FUTBOL ONLARA MI KALACAK
FUTBOL ONLARA MI KALACAK
Solcu olup futbolla ilgilenmek, futbol sevmek sıkıntı vericidir. Grup veya çevre içinde eleştirilme, “koğuşturulma” tehlikesi vardır. Gerçi, siyaseti toplumsal ilişkiler ve faaliyetlerin bütünlüğünün üstünde, sınırlan çizilmiş bir alanla tanımlayan, sonra da bu yalıtılmış, soyutlanmış "siyaset" dışındaki her türlü uğraşı ve ilgiyi gayri meşru sayan türden yaklaşımların hakim olduğu yerde; zaten sırf futbol değil, müzik, sinema, sanat, eğlence vb. herşey biraz tehlikelidir. Ancak futbolseverlik, sosyalizmi "hayatın her alanına dönüştürücü müdahale" olarak algılayan ve Manc'ın "insana ilişkin olan hiçbir şey bana yabancı değildirini sık sık alıntılayan çevrelerde bile gönül rahatlığıyla taşınabilecek bir kimlik değildir. Çünkü futbolseverlik, -hele bir de "takımseverlikle" birleştiğinde- cümle siyasal, toplumsal, ideolojik kimlikleri ikincilleştirme tehlikesini düşündürecek ölçüde kavrayıcı, bağlayıcı, cezbedicidir. Üstelik solcular ve genel olarak si-yasallaşmış insanlar açısından muhtemel tehlike düzeyinde olan bu durum, toplumun (toplumların) geneli düşünüldüğünde on yıllardır geçerlidir! Portekiz'in faşist diktatörü Saiazar ülkeyi yıllarca üç F ile (fiesta, fado ve futbol) yönettiğini ilan etmekle; futbolun iktidarlar elinde her türlü toplumsal muhalefeti emici, frenleyici bir işlev kazanabileceği gerçeğini sahibinin sesinden belgelenmiştir. Salazar'ın bu ünlü itirafı, futbolsever solculara karşı daima öne sürülmeye hazır bekleyen etkili bir kozdur.
12 Eylül'den sonra, futbolsever bir solcu olmanın getirdiği sıkıntı iyice dayanılmaz hale geldi. Gerek askeri diktatörlük gerek ANAP iktidarı futbolu, en uç ultra sol şema çizerlerini bile kıskandıracak kadar açıkça ve abartıyla, toplumun duyarlılığını ve dikkatini başka her şeyden uzaklaştırmaya dönük bir araç olarak kullandı. Kuşkusuz, yaşanan futbol heyecanını salt resmi politikanın ve egemen iletişim sisteminin yönlendirmeleriyle açıklamak doğru değil. Bir dizi etken sayılabilir stadlarda, taraftarlık kimliği altında başka insanlarla biraraya gelmenin, en önü açık, en risksiz, "iç dökmeye' ve "unutmaya" en elverişli toplumsallaşma mecrası olması; yükselen fu&ol kalitesi, vs., vs. ... Ne var ki, sayılabilecek tüm "sivil" saikleri istismar ederek; belki kendi doğal seyri içinde "futbol zevki ve heyecanının artması" şeklinde vücut bulabilecek olan eğilimleri kitlesel heyecan ve sarhoşluğa dönüştüren etken, bellidir ki mevcut rejim ve onun politikalarıdır. Bîr spor ve oyun-eğlence olarak futbolun kendisinden çok futbol üzerinde bir yığın spekülasyonun öne çıktığı bu hezeyan; sadece solcu futbolseverleri bu zevklerinden ötürü iyice utanca sürüklemekle kalmadı, sadece futbolsever olanlara da gına getirdi.
Peki ne yapacağız? Utancımıza gömülüp futbol zevkimizi ve heyecanımızı unutacak mıyız? Değilse; indirgemecîliğin karşı kutbuna savrulup "o başka, bu başkacılıkla idare ederek yerleşik futbol hezeyanının parçası mı olacağız? Belki de tam tersine, utanmayı, çekinmeyi bir yana bırakıp ses yükseltmek, "meseleyi sahiplenmek" gerekiyor...
Kapitalist düzene ve mevcut rejime/ iktidara muhalif siyaset açısından, futbol hakkında konuşmanın, futbol "dünyasına" bakmanın iki temel anlamı ve gereği olmalı. Birincisi, mevcut düzenin teşhirine ve tahliline ilişkin... Gündelik hayatta, toplumsal ilişkilerde böylesine büyük yer kaplayan ve egemen siyaset tarafından bu kadar kapsamlı şekilde müdahale edilerek kullanılan bir olgu olarak futbolun; artık sah bir "araç" veya "sonuç" olmanın ötesine geçtiğini, başlı başına "elken" haline geldiğim saplamak gerekiyor. Futbol dünyası, egemen siyasetin kullandığı bir fiziki veri değil. Futbolcu, antrenör gibi birincil, "klüpçü" gibi ikincil aktörleriyle, kitlesel izleyicileriyle, bünyesindeki çıkar ve çalışmalarıyla, yüzbinlerce insanın ilgili olduğu bir toplumsal faaliyet alanı. Dolayısıyla futbol dünyasının, iktidarın siyasal-ideolojik yeniden üretim mekanizmasına eklemlenmesini, sabit bir verinin sahiplenilmesi, "kullanılması" biçiminde anlamak doğru değil. Aslında bir toplumsal ilişkiler bütünü olan bu "veri" (yani futbol), kendi özgül yapısı içinde iktidarın siyasal-ideolojik sistematiğine eklemleniyor; onun iç mantığınca biçimlendiriliyor. Futbol dünyasının yapısı, ilişkileri ve söylemi, iktidar sistematiğinin izdüşümü niteliğinde. Üstelik bu izdüşüm alanı, yüzbinlerce insanın egemen ahlâk ve siyasal küttür değerlerini edinmesinde, yeniden üretmesinde, kısacası toplumsallaşmasında önemli rol oynuyor. Birçok insan, düzenin birçok kuralıyla, yasasıyla, "raconuyla", enerjisinin ve ilgisinin azamisini hasrettiği, herşeyden fazla önemsediği bu alan dolayımıyİa tanışıyor; onları bu dolayımla benimsiyor. 1980'lî yıllarda, "güç" ve "özgüven'in popüler şiarı haline gelen en büyük falanca, başka büyük yok, sloganının futbol stadlarından hayatın her alanına taşınmış olması, bu yargının hiç de abartma olmadığını gösterebilecek çarpıcı örneklerden biri... öyle ki, 1970'lerde tribünler siyasal sloganların tahrifatıyla geçinirken (Beşiktaşlıların ünlü "Aldırma Kartal Aldırma" şarkısı veya "İnönü -stadı- Fener'e mezar olacak" gibi !) 80'lerde alışveriş tersine döndü. "En büyük feşmekân, başka büyük yok" sloganı siyasal parti mitinglerine ("en büyük Ozal..."); "Ölmeye ölmeye ölmeye geldik, bilmem kime koymaya geldik" sloganı 1989 bahar eylemlerinde kitlesel işçi yürüyüşlerine transfer edildi: "Ölmeye ölmeye ölmeye geldik, emeğin hakkını almaya geldik!" Gündelik hayatta yer eden deyişlerin birçoğunun maç sloganı kökenli olması, meselenin daha çok simgesel yönü. Futbol düzeni, yerleşik ahlâki değerlerin aktarımında da ihmal edilmeyecek öneme sahip.
1980'li yıllarda paranın başarı, erdem, değerli bir hayat, onur, kısacası herşey için tek ölçü haline gelmesi; emek ve liyakat ürünü olmayan başarıların ilişkiler ve güç kullanılarak "ayarlanabileceği" inancının yerleşmesi doğrultusunda futbol dünyası çok önemli "hizmetler" sundu. Ankaragücü'nün (herhalde dünya futbol tarihinde ilk defa) Milli Güvenlik Konseyi'nce, "koskoca başkentin birinci kümede takımı olmaz mı" gerekçesiyle birinci lige çıkartılması; milletvekillerinin ve yerel eşrafın baskısı sonucu bîn bir hukuki dolap çevrilerek sayısız 1., 2. ve 3. lig takımının küme düştüğü halde kurtarılması; şampiyonluğa oynayan takımların, birbirlerinin rakiplerine teşvik primleri vermeleri; yüklü teşvik primi vermeyen (veya denkleştiremeyen) kulüp yönetimlerinin taraftarlarınca beceriksiz, başarısız sayılması; bütün bunların aleni, meşru, kimi kez yasal bir şekilde gerçekleşmesi... Bu örneklerin, 1980'li yılların hakim ahlâk ve kültür yapısının futbol dünyasındaki örnekleri, yansımaları, sonuçları olduğu söylenebilir. Ancak bunlar, bütün hafta arkadaşları ve "abileri" ile birlikte (örneğin) Ankaragücü'nün maçına gideceği pazar gününü iple çeken çırak, liseli (hatta üniversiteli), işçi, işportacı, esnaf veya işsiz mahalle delikanlısı için salt birer "sonuç", "yansıma", "gösterge" olamaz. Bu insanın zihniyet dünyası ve gündelik hayatı içinde belirleyici olan evren Ankaragücü'nün maçları ve "durumu'dur. O zaman. Milli Güvenlik Konseyi'nin birinci lige "terfi" kararı veya kulüp yöneticilerinin hayati bir maçı parayı bastırarak yeterince sağlama bağlayamamış olması, düpedüz en sahici "hayat dersleri'dir. O, "bu alemin" kurallarını, yolunu-yordamını, bütün hafta taraflar grubunda yorumunu yaptığı, dinlediği bu olaylarla sindirir; en azından ilk işaretleri böyle alır. "Yukarısı" istedi mi her şeyin olabileceğini ( şampiyon olunmasa hak edilmese bile üst kümeye çıkabileceğini) paranın her işi halledebileceğini öğreten ilk deneyimlerdir bunlar…
Yani futbol politikası uyutma, oyalama, gibi önleyici işlevlerden çok daha fazlasını ve vahimini gerçekleştiriyor: İnsanları egemen toplumsal ilişkiler ve yerleşik ahlâk doğrultusunda toplumsallaştırıyor. Bu durum, düzenin işleyişini, yapısını kavramak ve kavratmak bakımından futbol dünyasını son derece önemli ve elverişli bir tahlil alanı haline getiriyor.
Bir de, özel olarak şu "stad anarşisi" meselesine değinmek gerekiyor. Çünkü reel futbol dünyasının en güncel "meselesi" bu. Ve bu konudaki resmi politikanın yönelimleri, "gerçek" veya "sadece" futbolseverlerle solcu futbolseverler arasındaki "ittifak" potansiyelini de güncelleştirici nitelikte! Son on yılda, bütün dünyada olduğu gibi futbol dünyasında şiddet önemli artış gösterdi ve tartışma gündemine yerleşti. Gerçi bir seyir sporu olarak futbolun bünyesinde şiddet etmenleri içerdiği, daima çeşitli teorik açıklamalarla iddia edilmiş; stadyumlar modern gladyatörlerin birbirini öldürmeye çalıştığı arenalara benzetilmiştir. Ancak 80'lerde stadlardaki şiddet, böyle teorik, soğukkanlı yorumlar yapmayı an-lamsızlaştıran boyutlara ulaştı. Maçlara öncelikle rakip takım taraftarlarıyla ve aslında tüm dünyayla savaşmaya gider gibi giden fanatik taraftarlar, başta "hooligan" olarak adlandırıldıkları İngiltere olmak üzere her yerde "anarşi" ve "terör" unsuru haline geldiler. Muhalif yazarlar, düşünürler ekonomide Friedmancı, siyasette Thatcherist uygulamaların geçerli olduğu 80'ler Avrupa’sında stadyum şiddetini, gelecekten umudu olmayan, işsiz, örgütsüz kitlelerin yoğun tepkisinin indirgenmiş dışavurumu olarak açıkladılar. Hatta İngiltere'de futbol hezeyanı, Falkland savaşıyla birlikte tahrik edilen milliyetçi dalgayla da kesişti(rildi). Hooliganlar, İngiliz milli takımının peşinden Avrupa'yı "fethe" gittiklerini, vakt-i zamanında üzerinde güneş batmayan imparatorluğun izini sürdüklerini hissediyorlardı. Ancak yarattıkları şiddet ve dehşet fazla kaçınca, hooliganlar Thatcher'ın ve büyük bulvar gazetesi Sun tarafından "hayvan" ilan edildiler. Şimdi bütün Avrupa'da, hooligan şiddeti meselesi, çözmek için büyük para ve çaba harcanan bir "terör" meselesi halinde. Çözüm arayışları ve önerilen formüller, futbolun sanayileşmesi/ kapitalistleşmesi eğilimleriyle örtüşüyor. Kökeni itibarıyla İngiltere'de işçi sınıfı alt kültürünün önemli bir unsuru oİan; ünlü İngiliz işçi sınıfı tarihi yazarı E.P. Thompson'ın tanımıyla önemli bir "cemaat oluşturma" mecrası işlevi gören futbol, elitleştirilmeye çalışılıyor. Stadlarda ayakta maç seyredilecek tribünler koltuklu tribünlere dönüştürülüyor; stad içinde "seyircilerin maçtan önce gerilimlerini atmalarını sağlayacak" alışveriş merkezleri, kafeteryalar ve envai çeşit konforlar örgütleniyor. Amaç: "Hooliganları stadlardan püskürtmek". Ne var ki, bu önlem paketi, hooliganları değil, emekçi sınıfları ve yoksul kitleleri, ayrıca bütün olarak futbol izleme atmosferini stadlardan püskürtecek nitelikte. Çünkü sözü edilen dönüşümler büyük yatırım anlamına geliyor; bunun bedelinin karşılanması da futbolun ciddi ölçüde pahalılaşması demek. Böylece futbol, tenis gibi elit ve pahalı bir spor haline gelecek. Bu durumda tribün sakinlerinin diğer anlamda sakinleşmesi ve ehlileşmesiyle birlikte, yönetimleri giderek daha büyük sermaye gerektiren kulüp ortamları da geride kalan son "cemaat oluşturma" işlevlerini yitirerek tam anlamıyla şirketleşecekler. Eğer bu tasarımlar gerçekleşirse, belki de artık hiç kimse futbolun "düzene karşı muhalefeti bastırma aracı" olduğundan söz edemeyecek!
Türkiye'de de stadları elitleştirmeye dönük önlemlerden söz açılıyor, bazı adımlar atılıyor. Fakat Türkiye'de "stad anarşisi"ne karşı politikanın ağırlığı, elitleştirmeye değil ehlileştirmeye dönük önlemlerde. Resmi siyasetin "anarşi" ve "terör" konusundaki bütün teamülleri, stadlardaki şiddete karşı izlenen politikada gözlemlenebiliyor. Defalarca televizyon bültenlerinde maçlar birinci haber olarak sunulduktan , üç kişinin yan yana gelmesi "şüpheli" sayılırken kazanılan maçlardan ve şampiyonluklardan sonra yollarda saatlerce konvoylar oluşturulmasına izin verildikten, kısacası futbolun hezeyan haline, dünyanın en önemli işi haline gelmesi alabildiğine teşvik ve tahrik edildikten sonra; şimdi şiddetin sorumluları gece yarısından maç kuyruğuna giren çoğu genç, çoğu yoksul, çoğu gariban insanların arasında aranıyor. Maç kuyruklarında insanlara hayvan muamelesi yapılıyor; "bilim adamları" televizyon programlarında, maç öncesinde kavga ederken yakalanmış çıraklara geneleve düşmüş kızlara karşı takındıkları türden tavırlarla sorular soruyorlar. "Stad anarşisini önleme" adına, tribünler maç boyunca çevik kuvvet polislerince gözaltında tutuluyor; özellikle devlet büyüklerinin geldiği maçlarda fazla "taşkınlık" yapanlar götürülüyor. Birçok insan, yalnızca yerleşik ahlâk ve kültür yapısıyla değil, polis baskısı ve devlet terörüyle de futbol dünyası dolayımıyla tanışıyor! Bu devlet terörü karşısında futbolsever ve taraftar kitleleri savunmasız, sessiz...
Sosyalistler açısından futbola bakmanın şimdiye dek ortaya konulan bu ilk anlamı ve biçimi, "tahlil", "teşhir" çabalarının çoğunda olduğu gibi, epeyce, "soğuk" bir yaklaşıma dayanıyor. Ama bir yandan da futbolseverseniz, bu yaklaşımın tatmin edici olması mümkün değil. Solcu futbolseverler potansiyel olarak tüm futbolseverlerle birlikte soracaklardır: Sosyalist bir muhalefetin futbol dünyasına ilişkin tasarımları düzenin sistematiğini açığa çıkarmaya dönük tahlilcilikten mi ibaret olacak? -Benim gibi-birçok insana oynarken ve seyrederken benzersiz heyecan ve zevk veren bu sporu-oyunu salt "tahlil" ve "teşhirlerimiz" için mi dikkate alacağız? Futbol dünyasını "tahlil" ve "teşhir" ederken saptadığımız manzaralar bu zevkimizin, heyecanımızın içine limon sıkmıyor mu? Bu sorular karşısında "solun resmi futbol politikası konusunda özgül, güncel ve somut önerileri, alternatifleri olabilmeli" deniyorsa; ortaya konulan ilk yaklaşıma bağlanacak bir başka yaklaşım daha gerekiyor, demektir. Bu ikinci yaklaşım, egemen futbol politikasını salt genel siyasal sorunsal bağlamında değil, "içerden" de sorgulayan bir açıya sahip olmalıdır. Söz konusu politikanın salt "uyutucu", "depolitize edici" etkileri değil; bir spor ve seyirlik olarak, bir oyun-eğlence olarak bizzat futbolu araçsallaştırıcı, deforme edici etkileri sorgulanmalıdır. Malum: Kapitalizm her şey gibi futbolu da insanların yaşam bütünlüğünden yalıtarak yabancılaştırıyor. Yabancılaşmanın bir boyuttu bu keyifli sporun-oyunun sektörleşip uzmanlaşması, böylece herkesçe yapılabilirliğini yitirmesi; bir diğer boyutu, kapitalizmdeki bütün insani uğraşlar gibi ölçülebilir yönünün, "performans" baskısının öne çıkmasıyla skora, puana, galibiyete indirgenmesi... Bu yönelime karşı duran saikleri ve eğilimleri önermek, desteklemek gerekir. Futbolcuların, antrenörlerin, birer camia olarak takımların/kulüplerin ve futbolseverlerin/ seyircilerin; tepelerine binen ve onları araçlaştıran "futbol sektörüne/düzenine" karşı insiyatiflerini geliştirmek üzere düşünmek gerekir. Bu arayışın ucunda performansı değil zevki, eğlenceyi, sporu öne çıkaran "hafta sonu topçuluğu"na destek olmak vardır; futbol insanlarının örgütlenmesini, hakkını-hukukunu savunmak vardır; takım/kulüp ortamlarının demokratikleştirilmesinden yana olmak vardır; seyirci kitlelerinin suçlu grubu ("stad anarşisti") muamelesi görmesine karşı çıkmak vardır...(*)
(*] Bu yazıyı ilham eden bir kitabın en azından değinerek hakkını vermek gerek: Can Kozanoğlu'nun Türkiye'de Futbol-"Bu Maçı Alıcaz" adlı kitabı (Kıy, Yayınları, 1990) okuyanın futbolsever/iğini pekiştirip "meşruhştırıyor"; ama aynı zamanda, futbolla hiç ilgisi olmayanların da rahatlıkla okuyabileceği türde ve lezzette bir toplumsal tarih incelemesi niteliğinde. Yazı boyunca "futbol dünyası" diye andığımız âlem; kitapta yapısı ve iç ilişkileri, çelişkileri ile mükemmelen resmediliyor. Türkiye'de yüzyılın başından itibaren siyasal-sınıfsal dönüşümlerin, resmi, ve popüler ideolojideki değişimlerin sahalardaki, kulüplerdeki ve tribünlerdeki yansımalarını veren bu resimler; sadece futbol dünyasını değil, bizzat o genel değişim süreçlerini kavramak bakımından da önemli ipuçları sunuyor.
YÖNETİM SORUNU ÜZERİNE
YÖNETİM SORUNU ÜZERİNE
Filozoflarar yalnızca dünyayı değişik biçimlerde yorumladılar, önemli olan onu değiştirmektir. "Marks'ın Feuerbach üzerine yazdığı tezlerin 11 .si olan bu ünlü cümle, hiçbir zaman dünyanın yorumlanması çabasının gereksiz olduğu şeklinde anlaşılmamalıdır. Çünkü dünyanın değiştirilebilmesi, her şeyden önce onun doğru olarak yorumlanmasına bağlıdır. Bunun kabul edilmesi doğrudan bir biçimde yöntem alanına ayak basma anlamına gelir. Bu nedenle yöntem sorunu, marksist teoride önemli bir alt başlık oluşturur.
Marksizmin klasik metinleri arasında başlı-başına yöntem sorunlarının ele alındığı teorik bir metin bulunmamaktadır. Kapital’in yazılması için çalıştığı günlerde Marks Engels'e "Hegel'in bulduğu ve aynı zamanda sahteleştirdiği yöntemin rasyonel özünü herkesin erişebileceği şekle sokmak isterim" diye yazmasına karşın bu proje hiçbir zaman gerçekleşememiştir.(1) Ancak bu bir marksist yöntem anlayışının bulunmadığı anlamına gelmez. Marks, Engels ve Lenin'in hemen hemen bütün yapıtlarında çözmeye çalıştıkları sorunu ele alış tarzlarının incelenmesi, yöntem konusunda önemli dersler ortaya koyar. Ayrıca Marks'ın kapitalist toplumu incelediği baş yapıtı Kapital'in yöntemi bize, Lenin'in deyimiyle "belirli bir bilime uygulanmış şekliyle" marksist yöntem anlayışını vermektedir.(2] Yine Kapital'in taslak çalışması olarak Marks tarafından kaleme alınan Grundrisse'in önsözünde yöntem sorunu önsözün en önemli temasıdır.
Her ne kadar Marks'ın kendisi "diyalektik materyalizm" kavramını kullanmamışsa da, onun dünyanın ve tarihin incelenmesinde materyalist bir tutum takındığı ve incelemelerinde diyalektik yöntemi kullandığı düşünüldüğünde, onun yöntemini en genel anlamda diyalektik ve tarihi materyalizm olarak adlandırabiliriz. Ancak bu, sorunun en genel düzeyde ifade edilmesidir. Yöntem sorununun incelenmesinde daha derinlere indiğimizde, marksist yöntemin basit bir kaç formüle indirgenemeyeceği, karmaşık bir özellik gösterdiği açığa çıkmaktadır. Genellikle marksist yöntemin kavranılmasında belirli bir takım formüllerin ezberlenmesinin yeterli olacağı sanılır. Bu tür bir tutumun dogmatizmi beslemesi bir yana, her açıdan bir düşünce sığlığı anlamına geleceği bilinmelidir. Yaşamın karmaşık sorunlarını bir takım formüllere indirgemek mümkün değildir. O nedenle de sorun marksizmin yöntemini bir kaç formüle sıkıştırmak değil, onu yaşamın karmaşık sorunlarını aydınlatmada bir kılavuz olarak kullanmaktadır. Bu sadece yöntem sorunu açısından değil, marksizmin bütün teorik görüşleri için de doğrudur.
"Marks'ın teorisini tamamlanmış değişmez bir bütün olarak görmüyoruz. Aksine olarak düşünüyoruz ki, bu teori sadece bilimin köşe taşlarını yerleştirmiştir; eğer sosyalistler hayatın kendilerini aşmasını istemiyorlarsa bu bilimi her yönden derinleştirmelidirler. "(3)
Lenin'in ifadesiyle; Marks tarafından "köşe taşları" yerleştirilen bilimin, yaşamın önümüze çıkarttığı yeni sorunları çözerek derinleşip gelişmesi, bu sorunların doğru bir yöntemle ele alınmasını gerekli kılar.
SOYUTTAN SOMUTA
Kendi dışımızda, bizim bilincimizden bağımsız maddi bir dış dünya bilgimizin kaynaklandığı alandır. Biz bu maddi dünyadan bize ulaşan duyuları, yine maddi bir organ olan beynimizde kavramlar halinde işleyerek dış dünya hakkındaki bilgimizi oluştururuz. Bu dış dünyadan hareketle oluşturduğumuz bilginin kendi dışımızdaki insanlara aktarılması, bilgi edinme ve edinilen bilgiyi sunma şeklinde gelişen sürecin öğelerîdir. İşte bütün bu işlemlerin yapılmasında yöntem sorunu özel bir öneme sahiptir. Eğer bilgiyi edinme ve sunma sürecinde doğru bir yöntem kullanmazsak, dış dünyada gelişen maddi süreçleri doğru bir tarzda değerlendiremeyiz.
Ancak dış dünyada ortaya çıkan olgular, sadece fiziksel dünyaya ait değildir. Aynı zamanda bizim dışımızda gelişen toplumsal olaylar da vardır ve biz bu olayları da anlamak zorundayız. Fizik bilimleri açısından doğanın incelenmesi için belirli araçlara sahibizdir. Labaratuvarlar, gözleme aygıtları vb. konusunda bugün bilim oldukça gelişmiş araçlar ortaya koymuştur. Toplumsal olaylar için bu tür araçlardan yoksunuz. Bizim bu alandaki en önemli aracımız, binlerce, milyonlarca olaydan oluşan somut yasamın karmaşıklığını, soyutlama yoluyla anlaşılabilir kılmaktır.
"ekonomik biçimlerin tahlilinde ne mikroskoptan yararlanılabilinir ne de kimyasal ayraçlardan. Her ikisinin de yerini soyutlama gücü almalıdır. "(4)
İşte yöntem en genel anlamıyla bu soyutlama gücünün nasıl kullanılması gerektiğini kurallarını verir bize.
Karşımızda kendisini inceleyeceğimiz somut bir toplum olduğunu düşünelim. Bu toplumda bir çok şey birarada, üst üste binmiş ve son derece karmaşık bir biçim altında bulunur. Toplumu oluşturan insanlar yani nüfus, bunun sınıflara bölünmesi, insanlar tarafından yaratılan kurumlar ve ilişkiler, hep bu toplumun unsurlarıdır, ilk elde bu karmaşıklıktan işe başlamak gerektiği düşünülebilir, oysa bunu yapmaya kalktığımızda düşüncemizin ayrıntılara boğulması kaçınılmazdır.
"Gerçek ve somut olandan, gerçek ön varsayımdan yola çıkmak, böylece ekonomide sözgelimi tüm toplumsal üretim faaliyetinin temeli ve öznesi olan toplum ile başlamak doğru gibi gözükür. Oysa daha dikkatli bakıldığında bunun yanlış olduğu ortaya çıkar. Toplum, örneğin oluşmuş bulunduğu sınıflan hesaba katmazsak bir soyutlama (soyut bir kavram y.n) olarak kalır. Eğer kaynaklandıkları öğelerden örneğin ücretli emek-sermaye vb., den haberimiz yoksa, bu sınıflarda yine boş laftan ibarettir. Bu öğelere gelince, bunlar da mübadele, işbölümü, fiyatlar vb.,ini varsayarlar. Örneğin ücretli emeksiz değer, para, fiyat vb., siz sermaye hiçbir şey ifade etmez. Başlangıç noktamız olarak toplumu almak o halde bütünlüğün bulanık ve düzensiz bir tasavvuru olacak bizim de buradan daha ileri düzeyde belirlemeler yoluyla analitik olarak gitgide daha basit kavramlara, veri alınan somutluktan hareketle gitgide say-damlaşan soyutlamalara doğru ilerlememiz gerekecektir -ta en basit karakteristiklere varıncaya kadar. "(5)
Marks'ın yukarıda anlattığı ve "ekonominin yeni doğduğu sıralarda izlediği yol" olarak adlandırdığı yöntem, kendisine kalkış noktası olarak verili somut durumu alır. Oysa somut; yine Marks'ın değimiyle "çok sayıda belirlemenin bir noktada bağdaşması, dolayısıyla çoğulluğun birliği olduğu için somuttur."(6) Bu durumda düşünce için kalkış noktası olarak somutu almak işe karmaşıktan başlamak demektir. Bu karmaşık yapıyı "daha ileri düzeyde belirlemeler yoluyla" çözümleyerek basit kavramlara varabiliriz, ama bu basit kavramlar o zaman da kendi başlarına yalıtılmış kavramlar olur. Böylece varabileceğimiz zorunlu sonuç, ancak tek tek soyut kavramları anlatıp, o karmaşıklığın unsurlarını tasvir etmek olabilir. Oysa yapmamız gereken somutun karmaşıklığını tasvir etmek (betimlemek) değil, onu anlamaktır. Bunu yapabiliriz. Bnun yapmak için kaşımızda karmaşık ve çelişkili bir yapı olarak duran gerçek somutun işleyiş yasasını bulmamız gere kir. Ancak bu işleyiş yasası bulunduktan sonra dır ki, o karmaşıklığın içindeki temel/tali öğelere ayrılabilir, çelişkiler çözümlenebilir ve böylece karmaşık yapının anlaşılabilmesi mümkün olur Bu karmaşık ilişkileri düzenleyen yasayı bulmak demek, birbiri ile ilintisiz, ayrık ve rastlantısal sonucu bir araya geldiği sanılan farklı öğelerin aslında bu yasaya göre bir araya geldiklerinin gösterilmesi demektir. Peki bu karmaşıklıktan yola çıkarak yasaya varamayacağımıza göre ne yapmalıyız ki yasaya ulaşıp bu karmaşıklığı bizim için bir düzenlilik haline getirip onu anlayabilelim?
"Bu yöntemle hareket noktamız, ilk ilişkide ve bizim için tarihsel bakımdan pratik olara mevcut olan en basit ilişkidir, yani burada, önümüzde çıkan ilk iktisadi ilişkiden hareket etmeliyiz"(7)
Demek ki yasaya varmak için önce karmaşıklığın içinden bir parçayı soyup çıkartmalıyız Böylece elde edeceğimiz şey en basit olandan inceleme nesnemizi oluşturan karmaşık bütünlüğün içinden yalıtarak ele aldığımız bu basit kavramın içinde, o karmaşık bütünlüğün tohumları ve bütün görünüşünün tohumlan bulunduğu için, bu basit ilişkiyi çözümleyerek yasaya ulaşmak mümkündür.
"Bu ilişkiyi tahlil ediyoruz. Bunun bir ilişki olmasından çıkan sonuç şudur ki, bu ilişkinin bi ötekiyle bağıntısı olan iki yönü vardır. Bu il yön de, kendi içinde incelenir; bundan, ikisini birbirine karşı davranış tarzı, karşılıklı etkile çıkar. Bundan çözüm bekleyen çelişkiler doğacaktır." (8)
İşte bu ortaya çıkan çelişkileri çözerek ilerlediğimizde, yasaya ulaşmamız ve ulaştığımı bu yasa aracılığıyla incelemeye başladığımı; da karmaşık bir yapı sergileyen somutu yen den düzenlememiz mümkün olacaktır. Böylelikle en basitten (soyuttan yola çıkarak somut doğru yol alınmış olur.)
"O halde somut, gerçek hareket noktası v dolayısıyla gözlem ve tasavvurun da hareket noktası olduğu halde, düşüncede bir hareket noktası değil bir toplama ve birleştirme suret bir sonuç olarak ortaya çıkacaktır... Soyut belirlemeler somutun düşünce yoluyla yeniden üretilmesine doğru giderler"(9)
Burada iki tane "somut" kavramı ile karşı karşıyayız. Birinci somut bizim dışımızda varola maddi yaşam anlamına gelir. Bu somut bizim bilincimizden bağımsız olan dış gerçekliktir v biz bu dış dünyadan gözlem yoluyla bir takır tasavvurlar ediniriz. Bu tasavvurların edinilme si, dış gerçeklikle bizim aramızdaki bir süreçte ortaya çıkar. Ancak bu tasavvurları edindikte sonra, bu kez bir de kafamızda bu tasavvurların işlenmesi süreci vardır, işte bu ikinci somut kavramı bu süreçte ortaya çıkan "düşüncede somuttur. Gerçek dünya ile olan ilişkimizi gerçek somuttan yola çıkmamıza karşın, düşüncemizde en basit ilişkiden (soyuttan) yola çıkarız ve düşüncemizde somutu yeniden üreterek "düşüncedeki somuta" varırız. Bu iki somut kav ramının birbirine karıştırılmaması gerekir. Çünkü "gerçek somut", dış dünyanın ürünüyken "düşüncedeki somut" bizim kafamızın ürünüdür.
"Soyuttan somuta yükselme yöntemi düşünce için sadece somutu kendine mal etmenin, om zihinde, somut olarak yeniden üretmenin yok dur. Ama somutun kendisinin oluştuğu süreç bu değildir.''(10)
Demek ki düşünce yönteminin izlemesi gereken yol soyuttan somuta, ya da daha başka bir ifadeyle basitten karmaşığa doğru bir yoldur. Ancak bunu yaparken gerçek hayattaki ilişkilerle, düşüncede izlenen yöntemin birbirinden kopartılmaması gerekir. Teorik süreç kendi iç yolunu izlerken, pratiğin değişimlerini de göz önünde bulundurmalıdır. Soyutlama yoluyla elde edilen yasa, bir soyutlama olduğu için ger-çekten(somut)tan bir uzaklaşma anlamına gelmez mi? Bu sorunun yanıtı hayır olmalıdır.
"bütün bilimsel (yani doğru ciddi, keyfi olmayan) soyutlamalar doğayı daha derinlemesine daha doğru bir şekilde ve daha tam olarak yansıtmaktadır. Canlı sezgiden soyut düşünceye, ve soyut düşünceden de pratiğe -hakikat bilgisinin, nesnel gerçeklik bilgisinin diyalektik yolu budur. "(11)
TARİH YÖNTEMİ: BUGÜNE BAKIŞIMIZ GEÇMİŞE BAKIŞIMIZI BELİRLER
"İnsan anatomisi de maymun anatomisinin anahtarıdır" Marks'ın bu sözü onun tarih anlayışının ortaya konulmasında önemli açılımlar sağlamaktadır, ilk bakışta Mark'ın bu sözünde bir yanlışlık varmış gibi görünür. Tarihsel olarak daha sonra ortaya çıkan bir tür olarak insan, kendinden daha önceki bir zaman diliminde ortaya çıkan maymun türünün anlaşılması için, başlangıç olarak alınmaktadır. Marks'ın kendi düşüncesinin izlediği yol da, bu belirlemesine uygundur. Marks, önce kapitalizmi incelemiş ve kapitalizm çözümlemesinden hareketle, tarihte zaman olarak daha önce ortaya çıkan toplum biçimlerini ele almıştır. Marks'ın kalkış noktası, tarihsel olarak belirlenmiş ve içinde bir çok toplumsal kategorinin bulunduğu içinde yaşadığımız toplum, yani kapitalist toplumdur. Bu toplumun içinde daha önceden yaşanan toplum biçimlerinin kategorileri de bulunur. Marks bu eski toplumsal kategorileri bugünün toplumunun içinde kazanmış oldukları fonksiyonlara göre inceler. Bunun nedeni, incelenen kategorinin en gelişmiş hali ile gözlenebilmesidir. Bir kategori kendi gelişiminin varmış olduğu en son biçim bilindiği zaman bizim için daha anlaşılabilir olmaktadır. Ayrıca onu gelişiminin bütün süreçlerinde ve eski toplumlara göre daha zengin olan bugünkü toplum içinde gözlemlemek mümkündür. Marks'ın kendi analizine en gelişmiş biçimden(bugünden) başlamasının anlamı budur.
"Burjuva toplumu, tarihin en gelişmiş ve en çok yönlü üretim örgütlemesidir. Bu toplumun yapısının kavranması, ilişkilerini ifade eden kategoriler bundan dolayı, yıkıntılarından ve öğelerinden burjuva toplumun kendini inşa ettiği bir bölüğü halâ feshedilmemiş olan kalıntılarını beraberinde taşıdığı başlangıçta salt nüanslardan ibaret olan özelliklerini açık bir anlatıma kavuşturduğu vb., tüm ortadan kaybolmuş toplumsal formasyonların da üretim yapı ve ilişkilerini kavramamıza olanak sağlar. İnsan anatomisi de maymun anatomisinin bir anahtarıdır. Ama alt hayvan türlerinde gizli, daha ileri gelişme yönündeki imaların anlaşılması ancak daha ileri gelişim aşaması bir kez bilindikten sonra mümkündür. Demek ki burjuva ekonomisi eski çağın vb., anahtarını sağlar. "(12)
Tarihsel açıdan bakıldığında kapitalizm, örneğin ilkel toplumdan çok daha ileri bir üretim örgütlenişine sahiptir. Dolayısıyla kapitalizmde gelişmiş halde bulunan bir takım toplumsal kategoriler, ilkel vb., toplumlarda tek yanlı olarak ve daha geri bir üretim örgütlenişinin içinde bulunurlar. Örneğin özel mülkiyet, bir toplumsal kategori olarak köleci toplumda da, feodal toplumda da bulunur, ama en gelişmiş şeklini kapitalizmde kazanır. Özel mülkiyet, kapitalist toplum incelenirken bir soyut kavram olarak saptanınca eski toplumların bu varsayım açısından incelenmesi çok daha kolay olacaktır. Artık eski toplum biçimlerinin bütün karmaşıklığının incelenmesi gerekmez. Bu toplumlar "özel mülkiyet" kavramından yola çıkan bir perspektifle, somut karmaşıklıklarından arındırılıp, düzenli bir inceleme nesnesi haline getirildikten sonra, onları inceleyip anlamak çok daha kolay hale gelecektir.
En genel soyutlamalar en zengin gelişmenin içinde yapılabileceğinden işe en zengin gelişmeden (bugünden) başlıyoruz. Yani kronoloji olarak işe tersinden başlıyoruz. Bu nokta marksist tarih yönteminin en önemli yanlarından biridir.
"Ekonomik kategorileri, tarihte belirleyici olmuş oldukları sırayla birbirini izlemeye terk etmek, demek ki lüzumsuz ve yanlıştır. Gerçekte sırayı belirleyen bunların modern burjuva toplumu içinde birbirleriyle olan ilişkileridir, ve bu da doğal sıralama gibi gözüken ya da tarihi gelişime tekabül eden dizinin tam tersidir. Sorun ekonomik ilişkilerin farklı toplum biçimleri silsilesindeki tarihi konumlan değildir... Asıl sorun modern burjuva toplumu içindeki eklemlenme şekilleridir. (13)
Asıl sorun toplumsal kategorilerin ".modern burjuva toplumu" içindeki "eklemlenmeleri" olduğuna göre bunu ortaya koymak için nasıl bir yöntem izlemek gerekir? Marks bunun için ikili bir yöntem önerir: araştırma yöntemi ve sunuş yöntemi.
"Araştırma yöntemi, işlenecek malzemeyi ayrıntılarıyla ele almalı, onun gelişmesinin farklı biçimlerini tahlil etmeli iç bağlantıların esasını bulmalıdır. Ancak bu yapıldıktan sonra gerçek hareket yeterince anlatılabilir. "(14)
Yani araştırmaya görünüşlerden başlamalı ve bu görünüşlerin işleyiş yasası bulunmalıdır. "Gerçek hareketin yeterince anlatılması" sunuş yönteminin işidir. Bu kez araştırma yöntemi ile saptanan temelin görünüşleri nasıl belirlediğinin ortaya konulması gerekir. Böylece her olgunun belirli bir bütünlük içindeki işleyişinin gösterilmesi mümkün olacaktır.
"Marks olguların hiç bir zaman yalıtılmış görünüşler olmadığına, eğer bu olgular bir arada oluşuyorlarsa, bunun her zaman bir bütünün daha üstün birliğini sağlamak için olduğuna aralarında içsel bağlantılarla bağlı olduklarına birinin varlığının ötekini temelden değiştirdiğine inanıyordu. "(15)
Dolayısıyla olguların birbirine eklemlenme biçimlerinin ortaya konulması, parçanın bütün içinde tanımlanması anlamına gelecektir. Böylece gerçeklikte karmaşık ve düzensiz olan toplumsal bütünlük, bu kez düzenlenmiş, öğeleri ve bu öğelerin iç bağlantıları yoluyla kurulmuş olan bir yapı olarak yeniden üretilmiş olacaktır. Bugün bu tarzda anlaşıldıktan sonra, artık geçmişin ele alınması son derece kolaydır.
O halde bu yeniden üretilen bütünlüğün nasıl doğru bir tarzda oluşturulabileceği noktası açıklanmalıdır. Bugünü doğru bir tarzda çözümleyebilmek için her şeyden önce ona karşı eleştirel bir tutum takınmak gerekir. Böyle bir tutum takınılmazsa onun bilimsel bir tahlilinin yapılabilmesi mümkün olmaz. Bu eleştiri, aynı zamanda dıştan yapılmalıdır. Çünkü bizim bilincimiz de bugünün ilişkileri içinde belirlenmektedir ve bundan kurtulamadığımız sürece onun gerçek bir kavranılmasını becermemiz mümkün değildir. Böylece işi bugünü eleştirerek başlayıp onu bilimsel bir bakış açısıyla gerçek ilişkileri içinde yeni bir toplumsal bütünlük olarak kurmamız gerekir. Bu yapılmazsa, yani geçmişi nesnel bir biçimde ele almamızı sağlayacak bir bugün ortaya konulmazsa, her tür değerlendirme, gözlemcinin keyfi tutumuna dönüşerek sübjektif bir değerlendirme olur. Dıştan eleştiriyle elde edilen bilimsel değerlendirme ise her tür subjektivizmin geçersizliğini ortaya koyar. Demek ki bir yöntem olarak bugünden geçmişe bakmak, geçmişi nesnel ve doğru olarak değerlendirmenin garantisi değildir. Aynı zamanda bugün hakkında doğru bir bilgimizin olması gerekir.
Eğer bugünün doğru bir bilgisine ulaşamamışsak ve bugünün toplumsal düşünüş biçimleri dolaysız olarak bizim bilincimizi oluşturuyorsa önemli yöntem yanılgılarına düşmemiz kaçınılmaz olur. Örneğin tarihi bitmiş bir olgu olarak kavrarsak geçmişi bugüne doğru tırmanan basamaklar biçiminde konumlandırmak zorunda kalırız. Çünkü:
"Tarihi gelişim ve ilerleme denen nesne genel olarak en son biçimin kendisinden önce gelenleri kendisine doğru tırmanan basamaklar olarak görmesi olgusuna dayanır. "(16)
Örneğin Devrimci Hareket'in geçmişi değerlendirilirken sürekli olarak benzer bir yöntem yanılgısına sürüklenilmektedir. işe "yenilgi" ile başlanmakta ve geçmişte yaşanan olaylar kaçınılmaz sona (yenilgiye) doğru tırmanan basamaklar olarak ele alınmaktadır. Geçmişin yenilginin ortaya çıktığı noktadan ele alınması, sonuçta onun tek yanlı kavranılmasına varmaktadır. Ayrıca yenilginin yaratmış olduğu yılgınlık ve karamsarlıkta, geçmiş değerlendirmesine karışan bir unsur olmakta ve genellikle böyle bir bakış açısı, bir inkar ve karalamaya dönüşmektedir.
Bu nokta da dikkat edilmesi gereken bir diğer önemli konu bugünün kategorileri ile geçmişin kategorilerinin birbirine karıştırılmasıdır. Bugünün kategorilerini geçmişin değerlendirilmesinde kullanmak demek, bu iki tarihsel kesit arasındaki bütün ayrım çizgilerinin ortadan kaldırılması demektir. Geçmişin bugünün bakış açısıyla ele alınması, onun kendi koşullarının bir yana bırakılması anlamına gelmemelidir.
YÖNTEM DEĞİŞMEZ BİR KURALLAR BÜTÜNÜ DEĞİLDİR...
Kuşkusuz bir dergi yazısı çerçevesinde marksist yöntemin bütün yönleriyle ortaya konulabilmesi mümkün değildir. Kaçınılmaz olarak önemli bir çok noktayı dışarıda bırakmak zorundayız. Ancak yöntemin değişmez bir kurallar bütünü olmadığı özel olarak vurgulanmalıdır.
"Genel düşünce, yani yöntem her nesneyi kendinde kavramaya elverişli değildir. Her gerçeğin kavranmasında, akıl için bir kılavuz, genel bir çerçeve, bir yönelim sağlar sadece. Her gerçekte o gerçeğin çelişkilerini, kendi iç devinimini niteliğini ve ani dönüşümlerini yakalamak gerekir. Demek ki yöntemin (mantıksal) biçimi, öze, nesneye, incelenen konuya bağımlı olmak zorundadır. Yöntemin biçimi, nesnenin en genel görünümünü yakalayarak bu gerçeğin etkili bir biçimde incelenmesini sağlar ama, bilimsel araştırmanın yerine hiç bir zaman, soyut bir yapı koymaz. Elde edilen sonuçların açıklanması nesnenin yeniden kuruluşu gibi görünürse de, bir görüntüden öte bir şey değildir bu. Yapmacıktan kurma ya da yeniden kurma diye bir şey yok, araştırma ve çözümleme sonuçlarının birbirine zincirlenmesi vardır? Bu zincirlemede, nesnenin hareketi (tarihi), örneğin Sermaye'nin tarihi bir bütün halinde yeniden kurulabilecektir. "(17)
Sonuç olarak çok bilinen ama genellikle pratikte uygulanmayan bir ilke, somut koşulların somut tahlili, marksist yöntemin can alıcı noktasıdır.
Dostları ilə paylaş: |