Gölpazarı’nda bugün
İnsanoğlu için işleyen iki saat vardır. İlkinin terazisi ayla güneş arasında konmuştur. Gün geceye, ay yıla bir biri ardına akarken kolumuza taktığımız saat bu zamanı ölçmeye yarar. İnsana misal gerektiğinden bu saate ihtiyaç vardır. İnsan uyanması gerektiğini güneşin uyanışından, evine girme vakti geldiğini yine güneşin konağına çekilmesinden örnek alır da anlar. Bu saat herkes için aynıdır, hesabı da şaşmaz. Kimsenin hatrı için durmaz, akar gider. Bu sebeple her işimiz bu saate bağlıdır.
Lakin bir saat daha vardır ki, o her insan için farklı kurulmuştur. “Zaman aslında içimizdedir” deyişi buradan gelir. Çünkü her insan sınırlarını güneşin ve ayın çizdiği zaman içerisinde yüzüyor olsa da, içinde deveran ettirdiği alem bundan farklıdır. Zamanı da farklı olur. On yaşındaki bir çocukla otuz yaşındaki bir yetişkin için zaman farklıdır, onu tecrübe ediş de farklı olur. Büyüdükçe zamanın hızlandığını, daha çabuk geçtiğini hissetmemiz bundandır.
Zamanı hissediş bir insandan diğerine bile fark ederken, elbette bir yaşam yeri bu durumdan bağımsız değildir. Gölpazarı’nın geçmişi ne zaman biter, bugünü nerede başlar sorularının cevapları değişebilir. Oysa önemli olan tek bir cevap, tek bir zaman değil resmin bütünüdür.
Bazen insan kendini ve kendi zamanını küçük görür, bazen de haddinden fazla önemli ve biricik. İşte bu noktada geçmişin ve geleceğin ortasında duran bugüne bakmak ve kaygıları onunla dengelemek önemlidir. Bugün Gölpazarı’nda anlamsızca devam eden köy mü oluyoruz tartışmasından örnek verilebilir. Bir önceki bölümde örneğini verdiğimiz üzre, Gölpazarı kaç kez kaza kaç kez nahiye olmuş, neredeyse bin yıldır var olan bir ortada kalma durumu, ortada kalmışlık hissi… Gölpazarı, tarihi belgelerin bize gösterdiği üzere, bin yıldır küçük bir kasaba ve etrafında onu saran ve besleyen onlarca köyden ibaret. Türkiye’nin son elli yıldır tecrübe ettiği üzere büyük şehirleri çevreleyen sanayileşme sonucu, anadoludaki her kasabanın olduğu gibi Gölpazarı’nın da büyük şehirlerde önemli bir diyasporası-hemşeri topluluğu mevcut. Fakat gördüğümüz ve kendimizden bildiğimiz üzere İstanbul’da, Bursa’da, Eskişehir’de çalışıyor olmak Gölpazarlı olmaktan, Gölpazarı’nı sevmekten hiçbir şey eksiltmiyor. Üstelik emekli olup Gölpazarı’na dönüş yapanlar, edindikleri tecrübelerle Gölpazarı’nı daha da güzel daha da yaşanılır bir hale getirmeye katkıda bulunuyorlar.
Evet Gölpazarı hep ortada bir yerde. Belki de o yüzden tam orta yerinde “orta mahalle” duruyor. Öte yandan ortada kalmanın iyi yanı nedir diye sormaz mı insan? Madem bu kadar arada kalmış, neden herkes çekip gitmemiş-gitmiyor diye? Çünkü arada kalmanın çok büyük bir nimeti var ki, arada olan her yana yakın olan demektir. İstediğine istediğin vakit gidersin ama döndüğünde seni bekleyen huzurlu evin yanı başında durur. O yüzden Gölpazarı’nı sevenler olduğu müddetçe Gölpazarı ne köy olur ne haritadan silinir. Aksini düşünmek Gölpazarı’nı seven bunca insana haksızlık etmek demektir.
Çok gezenin gördüğü üzre önemli olan küçük-büyük, kasaba-metropol olmak değil yaşadığın yerde huzurlu olabilmek. Kendimizden itibaren çevremize baktığımızda “eğer neyse ki ağzımızın tadı var” denilebiliyorsa en büyük nimet bu. Gölpazarı’nın bugününde bu huzur artıyor.
“Mutlu insanların yaşadığı bir şehir nasıl anlaşılır” diye sormuş biri bir vakit. Diğeri “Hava güzel olduğunda dışarıda kaç kişi var diye bakarım” demiş. “Çünkü bir insan ancak kafası rahat, çevresine güveni tamsa evinden, korunağından çıkar. Ancak huzurlu bir kentte parklar bahçeler dolar, insanlar görüşür tanışır selamlaşır. Yoksa şehrin kaldırımları altın gümüşle döşense, dilencisi bile sırça köşkte oturuyor olsa, huzur olmadıktan sonra kimse sokağa çıkmaz”
Bu yüzden Gölpazarı’nda “bugün” bir çok büyük ve zengin şehri kıskandıracak kadar güneşli ve güzel… Görene ve anlayana…
Dostları ilə paylaş: |