirlerine olan sevgileri artıyordu.
Nana :
- Nasıl istersen, dedi; ben de çayı hazırlayayım, sonra yatarız.
Şimdi Fontan yine masanın başına geçip oturdu. Önüne yazı kalemi, mürekkep hokkası ve kâğıt konuldu. Dirseğini çıkartıp çenesini uzatarak yazmağa koyuldu.
- «Canım» diye yüksek sesle okuyarak yazmaya başladı.
Cümlelerin üstünde uzun uzun düşünerek bir saat kadar uğraştı. Çenesini avuçlarının içine alıyor, sonra tatlı bir kelime bulunca gülümsüyordu. Nana sessizce, fincanlara çayı doldurmuştu. Nihayet Fontan, tiyatroda bir piyesten bir parça okur gibi ahenkli bir sesle ve jestler yaparak okumaya başladı yazdıklarını. Bu beş sayfalık mektupta «Mig-notes'ta geçirdikleri tatlı saatlerden, bu saatlerin şimdi hâlâ nefis bir koku gibi ruhunda yaşadığından» söz ediyor, «bu aşk baharına ölünceye kadar sâdık kalacağına» yemin ediyordu. Mektup «bütün dileğinin bu mutluluğa yeniden
258
NANA
başlamak olduğunu, eğer bu mutluluğa yeniden erebilir-se...» diye sona eriyordu.
Fontan :
- Biliyor musun nezaket gereği yazdım bütün bunları, dedi: Aslında gülmek gerekir... Dokunaklı oldu sanırım bu yazdıklarım!
Pek memnundu. Fakat Nana, beceriksizlik ederek, hayranlığını belirten bağırışmalarla adamın boynuna atılma-makla yanlış bir iş yapmış oldu. Bunun üzerine Fontan içerledi. Eğer bu mektup hoşuna gitmediyse, Nana kendisi oturup bir başkasını yazabilirdi. Başka zamanlardaki gibi birbirlerine aşk tekerlemeleri söyleyerek öpüşecek yerde masanın iki ucuna oturdular. Nana çayını uzatmıştı. Fontan daha dudaklarını ıslatır ıslatmaz:
- Hay Allah cezanı versin! Tuz mu koydun bunun içine! diye bağırdı.
Nana omuz silkmek akılsızlığında bulundu. Bunun üzerine adam öfkelendi:
- Bu akşam tersliğin üstünde! diye söylendi.
Böylece kavgaya tutuştular. Saat daha ona gelmemişti. Bu da vakit geçirmek için bir çareydi. Fontan küplere binmiş. Nana'ya küfür yağdırıyor, üstüne atmadık suç bırakmıyor, üstelik de kadının kendisini savunmasına fırsat vermiyordu. Pis, hayvan karı, sürtük diye bağırıyordu. Sonra da parayı mesele yaptı. Kendisi yokken çıkıp altı frank harcamıştı ha! O da dışarıda yemek yemişti ama, başkası ısmar-lamıştı. Yoksa evine gelir evimde güvecimi yerdim, diyordu. Şu ihtiyar muhabbet tellâk gelecek olursa kapı dışarı edecekti. İkisi de her gün altı frangı sokağa atarlarsa giderdi bu işin sonu!
- Önce hesap istiyorum. Parayı ver bakalım. Ne kadar kaldı elimizde? diye bağırdı.
Fontan'ın bütün o cimrilik hırsı kabarmıştı. Nana ezilmiş, şaşkına dönmüştü. Koşup çekmeceden, kalan bütün parayı getirip önüne koydu.
EMİLE ZOLA
259
Fontan paralan saydıktan sonra :
- Ne! On yedi bin franktan sadece yedi bin frank kalmış ha! Hem de beraber yaşayalı daha üç ay olmadı... Olmaz böyle şey.
Yerinden fırladı, çekmecenin altını üstüne getirdi. Gerçekten de yalnız altı bin sekiz yüz küsur frank'tan başka para yoktu. Ortaklaşa kasalarının anahtarı üstünde dururdu ikisi de buradan istedikleri gibi para alırlardı.
- Üç ayda on bin frank! diye böğürdü. Hay Allah belâsını versin!. Ne yaptın bu kadar parayı? Ha, söylesene bakayım!.. Hepsini şu teyzen olacak moloza aktardın değil mi? Ya da bir takım heriflere yedirdin... Ortada bu... Cevap versene!
- Köpürüp durma öyle; diye Nana cevap verdi. Hesa-betmesi kolay... Aldığımız eşyaları hesaba katmıyor musun? Sonra kendine/aldığın çamaşırları. E, yeni bir ev açılınca para çabuk erir.
Fontan hesap istemişti ama dinlediği yoktu:
- Evet, çabuk erir; dedi. Hem sonra biliyor musun yavrum, ben bıktım artık bu beraber yemekten... Biliyorsun ki bu yedi bin frank benim param: Eh, şimdi mademki hâlâ duruyor bu para. Elimde tutmak isterim, kendimi mahvetmeğe hiç niyetim yok. Herkes kendi parasına sahip olsun.
Sonra parayı cebine yerleştirdi. Nana şaşkın şaşkın ona bakıyordu. Adam yan alaylı bir tavırla :
- Anlıyorsun ya, teyzene ve benden olmayan çocuğuna bakacak kadar enayi değilim... Sen paranı istediğin gibi harcayabilirsin; senin bileceğin bir iş bu. Ama benim param kutsaldır benim için!.. Kızartma yaptığın zaman parasının yarısını veririm. Akşamları hesap görürüz. İşte böyle.
Birden Nana köpürdü, kendini tutamayarak :
- Benim on bin frangımı yedin! Edepsizlik denir bu se-nin yaptığına! diye bağırdı.
Ama öteki tartışmaya girişmedi, masanın öteki ucun-dan kolunu uzatarak yüzüne bir tokat indirip:
260
NANA
- Söyle bakayım bir kere daha! dedi.
Nana tokadı yediği halde bir kere daha söyledi. Bunun üzerine Fontan üstüne atlayıp tekme yumruk dövmeye başladı. Sonunda öyle bir hale soktu ki, Nana ağlayarak, soyunup yatağa girdi. Ardından da Fontan mumu söndürüp yattı. Bu sırada Georges'a yazdığı mektup gözüne ilişti; özenerek ikiye katladı, yatağa dönerek :
- Çok iyi yazılmış bir mektup; postaya kendim atarım; böyle şımarıklıklardan hoşlanmam. Zırlayıp durma canımı sıkıyorsun, dedi.
Nana hafif hafif içini çekerek ağlarken soluğunu kesti. Adam yatağa girince boğulurcasına hıçkırarak göğsüne yaslandı. Çatışmaları her zaman böyle sona ererdi. Fontan'ı kaybetmekten ödü kopuyordu. Her şeye rağmen Fontan'ın kendisinin olduğunu hissetmek için aşağılıkça bir ihtiyaç duyuyordu. İki sefer adam genç kadım kendini yüksek gören bir tavırla itti. Ama bu kadının vücudunun ılıklığının, sadık bir hayvanın gözlerini andıran yaşlı iri gözlerindeki .yalvarışın etkisiyle sıcak bir isteğe kaptırıyordu kendini. Ama hiç bir tâviz vermiyor, o prensvari davranışını da elden bırakmıyordu. Böyle sevip okşanırken gücüne olan güveni artıyor, gönlünü kazanmak için bu kadar zahmete girilişinin değerini hissediyordu. Fakat sonra Nana'nın kasanın anahtarını elinden almak için bir oyun oynamakta olmasından korktu. Mumu söndürürken kararından dönmemeği düşünerek:
- Bak, kızım, ciddi söylüyorum, para bende kalacak; dedi.
Kpllarını adamın boynuna dolayarak uyuklayan Nana buna büyük kalplilikle şu cevabı verdi.
- Evet korkma... Ben de çalışırım.
Fakat o günden sonra aralarındaki gerginlik arttı. Bütün hafta boyunca tokat sesleri bir saatin tıktaklarının düzenliliği ile hayatlarını düzenliyor gibiydi. Nana dayak yiye yiye daha da bir incelmiş, teni daha yumuşak olmuş, pembe beyaz bir renk alarak daha da güzelleşmişti. Fontan olmadığı zamanlarda eve gelen Prulliere, öpmek için genç
EMİLE ZOLA
261
kadını köşelere sıkıştırmaya başlamıştı. Ama Nana, nefret ediyordu bundan; utanç duyuyor, yüzü kıpkırmızı kesilerek kendini kurtarmak için çırpınıyordu. Bu adamın, bir arkadaşına ihanet etmesini iğrenç buluyordu. O zaman Prulli-ere'in canı sıkılıyor, bunu belli etmemek için de kahkahayla gülüyordu. Hani, gerçekten güzel bir dişiydi bu Nana! Nasıl oluyor da bu maymuna benzeyen adama bağlı kalıyordu. Şu Fontan o durmadan kımıldayan koca burnuyla gerçekten bir maymundu. Pis herifin biri! Üstelik ona durmadan eziyet ediyordu!
Adamın bu düşüncelerine Nana şu karşılığı verdi :
- Olabilir, onu çirkin de olsa seviyorum, işte. Bunu bir gün, iğrenç bir zevki olduğunu açığa vuran bir kadın gibi söylemişti.
Bosc sık sık yemeğe gelmekle yetiniyordu. Prulliere'in arkasından, güzel bir delikanlı, ama ciddi değil diyordu omuz silkerek. Yemeğin sonunda Fontan, Nana'yı tokatlarken, bunu tabii bularak atıştırmaya devam ederdi. Yediği yemeğin bedelini ödemek ister gibi de mutluluklarına hayran olduğunu söyleyip duruyordu. Kendisinin filozof olduğunu, her şeye hatta ün kazanmaya bile sırt çevirdiğini söylüyordu. Fontan ile Prulliere çok kere sofra bozulduktan sonra iskemlelerine yaslanarak sabahın ikisine kadar birbirlerine başarılarını anlatıyorlardı tiyatroda rol yapar gibi hareketlerle. Oysa Bosc, dalgın, zaman zaman bunları küçümsediğini anlatmak ister gibi bir ses çıkartarak, konyak şişesini ağır ağır yudumluyordu. Talma'dan ne kaldı? diyordu kendi kendine. Hiç, öyleyse her şey boştu!
Bir akşam Nana'yı ağlarken buldu. Genç kadın gömleğini çıkartarak sırtındaki kollarındaki mosmor dayak izlerini gösterdi. Şöyle bir süzdükten sonra yüksek perdeden :
- Bak kızım, kadının olduğu yerde dayak eksik olmaz. Napoleon söylemiş bunu sanırsam... Tuzlu suyla yıkan. Çok iyi gelir tuzlu su bu şişlere. Eh, daha da dayak yiyeceksin, ama yakınma bundan, meğer ki bir yerin kırılmış ola...
262
NANA
Hani bir kızartma gözüme ilişti de kendimi davet ettim buraya.
Ama Bayan Lerat bu felsefeyi benimsemiyordu. Ne zaman Nana, beyaz teninde bir morartı gösterse, bağırıp çağırmaya başlıyordu. Yeğenini öldüreceklerdi. Sürüp gidemezdi bu böyle. Aslında, Fontan, bir daha gözüm görmesin diye Bayan Lerat'yı evinden kovmuştu. O günden beri, kendisi buradayken Fontan gelirse, mutfaktan çıkıp gitmesi gerekiyordu, bu da son derece de onuruna dokunuyordu kadının. Bunun için de bu kaba adam için söylemediğini bırakmıyordu. Çok iyi yetişmiş bir kadın gibi takınarak, Fon-tan'ın iyi terbiye görmemiş olduğunu ileri sürüyordu. Nana'y a :
- İlk bakışta anlaşılıyor bu, diyordu. Zerre kadar görgü yok bu adamda. Pek bayağı bir şey olmalı annesi. Yo, hayır deme, besbelli bir şey bu!.. Kendim için söylemiyorum. Benim yaşımda bir insana saygı göstermesi gerekli olmakla birlikti... Evet ama bu adamın bu kötü davranışlarına nasıl katlanıyorsun? Övünmek gibi olmasın ama sana daima kendini nasıl kullanman gerektiğini öğrettim. Ailenden iyi öğütler alarak yetiştin. Birbirimize karşı nasıl iyi davranırdık değil mi?
Nana itiraz etmeden, başını önüne eğerek dinliyordu. Sonra teyzesi sözüne devam ederek :
- Hem şimdiye kadar kibar adamlarla düşüp kalktın... Daha dün, bizim evde Zoe ile bunu konuşuyorduk. O da anlamıyor, diyordu ki «Anlamıyorum kont gibi tepeden tırnağa kadar asil bir insanı kovan -söz aramızda adamı alay-larıyla serseme çevirmişti bizim hanım kendini boğazlatıyor?» Ben dedim ki, haydi dayağa katlansın, ama terbiyesizliğine nasıl katlanıyor bu adamın... Böyle bir adamın resmini bile asmam odamın duvarına. Oysa sen böyle bir yaratık için kendini mahvediyorsun; yoksulluk içinde yaşıyorsun. Bunca zengin kimseler, hükümet adamları varken... Eh bu kadarı yeter! Sana bunları söyleyecek ben değilim herhalde; fakat senin yerinde olsam, bir edepsizlik etmeye kalkın-
EMILE ZOLA
263
ca ona : «Efendi beni ne zannediyorsunuz siz?» deyip şöyle bir yüksekten bakarak kolunu kanadını kırardım onun.
Bu sözler üzerine Nana hıçkırarak ağlamaya başladı.
- Ah! teyzeciğim, seviyorum, onu.
Aslında Bayan Lerat'nın kaygısı başka şeyden ileri geliyordu. Çünkü Nana, Louiset'nin bakımı için kendisine verdiği yirmi meteliği gittikçe daha seyrek vermeye başlamıştı. Hiç şüphe yok o yine bu çocuğu koruyacak, iyi günlerin gelmesini bekleyerek bu duruma katlanacaktı. Ama Fon-tan'ın kendisinin, küçük oğlanın ve Nana'nın altın içinde yüzmelerine engel olduğunu düşündükçe, aşkı inkâr edecek kadar çileden çıkıyordu. Bu yüzden sözlerine şöyle son verdi:
- Dinle beni, bu adam bir gün seni soyup sovana çevirerek sokağa atar da bana gelirsen kapımı yine de açarım sana.
Kısa bir süre sonra Nana büyük bir para sıkıntısı içine düştü. Fontan yedi bin frangı ortadan kaldırmıştı. Şüphesiz güvenilir bir yere koymuştu. Genç kadın bu konuda hiçbir şey sormaya cesaret edemiyordu. Çünkü Bayan Lerat'nın dediği gibi bu kaba adamdan utanıyor, onun, bir kaç parası için kendisine bağlı kaldığım sanmasından korkuyordu. Fontan evin masraflarını karşılamayı vaat etmişti. İlk günlerde her sabah üç frank veriyordu. Ama para veriyorum diye de isteklerinin sonu gelmiyordu. Tereyağı istiyor, et istiyor, turfanda meyve istiyordu. Buna karşı Nana üç frankla bütün halin satın alınamayacağını söylemeğe kalkarsa, adam küplere biniyor, beş para etmez bir kadın olduğunu, enayi olduğu için satıcıların kendisini kazıkladıklarını söylüyor sonra her an bir pansiyona gideceğini ileri sürerek Nana'yı korkutuyordu. Bir ay sonra da kadın zaman zaman dolambaçlı yoldan para isteyecek oluyordu. Bunun üzerine öyle bir çıngar çıkıyordu ki, Fontan en küçük fırsatta dünyayı kendisine zehir ettiği için bundan vazgeçmek zorunda kalmış, artık ondan bir şey beklememeye başlamıştı. Buna
264
NANA
karşılık Fontan, üç tane yirmi meteliği bırakmadığı halde yiyecek şey bulunca, bülbül gibi şakıyor, keyifli keyifli konuşuyor. Nana'yı öpüyor, iskemlelere sarılıp dans ediyordu. Nana da, ipin iki ucunu bir araya getirmekte büyük güçlük çektiği halde onun üç frangı bırakmadığı zamanlar mutluluk duyuyordu. Öyle ki bir gün üç frangı geri vermiş, bir gün öncesinden para arttırdığını söylemişti. Oysa doğru değildi bu. Ama Fontan bir gün önce para vermemiş olduğunu düşünerek bir oyuna gelme korkusuyla duraksamıştı. Genç kadın sevgi dolu gözlerle gözünün içine bakarak, bütün varlığını ona adamışçasına öpücüğe boğarak şüphesini gidermişti. Bunun üzerine, kaybettiği parayı bulan bir cimri gibi eli titreyerek üç frangı cebine indirmişti. O günden sonra artık hiç tasalanmıyor, paranın nereden geldiğini sormuyordu. Ama yemekte sadece patates olduğu zaman surat asıyor, hindi ya da koyun kızartması olunca da ağzını şapırdatıyordu. Bu arada elinin alışkanlığını kaybetmemesi için de en keyifli zamanında bile Nana'ya bir iki tokat aşket-mekten geri durmuyordu. Nana her ihtiyacı karşılamanın yolunu bulmuştu. Bazı günler ev yiyecekle doluyordu. Hafta da iki kere Bosc, midesini bozacak kadar tıkmıyordu. Bir akşam Bayan Lerat giderken, ocakta nefis yemekler piştiğini görünce fena halde öfkelendi; kendi sofrasında böyle yemeklerden hiç birinin bulunmadığını düşünerek Nana'ya sert bir şekilde bütün bunların masrafını kimin gördüğünü söyledi. Böyle ummadığı bir soru karşısında kalan Nana şaşırıp sersemleşerek ağlamaya başladı. İşin iç yüzünü anlayan teyzesi:
- İyi doğrusu temiz bir yol tutmuşsun! dedi. Nana sonra bu işin nasıl olduğunu anlattı. Fontan bir gün yemeği beğenmeyerek öfkeyle evden çıkıp gitmişti. Nana o gün Tricon kadına rastlamıştı. Bütün kabahat ondaydı. Kendisi de evet demek zorunda kalmıştı. Fontan hiç bir zaman saat altıdan önce gelmediğinden öğleden sonraki saatlerde serbest kalıyor ve eve bazen kırk frank bazen de altmış frankla geliyordu. Eğer durumunu korumayı becerebilseydi, bir
EMİLE ZOLA
265
kaç altından da söz edebilirdi. Ama yine tencereyi kaynatacak bir şeyler kazanabildiği için memnundu. Akşamleyin Bosc, patlayacak kadar yemek yerken her şeyi unutuyordu. Fontanda, dirseklerini masaya dayayarak, genç kadın gözlerini öperken, yalnız kendisi için sevilen bir adam gibi kasılıyordu.
Biricik sevgilisini, nonoşunu, yine eskisi gibi, bedelini ödediği kör bir tutkuyla taparcasına seven Nana böylece kaldırıma düşmüştü. Pabuçlarını sürükleyerek yüz metelik bulabilmek için sokak sokak sürtüyordu. Bir pazar günü, La Rochefoucauld çarşısında Satin'i gördü, barıştılar; ama önce üstüne atılarak Bayan Robert'e atıp tutmuştu. Fakat, Satin insanın bir şeyi sevmeyebileceğim ama başkalarını bundan soğutmak için bunun bir sebep olamayacağını söylemekle yetindi. Nana da bu filozofça görüşü benimsedi ve neyin nereye varacağının bilinmediğini düşünerek affetti. Bundan fazla olarak da Satin'den sefahat yapılan yerlerin nereleri olduğunu bile sordu ve bu kızın bu yaşta bildiklerine şaştı; onun anlattıklarını az çok iğrenç bulmakla birlikte, gülüyor, zaman zaman hayretini gizlemeyerek bir şeyler söylüyordu. Bunun üzerine Fontan dışarıda yemek yerken, o da Laure'un lokantasına gitmeye başladı. Buranın gediklisi olan kadınlar arasındaki sevicilik ve kıskançlık hikâyeleri pek eğlendiriyordu onu. Ama dediği gibi her gün de gitmiyordu oraya. Şişman Laure şefkatli bir ana tavrıyla Nana'yı Asniere'deki villasına davet etti; bu kır evinde yedi kadın için ayrı ayrı odaları vardı. Ama Nana kabul etmedi; korkuyordu. Satin aldandığını, Parisli erkeklerin insanı oynattıklarını söylediği ve kötü bir şey olmayacağına yemin ettiği için, fırsat bulursa gideceğini söz verdi.
O sıralarda çok üzgün olan Nana'nın şaka edecek hâli yoktu. Para bulması gerekiyordu. La Ticon'un kendisine ihtiyacı olmadığı zamanlar, ki bu sık sık oluyordu, nereye baş vuracağını bilemiyordu. İşte o zaman, Satin'le Paris kaldırımlarını arşınlamaya başlıyor, havagazı fenerlerinin bulanık ışığı altında, o dar, çamurlu sokaklarda en aşağılık
266
NANA
zevk düşkünlerinin arasını katılıyordu. Böylece, ilk defa eteğini kirlettiği balozlara yeniden düşmüştü. Şehrin dışındaki bulvarları, daha onbes yaşındayken erkeklerin kendisini öptükleri yol kenarlarını yeniden gördü. İki kadın mahalle kahvelerini meyhanelerini dolaşıyor, bira ve tükrük içindeki tahta basamakları tırmanıyorlardı. Bu hayata Quarti-er latin'de başlamış olan Satin, Nana'yı Bullier'ye ve Sa-int-Michel bulvarındaki birahanelere götürüyordu. En çok buralarda şansı vardı. Montmartre, tepelerinden, Observa-toire meydanına kadar bütün şehri dolaşıp duruyordu. Ama okullar tatil olduğu için bu taraflarda hiç iş yoktu. Sonra hep büyük bulvarlara dönüyorlardı. Yağmurlu havalarda, pabuçlarının içine vıcık vıcık su doluyor, sıcak akşamlarda da iç gömlekleri derilerine yapışıyordu. Uzun gözetlemeler, sonu gelmeyen gezintiler, itişip kakışmalar, pis bir otel odasına sürükledikleri bir adamın hayvanca zevkini dindirdikten sonra küfürler arasında kir pas içindeki merdivenlerden aşağıya iniyorlardı.
Dostları ilə paylaş: |