Ertesi gün öğleden sonra Miss Barkley'i görmevt gittim yine. Bahçede yoktu; villanın yan kapısına, cankurtaran arabalarının yanaştığı bölüme geldim, içeride başhemşireyi gördüm. Miss Barkley'in görevde olduğunu söyledi.
“Biliyorsunuz ki savaştayız.”
Bildiğimi söyledim.
“Sanırım İtalyan ordusundaki Amerikalı sizsiniz?” diye sordu.
“Evet, madam.”
“Neden bizim orduya katılmadınız?”
“Bilmem,” dedim. “Şimdi sizin orduya katılabilir miyim?”
“Artık çok geç. Söyleyin bakayım: Neden İtalyan ordusuna katıldınız?” “İtalya'daydım,” dedim, “Zaten İtalyanca da biliyordum.”
“Ah,” dedi. “Ben de öğreniyorum. Çok tatlı bir dil.”
“İnsan iki hafta da öğrenebilirmiş diyorlar.” “Yoo, iki haftada öğrenemem ben. Aylardır çalışıyorum. Bakın, isterseniz saat yediden sonra gelip Miss Barkley'i görebilirsiniz. Ama beraberinizde İtalyanları getirmeyin.”
“İtalyanlara pek meraklı değilim. Üstelik üniformalarını da pek sevmem.”
“İyi akşamlar,” dedim.
“Arivederci, Tenente (Tekrar görüşmek üzere, teğmen.)”
“A rivederla (Hoşça kalın),” diye selam verip yanından ayrıldım. Yabancıları İtalyanlar gibi selamlamak pek kolay bir şey değildi. Çünkü bu işi en güzel şekilde yalnız İtalyanlar yerine getirebiliyorlar.
Sıcak bir gün geçirmiştik. Irmağın yukarılarına Plava'daki köprü başına kadar uzanmıştım. Saldırı oradan başlayacaktı. Bir yıl önce karşı kıyıda bir türlü ilerleyememiştik; çünkü geçitten dubalar üstüne kurulmuş köprüye bir tek yol iniyordu. O yol da bir mil boyunca makineli tüfek ve top ateşi altındaydı. Üstelik bir saldırı durumunda geçit verebilecek genişlikte de değildi. Avusturyalılar mezbahaya çevirirlerdi orasını, İtalyanlar karşı kıyıya geçip yayılmışlar, Avusturyalıların elindeki ırmak yakasından bir buçuk mil kadar toprak almışlardı. Kötü bir yerdi, Avusturyalıların İtalyanlara bırakmaması gerekirdi. Kanımca, karşılıklı bir hoşgörüydü bu, çünkü Avusturyalılar da ırmağın alt başına doğru bir köprübaşını hâlâ ellerinde tutuyorlardı. Avusturyalıların siperleri yamaçta, İtalyan cephe hatlarından topu topu birkaç metre yukardaydı. Eskiden orada ufak bir kasaba varmış, şimdi baştan başa taş ve topraktı. Kala kala küçük bir tren istasyonunun yıkıntıları kalmıştı geriye. Bir de ne onarılabilen ne de kullanılabilen yıkık bir köprü...
Dar yoldan ırmağa doğru indim, arabayı tepenin altındaki bakım merkezine bıraktım, dubalar üstüne kurulmuş köprüden geçtimdağ bu köprüye siper oluyordu. Siperler boyunca yürüyüp yamacı ve yerle bir olmuş. Kasabayı dolaştım. Herkes sığınaklarındaydı. Topçulardan yardım istemek ya da telefon telleri kesilince işaret vermek için dizi dizi havai fişekleri hazır bekliyordu.
Ortalık sessiz, sıcak ve pisti. Tel örgülerin arasından Avusturya hatlarına baktım. Kimsecikler görünmüyordu, tanıdığım bir yüzbaşıyla sığınaklardan birinde içki içtim, sonra köprüyü geçtim.
Yeni bir yol bitmek üzereydi; dağı aşıp, köprüye inecekti. Bu yol bitince de saldırı başlayabilirdi. Ormandan aşağı keskin dönemeçler vardı. Plana göre, her şey bu yeni yoldan indirilecek, arabalar, yaralıları taşıyan cankurtaranlar dar yoldan dönecekti. Bakım merkezi ırmağın Avusturya yakasında tepenin altındaydı; sedye taşıyanlar yaralılar köprüden geçireceklerdi. Aynı düzen saldırı başladıktan sonra da sürecekti. Kanımca, yeni yolun açıkta kalan son milini Avusturyalılar bombardıman edebilirlerdi. Büyük bir karışıklık olacağa benziyordu. Arabaların sığınabileceği bir yer buldum; köprüden taşınacak yaralılar orada beklenebilirdi. Arabayla yeni yola kadar gitmek isterdim ama henüz bitmemişti. Geniş bir yoldu bu; iyi yapılmıştı; tatlı bir inişi vardı. Dönemeçler yamaçtaki ormanın açıklık yerlerinden çok güzel görünüyordu. Ambulanslar trenleriyle aşağıya rahatça inebilirdi. Yeniden dar yola çıktım.
İki jandarma arabayı durdurdu. Bir mermi düşmüştü, biz beklerken üç mermi daha düştü yola. Yetmiş yedilik mermilerdi bunlar, havayı vızıltılarla yararak geliyorlardı. Sonra keskin, göz kamaştırıcı bir alev, arkasından siyah bir duman sardı ortalığı. Jandarmalar, gidebilirsiniz diye işaret ettiler bize. Mermilerin düştüğü yerden geçerken çukurlara dikkat ettim. Barut, parçalanmış kaya ve çakmak taşı kokusu geliyordu burnuma. Gorizia'ya; bizim eve döndüm. Sonra da dediğim gibi, gidip Miss Barkley'i aradım; işteymiş.
Yemeği çok çabuk bitirip, İngilizlerin hastane olarak ı kullandıkları villaya gittim. Gerçekten çok büyük ve güzel bir yerdi, bahçesinde de güzel ağaçlar vardı. Miss Barkley bahçede bir sıranın üzerinde oturuyordu. Miss Ferguson da yanındaydı. Beni gördüklerine sevindiklerini sanıyorum. Bir süre sonra Miss Ferguson özür dileyip ayrıldı.
“ikinizi yalnız bırakayım,” dedi. “Ben olmasam da olur.” “Gitme, Helen,” dedi Miss Barkley.
“Gitmem gerek. Çünkü yazılacak bazı mektuplarım var.”
“İyi geceler,” dedim.
“İyi geceler, Bay Henry.”
“Sansürün canını sıkacak şeyler yazmayın, lütfen.”
“Merak etmeyin. Güzel bir yerde kaldığımızı, İtalyanların ise gerçekten çok yiğit insanlar olduğunu yazarım.”
“Belki size madalya da verirler.”
“Neden olmasın? İyi geceler, Catherine.”
“Sonra görüşürüz,” dedi Miss Barkley.
Arkadaşı ise karanlığa dalıp uzaklaştı.
•Hayır, ben gönüllü hemşireyim. Çok çalışmamıza karşın kimse bize güvenmez.” “Neden?”
“iş olmayınca kimse güvenmez. Ama işler çoğalınca o zaman güvenirler.” “Hemşirelerle sizin aranızdaki fark nedir?”
“Hemşirelik de doktorluk gibi uzmanlık ve zaman isteyen bir uğraştır. Oysa gönüllü hemşirelik için bütün bunlara gerek yoktur.”
“Anlıyorum.”
“İtalyanlar cephenin bu kadar yakınına kadınların girmesini istememişler pek. Onun için gözümüzü dört açmamız gerekiyor. Zaten dışarı hiç çıkmayız.”
“Ama ben buraya girebildim.”
“Elbette. Burası manastır değil ki.”
“Bırakalım şu savaş konusunu.”
“Çok zor. Nereye bırakabiliriz?”
“Olsun, bırakalım.”
“Öyle olsun.”
Karanlıkta birbirimize baktık. Bana pek güzel geldi, elini tuttum. Karşı koymadı. Sonra kolumu beline doladım.
“Yapmayın,” dedi.
Kolumu çekmedim.
“Ama niye?”
“Olmaz da ondan.”
“Olur,” dedim. “Lütfen, beni kırma.”
Karanlıkla onu öpmek için eğildim. Ansızın bir şimşek çaktı. Var gücüyle yapıştırıvermişti tokadı suratıma. Burnuma, gözlerime gelmişti eli. Birden gözlerim yaşardı.
“Özür dilerim,” dedi.
“Haklısınız.”
“Çok özür dilerim,” dedi. “İzin gecesini boş geçirmekten sıkılan bir hemşire havasına girmek istemem. Sizi incitmek istememiştim. Ama olan oldu bir kere.”
Karanlıkta bana bakıyordu. Öfkeliydim ama yine de neler olacağını tahmin ediyordum. Tıpkı satranç oynarken süreceği taşı hesaplayan bir oyuncu gibi... “Haklısınız,” dedim. “Hiç kızmadım.”
“Zavallı adam.”
“Bakın, ben şimdiye dek çok garip bir yaşam sürdüm. İngilizceyi bile nerdeyse unutacağım. Siz de öyle güzelsiniz ki... “
Yüzüne baktım.
“Saçma sapan şeyler söylemek zorunda değilsiniz,” dedi. “Özür diledim. Barıştık işte.”
“Evet,” dedim. “Sonra, savaştan da söz etmiyoruz artık...”
Güldü, ilk kez görüyordum güldüğünü. Yüzüne baktım.
“Pek tatlısın,” dedim.
“Yoo, değilim.”
“Evet çok tatlısın, izin ver de seni öpeyim.”
Biraz önceki gibi yeniden gözlerinin içine baktım. Kollarımı beline doladım ve dudaklarından öptüm. Sıkıca onu kendime çekerek bütün gücümle öptüm. Öfkeliydim hâlâ. Kollarımda ansızın titremeye başladı. Yüreğinin tıpırtılarını duyuyordum.
Dudakları aralandı, başı arkaya gitti. Bir de baktım ki, omuzuma yaslanmış ağlıyor.
“Sevgilim,” dedi. “Bana karşı iyi davranacaksın, değil mi?”
“Yandık,” dedim içimden. Saçını, omuzunu okşadım. Ağlıyordu.
“iyi davranacaksın, değil mi?”
Başını kaldırıp bana baktı:
“Garip bir yaşantımız olacak çünkü.”
Bir süre sonra villanın kapısına dek götürdüm onu. O içeri girince ben de eve döndüm. Odama çıktım. Rinaldi yatağına uzanmıştı. Bana baktı.
“Demek Miss Barkley ile işi pişirdin?”
“Arkadaşız.”
“Sıcaktan mayışmış bir köpek kadar neşelisin.”
Anlayamadım.
“Ne kadar neşeliyim?”
Biraz önce söylediği sözü yineledi.
“Sen de,” dedim. “Öyle bir köpeğin...”
“Kes sesini,” dedi. “Yoksa bu gidişle ikimiz de ağzımızı bozacağız.”
Güldü.
“İyi geceler,” dedim. i '.“iyi geceler, yavru kuçu kuçu.”
Yatağın ucundaki şamdanı söndürdüm. Karanlıkta yatağa girdim.
Rinaldi şamdanı alıp, yaktı. Okumaya koyuldu yine.