Emile zola ve nana



Yüklə 1,8 Mb.
səhifə15/35
tarix30.07.2018
ölçüsü1,8 Mb.
#64278
1   ...   11   12   13   14   15   16   17   18   ...   35

- Kimdi o uzun boylu kadın?

- Kontes Muffat; diye Steiner cevap verdi. Nana :

- Bak hele! Şüpheleniyordum zaten; dedi. Eh, azizim, istediği kadar kontes olsun... Siz onun öyle azametli görünmesine bakmayın. Bahse girerim ki, Fauchery denilen yılanla yatıyordur bu kadın. Mutlaka yatıyordur. Bir kadının gözünden kaçmaz bu.

Steiner omuz silkti. Bir gün öncesinden beri keyifsizliği gittikçe artıyordu; aldığı bazı mektuplar üzerine ertesi sabah gitmek zorundaydı; hem sonra salondaki divan üzerinde yatmak için yazlığa gitmek pek iç açıcı bir şey değildi.

Nana, Georges'u hep öyle katılıp kalmış, benzi sararmış oturur görerek:

- Hele bakın şu yavrucuğun haline! dedi. Delikanlı nihayet kekeleyerek :

- Annem beni tanıdı mı dersiniz? diye sordu.

- O, hiç şüphe yok. Bağırdı seni görünce... Doğrusu ya bu benim kabahatim. Gelmek istemiyordu, ben zorladım onu... Dinle Zizi. Annene bir şeyler yazayım mı? Çok saygı değer bir hah' var. Ona seni daha önce hiç görmediğimi filân... Bugün Steiner'in seni getirdiğini yazarım ona.

Çok kaygılanan Georges :

- Hayır, hayır yazma. Kendim yoluna koyarım bu işi ben. Hem sonra canımı çok sıkarlarsa eve dönmem.

Böyle diyordu ama, akşama uyduracak bir yalan bulmak için düşünceye dalmıştı. Beş araba şimdi ovada iki ya-nı güzel ağaçlarla çevrili düz ve sonu gelmeyen bir yolda terliyordu. Kadınlar yine, bu acayip görünüm haline gülen rabacıların arkasından bir arabadan ötekine seslenip duru-

EMILE ZOLA

199

yorlardı. İçlerinden birinin aklına ayağa kalkmak esiyor, yanında oturana dayanarak duruyor, sonra bir sarsıntıyla yerine çöküveriyordu. Caroline Hequet, Labordette'le derin bir konuşmaya dalmıştı. İkisi de, Nana üç aya kalmaz çiftliğini satar, diyorlardı. Caroline burayı el altından bedava denilecek bir paraya satın alma işini Labordette'e yüklüyor-du. Bunların karşısında oturan la Faloise, aşkı başına vurmuş. Gaga'nın kan oturmuş gerdanına yetişemeyerek, sırtını öpüp duruyor ve dudaklarının altında kadının elbisesi hışırdıyordu. Annesinin böyle gözünün önünde öpülüp durmasına sinirlenen Amelie, yetişir artık diye bağırdı. Öteki arabada Mignon, Lucy'nin ağzını hayretten açık bırakmak için çocuklarından bir La Fontaine masalı söylemelerini istemişti. Henri çok yetenekliydi bu konuda. Hiç duraklamadan bir solukta okuyuveriyordu. Maria Blond ise şu Tatan Nene hödüğünü dinlemekten usanmıştı. Kızın çenesi hiç durmuyor, Parisli kremacıların kola ve safran karıştırarak yumurta yaptıklarını anlatıyordu. Bu kadar uzak mıydı gidilecek yer? Hâlâ bu yolculuk sona ermeyecek miydi? Bu soru arabadan arabaya aktarılarak Nana'nın kulağına kadar geldi. O da arabacısına danıştıktan sonra :



- Bir çeyreklik daha yolumuz var... Şu ağaçların ardındaki kiliseyi görüyorsunuz değil mi? diye bağırdı. Sonra :

- Biliyor musunuz, galiba Chamont şatosunun sahibi olan kadın Napoleon zamanının yosmalarındanmış. Pek hovarda bir kadınmış. Joseph söyledi, Piskoposlukta çalışan uşaklardan duymuş. Şimdi dine vermiş kendini.

- Neymiş adı? diye Lucy sordu.

- Bayan d'Anglars. Gaga :

- Tanırım kendisini İrma d'Anglars'dı adı.

Arabalar giderken kadınlar birbirlerine, atların nal sesleri arasında bağrışarak bu kadın hakkındaki düşüncelerini söylüyorlardı. Gaga'yı görebilmek için başlarını uzatmışlardı. Maria Blond ile Tatan Nene dizlerini oturulacak yere dayayıp araya kabaca lâflar da karıştırarak sorular soru-

200

NANA


yor, bu kadını tanıyormuş. Bu da onlara bütün bu geçmiş günlere karşı bir saygı duygusu veriyordu.

Gaga sözüne devam ederek :

- E, gençtim o zaman, dedi. Ama bugün gibi hatırlıyorum bu kadının geçişini... Evindeyken pek iğrenç bir şey olduğu söylenirdi. Ama arabasında kurulup giderken süsü görülecek şeydi. Hele onun için anlatılan akla durgunluk verecek hikâyeler... Bir sürü pis işler ve üç kâğıtçılık... Eh bir şatosu olması şaşırtmıyor beni. Hani sadece bir adama iki kelime fısıldasa soyup sovana çevirirdi. Ah! Demek İrma d'Anglars hâlâ yaşıyor! Eh, tontonlarım en azından doksanında olmalı şimdi.

Birden bütün kadınlar ciddileşiverdiler. Doksan yaşındaymış! Lucy, içimizden hiçbirimiz yaşayamayız bu yaşa kadar! diye bağırdı. Hepsi de yıpranmış şeylerdi. Hem sonra Nana kocakarı olmak istemediğini söyledi; hiç de hoş bir şey değildi bu. Konuşmalar arada bir atları canlandırmak için arabacıların kamçılarını şaklatmalarıyla kesiliyordu. Sonra başka bir konuya geçtiler. Lucy, Nana'nın da ertesi gün kendileriyle birlikte Paris'e dönmesini istiyordu. Sergi kapanacaktı. Kadınlar Paris'e dönmek istiyorlardı. Tiyatro mevsimi umutlarının üstünde iyi gitmişti. Ama Nana diretiyordu dönmemek için. Tiksiniyordu Paris'ten; bu kadar erken ayak basmak istemiyordu oraya.

Steiner'e aldırış etmeden, bacaklarıyla Georges'un dizlerini sıkarak :

- Öyle değil mi canım, biz kalırız; diyordu.

Arabalar birden durdu. Yolcular, bir tepeciğin önündeki boş bir alanda indiler. Arabacılardan biri kamçısıyla, ağaçlar arasındaki eski Chamont manastırının harabesini gösterdi. Büyük bir hayal kırıklığına uğramışlardı. Kadınlar buraya boşuna geldiklerini söylediler: üzeri böğürtlenlerle örtülü bir moloz yığını ve yıkılmış bir yarım kule. Sahiden de bunun için iki fersahlık yol almaya değmezdi. Arabacı şatonun parkının manastırının biraz ilerisinden başladığını, duvarların dibindeki dar yoldan gitmelerini salık verdi. On-

EMILE ZOLA

201

lar gezip dolaşırken arabalar köyün meydanında bekleyecekti. Hoş bir gezinti olacaktı bu.



Gaga yolu üstündeki bir bahçe kapısının önünde durarak:

- İrma kendini iyi koruyor; dedi.

Hepsi, sessizce parmaklıklı kapıyı örten sık çalılığa baktılar. Sonra dar yolda, duvarın dibinden yürüyerek ilerlediler; yüksek dalları birbirine kavuşarak yeşil bir kubbe meydana getiren büyük ağaçlan hayranlıkla seyrediyorlardı. Üç dakika kadar sonra karşılarına yeniden bir parmaklıklı kapı çıktı. Buradan yemyeşil bir çimenlik görünüyordu. İki tane yüzyıllık meşe ağacı gölgelerini yayıyordu bu çimenliğin üstüne. Önlerinde de karanlıklar içinde bir koridoru andıran, bir yol uzanıp gidiyordu. Şimdi güneş parlak bir yıldız gibi görünüyordu bu yolun ta ötesinde. Bu manzara karşısında şaşakalmışlardı. Önce hiçbir şey söylemeden seyre daldılar, sonra izlenimlerinin birer birer açığa vurmaya başladılar. Önce az çok kıskançlıkla, alaylı bir şeyler söylemek istediler. Ama gördükleri manzara karşısında büyülenmiş gibiydiler. Ne yaman kadınmış bu İrma! Öbek öbek kavaklar, ardından kayın ağaçları, duvarlardan sarkan sarmaşıklar ve bütün bu ağaç denizinin içinden köşklerin, yer yer behren çatıları. Ardı arkası kesilmiyordu bu loş koruların. Kadınlar şatoyu görmek istediler; her dönemeçte yalnız ağaç görmekten bıkmışlardı. İki elleriyle parmaklıklara yapışarak yüzlerini arasına sokup bir şeyler görmeğe çalışıyorlardı. Bu enginliğin ortasında gözlerden uzak, o gizli şatoya karşı içlerinde saygı duygusuna benzer bir şeyler doğmuştu. Hiç de yürümedikleri halde kısa bir süre sonra yoruldular. Duvar da bitmek bilmiyordu bir türlü. Her yol dönemecinde hep o gri taş çizgisi uzayıp gidiyordu. Kadınlardan bazılarının sabrı tükenmişti, artık dönsek, diyorlardı. Ama bu gezintiden yorgunluk duydukları ölçüde bu şahane malikâ-nenin derin sessizliği karşısında duydukları saygı artıyordu.

Nihayet Caroline Hequet dişlerini sıkarak :

- Ama budalaca bir şey bu bizimkisi; dedi.

202


NANA

Nana omuz vurarak onu susturdu. Bir süredir, konuşmuyordu. Rengi solmuş, ağır başlı bir hâl almıştı. Birden, son dönemeçte, köy meydanına çıkarken duvar da son bulmuştu; şato bir şeref avlusunun dibinde karşılarına çıkıver-mişti. Hepsi binanın baş döndürücü büyüklüğü karşısında şaşırıp oldukları yere mıhlanmışlardı. Cephesinde yirmi penceresi bulunan şato, üç bölüm halinde, etrafı taş çerçevelerle çevrili tuğladan yapılmıştı. Henri IV. bu şatoda oturmuştu. Cenova kadifesiyle kaplı yatağıyla, odası bu gün de olduğu gibi duruyordu. Nana küçük bir çocuk gibi içini çekerek :

- Vay canına! diye mırıldandı.

Bu sırada hepsi birden heyecanlandılar. Gaga, birden, İrma'nın kilisenin önünde durduğunu söyledi. Tanıyordu onu. Kocakarı, o yaşta olduğu halde dimdikti hâlâ. Akşam duasından çıkılıyordu. Zengin kadın bir aralık kilisenin sundurmasının altında durdu. Kuru yaprak rengi çok sade ve çok bol bir ipekli elbise giymişti, ihtilâlin korkunç olaylarından canını kurtarmış bir markiz ifadesi vardı yüzünde. Sağ elindeki yaldızlı büyük dua kitabı güneşte parlıyordu. Ağır ağır kilise meydanında ilerledi. Onbeş adım gerisinden resmi elbiseli bir uşak geliyordu. Kiliseden çıkan Chamontlu-lar ihtiyar kadını yerlere kadar eğilerek selâmlıyorlardı. Yaşlı bir adam elini öptü, bir kadın önünde diz çökmek istedi. Şan ve şerefe bürünmüş yaşlı bir kraliçeydi sanki. Şatonun sahanlığından yukarı çıkarak gözden kayboldu. Mig-non bir ders vermek ister gibi çocuklarına bakarak:

- İşte insan düzenli bir hayat yaşarsa böyle yükselir; dedi.

Artık her kafadan bir ses çıkıyordu. Labordette'e göre kadın şaşılacak derecede dinçti. Maria Blond pis bir lâf etti. Lucy ise buna kızarak ihtiyarlara saygı göstermek gerektiğini söyledi. Sonunda hepsi, İrma'nın eşi görülmemiş bir kadın olduğunda birleştiler. Tekrar arabalara binildi. Cha-mont'dan Mignotte'a kadar Nana hiç konuşmadı, iki kere dönüp şatoya baktı. Tekerleklerin hiç değişmeyen gürültü-

EMILE ZOLA

203


sû arasında uyuklar gibiydi; yanında Steiner'in, karşısında Georges'un bulunduğunu unutmuştu. Batan güneşin son ışıkları arasında o şato sahibi kadın, saygılar ve şerefler arasında bütün o göz kamaştırıcı görünüşü ile gözünün önüne geliyordu.

Akşamleyin, Georges, yemekte bulunmak üzere evine gitti. Nana dalgınlaşan annesinden af dilemesi için göndermişti onu. Sert bir dille bunu yapması gerektiğini söyledi. Birden bir aile saygısı doğuvermişti içinde. Öyle ki o gece yatmaya gelmeyeceğine de yemin ettirdi; kendisinin yorgun olduğunu söyledi; Georges'un bu ahlâk dersinden çok canı sıkılmıştı. Başı önde, yüreği üzgün annesinin karşısına çıktı. Bereket versin askerliğini yapan ağabeyi Philippe gelmişti; onun bulunuşu, Georges'un korktuğu sahnenin kısa sürmesine sebep oldu. Bayan Hugon, Georges'a gözleri yaşararak bakmakla yetindi. Öte yandan işi öğrenen Philippe, bu kadının yanına bir daha dönerse kulaklarından yakalayıp getireceğini söyledi. Georges'un yüreği ferahlamıştı; şimdi ertesi gece ikiye doğru kaçıp Nana ile randevularını nasıl düzene sokacağını tasarlıyordu.

Akşam yemeğinde misafirlerin cam sıkılmaya başlamıştı. Vandeuvres ayrılacağını bildirdi. Lucy'yi Paris'e götürmek istiyordu; on yıldır hiçbir istek duymadan bağıntı kurduğu bu kızın elinden alınması hoşuna gitmiyordu. Marki de Chouard, burnunu tabağına sokarak atıştırırken Ga-ga'nın kızını düşünüyordu. Ne kadar da çabuk büyüyordu bu çocuklar. Lili'yi dizlerinin üstünde zıplattığını hatırlıyordu. Pek tombul bir şey olmuştu bu küçük kız.

Kont Muffat hiç konuşmuyordu, derin düşüncelere dalmıştı. Georges'u uzun uzun süzdü. Yemekten sonra, biraz ateşi olduğunu söyleyerek odasına çıktı. Ardından da B. Venot seğirtti. Şimdi yukarıda şöyle bir sahne geçiyordu: Kont Muffat, sinir krizine tutulmuş, yastığına kapanarak hıçkırıklarını boğmaya çalışırken, B. Venot, tatlı bir sesle, kardeşim diyerek Tanrıdan yardım dilemesini sahk veriyordu. Ama adamın duyduğu yoktu bu sözleri; hırlıyordu. Birden yataktan fırladı, kekeleyerek :

204

NANA


- Gidiyorum oraya... Dayanamayacağım artık... dedi. Bunun üzerine B. Venot :

- Tanrının istediği olur... Diye mırıldandı. O, iradesinin yürütmek için her yolu kullanır; işleyeceğiniz günah da onun silâhlarından biridir.

Beraberce evden çıktıkları sırada iki gölge karanlık bahçe yoluna sapıyordu. Şimdi her akşam Fauchery ile Kontes Sabine, Daguenet'yi çayı hazırlaması için Estelle'in yanında bırakıyorlardı. Caddede kont öyle hızlı yürüyordu ki B. Venot koşmak zorunda kalmıştı. Bir yandan da, soluk soluğa, şehvetin insanı sürükleyeceği kötülüklere karşı en kuvvetli kanıtları sayıp dökmekteydi. Öteki, gecenin karanlığında, hiç ağzını açmadan uçarcasına gidiyordu. La Mig-notte'un önüne gelince :

- Artık dayanamayacağım... Haydi gidin siz buradan... dedi.

La Mignotte'ta, yemekte kavga çıktı. Bordenave, Na-na'ya gönderdiği mektupta istirahatine bakmasını söylüyor, böylece kendisine pek metelik vermediğini göstermek istiyordu. Küçük Violaine, her akşam iki defa sahneye çağrılıyordu. Mignon, ertesi gün kendileriyle gitmesi için ayak diretirken Nana, çileden çıkarak, kimseden öğüt almaya ihtiyacı olmadığını söyledi. Hele yemekte öyle gülünç bir ağırbaşlılık taslıyordu ki! Bayan Lerat ağzından kaba bir söz çıkarınca, halası bile olsa, kimsenin böyle çirkin şeyler söylemesine izin veremeyeceğini bağırarak söylemişti. Sonra budalaca bir namusluluk nöbetine tutuldu, herkesin kafasını şişirerek iyi duygularını sayıp dökmeye başladı; oğluna sağlam bir din eğitimi verecek, kendisi de bundan sonra doğru yola girecekti. Sofradakiler onun bu sözlerine gülerken, büyük lâflar ediyor, söylediğine inanmış bir burjuva kadının ciddiliği ile başını sallayarak insanın ancak düzenli bir yaşayışla zenginliğe kavuşabileceğini, bir ot minder üzerinde ölmeye niyeti olmadığını söylüyordu. Öteki kadınların canı sıkılmıştı: olacak şey değil, Nana'yi değiştirmişler, diyorlardı.

EMİLE ZOLA

205

Ama o düşüncelere dalmıştı: hayalinde çok zengin ve herkesin saydığı bir insan olarak görüyordu kendini.



Herkes yatmak üzere odasına çıkarken Muffat çıkagel-di. Labordette onu bahçede görmüştü. Durumu anladı. Ste-iner'i uzaklaştırdıktan sonra elinden tutup karanlık ve uzun koridordan geçirerek Nana'nın odasına götürdü. Labordet-te'in eşi yoktu böyle işlerde! Pek becerikli olduğu kadar başkalarına yardım etmekten de zevk duyardı. Nana pek şaşmadı; ama Muffat'nın kendisine karşı duyduğu bu gözü dönmüşçesine istekten cam sıkılmıştı. Hayatta ağır başlı olmak lâzımdı değil mi? Sevgi saçma bir şeydi. Hiçbir şey kazandırmazdı insana. Sonra pek genç olduğu için Zizi hakkında kaygıları vardı; pek namusluca hareket etmediği doğruydu. Ama Tanrı bilir ya doğru yola girecekti artık, onun yerine bir yaşlıyı alacaktı.

Köyden ayrılacağı için pek sevinen hizmetçisine :

- Zoe, yarın sabah erkenden bavulları hazırla, Paris'e döneceğiz; dedi.

O gece Muffat ile yattı, ama zevk duymadı.

VII

üç ay sonra bir akşam üstü, Kont Muffat Panorama geçidinde geziniyordu. Hava pek yumuşaktı. Az önceki sağnaktan kaçanlar pasajı doldurmuştu. Dükkânlar arasında sıkışık bir kalabalık gidip geliyordu. Vitrinlerden beyaz kırmızı bir ışık seli dolup taşıyor; raflardaki renk renk eşyalar, mücevherler, reçel kavanozları, ipekli kumaşlar, dümdüz aynaların önünde bir ışık ve renk cümbüşü halinde göz kamaştırıyordu. Dükkânların renk renk ışıkları uzaktan beyaz bîr kolluğun içinden çıkmış erguvan renkli bir eldiven, kanlı bir el gibi uzanıyordu.



Kont Muffat ağır ağır Bulvara doğru yürüdü. Caddeye bir göz attıktan sonra tekrar geri dönerek dükkânların önünde dolaşmaya başladı. Rutubetli ve sıcak hava, dar koridoru pırıltılı bir buğu ile doldurmuştu. Şemsiyelerden damlayan sularla ıslanmış yerlerdeki malta taşları üzerinde geçenlerin ayak sesleri duyuluyordu. Gelip geçenler, havagazı lambalarının ışığında kontun soluk, durgun yüzünü süzüyorlardı. Bu meraklı bakışlardan kurtulmak için Muffat bir kâğıtçı dükkânının önünde durdu, vitrine sıralanmış olan şeyleri, bu arada içinde çiçek ve manzara resimleri bulanan camdan küreleri büyük bir dikkatle seyre daldı.

Aslında bir şey gördüğü yoktu, hep Nana'yı düşünüyordu. Neden bir kere daha yalan söylemişti. Sabahleyin, Lou-iset'nin hasta olduğunu, akşama halasının evine gidip çocuğa bakacağını yazmıştı. Ama Muffat kuşkulanarak evine gitmiş ve kapıcıdan Nana'nın tiyatroya gittiğini öğrenmişti. Pek şaşmıştı buna. Çünkü Nana'nın yeni piyeste, rolü yoktu. Peki öyleyse neden yalan söylemişti, ve Varietes'de bu akşam ne işi vardı?

EMİLE ZOLA

207


Yoldan geçenlerden biri çarpınca kont farkında olmadan kendini biblo ve bunun gibi şeyler satılan bir dükkânın vitrinini önünde buldu. Gözleri küçük not defterleriyle sigara tabaklarına ilişti. Bunların hepsinin bir köşesinde mavi bir kırlangıç resmi vardı. Dalgın dalgın bunlara bakarken, şüphe yok ki Nana değişti, diye düşünüyordu. Köyden dön1 düğü ilk zamanlarda, bir dişi kedi sokulganlığı ile yanaklarını, favorilerini öperken, sen benim biricik sevgilim sin, canımın içisin diye cilveler yapıyordu. Muffat'nın artık Geor-ges'tan korkusu kalmamıştı. Anası Fondettes'ten ayırmıyordu onu. Geriye, yerini aldığını sandığı şişko Steiner kalıyordu ama onun hakkında bir şey sormaya cesaret edemiyordu. Adamın yeniden korkunç bir para sıkıntısı içinde olduğunu Ganak tuzlaları hissedarlarına asılarak Borsa'da para sızdırmaya çalıştığını biliyordu. Evinde rastladığı zaman Nana, kendisine, yaptığı bunca masraftan sonra adamı bir köpek kovar gibi kapı dışarı etmek istemediğini söylüyordu. Kaldı ki üç aydır hiçbir şey ilgilendirmiyordu kendisini. Kanını tutuşturan bu gecikmiş ihtirasın dışında başka bir hırs, ya da kıskançlık duymuyordu içinde. Şimdi tek bir şey hissetmeye başlamıştı: Nana kendisine eskisi kadar yakınlık göstermiyor, sakalını öpmüyordu. Bu da onu kaygılandırmaya başlamıştı. Kadınları iyi tanımayan bir erkek olarak Nana kendisinde nasıl bir kusur buluyor diye düşünmeye başlamıştı. Zihni hep sabahki mektuba takılıyor, tiyatroya gitmek gibi basit bir şey için neden bu yalana baş vurduğunu bir türlü anlayamıyordu. Kalabalığa katıldı, yeniden sürüklenerek pasajın bir tarafından öte tarafına geçti. Bir lokantanın önünde durdu. Gözleri vitrindeki tüyleri yolunmamış bir kuşla bir balığa ilişti.

Sonra, birden silkindi, gözlerini kaldırıp bakınca saatin dokuz olduğunu gördü. Nana neredeyse çıkacaktı; Muffat ona doğruyu söyletmeğe karar verdi. Yürürken, onu tiyatronun kapısından alıp şu köşede geçirdikleri akşamlan hatırladı. Buradaki bütün dükkânları tanıyor, onların kokusunu duyuyor, havaya yayılan gaz kokulan arasında sağlam, Rus

208

NANA


meşinlerinin kokusunu, pastacı dükkânlarından yayılan vanilya kokusunu, müzikhollerin açık kapılarından dağılan lavanta kokularını duyuyordu. Kendisini tanıyıp, ahbapça süzen soluk yüzlü tezgâhtar kadınların önünde de durmaya cesaret edemiyordu. Bir an gözleri, bir alay tabelâ arasında, mağazaların üstlerindeki dizi dizi yuvarlak pencerelere takıldı; sanki bunları ilk kez görüyormuş gibi geldi ona. Sonra yeniden bulvara çıktı; bir an mola verdi orada. İncecikten yağmur çiseliyordu; soğuktan elleri dondu ve biraz toparladı kendini. Şimdi artık Macon yakınlarında, arkadaşı bayan Chezelles'de misafir kalan ve sonbahardan bu yana epey üzüntü çeken karısını düşünüyordu; arabalar yolda bir çamur deryası içinden geçip gidiyordu; kim bilir bu pis havada Macon dolayları nasıl korkunç olurdu. Birdenbire kedere kaptırdı kendini; bir pasaja daldı; boğucu bir havası vardı buranın; geniş adımlarla gelip gidenlerin arasından yol almaya başladı: Nana kuşkulanırsa Monmarte galerisinden sıvışır diye düşünmüştü birden.

Şimdi kont tiyatronun kapısını gözlemeye başlamıştı. Bu çamur deryasında beklemekten hoşlanmıyordu.

- Siz buradasınız ha! diye kekeledi. Bıyık altından gülümseyen figüran kızlar onun kim olduğunu öğrenir öğrenmez korkuya kapıldılar; ve bir dizi halinde kalakaldılar. Hanımlarına suçüstü yakalanmış hizmetçilerin tavrıyla dimdik duruyorlardı. Uzun boylu sarışın bay uzaklaştı; hem güven duyuyor hem de kederli gibiydi.

Nana sabırsızlanarak :

- Kolunuza gireyim! dedi.

Yavaş yavaş yürüyorlardı. Kafasında bir alay şey sormayı tasarlayan kont ne diyeceğini bilemiyordu. İlk söze başlayan yine Nana oldu; hızlı hızlı saat sekizde teyzesinde olduğunu, Louiset'i gördükten sonra bir iş için tiyatroya inmeyi düşündüğünü anlatıyordu.

- Önemli bir iş için mi? diye sordu. Nana bir ara duraksadıktan sonra :

EMİLE ZOLA

209
- Evet, dedi, yeni bir piyes söz konusu da. Benim de fikrimi almak istemişlerdi.

Muffat, genç kadının yalan söylediğini anlamıştı. Ama sıcacık yumuşak koluyla, koluna öylesine bir abanisi vardı ki adamın bütün gücü kesilmişti. Bunca zaman beklemiş olmasından ötürü artık ne öfke duyuyordu ne de kin; biricik düşüncesi onu böyle, şimdiki gibi elinde tutabilmekti. Locasında ne yaptığını ertesi gün sorup soruşturacaktı. Nana'nın tereddütlü bir hali vardı; kendini toparlamaya başlayan bir insanın iç mücadelesini geçirdiği apaçık görülüyordu. Vari-etes galerisinin köşesini döner dönmez bir yelpazeci dükkânının önünde duruverdi birden.

- Şu sedef kakmalı tüy yelpaze ne kadar güzel değil mi? diye mırıldandı.

Sonra çok ilgisiz bir ses tonuyla :

- Benimle eve geliyorsun değil mi? dedi. Kont şaşırmış bir halde;

- Elbet de, dedi, hem artık çocuğun da iyileştiğine göre.

Nana, pişman olmuştu uydurduğu sözleri söylediğine. Kim bilir Louiset'ye yeni bir kriz gelmiş olabilirdi belki; Ba-tignolles'a döneceğinden söz etti. Ama kont da oraya birlikte gidebileceğini söyleyince fazla ısrar etmedi. Bir an tuzağa düşürülmüş bir kadının korkunç öfkesini duydu içinde; ama sakin görünmek zorundaydı. Teklife boyun eğdi; zaman kazanmak istiyordu; hiç olmazsa gece yarısına doğru kontu atlatabilirse işler yoluna girerdi.

- Doğru, bu akşam bekârsın, dedi, karın yarın geliyor değil mi?

Kontesten böylesine laubali söz edilmesinden biraz tedirgin olan Muffat:

- Evet, öyle, diye cevap verdi.

Nana ona yaslandı, saatin kaç olduğunu, karşılamak üzere istasyona gidip gitmeyeceğini sordu. Sonra mağazala-

210


NANA

EMİLE ZOLA

211

rın vitrinleri çok ilgisini çekiyormuşçasına adımlarını yavaşlattı.



Bir kuyumcunun önünde durarak :

- Hele şu bileziğe bak, ne acayip şey! dedi.

Panoramalar pasajına bayılırdı. Gençliğinden gelen bir tutkuydu bu; Paris'in bütün göz alıcı pırıltılı şeyleri, sahte mücevherler, yaldızlı madeni eşyalar ve meşin görünüşlü kartonlar hep bu pasajda bulunurdu. Bu pasajdan her geçişinde sergilenen eşya karşısından ayrılamazdı bir türlü; tıpkı gençliğinde yarım pabuçla gezdiği yoksulluk yıllarında şekercilerin vitrinleri önünde kendinden geçtiği, bitişik dükkândan yükselen bir org sesini dinlediği, ucuz bibloların küçücük sandallar içindeki ceviz kaplama kutuların, kumaştan yapılmış kürdanlıkların, Vendome sütunlarının ve ter-mometreli dikili taşların karşısından ayrılamadığı gibi. Ama bu akşam perişan bir durumdaydı; bakıyordu ama hiç bir şey görmeden bakıyordu. Serbest olamaması canını sıkıyordu ve boğuk bir isyan halinde içinde yükselen öfkeyle aptalca şeyler yapmak ihtiyacını duyuyordu. Adamları iyi yolmuştu! Prensin parasını yiyordu şimdi de; bir alay çocukça kaprisleri için avuç dolusu para akıp gidiyordu; kendi de bilmiyordu bu paraların nereye gittiğini. Hausmann bulvarındaki apartman dairesi bile tam döşenmemişti. Sadece kırmızı satenle kaplı salon çok süslüydü ve tıklım tıklım doluydu. Bununla beraber şu ara alacaklılarla başı epey dertteydi, oysa meteliksiz olduğu günler böyle bir derdi yoktu; onun en çok şaştığı da bu kadar idareli hareket ettiği halde nasıl oluyor da bu kadar çok borcu vardı. Bir aydan beri şu hırsız Steiner bin frankı bin bir güçlükle bulur oldu, o da dışarı atılmak tehlikesi söz konusu olunca, Muffat'ya gelince sersemin biriydi o; ne verdiğinden haberi yoktu; bu cimrili-ğiyle ondan daha da fazlasını isteyemezdi zaten. Eğer her sabah belki yirmi kez iyi hareket edeceğini kendi kendine söz vermesiydi, bütün bunları nasıl da yüzüstü bırakırdı. Her sabah Zoe akıllıca davranmak gerek derdi; kendisinin de dini bir hatırası vardı zaten; Chamont'un şahane görün-

tüsü her gün biraz daha büyüyor, her gün biraz daha onun yardımını diliyordu. İşte bundan ötürü, öfkeden tir tir titrediği halde kendini tutmuş ve kontun kolunda, gittikçe sey-rekleşen gelip gidenler arasında, o vitrinden bu vitrine gidiyordu. Dışarda kaldırımlar kurumaktaydı; galeriye dalan serin rüzgâr, camlar altında sıcak havayı önüne katıp süpürü; yor, renkli fenerlere, bu bir sıra dizilen gaz ışıklarına, yanan bir şenlik fişeğini andıran kocaman yelpazeye üsküntü veriyordu. Lokantanın kapısının üstündeki fenerleri söndürüyordu garson; boş ve ışıl ışıl dükkânlardaki tezgâhtan kadınlar gözleri açık uyur gibiydiler.


Yüklə 1,8 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   11   12   13   14   15   16   17   18   ...   35




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin