Hıdırellez
Hıdırellez, Hıdır yani Hızır ve İlyas’ın buluşma günüdür. Yıl boyunca Hızır karada, İlyas denizde dara düşenlerin imdadına yetişirler. Ne vakit ki beş mayıs gecesine gelinir, Hızır’la İlyas bir gül fidanının gölgesinde buluşur bir yıl boyunca yaptıklarını birbirlerine anlatır, hasbihal ederler. Altı mayıs bu anlamda yeni bir yıl demektir. Dara düşenlerin gül fidanının dibine dileklerini adayıp bağlamaları bu yüzdendir. Hızır geçerse görsün, halimi bilsin de darlığıma yetişip genişletsin diye.
Malum Hıdırellez baharın da büsbütün gelişini haber verir. Hıdır’ın geçtiği yerleri yeşillendiği rivayet olunur, zaten adı da yeşil demektir. Hıdır kelimesi köken olarak bu kıssaya binaen Arapça’daki yeşilden(Ahdar) gelir.Arapçadaki dad harfi, z sesine çarptırılan bir d şeklinde telaffuz edildiğinden, bu harfi içeren kelimeler Arapçadan Türkçeye geçerken “d” sesini kaybeder, sadece z ile telaffuz edilir. Yani Hıd`ır olur Hızır.
Sözlü tarih görüşmelerinden edindiğimiz bilgilere göre, otuz kırk yıl öncesine kadar Hıdırellez belli gelenekleri olan başlı başına bir bayram gibi kutlanmaktaydı.
Buna göre akşamdan küplerin içine dilek salınır, taze soğanın yapraği ikiye ayrılır birine sefa diğerine cefa denir sabahına heyecanla bakılır sefa mı uzadı, cefa mı diye… O gecenin sabahına sabah ezanında kalkılır. O sabahın çiği çok önemlidir. Bu yüzden bu çiğin en çok olduğu yerlere, Kayaya ya da Hamza boğazı gibi çayırlara çıkılır. Her türlü şifaya kaynak olduğuna inanılan çiğ ile şifalanmak için genç yaşlı, erkek kadın çayırlıklarda yuvarlanır. Yaşlılar sarmaşığa benzeyen bir bitkiyi özellikle arayıp bulur, kemer gibi bellerine dolarlar ki yıl boyunca belleri ağrımasın. Seher vaktinde yine çıkılan kaya ya da çayırlıklarda Kur’an okunur. O gün Hızır ve İlyas’a denk gelmek istenirmişçesine hiç eve girilmez. Güneş doğup da hava ısınmaya başlayınca eğlence başlar, gırnata darbuka keman…
Bugün bu adetlerin çoğu terk edildi, unutulmak üzere. Öte yandan Hıdırellez’in bir diğer adeti, hayır pilavı hâlâ devam ediyor. Gölpazarı Türkiye’nin en çok köye sahip ilçelerinden biri olduğu için, mayıs başında başlayan hayır pilavları haziran ayına kadar uzuyor…
http://www.agos.com.tr/tr/yazi/4933/unutulmaya-yuz-tutmus-bir-gelenek-hidirellez
Panayır
Pananayır Rumca bir kelime. Tüm, tamamı, bütün anlamına gelen πᾶς ve toplanılan yer, pazar yeri anlamına gelen ἀγορά kelimelerinin bir arada kullanımından geliyor. Dolayısıyla herkesin toplandığı ve tüm pazarların bir arada olduğu büyük bir pazar anlamında. Panayır eski ahitte de geçen çok eski bir kelime ve bir anlamda bir yerleşim yerine şehir özelliğini katan en önemli sembollerden biri. Bir yerleşim yerinin çevresinde kurulan onlarca çarşı olmalı ki, bu çarşılar senede bir araya getirilip bir panayır kurulabilsin.
Panayır Gölpazarı’nda en gencinden en yaşlısına herkes kendini bildi bileli kuruluyor. Tarihi de belli: 1-4 Eylül. Elbette her şeyin her yerde bulunabildiği günümüzde pratik değeri eskisine göre daha az. Öte yandan bir araya gelmek için hala çok güzel bir sebep. Belki çarşısı Kadıköy’ün her hafta kurulan Salı pazarından küçüktür. Kurulan salıncaklar, gondol, kasnakçılar belki en küçük lunaparkın yanında bile mütevazi kalır ne gam!
Mühim olan o değil, mühim olan başka. Nereden geliyor olursan ol, yaşam koşulların, eğitimin, zevklerin ne olursa olsun, panayırdan alışveriş etmek, küçükleri takası çıkmış salıncaklara bindirip o heyecana ortak etmek sanki gizli bir görevdir. Bu yüzden bir ritüel gibi her yıl sürdürülür. Paris’te bile yaşıyor olsan, yıllık izin o araya denk getirilip illa ki panayırdan bir sofra bezi, bir havlu ya da leğen satın alınır. Maksat alışveriş değil, köküne, toprağına tutunup sarılmak. Tıpkı yüzlerce kilo domatesten salça yapıp yarısını sevdiklerine dağıtmak, kilolarca tarhana sermek ya da bidon bidon turşu kurup dağıta dağıta kendine bırakmamak gibi.
Gölpazarı’nı bize sevdiren bir çok şey var belki ama en önemlisi Gölpazarı’nın köklerimizi sardığımız toprağımız olduğu gerçeği. İnsan her yerde hayatta kalabilir. Eski devirlerde bir insan köle düşüp gemilerle hiç tanımadığı iklimlere götürülüp satıldığında dahi hayatta kalabiliyordu. Bugün seyahat çok daha kolay. İnsan bir anda hiç beklemediği bir sebepten kendini bambaşka bir ülkede bambaşka bir ortamda bulabilir. Yaşamına da devam eder, etmeli de. Fakat bir yere, bir toprağa tutunup da o toprağın halinden anlamak, o toprağın da senin halinden anlaması bambaşka bir şey. Hani kitabın en başında anlatılan rivayette olduğu gibi… İnsan, yaratılırken toprağının alındığı yere gömülürmüş emanetin yerine iadesi için. Yani, insan gömüldüğü yerin toprağından yaratılmış. Belki de bu rivayet köklerimizi saldığımız bu toprak parçasını neden bu kadar çok sevdiğimizi, ayrılanlar için de ondan ayrılmanın ne kadar ağır geldiğini açıklar…
Dostları ilə paylaş: |