Kur'an, Söz Ve Mânaya Birlikte Verilen İsimdir.
İnanç esaslarına ilâve edilen hususlardan biri de “Akidet'üt-Tahavî” şarihinin “Menar” kitabında Şeyh Hafız'ud-Din el-Nesefî'den naklen zikrettiği şu husustur: Şüphesiz Kur'an hem nazma hem de manaya birlikte verilen isimdir. Ondan başka itikat kitabı yazan âlimler de böyle söylemişlerdir. Ebû Hanife'ye nisbet edilen “Namazda bir kimse farsça okursa bu namazın sıhhati için yeterlidir” sözünden dönmüştür. Bu sözünü kayıtlandırarak Arapça okuyabildiği halde Arapçadan başka bir dil ile okunması caiz değildir, demiştir. Ebû Hanîfe'nin bu konuda şöyle bir sözü de rivayet edilmektedir: “Bir kimse Arapça okumaya gücü yettiği halde eğer Kur'an'ı Arapçadan başka dilde okursa bu kişi ya delidir, tımarhanede tedavi edilmesi lâzımdır. Yahut da zındıktır, öldürülmesi lâzımdır. Çünkü Allah Teâlâ Kur'an'ı bu dil ile indirmiştir. Kur'an'ın icazı hem sözü, hem de mânası ile birliktedir.
Kötülüğü Helal Kabul Etmek :
İnanç esaslarına ilâve edilen hususlardan biri de ister küçük olsun, ister büyük olsun, kötülük olduğu kesin delilerle sabit olan bir işin helâl olduğunu kabul etmek küfürdür. Bu böyle olduğu gibi, bu kötülüğü önemsememek de küfürdür. Öyle ki kolaylıkla hiç aldırmadan, tekrar be tekrar o kötülüğü işler ve onu mubah gibi kabul ederse bu küfürdür. Bunun gibi şeriatla alay etmek de küfürdür. Çünkü şeriatla alay etmek, peygamberlere inanmamanın işaretidir.
İbn-i Humam diyor ki: Hanefî müctehitleri, Hz. Peygamber'in yaptığı fazla bir iş olması sebebiyle önemsememek mânasında sünneti terk eden yahut çirkin gören kimseyi tekfir etmişlerdir. Sarığının bir kısmını boğazının altına kadar uzatan, yahut bıyıklarını bırakan kimseyi çirkin görmek gibi.
Ben de derim ki: Bu sebeple rivayet edilmiştir ki, İmam Ebu Yusuf Hz. Peygamber'in kabak yemeğini sevdiğini zikretti. Bir adam da: Ben sevmiyorum, dedi. Bunun üzerine Ebû Yusuf o kimsenin dinden döndüğüne hükmetti. Fetva kitaplarında zikredilen fer'i meseleler bu esasa dayanır. Şöyle ki, bir kimse haramı helâl itikad ederse ve bu haram olan şey bizatihi haram olup kesin delil ile sabitse bu kimse kâfir olur. Eğer kesin delil ile haram liaynihi olduğu sabit değilse haram olmaz. Yahut zannî bir delil ile sabit olursa yine onun helâl olduğuna inanan kişi kâfir olmaz. Bazı âlimler ise bizzat haram olması ile dolayısıyla haram olması arasında bir fark gözetmeden şöyle demişlerdir: “Mahremleri ile evlenmek, yahut şarap içmek kumar oynamak, ölü eti yemek, kan yemek yahut bir zaruret olmadan domuz eti yemek gibi, Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem'in dininde haram olduğunu bildiği bir şeyi helâl kabul eden kimse kâfirdir. Hurma suyunun, sarhoşluk verinceye kadar içilmesini helâl kabul eden kişi tekfir edilir. Fakat haram olan bir şey hakkında ticarette revaç bulması için, bu helâldir, yahut bilmediği için helâldir, derse kâfir olmaz. Bir kimse şarabın haram olmamasını, yahut zor olduğu için Ramazan orucunun farz olmamasını temenni etse kâfir olmaz. Fakat zinanın haram olmaması ve adam öldürmenin haram olmamasını temenni etmekle bir kimse kâfir olur. Çünkü nikmete uygun olarak bunların haramlığı bütün dinlerde sabittir. Hikmetten çıkmak isteyen, Allah'ın hikmet olmayan şeye hükmetmesini istemektir. Bu ise Allah'ı tanımamaktır. Bu noktanın izahı şöyledir: Bazı âlimlerin dediği gibi, Allah'ın herhangi bir şeriatında önceden haram olup da sonradan helâl olan şeyin helâl olmasını temenni etmek küfür değildir. Herhangi bir şeriatta da helâl olmayan bir haramın helâl olmasını istemek ise küfürdür. Çünkü bu işin haramlığı Allah Teâlâ'nın ezeli olan hikmetinin gereğidir. İlk ve sonra gelen şahısların durumlarından nazarı keserek Allah'ın ezelî hikmetinin gereği olarak ebediyyen haram kılınmıştır.
Eğer dersen ki: Bir şeyin haram oluşunun Allah'ın hikmetine uygun oluşu tekfire medar olursa, şarabın yasaklanmasında da yine hikmet-i ilâhı vardır. Çünkü şarabın yasaklanması bu ümmete nisbetledir ve bu yasaklanış Allah'ın bir hikmeti gereğidir. Bu soruya karşılık şöyle derim: Ancak şu var ki, bu hikmet kayıtlıdır. Yukarıda bahsedilen ezeli hikmet ise mutlaktır. Mutlak hikmetten dışarı çıkmayı dilemek de mutlaktır. Birincisinde durum böyle değildir, belki bir yönü ile hikmete uygundur. Başka bir yönden aykın ise de başka bir yönden hikmete uygundur.”
Bu ayırım da sağlam değildir. Bunun sağlam olmayışı da açıktır. Çünkü gelecekle ilgili soru sormak ve bu soruya cevap vermek uygun değildir. Zira şarabın âhir zaman ümmetine yasak oluşu için, bir yönden hikmete uygundur, diğer bir yönden ise uygun değildir, denilemez. Bu ve benzeri yasakların helâl olmasını temenni etmenin küfür olmasında müşkülât vardır. Çünkü peygamberler de yaratılmış olmamalarını temenni etmişlerdir. Âdem aleyhisselâm da bu sıkıntılı dünyaya gelmek için ve o ağacın meyvesinden yememek için bu dünyaya gelmemeyi temenni edebilirdi, işin neticesi şudur: Hikmete aykırı olan şeyin vukuu mümkün değildir. Hikmetin hilafının vuku bulmaasını temenni etmek ise şimdiki durumda ancak bu muhalin mahalli olabilir. Binaenaleyh temenni etmek, küfre sebep olmak için müspet veya menfi yönden hikmete dokunmaz.
İmam Serahsî'nin zikrettiğine göre, bir kimse hayız halindeki hanımına yaklaşmayı helâl kabul ederse kâfir olur. “enNevâdir” adlı kitapta İmam Muhammed'den rivayet edildiğine göre, böyle bir kimsenin kâfir olmayacağı söylenmiştir. Doğrusu da budur. Bir kimse hanımı ile livatada bulunmanın helâl olmasını istemesi küfür değildir. Çünkü bu husustaki hüküm ictihad ile sabittir. Birincisinde yani aybaşı durumunda iken hanımı ile cinsî münasebette bulunmanın haram oluşu konusundaki nassın delâleti zannîdir. Bununla beraber bu yaklaşmanın haram oluşu doğrudan doğruya değil dolaylıdır. Bu sebep de kadının o durumdaki ızdırabıdır. Hayız halinde iken kadınlara yaklaşmanın haram oluşu konusunda Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Hayızdan temizleninceye kadar hanımlarınıza yaklaşmayın.” 543
Hayız durumunda hanımına yaklaşmanın helâl olmasını dilemek, başka bir sebebe dayalı olarak haram olan (Haram Iiğayrihi) şeyin hükmü hakkındaki ihtilâfa dayanmaktadır.
Bir kimse Allah Teâlâ'yı şanına yakışmayan bir sıfatla ansa, yahut Allah'ın isimlerinden bir isim ile, yahut emirlerinden herhangi biri ile alay etse, yahut Allah'ın vaad ve korkutmalarını inkâr etse kâfir olur. Bunun gibi yine küçümsemek maksadı ile, yahut düşmanlık kasdı ile bir kimse peygamberlerden herhangi birinin, yahut bepsinin gelmemesini temenni etse kâfir olur. Çünkü peygamberlerin bulunması şüphesiz Allah'ın hikmetinin gereğidir. Peygamberlerden herhangi birinin bulunmamasını temenni etmekse mutlaka küfürdür. Bir görüşe göre ise Peygamberlerden herhangi birinin gelmemesini istemek küfrü gerektirmez. Buna karşılık şöyle cevap verilmiştir: Peygamberlerin gelmesini, hikmetin gerektirmesi, ilâhî hükümleri kullara tebliğ etmek içindir. Bu hükümlerin Allah tarafından kullara vasıtasız olarak da tebliğ edilmesi mümkündür. Tamamen peygamberlerin bulunmaması, o hükümlerin kullara tebliğ edilmemesini ve bu hükümlerin sabit olmamasını gerektirmez, ki bunu temenni etmek küfrü gerektirsin. Ancak böyle bir temennide bulunmak boşunadır. Temenni etmenin arzu edilenin varlığına bir tesiri yoktur. Fakat zinanın ve benzeri haramların helâl olmasını temenni etmekse böyle değildir. Bunlar kulların işleri ile ilgilidir. Bu haramların helâl olmasını istemekten yeryüzünde fesad doğar. Allah Teâlâ ise fesadı sevmez. Bu nokta üzerinde birkaç yönden durmak gerekir:
Birincisi şudur: Allah'ın, hükümlerini, başka şekilde bildirmesi mümkün ise de şüphe yoktur ki peygamberlerin vasıta oluşu, kendilerine has bir hikmetin gereğidir.
İkincisi: Peygamber gelmemesini istemekle zinanın helâl olmasını istemek arasındaki fark açık değildir. Belki peygamber gelmemesini istemek, zinanın, adam öldürmenin ve benzeri haramların helâl olmasını istemekten daha umumî ve daha mükemmeldir.
Üçüncü olarak: Zina ve benzeri haramların helâl olmasını istemenin yeryüzünde fesadı gerektirmesi, küfrü gerektirmez. Allah Teâlâ kullarına ziyade şefkat sahibidir. Bunun gibi bir kimse küfür kelimesini konuşan kimsenin bu sözüne razı olacak şekilde gülerse hüküm yine böyledir. Fakat rıza olmadan, belki kâfir olmayı gerektiren söz güldürücü olduğu için ve dinleyen zaruri olarak gülerse o zaman böyle bir kimseye kâfir denmez. Yine bir topluluk bir kimseyi yüksek bir yerde oturtup ona dinî mesele sorup gülseler ve alay etseler, şeriatın kaza (kadılık) makamını küçümseme mânasına geldiği için bunu yapanlar kâfir olur. Burada küfrü gerektiren sebep bu soru sorulan şahsı Hz. Peygamber'e, etrafındakiler ise onun sahabîlerine benzettikleri ve şeriatın hükümleri ile alay ettikleri içindir. Böyle davranmaktan Allah'a sığınırız. Yine bir kimse bir kimseye kâfir olmayı emretse, yahut böyle bir emri vermeyi azmetse, küfre razı olmak küfür olduğu için ister kendi küfrü sebebiyle olsun, ister başkasının kâfir olmasına sebep olması dolayısiyle olsun, böyle bir kimse kâfir olur.
Yine bir kimse zina ederken, yahut içki içerken bilerek, yahut bunların helâl olduğuna inanarak “Bismillah” derse kâfir olur. Kocasından boş olmasını temin etmek için yine bir müftü bir kadının kâfir olduğuna fetva verirse kâfir olur. Bu da şu şekilde olur: Meselâ; üç talakla boşanan bir kadının kocasıyla evlenmesine cevaz verebilmek için boşanan kadına kadı yahut müftü: İslâm'ın hükmü nedir? diye sorar. Kadın da bilmiyorum der, bununla beraber kendisine: Bir kimse müslüman olursa öldürülmesi, yahut malını almak helâl olur mu? diye sorulduğunda, hayır, derse, bu durumda kadına o cahil müftü, yahut sapık kadı: bu kadının küfrüne fetva verdim, yahut bu kadının zaten aslında müslüman olmadığına hükmettim, derse bu batıl ve fasid bir hükümdür.
Yine bunun gibi bir kimse kıblenin dışına doğru namaz kılarsa, taharetsiz ve abdestsiz olarak bile bile kıbleye yönelirse kâfir olur. Yine inanarak değil de hafife alarak küfrü gerektiren bir sözü konuşursa kâfir olur.
Dostları ilə paylaş: |