Sihir Ve Nazar Haktır.
İnanç esaslarına ilâve edilen hususlardan biri de sihir ve göz değmesinin gerçek olduğudur. Mutezile ise bu görüşte değildir. Bizim delilimiz Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem'in:
“Göz değmesi haktır.” 531 hadisidir. (Bu hadisi İmam Ahmed, Buhari ve Müslim, Ebû Dâvûd ve İbn-i Mâce Ebû Hüreyre'den rivayet etmişlerdir.) Bir rivayete göre bu Hadis-i Şerif:
“Göz değmesi kişiyi kabre, deveyi tencereye sokar.” Bir rivayette isa “Sihir haktır” şeklindedir.
Şu âyetler de bu noktaya delâlet etmektedirler:
“Ve Süleyman aleyhisselâm'ın saltanatı aleyhine şeytanların okudukları şeye (sihre) tabi oldular. Hz. Süleyman sihir yapıp kâfir olmadı. Fakat şeytanlar, insanlara sihir öğrettiklerinden kâfir oldular, onlar Babil'deki Harut ile Mârut isimli iki meleğe indirilen şeyleri öğretiyorlardı.” 532
“Musa dedi ki: hayır siz atın. Bir de ne görsün! Onların ipleri ve sopaları, yaptıkları sihirden ötürü, gerçekten koşuyormuş görüntüsünü verdi.” 533 âyeti ise bir nevi sihirdir.
Sonra bizim mezhebimize mensup âlimlerden bazılarının: “Sihir küfürdür” sözleri tevil edilmiştir. Şeyh Ebû Mansur el-Mâtüridî, mutlak mânada sihir yapmanın küfür olduğunu söylemek hatadır, diyor. Belki bunun üzerinde durmak gerekir. Eğer yapılan sihirde imanın şartlarında gerekli olan şeyleri reddetmek gerekirse o sihir küfürdür. Eğer böyle bir şey gerekmiyorsa küfür değildir. Bir kimsenin ölümüne, yahut hasta olmasına, yahut karı koca arasını açmaya sebep olacak şekilde sihir yapar da iman şartlarından birini inkâr etmezse bu sihri yapan kâfir olmaz, fakat yeryüzünde fesada koşan bir fasık kişi olur. Bu şekilde fesad için uğraşan kadın ve erkek sihirciler şerlerinden emin olunmak için öldürülürler. Bu illet erkeğe de kadına da şamildir. Fakat, küfrü gerektiren bir sihir olursa yalnız sihir yapan erkek öldürülür kadın öldürülmez. Çünkü öldürmenin sebebi dinden dönmektir. Kadın dinden dönse de öldürülmez, irşad sahibi bu meseleyi “El-îşrak” adlı kitabında aynen zikretmiştir. Konevî de bunu nakletmiştir.
İnanç esaslarına ilâve edilen hususlardan biri de yok olan şey, dışarıda duran bir şey değildir. Nitekim Allah Teâlâ bu noktaya şu âyetle işaret ediyor:
“Gerçekten insan üzerinden öyle zaman geçti ki, o vakit insan anılır bir şey değildi.” 534
Bu âyette zamandan maksat, su ve çamurun yaratılmasından önceki zamandır. Doğrusu eğer Muhakkik âlimlerin görüşlerinde olduğu gibi şey kelimesi ile gerçek olan ve sabit olan varlık kasdedilirse ki şeylik, varlığa ve sabit olmaya, yokluk ise olumsuzluğa eş mânadadır eğer böyle ise bu zarurî bir hükümdür. Bu hükümde yukarıda geçtiği üzere Mûtezile'den başkası münakaşa etmez. Eğer yok olana şey adı verilmez olduğu kasdedilirse bu lügatla ilgili bir bahistir, şey kelimesini var olan mânasında tefsir etmeye bağlıdır. Eş'ariler bu görüşü kabul etmiştir. Yahut bilinen mânasında tefsir edilir. Bunu da Basra Mutezilesi kabul etmiştir. Yahut şey, bilinen ve kendisinden haber vermek sahih olandır, şeklinde tefsir edilir. Zemahşeri'nin kelâmında böyle gelmiştir. Aynı görüş Sibeveyh'ten de nakledilmiştir. Bazı âlimler şeyi cisme ad vermişler, bazıları kadim varlığa, bazıları yaratılmış varlığa ad vermişlerdir. Bunların kullanıldığı yerleri araştırmaya müracaat edilmelidir.
Allah'ın Rahmetinden Ümit Kesmek Küfürdür.
İnanç esaslanna ilâve edilen hususlardan biri de Allah'ın rahmetinden ümit kesmenin küfür olduğudur. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Muhakkak, kâfirlerden başkası Allah'ın rahmetinden ümid kesmez.” 535
Bunun gibi Allah'ın azabından emin olmak da küfürdür. Çünkü Allah Teâlâ;
“Allah'ın azabından ancak ziyanda, bulunanlar emin oIur.” 536buyuruyor.
Peygamberler, Allah'ın lütfü ile Cehennem azabından emin kılınmışlardır. Kendileri emin olmamışlardır. Belki onlar başkalarından çok Allah'tan korkarlar. Çünkü peygamberler Allah'ın Celâl sıfatlarını daha iyi tanırlar. Onların azabtan emin kılınmaları durumlarının üstünlüğü ve mertebelerinin yüksek oluşu sebebiyle ancak Allah tarafındandır.
Kâhinlerin Haberlerine İnanmak:
İnanç esaslarına ilâve edilen hususlardan biri de, kâhinlerin gaybtan verdikleri haberlere inanmanın küfür olduğudur. Çünkü Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyuruyor:
“De ki; gökte ve yerde gaybı Allah'tan başkası bilmez.” 537
Hz. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem de şöyle buyuruyor.
“Bir kimse bir kâhine giderek onun söylediklerini tasdik ederse Muhammed'e indirilenleri inkâr etmiş olur.” 538
Sonra kâhin gelecek zamanda olacak hâdiselerden haber veren kişidir. Kâhin sırları bildiğini iddia eder. Bir görüşe göre ise kâhin sihir yapan kimsedir. Müneccim, geleceğe ait olayları bildiğini iddia ederse o da kâhin gibidir. Remil atan mânasını da taşımaktadır. Konevi demiştir ki: yukarıdaki hadis kâhine de, Arrafa (Hece harflerinden mana çıkaran kişi) de, müneccime de şamildir. Müneccim ve remmal (remil atan) kişi ile zar atan diğerlerine uymak caiz değildir. Bu gibi kimselere verilen paralar ittifakla haramdır. Bagavî, Kadı Iyaz ve diğer âlimler de aynı görüşü nakletmişlerdir. Kendine ilham geldiği yolunda haber veren kişinin ilhamlarına uymak da caiz değildir. Hece harflerinden mânalar çıkaracak bilgiye sahip olduğunu iddia eden kimsenin iddialarına da uyulamaz. Çünkü bu da kâhinlik mânası içine girmektedir.”
Hece harflerine ait bilgiler cümlesinden biri de Mushaf falıdır. Öyle ki mushafı açıp ilk sayfasında hangi harfe uygun düştüğüne bakarlar, (Hi ise hayırlı, Ş ise şerli demektir, manasını çıkarırlar. Yine mushafın yedinci sayfasının “T, H, L, K, M,” terkibine rastlarlarsa o işin güzel olmadığına hükmederler. Diğer harflere rastlarlarsa bu iş iyi demektir İbn-ül-Acemî “Mensik” adlı kitabında mushaftan fal tutulamayacağını açıklamıştır. İlim adamları bu konuda ihtilâfa düşmüşlerdir. Bazı âlimler Mushaf'tan fal tutmayı mekruh kabul etmişler, bazıları da bunu caiz görmüşlerdir. Mâliki âlimleri ise mushaftan fal tutmanın haram olduğunu açıklamışlardır.”
Falı caiz gören, yahut mekruh kabul eden manaya itibar etmiş olsa gerektir. Bunu haram kabul edenler ise hurûf-i mebnâ'ya yani söze itibar etmiş olsa gerek. Çünkü bu, fal okları ile fal çekmek gibidir.
Kirmanî şöyle diyor: “Beyaz, yahut başka renklerde üç varak üzerine “yap”, yahut “yapma” diye yazmak; yahut “hayır”,yahut “şer” ve benzeri ibareler yazmak doğru değildir. Çünkü bunlar bidattir.”
“Medârik” adlı kitapta fal okları ile fal çekmenin, yahut kumar oynamanın nasla haram kılındığı zikr edilmiştir. Medârik sahibi:
“Fal okları ile fal çekmeniz âyetine kadar olan kısmın tefsirinde şöyle diyor: Cahiliyet devrinde bir kimse sefere çıkmak istediği zaman, yahut başka bir iş yapmak istediği vakit üç tane fal oku alırlardı. Bu fal oklarının sap kısmında demir bulunmayıp birinin üzerine “Rabbim bana emretti”, diğeri üzerinde “Rabbim beni yasakladı”, yazılmış olup üçüncüsü üzerinde bir şey yazılı olmazdı. Okları atınca eğer, “Rabbim bana emretti” yazısı çıkarsa o işi yapar, “Rabbim beni yasakladı” yazısı çıkarsa yapmaz, o işi bir sene geriye bırakırdı. Eğer yazısız ok çıkarsa ikinci kerre okları atar ve yazılı oklar çıkıncaya kadar bu işe devam ederdi. Allah Teâlâ bu şekilde oklarla fal çekmeyi yasaklamıştır.
Zeccac şöyle diyor: “Bu oklarla fal çekmekle müneccimlerin “Falan yıldızda çıkma”, “Falan yıldız doğunca çık”, demesi arasında bir fark yoktur. Bu şeyleri iptal etmek için Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem istihare namazını ve bu namazdan sonra tercih edilen duaların okunmasını sünnet kılmıştır. Bir hadis-i şerifte şöyle gelmiştir:
“İstihare eden ziyanda olmaz, istişare eden de pişman olmaz.”
“Akîdefüt-Tahavî” şârihi demiştir ki; idarecilere ve gücü yeten herkese gerekli olan bu müneccim ve kâhinlerin, arrafların fal okları ile uğraşanların, taşlarla fal çekenlerin, remil tutanların yok edilmesine çalışmak, dükkânlar önünde ve yollar üzerinde oturmalarına engel olmaları gerekir. Yahut bu sebeple evlere girip ikaz yapmaları gerekir. Bunun haram olduğunu bilip de gücü yettiği halde engel olmamak konusunda:
“Yaptıkları yasak işlerden dolayı birbirini ikaz etmezler, yasaklamazlardı. Yaptıklar iş ne kötüdür.”539 âyeti onlara yeter.
Bu gibi Kitap ve Sünnet dışı işleri yapanlar birkaç çeşittir. Bir kısmı yalancı ve aldatıcı gözboyacılarıdır. Ki cinlerin kendilerine itaat ettiğini açıklar, yahut olmayacak şeylerin kendinde var olduğundan bahseder. Bunlar hilekâr ve sahtekâr şeyhler, yalancı fakirler (fakir olmadığı halde dilenen kimseler) ve hilekâr tarikatçılar gibi kimselerdir. Bunlar, kendilerini yalandan ve hilekârlıktan menedecek olan cezaya müstahak kimselerdir. Bunlardan bir kısmını öldürmek müstahaktır. Meselâ; bu gibi hilekârlıklar sebebiyle peygamberlik iddiasında bulunan kimsenin, yahut şeriatın hükümlerinden birini değiştirmek isteyen kimsenin öldürülmesi gerekir.
Onlardan bir kısmı bu konularda çeşitli sihirler yapmak suretiyle ciddi olarak konuşurlar. İlim adamlarının büyük bir çoğunluğu sihir yapan kişinin öldürülmesini gerekli kılıyorlar, İmam Ebû Hanîfe, İmam Mâlik, İmam Ahmed b. Hanbel'in görüşleri de budur. Hz. Ömer, oğlu Abdullah b. Ömer, Hz. Osman ve diğer sahabîlerden tercih edilen görüş de bu yoldadır.
İlim adamları bu gibi kişilerin tevbeye çağrılıp çağrılmayacağı konusunda olduğu gibi, sihir sebebiyle bir kimse tekfir mi edilir? Yoksa yeryüzünde fesad ile meşgul olduğu için öldürülür mü? konularında da ihtilâfa düşmüşlerdir. Bir grup âlimler demişlerdir ki; eğer sihirden ötürü öldürülürse öldürülür, öldürülmezse bunun dışında bir cezaya çarptırılır. Ancak bu işinde ve sözlerinde küfrü gerektirecek bir hareket ve söz bulunmamak şarttır. İmam Şafiî'den nakledilen görüş budur. Hanbeli Mezhebinde de bu görüş bazı ilim adamlarının görüşüdür.
Sihrin hakikati konusunda da ilim adamları ihtilâf etmişlerdir. Çoğunluk dışarıdan herhangi bir şey dokunmaksızın, sihrin bir kimseyi öldürmek, yahut hasta etmek hususunda,tesirli olduğunu söylüyorlar, ilim adamlarından bir kısmı ise sihrin yalnız bir aldatmadan ibaret bulunduğuna inanmışlardır. Her iki grup da yedi yıldızı, yahut başka yıldızları çağırmak, yahut yıldızlara hitap etmek, yahut yıldızlara secde etmek, yahut yıldızlara uygun elbise, yüzük takma ve koku sürünmek suretiyle onlara yakın olmayı iddia ve benzeri hareketler küfürdür. Sihir, kötülük kapılarının en büyüğüdür. Yukarıdaki ilim adamları yine her okuyup üflemede ve üfürükçünün hastalar üzerine okuduğu üfürük dualarında Allah'a eş koşma vardır. Bu üfürük dualarını ağıza almak caiz değildir. Yine, bilinmeyecek tarzda bir şirk bulunması imkân dahilinde bulunduğu için manası bilinmeyen sözleri konuşmak da caiz değildir. Bu sebeple Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem:
“Şirk olmadığı müddet okumakta bir sakınca yoktur.” buyurmuştur.
Cinlerden yardım istemek de caiz değildir. Allah Teâlâ kâfirleri bu sebeple kötülemiştir. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Doğrusu insanlardan bazı erkekler, cinlerden bazı erkeklere sığmıyorlardı da, cinlerin kibir ve azgınlıklarını artırıyorlardı.” 540
Bu âyetin tefsirinde demişlerdir ki; cahiliyet devrinde bir insan sefere çıktığı zaman vadiye inince: “Kavminin alçaklarından bu vadinin büyüğüne sığınırım.” diyerek orada emniyet ve komşuluk bağları içinde geceler ve sabahlardı, insanlar bu şekilde vadide bulunan cinlere sığınmaları sebebiyle onların taşkınlıklarını, günahlarını cüret ve kibirlenmelerini artırıyorlardı. Böylece onlar: biz hem insanların hem de cinlerin büyükleri olduk, diyerek kendilerini büyük görüyorlardı ve bu sebeple küfürlerini de artırıyorlardı. Allah bu konuda şöyle buyuruyor:
“Allah insan ve cinlerin hepsini bir araya topladığı günde, şeytanlara şöyle denilecek: Ey şeytanlar topluluğu! İnsanlardan birçoğunu aldatarak kendinize bağladınız. Cinlerin dostları olan insanlar da şöyle diyecekler: Ey rabbimiz, biz birbirimizden faydalandık ve bizim için takdir etmiş olduğun ecele kavuştuk.” 541
İnsanın cinniden faydalanması ihtiyaçlarını gidermekte, emirlerini yerine getirmek, gayba ait şeyleri haber vermesi ve benzeri şekillerde olur. Cinninin insanlardan faydalanması ise insanın kendisine saygıda bulunması, ondan yardım istemesi ve cinlere boyun eğmesidir.
Kitap ve Sünnet dışında kalan işlerle meşgul olanlardan bir kısmı da şeytan işleri ile, bazı riyazetler (rejimler) yapmak, gayb kişileri ile karşılıklı konuşmak ve Allah'ın dost kulları olduklarını gerektirecek bazı harikalar göstermekle uğraşan kişilerdir.
Bunlardan bazıları müslümanlara karşı müşriklere yardım ederler ve peygamberin kendisine, müslümanlar isyan ettikleri için, peygamberin, müslümanlarla müşriklerin muharebe etmesini emrettiğini söylerdi. Gerçekten bunlar müşriklerin kardeşleridir.
Sonra ilim adamları gayb kişileri hakkında üç gruba ayrılmışlardır. Bir grup gayb kişilerinin varlığını inkâr ederler. Ancak insanlar bunları görürler. Bu durum, onları gören kimselerden sabit olmuştur. Yahut bunu sözüne güvenilir kişiler rivayetlere dayalı olarak söylemişlerdir. Bu inkarcılar gayb kişilerini ancak gördükleri zaman ve varlıklarını kesinlikle bildikleri zaman onlara boyun eğerler.
O âlimlerden bir grup da gayb kişilerini tanırlar, kadere dönerler ve peygamberlerin yolundan başka Allah'a ulaştıran gizli bir yol bulunduğuna inanırlar.
Âlimlerden bir kısmı için peygamber dairesi dışında bir veli kabul etmeleri mümkün olmaz. Onlar: Peygamber her iki taifeye yardımcı olur, derler. Bunlar peygambere saygı gösterirler, fakat dinini ve şeriatını bilmezler. Doğrusu bunlar şeytana uyanlardandırlar. Gayb kişileri ise cinlerdir. Çünkü insanlar bu üç grubun gözünden devamlı olarak kaçamazlar. Ancak bazı zamanlarda kaçabilirler. Gayb kişilerinin insanlardan olduğunu kim söylerse bu onun yanılmasının ve cahilliğinin eseridir ve sapıklıklarının sebebidir. Bu gurupların ayrılması şeytanın dostları ile Allah'ın dostlarını birbirinden ayıramamalarıdır. Netice olarak gayb ile ilgili bilgiyi yalnız Allah Teâlâ bilir. Allah bildirmedikçe, mucize, yahut keramet yolu ile, yahut bazı emarelere dayanarak irşad etmedikçe kulların bu bilgiyi edinmelerine imkân yoktur. Bu sebeple fetva kitaplarında şöyle yazılmıştır: “Ayın dairesini görünce bir kişinin, alâmete dayanarak değil de gayb bilgisi iddiasıyla yağmur yağacak demesi küfürdür.”
Bu konu ile ilgili latifelerden biri de şöyle hikâye ediliyor: Bir müneccim asılmış. Asılmadan önce kendisine: “Bunu da yıldızında gördün mü” denilince: “Bir yükseklik gördüm, fakat bir tahtanın üzerinde olacağımı bilemedim” cevabını verdi.
Sonra bil ki peygamberler de ancak belli zamanlarda Allah'ın bildirdiği ölçüde gayb bilgisine sahip idiler. Hanefî âlimleri, Hz. Peygamberin gaybı bildiğine inanmakla bir kimseyi açıkça tekfir etmişlerdir. Çünkü bu inanç Allah Teâlâ'nın:
“De ki, gökte ve yerde gaybı Allahtan başkası bilmez.” 542 âyetine aykırıdır. “el-Müsâyere” adlı kitapta da bu şekilde yazılmaktadır.
Dostları ilə paylaş: |