ÖRGÜTLENMEDE MERKEZİLEŞMEYE DOĞRU
ÖRGÜTLENMEDE MERKEZİLEŞMEYE DOĞRU
Merkezileşme sorunu, ilk kez 1986-87 öğrenim yılında ortaya atılmış ve tartışılmaya başlanmıştı. Öğrenci gençliğin güçlerini ülke çapında birleştirmeyi hedef alan öneriler, öğrenci derneklerinin henüz kuruluş, aşamasında oluşu, birlikte hareket zeminlerinin (platformlar) böylesi bir süreci örgütlendirme kapasitesine sahip olmayışları ve gençlik mücadelesinin gençlik kitlelerini canlı bir biçimde birbirine bağlayan pratik bir süreklilik ve karşılıklılık taşımaması gibi nedenlerle ortada kalmış, bitmez tükenmez merkezileşme tartışmaları ise sürüp gitmişti.
'90 Şubatı, merkezileşme tartışmalarını soyut önerilerin yarıştırılma-sı olmaktan çıkararak bir çalışmanın başlatılmasına sahne oldu. İstanbul Öğrenci Dernekleri Platformu "merkezileşme" sorununun tüm öğrenci derneklerinde tartışmaya açılması ve bu tartışmalar üzerinden merkezileşme yönünde somut adımlar atılmasını karara bağladı. Üniversite kampüslerinde paneller düzenlenerek yürütülmesi planlanan tartışma süreci 27 Şubat'ta I.Ü. Merkez Bina'da 6 konuşmacının katılımıyla gerçekleştirilen ilk panelin ardından gelişen (Yıldız Direnişi'nden İstanbul Üniversitesinin polis tarafından işgal edilmesine uzanan) olaylar nedeniyle kesintiye uğradı. Gençliğe yönelik şiddetli saldırı karşısında güçlü ve topyekün bir direnişi örgütleyemeyen İstanbul devrimci-demokratik gençliği, gerilemek zorunda kalırken, enerjisinin büyük bir bölümünü mevzi direnişlere harcadı. Platform temsilcilerinin önemli bir kısmının Yıldız direnişinde tutuklanmasının da etkisiyle İODP bir dağınıklık dönemi yaşadı. Merkez Bina'nın işgali, kitlesel gözaltı ve tutuklamalar, direnişin cılızlığı, Öğrenci Derneklerinde moral bozukluğuna yol açtı.
Mart ayının sonlarına doğru merkezileşme konusunu yeniden gündemine alan İÖDP, merkezileşme kurultayının düzenlenmesi sorununu ek maddelik bir gündem haline getirerek 2 Nisan'da toplandı. Toplantıda, merkezileşme kurultayını düzenleyecek çalışma komisyonunun kuruluş ve çalışma ilke ve yöntemlerini saptayarak IÖDP'na sunmak amacıyla bir ön komisyonun oluşturulması oybirliğiyle kabul edildi.
Bu kararın alınmasından sonraki iki gün içerisinde ön komisyonun toplanamaması üzerine, 4 Nisan günü, ön komisyonun iki üyesi, ertesi güne (5 Nisan) Platform çağrısı yaptı. Birçok derneğe haber verilememesi, haber verilenlerin bir kısmına ise gündemin yanlış bildirilmesi sonucu 5 Nisan toplantısı 15 derneğin temsilci ve gözlemcilerinin katılımıyla gerçekleştirildi. Çözüm taraftarlarının temsilci/gözlemciliğini yaptıkları derneklerin oylarıyla ön komisyon lağvedilip, diğer derneklerin tüm karşı çıkışlarına rağmen tümüyle Çözümcü temsilcilerden oluşan 5 kişilik bir Çalışma Komisyonu kuruldu. Böylece İÖDP'nda çalışma komisyonunun niteliklerine ilişkin tek açık görüş olan "tarafsızlık" ilkesi bir kenara atılmış oldu.
Sözkonusu komisyon ertesi gün bir açıklama yayınlayarak kendisini "kurultayın toplanmasına kadar tüm çalışmaları (abç) organize etmekle görevli" organ olarak ilan etti. Böylece kendi kendisini Platformun yetkileriyle donatan mugassıp bir "organ" beliriverdi. (Bu komisyonun İÖDP'nun yetkilerini gaspetmeye kararlı olduğu, daha sonra öğrenci hareketinin merkezi insiyatifi imiş gibi, kendince çeşitli kampanyalar, basın toplantıları, yardım ve imza masaları açmasında görüldü). 5 Nisan'da kurulan komisyon IÖDP'na katılan 33 derginin 19 Nisan'a kadar delege seçimlerini tamamlamasını emretti! (Anlaşılan "1 Mayıs'a kadar bu iş bitecekti; ne yazıkki bitmedi...)
Bunun üzerine 12 Nisan günü 33 öğrenci derneğinden temsilci ve gözlemcinin katılımıyla gerçekleştirilen İÖDP toplantısında (13 dernek henüz bu konuda karar olmadığı için tutumunu açıklamazken) 12 dernek, "Çalışma Komisyonu"nu bu biçimiyle tanımadığını (bunlardan 8'i lağvedilerek yeniden oluşturulmasını 4'ü genişletilmesini istiyordu) Çözüm taraftarlarının temsil ettiği 8 dernek "Komisyon"u tanıdığını açıkladı. Çözüm taraftarı temsilciler, tarafsız bir komisyonun oluşturulması gerektiği fikrinin kendileri dışında tüm derneklerce benimsendiğini görünce toplantıyı terkettiler. Platform toplantısı konunun karar alınmayan derneklerde de tartışılmasından sonra toplanmak üzere bitirildi.
17 Nisan'da yapılan İÖDP toplantısı 27 derneğin katılımıyla açıldı. Çözüm taraftarlarının temsil ettiği 5 dernek, gündeme geçilmeden önce bir deklerasyon okuyup toplantıyı terketti. Çözümcü "Çalışma Komisyonu"nun dağıtılarak yeniden geniş katılımlı ve demokratik bir komisyonun oluşturulması kararıyla toplantıya gelen derneklerin sayısı ise 20 idi. Bu toplantıda merkezileşme kurultayı hazırlıklarının yürütülmesi göreviyle bir İÖDP Birlik Kurultayı Düzenleme Komisyonu kurulması oybirliğiyle karar altına alındı.
İÖDP'ndan çekilen Çözüm taraftarları, kendi aralarında yaptıkları (?) delege seçimlerinden sonra MÖGD'ü (şimdiki adıyla İYÖ-DER) kurmaya giriştiler ve 1980 sonrası gençlik mücadelesine ilk tekkeyi "kazandırdılar".
Birlik Kurultayı Düzenleme Komisyonu (BKDK), Kurultay'a katılacak tüm öğrenci derneklerinde kurultay gündeminin tartışılması ve bu tartışmalar üzerinden delege seçimlerinin gerçekleştirilmesinin bu öğrenim yılı sonuna kadar tamamlanmasının olanaksız olduğunun anlaşılması üzerine, delege seçimleri ve kurultayın, önümüzdeki öğrenim döneminin başında yapılması gerektiği fikrine ulaştı. Komisyon, bu öğrenim yılının sonuna dek, İÖDP'ndan, Kurultayın'ın gerçekleştirilmesine dek yaşanacak süreci planlayan ve Kurultay gündemini saptayan bir tüzüğün ve çalışma takviminin çıkarılmasını, ayrıca, Birlik Kurultayı'na gidilirken öğrenci gençlik saflarında coşkulu bir birlik atmosferi oluşturmak amacıyla, bir Birlik Şenliği düzenlenmesini kararlaştırdı.
BKDK, Platforma katılan öğrenci derneklerinden, merkezileşmeye ilişkin farklı perspektiflere sahip her çizgiden en fazla bir temsilci olmak üzere, gönüllü katılım esasına göre oluşturuldu. Bileşime ilişkin bu düzenleme, Kurultay süreci boyunca, sürecin yürütme ve denetim fonksiyonlarını üstlenecek olan bu organın tarafsızlığını sağlamayı amaçlıyor. Komisyon, yürütme görevine temel oluşturacak olan çalışma planını hazırlayarak İÖDP'na sunmakla da görevli. Yani kurultay sürecinin tüzük ve takvimini karara bağlayacak organ yine İÖDP olacak.
Komisyon çalışmaları gerçekte yeterince süratli gitmiyor. Bu durumun doğmasında en önemli etken, Platformda yer alan farklı perspektiflerin önemli bir bölümünün merkezileşme sürecine ilişkin pratik hazırlığının yetersizliği. Ancak, Demokratik Öğrenci Hareketinin daha gelişkin organizmalarını oluşturma yönünde kesin ve ortak bir iradenin varlığı, bu eksikliklerin kısa bir süre içerisinde giderilebilmesini sağlayabilecek gibi görünüyor. Bu arada, öteden beri tekrarlanan "Platformun sağlıksızlığı" saptamasının gerçek anlamının, Demokratik Öğrenci Hareketi içerisindeki politik kümelenmelerin güçlü bir birliğin parçası haline gelmeye yeterli olmayışlarının tersten ifade edilmesi olduğu böylece anlaşılıyor.
Bununla birlikte açıktır ki, bu durum sadece söz konusu kümelenmelerin değil, bu kümelenmelerin omurgasını oluşturduğu Demokratik Öğrenci Hareketi'nin sorunudur ve bu hareketin daha yetkin bir noktaya taşınmasını sözkonusu sorunların verili olduğu koşullarda gerçekleştirmek zorundayız. Bu nedenle tolerans ve kararlılığı sağlam bir dengeye oturtmak bugünün bizden istediği en önemli şeydir. Hep birlikte ilerlememizi sağlayacak kararların alınabilmesi ve uygulanması için tüm gücümüzü kullanmalıyız. Merkezileşme çalışmaları sırasında bir yandan kurumlar hiyerarşisini özenle korumalı, diğer yandan bu kurumların tümünde (Dernekler, İÖDP, BKDK) azınlığın çoğunluğa tabiliği esasını mümkün olan en geniş ölçekte uygulanmalıyız. Sürecin biçimlenişine ilişkin kimi konularda çoğunluk, katılmadığımız kararlar aldığında demokratik öğrenci hareketinin iradesine (eleştiri hakkımızı koruyarak) boyun eğmesini bilmeli ve bu yönde örnek olmalıyız.
Daha işin başındayken güçlü birlik yapısı içerisinde eriyip gitmekten korkarak, Demokratik Öğrenci Hareketini bölmek üzere kendi ti kelerine sığınanları gördük. Kiminin böyle bir yola sapmasını istemeyiz. Bu nedenle, böylesi davranış rın gelişebileceği zeminleri ortadan kaldırmak ve oluşmasına engel olmak birincil görevlerimiz arasındadır. Şu sıralarda İÖDP'ndan ayrılı derneklerin üyeleri arasında görülen ayrı birim derneği kurma eğilimleri bu tür zeminlerin oluşmasına hizmet etmektedir. Birim dernekler bölünmesi son derece tehlikeli bir yola girilmesi demektir. Görev, birlik sürecinden kopan birim derneklerini bu sürece yeniden kazandırmaktır, ayrılıkçıların eline bırakmak değil.
Bugüne dek, Öğrenci derneklerinin, lÖDP'nin işlevselleştirilmesi, yetkinleştirilmesi ve Demokratik Öğrenci Hareketinin bu meşru karar ( organlarının iradesinin egemen kılınması için elimizden gelen her şeyi yaptık (bundan sonra da yapacağız). Elbette bütün bunlar, be merkezcilikten gözleri kararmış bazı arkadaşlarımızın bir türlü akıl erdiremedikleri şeyler oldu. Dernekle ve Platformu öne çıkarışımız (oysa ne yönetiminde olduğumuz derneklerde "mutlak iktidar tekeline sahibiz- olanlar var, ne de Platformdaki temsilciliklerin çoğunluğunu elimizde tutuyoruz!) "örgütsüzlüğü savunmak", "kimliğini gizlemek" gibi saçma iddiaların hedefi oldu, Yönetimini aldığı derneklerde üye topla tısı yapmaktan sürekli kaçanlar, 1,5 yıldır platformun gündemini fason dernekler ve temsilciliklerle tıkayarak işlevsizleştirmeye çalışanlar yani Demokratik Öğrenci Hareketini Örgütlerini dağıtmaya çalışanlar bizler değiliz! Kimi arkadaşları pek sevdiği reklamcılık işlerine rağbet etmeyişimiz ise kimliğimizi saklamak" tan değil farklı bir kimliği sahip olmamızdan ileri gelmektedir. Biz, kendimizi Demokratik Öğrenci Hareketinin geleceğine karşı sorumlu hissediyoruz, yaptığımız ve bur dan sonra yapacağımız herşeyi anlamlandıracak olan da bu sorumluluğumuzdur. Merkezileşme çalışmalarında da bu bilinçle en ağır yükleri omuzlamaya hazır olacağız.
Her şeye karşın yola çıkılmış ve ilerlenilmektedir. Hedefe ulaşmak için yoğun bir çaba gerekiyor. Sabır , hoşgörü ve kararlılık bu süreçte tüm arkadaşlarımızın ortak özelliği olmalıdır. Bunun için ise, başta gelen koşul öz-güvendir. Ancak güçlü bir öz-güvene sahip olanlar gündelik yarar kaygılarından arınarak, hiç bir şey olmaksızın vermeye cesaret edebilirler. Biz cesaret ediyoruz!
YAŞASIN DEMOKRATİK ÖĞRENCİ HAREKETİNİN BİRLİĞİ! YAŞASIN GENÇLİĞİN DEVRİMCİ EYLEMİNİ BİRLİĞİ
DEMOKRATİK LİSE MÜCADELESİ ÜZERİNE
DEMOKRATİK LİSE MÜCADELESİ ÜZERİNE
12 Eylül'ün baskı ortamın dan biz liselilerde nasibimizi fazlasıyla aldık. Egemen güçler bir daha zor duruma düşmemek kaygısıyla, tüm eğitim kurumlarında (Özellikle liselerde) işlerini sıkı tuttular. Önce demokrat ilerici öğretmenler tasfiye edildi, yerlerine her düzeyde gerici kadrolar yerleştirildi. Kitaplar değişti, her kitabın başına milli kelimesi eklendi. (Milli Tarih, Milli Coğrafya v.b. ne yazık ki Milli Fizik ve Milli Kimya'yı ders olarak koymayı beceremediler.) İçerik olarak da bu ders kitapları ırkçı, gerici bir ideolojinin propaganda araçları haline getirildi. Bırakalım liseleri ilkokullara bile zorunlu din dersi konuldu. Toplumsal muhalefetin toparlanmasını engellemek için kullanılan motiflerden biri de din oldu. Güya darbenin gerekçelerinden birisi olan gerici hareket bu dönemde, Cumhuriyet tarihinin hiçbir devrinde ulaşamadığı güce ulaştı. İmam Hatip liselerinin yaygınlaştırılmasının yanısıra liselerimizin pek çoğunda tekkeye döndü. Öğrenci kitlesinin bir kısmı da ekonomik seviyelerine göre, diskolardan sokak kahvelerine, maçlarda amigoluk ve birbirini bıçaklamaktan, heavy metal konserlerine ve hatta yapıştırıcı koklamaya kadar çeşitli yollarla batılı(l) gençlik haline getirildi. Kısacası 1980 Eylül'ünün 10 yıllık bilançosu, liseliler için, baskı, depolitizasyon ve çağdışı ideolojilerin etkisi altına girmek oldu.
Olayın bir diğer cephesi de, eğitim olgusuna, toplumun gelişimini sağlayacak bir alan olarak değil ticari faaliyet birimi şeklinde bakılması ile ilgilidir. Bunun bir sonucu olarak devlet bütçesinden eğitime ayrılan pay gerilerken, parası olanın parası oranında olanaklara sahip olabileceği özel okullar ardarda açılmıştır. Eğitim sistemimizin düzeyini çağdaşlık sınırlarının gerilerine doğru sürükleyen (ki bu istatistiklerle sabittir) düzenlemeler, ülkenin uluslararası sömürü ilişkileri içerisindeki konumlanışı ile de yakından ilgilidir. Bütün bunların Türkiye tarihi açısından emperyalizmle girilen ekonomik siyasi askeri ve benzeri ilişkilerde atılım dönemi olarak adlandırılabilecek 12 Eylül ve onun temel kaygılarını paylaşan siyasal iktidarların icraatları ile çakışması tesadüf değildir.
İçinde bulunduğumuz son bir iki yıllık dönemde üzerlerindeki baskılara rağmen toplumun tüm kesimlerinde olduğu gibi liselerde de yeniden bir kıpırdanma yaşanmaktadır. Özellikle büyük illerde, çeşitli çalışmalarda liseliler de yer almaktadır. Tek tek bazı okullarda görülen, çoğu zaman anlık tepkiler biçiminde ortaya çıkan ve arkası gelmeyen eylemler, örgütlenme ve mücadele konusunda sistemli bir bakış açısından yoksun olunduğunu göstermektedir. Bu sürecin aşılabilmesi için mücadelenin önümüze koyduğu çok yönlü görevleri yaşadığımız dönemden çıkaracağımız dersler ışığından inatçı bir çalışma ile yerine getirmeliyiz.
Öncelikle liselerde varolan devrimci demokrat, duyarlı insanların biraraya geleceği platformlar oluşturmalıyız. Geliştireceğimiz örgütlenmenin nasıl yürütüleceği sorusunun cevabı, bu platformlarda somut mücadele programları çerçevesinde yürüteceğimiz tartışmalarda aranmalıdır.
Liselerin tümüne ilişkin ortak bir mücadele çizgisinden söz etmek mümkünse de her yörenin ve okulun özgün koşulları, farklı çalışmaların farklı düzeylerde yürütülmesini de gerektirebilir. Bu nedenle her birimin öncelikle kendi koşullarını hesaba katan bir çalışmayı esas alması gerekir.
Asgari düzeyde de olsa sağlanacak örgütlenme, ile yürüteceğimiz planlı çalışmayla kitle ilişkilerini geliştirmeliyiz. Çalışmalarımızda arkadaşların duyarlı oldukları noktalara (disiplin yönetmeliği, kılık kıyafet yönetmeliği, derslerin ağırlığı vb.) öncelik verilmelidir. On yıllık baskı ve depolitizasyon göz önüne alınmalı, liselilerin karşısına klişeleşmiş birtakım sloganlarla çıkılmamalıdır.
Okul girişleri, tenefüsler gibi aralar boş geçirilmemeli yerine göre bire bir veya topluca konuşmalarla ülkede ve liselerde olan biten hakkında tartışma ortamları yaratmalıyız. Güncel konuların seçilmesi bu konuşmalara olan ilgiyi arttırabilir. Ayrıca kitap dergi ve benzeri yayınların okunması özendirilmelidir. Ancak bu yayınların seçiminde genel kitlenin düzeyi gözetilmelidir. Bunun yanında toplu gezi, tiyatro ve sinemaya gitmek ilişkilerin gelişmelerine katkı sağlayabilir.
Eğitsel, kol faaliyetlerine önem verilmeli, sosyal ilişkiler geliştirilmeli, nitelik ürünlerin ortaya çıkarılmasına çalışılmalıdır. Mevcut kollara yenileri eklenmelidir, (yönetmeliğe göre öğrencilerin teklifiyle yeni kol kurulabilir). Son yıllarda önem kazanan "Çevre" vb. konularda kol kurulmaya çalışılmalıdır. Ayrıca ülkede şu anki kültürel yozlaşma ve sosyal dengesizlikler konusunda tartışmalar yapılmalıdır. Her nekadar basit görünse de bu yolla pek çok arkadaşla bilinçliliğin tohumu atılabilir.
Okullarda bulunan demokrat görüşlü öğretmenlerle somut çalışmalar temelinde ilişkiye geçilmeli, dayanışma temelinde ortak iş yapmanın yolları aranmalıdır.
Öte yandan okullardaki dinci ve faşist öğrencilere karşı tavrımız, öğrenci kitlesinin gözünde haklılık zeminimizi muhafaza edecek biçimde belirlenmelidir. Onlarla aynı kefeye konulmamıza yol açacak davranışlardan sakınmalıyız.
Bu adımları atarken çevre liselerle bağlantılarımızı kurmalı, ortak toplantılar düzenlemeli, ortak kampanyalar yürütülmelidir. Önümüzdeki sürecin başarısı bu günden başlayacağımız hazırlıklara bağlı olacaktır.
Liseli gençliğin demokrasi mücadelesi sonarında yerini alması için yürüteceğimiz her türden çalışmada, duyarlı tüm insanların katılımını esas alan bir yönelime sahip olmamız gerekir. Bu yönelim bizleri sınırlı bir topluluğun kısır tartışmalarından geniş kitlelerle üretken, yaratıcı ilişkilere ve bu ortamın dinamizmi ile aktif bir mücadeleye ulaştıracaktır.
YAŞASIN DEMOKRATİK LİSE MÜCADELEMİZ!
Ankara'dan Devrimci Gençlik Okuru Liseliler
LISELER'DE YAYIN ÇALIŞMALARI
Devrimci Gençlik, ikinci sayısında üniversitelerde yayımlanan dergileri bu sayfalarda tanıtmış, böylesi bir çalışmanın sevindirici olduğunu belirtip, olumluluğu üzerinde durmuştu. Liselilerin de benzer bir çalışma içinde olmalarının ayrı bir sevincini duyuyoruz. Bu çalışmalarına Devrimci Gençlik in sayfalarında yer vermemek, liseli arkadaşlara yapılmış büyük bir haksızlık olacaktı. Çünkü yıllardır onlar da en ağır baskılar altında, gerici-şoven, tek tip öğrenci yetiştirmeyi hedefleyen lise eğitimiyle karşı karşıya kalmış tüm bunların yanında iyiye güzele olan inançlarını yitirmemişler. Bundan ötürü, elimize ulaşan dergiler her ne kadar, bizim onlara, onların bize ulaşamamasından kısıtlı sayıda olsa da ve bize ulaşamayan, ancak ülkenin herhangi bir yerinde bu tür dergilerin varolduğuna ya da bundan böyle varolacağına umudumuzu yitirmeden tanıtmayı düşündük. Bize ulaşan "Doğuş" ve "Yeni Değirmen" in ilk iki sayısı.
Yeni Değirmen
Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, gerek Doğuş gerekse Yeni Değirmen'in teknik ve titizlik olarak üniversitelerde çıkan yayın organlarından daha nitelikli oldukları kesin. Yeni Değirmen'i, Doğuş'tan ayıran en büyük özellik ise, liseli gençliğe genel olarak seslenmesi ya da Doğuş gibi yalnızca özel birime seslenmekten öte bir misyonla ortaya çıkması. Doğal olarak bu da "Aylık Liseli Gençlik Dergisi" olarak Ankara'da çıkmakta olan Yeni Değirmen’i teknik ve mizanpaj olarak, aylık bir dergi nasıl olması gerekiyorsa öyle olmaya zorlamış. Bunu başardıkları ise, dergiyi elinize aldığınızda rahatlıkla söyleyebileceğiniz ilk şey. İlk sayısı Kasım 1989'da çıkan Yeni Değirmen, 28 sayfadan oluşuyor.
İlk sayısında "Barışın Dostları Kimlerdir?"i kapak yapan Yeni Değirmen, ikinci sayısında kapakta "Zorunlu Din Dersine Hayır" diyordu. Çağdaş Türk Yazarları ve Şairleri bölümünde ilk olarak Yaşar Kemal, ardından Hasan Hüseyin'i okuyuculara tanıtan, şiirlerini yayımlayan derginin röportaj bölümünde ise Adapazarı Eğit-Der Başkanı ile "Demokratik Lise", Genco Erkal’la da "Tiyatro" üzerine bir söyleşi bulunuyor. Ağırlıklı olarak liselilerin "Dayak", "Eğitim Sistemi", "Askerlik" gibi sorunları kaleme alan Yeni Değirmenin yelpazesi bunlarla sınırlı kalmıyor. Bunun en iyi örneği, Yeni Çeltek katliamı ve Prof. Muammer Aksoy'un öldürülmesine ilişkin yazılan yazılar. Ayrıca Fen Liseleri ve Matematik dersi üzerine yazıların da bulunduğu bir ve ikinci sayılar da Türk ve dünya şairlerinden şiirler bulunuyor. Ancak bunun genç şairlerin önünü tıkadığı asla söylenemez, çünkü yoğun bir şekilde gençlerin yazdığı anıları, öyküleri ve şiirleri dergide bulabilmek mümkün. Ruhi Su'nun sanatı üzerine bir yazının da yer aldığı Değirmen, kitap tanıtımları, sinema eleştirileri ve eğlence köşelerini de unutmamış. Her ne kadar çıkmakta olan, öğrencilerin yeni yeni gündemine girmeye başlayan bir dergi de olsa, ele aldığı, işlediği, genel olarak tüm lise öğrencilerinin sorunlarına eğildiği konularla, liseler üzerinde önerdiği çözümlerle, büyük bir boşluğu doldurduğu söylenebilir. En büyük eksiklik ise, liselerden gelen haberlerin olmaması. Liselerle kurulmuş böyle bir haber ağı, hem liselileri birbirinden hem de lisede okumayan gençliği, liselerde neler olup bittiğinden haberdar etmeyi sağlayacağından büyük bir eksikliği kapatacaktır.
Liseli arkadaşların dergi çalışmaları, işin üzerinde nasıl titizlik ve ciddiyetle durdukları, ve neden böylesine bir dergiye gereksinim duydukları tüm liseler için gözardı edilmemesi gereken noktalar. Tüm baskı ve zora rağmen, kendini ifade edebileceği, sorunlarını anlatabileceği yeni yeni yayın organları için, tüm liselerdeki arkadaşlara büyük sorumluluklar düşüyor.
Doğuş
"Kocasinan Lisesi Öğrenci Dergisi" olan Doğuş, tamamen Kocasinan öğrencilerinin ve öğretmenlerinin katılımıyla yayımlanan bir dergi. Şu ana kadar oldukça iyi bir gelişim çizgisi izleyen Doğuş, ikinci sayısıyla bu gelişimin süreceğini vaadediyor. ilk olarak 16 Ocak İ9°0'da yayımlanmaya başlayan Doğuş, fotokopiyle çoğaltılan, başlıkların elle yazıldığı, teknik olarak son derece amatör bir dergiydi. Ancak ikinci sayılarının matbaada basılması, kendi deyimleriyle "öğrencilerden aldıkları güçlü sağlanmış bir başarı, "ilk sayısında "Gençliğin Eğitimi", "Geleceğin Umutlarıyız" gibi öğrencilerin kaleme aldığı yazıların yanında "Dünyada ve Türkiye'de Müzik Kavramı" başlığıyla okulun müzik öğretmeninin bir yazısı yer alıyor. Zaten akis yazısında amaçlarının "okulumuz çevresinde biz siz ayrımı yapmadan, öğretmeni, öğrencisi ve okuyucusuyla bütünleşebilmek" olarak belirten dergi çalışanları, sekiz sayfadan oluşan Doğuş'u 500 liradan satmak zorunda olduklarını söylüyorlar. Ayrıca Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'nde hastalarla ve hemşirelerle yapılmış bir röportajın bulunduğu dergide, öğrencilerin yazdığı şiirler ve eğlence köşesi de bulunuyor. Kültür sanat sayfasında ise, kısa bir deneme, sinema üzerine ve Orhan Kemal'i tanıtan yazılar bulunuyor. Yazının sonuna bir de güzel not düşülmüş; "isteyen arkadaşlarımıza, Orhan Kemal'in kitaplarını okumak için ödünç veriyoruz." Spor şayiası ise tamamen Kocasinan Lisesi futbol takımının Liselerarası futbol liginde yaptığı maçlara ayrılmış. Önceden de belirttiğimiz gibi 2. sayıda artık fotokopiyi bira kan ve matbaaya geçen Doğuşun, bu sayısı tamamen çevre kirliliği üzerine. Yine sekiz sayfadan oluşan ikinci sayıda da, öğretmenleriyle yapılmış röportajlar, öğrencilerin şiirleri de ayrıca yer alıyor. Kültür sayfası ise, ölümü nedeniyle Cemal Süreyya'ya ayrılmış durumda. Süreyya'nın tanıtıldığı ve şiirlerinin bulunduğu sayfada, sinema üzerine de kısa bir yazı bulunuyor. Sonuç olarak, liseli arkadaşların içinde bulundukları bunca zor koşullara rağmen, harçlıklarından arttırıp çıkardıkları, sorunlara duyarlı olan, kendisin* okulunun öğrencisiyle bütünleştirebilmiş Kocasinan Lisesi öğrencilerinin sesi konumuna gelebilmiş bir dergi Doğuş. Üstelik tüm bunları iki sayıda yapabilmesi, gelecekte yapacaklarının garantisi gibi. Diğer liselerin de böylesi bir çalışmaya baslarken gözardı etmemeleri, kriter olarak almaları gereken bir yayın organı.
ROMANYA'DA "SEÇİM"
ROMANYA'DA "SEÇİM"
Doğu Avrupa ülkelerinin tümünde siyasal rejimler burjuva demokratik cumhuriyetlere dönüşüyorlar. Parlamenter temsil, çok partili, güçler ayrılığı gibi yurttaşların "yasa önünde" (ama yalnızca yasa önünde) eşitliğine göre biçimlenen bu siyasal yapılar, işlemeye boyadıkları onda., kendilerini kuran eski iktidar (ya da devler) (partilerini, isimlerini, renklerini, marşlarını değîftirnpi olmasına bakmadan siyaset sahnesini^ neredeyse dışına çıkardılar.
20 Mayıs'ta yapılan ilk çok partili seçim Romanya'daki gelişme çizgisinin farklı bir rota izlediği ve izleyebileceğine ilişkin kanıları güçlendirdi.
Eski Komünist Partisi Merkez Komitesi üyesi İliescu'nun önderliğinde, aporatçik,|l) ve solcu aydınlardan oluşan', (tıpkı. Doğu Avrupa’nın diğer KP'leri gibi Sosyal Demokrasiyi resmi ideoloji olarak benimseyen) UKÇ oyların yaklaşık % 70'ini alarak yeni parlamentoda sarsılmaz gibi görünen bir çoğunluk elde ederken, Devlet Başkanlığı'na seçilen lliescu'nun aldığı oylar % 86 gibi yüksek bir oranı buldu.
İkinci Dünya Savaşı öncesinin gerici partileri yeniden siyaset sahnesine çıkıp, Romanya Krallığı hanedanı "sıla" yoluna döküldüğünde sevinci doruğuna varan Batı (yani emperyalist) basını, seçim sonuçları karşısında "otoriteye itaat refleksi" gibi derin sosyo-psikolojik tahlillere giriştiler. Romanya olaylarını alelacele "Emperyalist Karşı Devrim", "Emekçi iktidarına karşı emperyalist-revizyonist komplosu" olarak niteleyenlerden ise o günden bugüne pek bir ses çıkmadı.(2)
Romanya Komünist Partisi'nin iktidardan ve siyaset sahnesinden çekilmediği, olayın KP içerisinde bir iktidar kavgası olarak cereyan ettiği artık hemen herkesin örtük de olsa kabul ettiği bir gerçek. Bu çatışmanın "emperyalizmin proletarya partisi içindeki ajanları" ile "proleter devriminin sadık savaşçıları" arasında cereyan ettiğini söylemek için ise başka bir dünyada yaşıyor olmak gerek. Olan biten her^ey hamasi söylevlere girişmeden (ve de bürokratik diktatörlüklerin ya da, sosyal demokratların siyasal sorumluluğunu paylaşmadan) açıklanabilir ve açıklanmalıdır.
Çavuşesku yönetiminin sonuna gelinirken, Romanya "sosyalizminin, ırkçılığa varan bir Romen milliyetçiliğine bezenmiş, emekçi kitlelerinin siyasal süreçlere örgütlü katılımına izin vermeyen bürokratik bir devlet aygıtına dayandığı; ekonominin emperyalist tekellerden alınan büyük miktarda (10 milyar $) borçlar/ borç ödemeleri ve akıl dışı bir toplumsal zorlamayla yürütülen "sanayileşme" stratejilerine uygun bir "devlet" mülkiyeti (emekçilerin kollektif mülkiyeti değil) ekseninde örgütlendiği,"uluslararası düzeyde Romen ulusal devletinin çıkarlarını biricik ölçü edinen istikrarsız bir politika izlediği(3) bilinmektedir. .Bu "sosyalizm"in merkezinde bulunan "Komünist" Partisi ise tam anlamıyla bir bürokratlar örgütü durumundadır. İşçi sınıfıyla bağlarını önemli ölçüde tasviye eden parti bürokratları, toplumsal dayanaklarını, Rumen ulusal birliğini temsil eden "En büyük Ulusal Kahraman"ın simgesel kişiliğinde bulmuşlardır.
Komünist Partisi dışında hiç bir politik örgütlenmenin varlık gösteremediği (Ulusal Köylü ve Liberal Partilerin sürgündeki varlığı ülke içerisinde hemen hiç bir karşılığa sahip değildi) Romanya'da politik muhalefet kendisini parti, içerisindeki hizipleşme ve tesviyeler dışında herhangi bir politik platformda ifade etme gücüne sahip değildi. 1971 'de "reformcu" görüşleri nedeniyle Merkez Komitesi'nden çıkarılan İon İliescu, "iktidar ve karar mekanizmaları üzerinde daha etkili toplumsal denetim biçimlerinin geliştirilmesi" gerektiği biçimindeki görüşlerini ifade etme olanağını ancak 1987'de bulabilirken, 1979 da yapılan 12. Parti kongresinde Çavuşesku'yu "politik iktidarı kişiliğinde toplamak, partiyi şanına şan katmanın aracı haline getirmek ve bir aile diktatörlüğü kurmakla suçlayan eski Polit Büro üyesi Constantin Pirvulescu bütün yönetici görevlerinden azledilmiş, Çavuşesku'yu "insan haklarını çiğnemek, köyleri mantıksızca ve kötü planlamayla yoketmek, tarımda düzensizliğe neden olmak, Romanya'yı Avrupa'dan tecrit edip 'Afrika'ya yaklaştırmak', Marksist ilkeleri terketmek, polis örgütünü kötüye kullanmakla itham eden bir mektubu imzalayan 6 eski Polit Büro üyesinden ülke içerisinde bulunanlar gözaltına alınırken, bir kısım yakınları da "devlete ihanef'ten tutuklandılar. Parti içi muhalifler, parti dışında ayrı bir politik merkez oluşturmaya ise uzun süre yönelmediler.
Toplumsal muhalefet, esas olarak işçi kitleleri tarafından yürütülüyordu. 1968'de "Prag Baharı"ndan etkilenen ve Çavuşesku'nun tavrından cesaret alan, kısa süreli öğrenci hareketi, ve 1977'de Paul Goma'nın sınırlı sayıda aydınla yürütmeye çalıştığı insan Hakları insiyatifi Romen toplumunda ciddi bir etki yaratmadı. Toplumsal muhalefetin en kayda değer ifadeleri, 1977'de patlak veren ve bağımsız bir sendika kurma girişimini de beraberinde getiren madenciler grevi ile 1987'de parti binalarının yakılmasına, ve yiyecek depolarının yağmalanmasına kadar varan Braşov grevi oldu. Toplumsal muhalefetin önemli bileşenlerinden birisi de etnik çatışmalarda ortaya çıkıyordu. Azınlıkların yaşadığı bölgelerdeki (30.000 Macar'ın göç etmesine yol açan) milliyetçi baskılara karşı gösteri yapan Macarlar ve Almanların safları "Çocuklarımıza ekmek, evlerimize sıcaklık" talebini ileri süren Romenleri de içine alıyordu.
5 gün süren Temeşvar ayaklanması, özellikle büyük kentlerde ve ordu birlikleri içerisinde güçlü bir huzursuzluk dalgasının yayılması için yeterli bir neden oldu (Bu noktada ölü sayısı 100 müydü 10.000 miydi gibi tartışmalar anlamsızdır. Her iki rakam da bir kitle katliamının varlığını gösterecek ölçüde büyüktür.)
Ancak, ortada bu huzursuzluğu ülke çapında bir kalkışmaya dönüştürecek bir politik program, güç ve örgütlülük bulunmuyordu, işte bu noktada, 6 ay kadar önce kurulan ve üye sayısı 6O'ı aşmayan UKÇ'nin devlet, ordu ve parti içerisindeki olanaklarını harekete geçirebilme koşulları da oluştu. Ayaklanmaya parça parça katılan ordu birlikleri, Çavuşeski iktidarı terk ettiğinde ayaklanan güçlere hakim olabilecek bir konuma da gelmişti. Birkaç gün boyunca kimlerden ve nasıl oluştuğu belli olmayan, TV istasyonundan yapılan yayınları dışında harekete örgütlü bir müdahalede bulunamayan UKÇ'de, ayaklanmanın sonunda politik ajandasını az-çok netleştirmiş, halkın önderliğini eline geçirmişti.
Kısacası, Romanya ayaklanmasının organlarının, .teşekküllerini ayaklanma içerisinde sağladıklarını söylemek yanlış olmayacaktır.
Ayaklanma, Komünist Partisi'ni UKC'ye dönüştürürken, ayaklanmanın temel organı rolünü ordu birlikleri üslenmiştir.
İşte bu gün, Romanya'deki sürecin siyasal insiyatifinde ve toplumsal dayanaklarında görülen "sapmanın” başlıca nedenleri bu olgularda saklıdır. Doğu Avrupa'nın hemen tüm devlet ve parti bürokrasisi siyasal bakımdan örgütlenmemiş orta sınıf hareketlerinin (Yeni Forum, Demokratik Forum vb.) önderliğinde meydanları dolduran kitlelerin baskısı altında devlet aygıtına yeniden biçim verirken, Komünist Partilerinin Merkez organlarındaki görevlerini de yeni ekiplere devrederek köşesine çekilmişlerdir. Politik bir örgütlenmeye dayanmayan söz konusu muhalif hareketler, geleneksel burjuva partileri karşısında erimekten kurtulamamış, Komünist Partilerinin başına geçen yeni ekipler ise bürokratik geçmişin yükünü omuzlarından atamadıkları için kitlelere bütünleşme olanağını bulamamışlar ve siyaset sahnesini terketmişlerdir.
Romanya örneği bunun dışında bir çizgi izleme imkânı bulmuştur. Bu imkan elbette bir yönüyle, Romanya'nın Doğu Avrupa'deki en yoksul ülke oluşundan (yani memnuniyetsiz kitlelerin asal unsurunu işçiler ve köylülerin oluşturmasından) bir yönüyle de geleneksel burjuva partilerinin köksüzlüğünden doğmaktadır. Ama asıl önemli etken Komünist partisi kadrolarının, kitlelerin aşağıdan gelen girişkenliğinin önderliğini yakalayabilmiş olmalarıdır. Bu ise, ancak mevcut devlet ve parti aygıtından şiddetli bir kopuş ile mümkün olmuştur. Öte yandan UKÇ nin toplumsal dayanakları arasında proletarya ve köylülük son derece ciddi bir yer tutmaktadır (Seçim sürecinde UKP tilerin UKC'ye saldırısını püskürtüp UKP binasını işgal eden 5 bin kişi maden işçisi ve UKP ve LP'nin seçim kampanyalarına müdahale edenler köylülerdi.)
Romanya'da revizyonizm, bu kez yeni bir parti ve yeni. bir toplumsal dayanakla iktidardadır. Kitleler (özellikle işçi sınıfı) politik süreçlere katılmışlar ve burjuvazinin hegemonyasına -en azından şimdilik- girmemişlerdir. Daha şimdiden UKÇ saflarında mülkiyet ilişkilerinin düzenlenmesi sorunu giderek ciddileşen bir ayrımı başlatmış bulunmaktadır. Sonucu tayin edecek olan proletaryanın devrimci girişkenliğidir. (Romanya için bu uzak bir ihtimal de değildir) Ama proletarya bir sınıf olarak siyasal süreçlerin dışına düşer/itilirse İliescu’nun sonu Krenz'den UKÇ'nun sonu SED'den farklı olmayacaktır.
(1) Ordu da dahil olmak üzere devletin çeşitli kademelerinde yöneticilik yapan parti memurları.
(2) Anlaşılan, arkadaşlar, onca gürültüyü karsı-devrimci komplocuları değil iletişim tekellerini hedefleyerek çıkarmışlar.
(3) Arap-İsrail savaşında İsrail’le diplomatik ilişki sürdüren Şah, Bocassa ve Pinochet ile düzeyli bir ilişki tutturan , Prag baharını destekleyen Libya ve Suriye ile savunma konulu anlaşmalar yapan aynı Çavuşesku’dur.
Dostları ilə paylaş: |