Gecenin karanliğinda doğan işIK



Yüklə 0,96 Mb.
səhifə4/23
tarix30.07.2018
ölçüsü0,96 Mb.
#63459
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   23

Rumelinde şöhreti yayılan ve tarikat pirleri tarafından kendisine şeyhlik ve pirlik tevcih edilen Seyyid Muhammed Nuûr'ül Arabi, bunca tesir ve şöhrete rağmen rahatsızdı, içinde büyük bir manevi susuzluk, manevi bir açlık vardı. İçindeki bu coşkunluğu dindirmek, bu susuzluğu gidermek için daima daha büyük bir üstad arıyor ve gönlü O'nu Mekke'ye çekiyordu. Bir gün müritlerinden Nebi efendi'ye içini açan Seyyid Hazretleri şöyle buyurdular:

Bize bu ilmi zahir kifaye etmez. Mekke ve Beyt'i şerif, Mürşidi Kâmil'den hâli değildir. Kendimize bir mürşidi Kâmil arayıp bulmamıza fırsattır”

Seyyid Muhammed Nûr, bu sebeple Hacca niyet ettiler. Müridleri haberdar edildi. 470 kişi Seyyid ile birlikte Hac farizasını yerine getirmek üzere Mekke'ye hareket etti. Seyyid Muhammed Nûr ve Dervişleri 14. Şaban. 1259 tarihinde Mekke'ye vardılar. Seyyid Muhammed Nûr Hazretleri aynı gün Mekke'de Derviş Mehmet'e mülaki oldu: (9. Eylül. 1843 - 14. Şaban. 1259 pazar günü.)

Derviş Mehmed'in zamanın kutuplarından olduğu ve hazreti Nûr'un gayb'dan aldığı bir emirle Mekke'ye geldiği ve ondan manevi sırlar aldığı anlaşılıyor. 9/Eylül/1843 tarihi bu bakımdan Seyyid için çok önemli bir gündür. Derviş Mehmet, Seyyid'le karşılaştıktan sonra hemen onunla halvet olur. Derviş Mehmed'in emri ve talimatıyle erbain çıkaran Seyyid hazretlerine bizzat Resuli Ekrem sallallahü aleyhi ve sellem tarafından bekâ mertebeleri tarif edilir.

Bekâ Mertebeleri: Cem, Hazretül Cem, Cemi'ül Cem'dir. Bu hac farizası yerine geldikten sonra Seyyid hazretleri, Trabzon'lu şeyh Mustafa efendi ile görüşür, Mustafa efendi Seyyid hazretlerine Nakşibendi icazeti verir. Trabzon'lu Mustafa efendi ile birlikte Medine'i Münevvereyi ziyaret ederler.

1843 yılı haccından dönüş Medine - Mısır yolu üzerindendir. Ve bu dönüş sırasında Yenbu denen mıntıkada Seyyid Muhammed Nûr hazretlerine manen (Ahadiyyetül Cem) makamı telkin ve tebşir edilir. Böylece Melâmilikte temel mertebeler tekemmül etmiş ve Seyyid hazretleri ÜÇÜNCÜ DEVRE MELÂMİLİĞİN PİRİ VE KURUCUSU olmuştur.

Seyyid hazretleri Hac farizası için Mekke'de iken Üsküp valisi bulunan Hıfzı Paşa valilikten alınmış yerine Servili Selim Paşa diye bilinen Selim Paşa Vali olmuştu. Hac'dan dönen Seyyid hazretleri yeni vali ile tanıştı ve kısa zamanda O'nu da tesiri altına aldı. Bir süre sonra Selim Paşa, Seyyid'in müritleri arasına girmiş bulunuyordu.

Selim Paşa, Üsküp valiliği devamınca Seyyid'e hizmet etti. Fakat bir müddet sonra Selim Paşa, İstanbul'a Hassa müşiri olarak tayin edildi. Pek çok sevdiği mürşidi ve hocası Seyyid'den ayrılmak istemeyen Selim Paşa, Seyyid'in emrine uyarak yeni görevi kabul ve İstanbul'a hareket etti. Ne var ki mürşidi O'na İstanbul'a geleceğini vâd etmişti. Bu vâdi unutmayan Selim Paşa İstanbul'da göreve başladıktan sonra Şeyhini hemen davet etti.

Seyyid Muhammed Nûr (k.s.), müridinin davetini kabul ederek 1266 hicri yılında, Miladi 1849 tarihinde İstanbul'a teşrif ederek altı ay misafir kaldı. İstanbul'a bu ilk seyahatinde Hazreti Nûr pek çok İstanbullu ulema ile tanıştı. Konaklarda tertip edilen sohbetlere katıldı, tekkeleri gezdi, bir çok şeyh ve alimle dostluk etti. O'nunla konuşan herkes ilmini teslim ediyor, O'nunla tanışan her insan, şeyh olsun derviş olsun, hoca olsun, herkes O'na biat etmek istiyordu. Altı ay süre ile İstanbul'da pek çok zevat O'nun manevi feyzini aldı, pek çok genç ilim ve irfan ile bezendi O'nun huzurunda. Tesiri ve şöhreti İstanbul'da yayılmıştı. Tevazu iççinde yaşamayı seven Seyyid hazretleri bu alayiş ve gösterişlerden rahatsız oldu. Paşanın ısrarına rağmen misafirliğini uzatmak istemedi aynı yıl içinde İstanbul'dan Üsküp'e döndü.

Seyyid Muhammed Nûr Hazretleri, 1850 senesine kadar melâmet'i açıkça ilan etmiyor, tevhid akidesini Nakşibendi usulü üzere tedris ediyordu. İstanbul'dan Üsküp'e dönünce bir süre sonra Üsküp'ten ayrılmak zorunda kaldı. Zira o sırada vilayet merkezi Üsküp'ten PİZREN'e alınmıştı. Seyyid hazretleri de 1850 (Hicri: 1267) yılında Üsküp'ten Pizren'e nakli mekan etti.

Muhammed Nûr'ül Arabi Hazretleri 15. Rebiülahîr. 1267 cuma gecesi Tevhid akidesini melâmet süluku üzerinden neşre mezuniyet aldı ve ertesi günü yani 16. Rebiülahîr. 1267 - 18. Şubat. 1850 cumartesi günü Alay imamı Hamit, Tabur imamı Ali ile Tabur katibi ve üç yüzbaşıyı teveccühe alarak onlara tevhid akidesini talim etti. Bu biatlerden üç gün sonra İskodra ulemasından Şaban fendi de müritleri arasına katılıyordu. (21. Şubat.1850)

1850 yılına kadar çeşitli tarikatlar adına ve o tarikat erkânı üzerinde ders veren ve şeyhlik yapan Seyyid hazretleri bu tarihten itibaren artık Melâmilik adıyle anılan tasavvuf ve tevhid neşesini telkin ve tedris etmeye başlamıştır.

Pizren'de iki yıl kalan Seyyid Muhammed Nûr (K.S.), 1269 (Miladi: 1852) de, Üsküp'e döndü. Aynı yıl Müşir Çerkez İsmail Paşa kendisine biat etti ve Paşa'nın davetiyle Manastır'a giden Seyyid, burada, üç ay süre ile, subaylara varidat şerhini okuttu.

Seyyid artık bir tarikat şeyhi değil, insanlığı hedef alan ve insan haysiyetini her şeyin üstüne çıkaran, ilim, ahlak ve irfan ile tezyin edilmiş bir inancın temsilcisi, yayıcısı, Hazreti Muhammed'i terennüm eden ve ona dönüşü savunan bir tevhid sembolüdür. Bu hüviyetiyle o, asrının reformatörüdür, bu kişiliği ile o, mana ve maddenin, ilim ve imanın tek temsilcisidir. Onun içindir ki zamanın münevverleri O'na bakmakta ve o'da münevverlere dönük bir mürşid olarak insanlığa mutlu bir yarını müjdelemektedir. Seyyid hazretleri bu sebeple, Manastır da askeri öğrencilere ve subaylara hitap etmeyi, onlara bir şey öğretmeyi kendine vazife bilmekte ve “Varidat” şerhini okutmaktadır.

Seyyid okumayı İslâm'ın temel prensibi kabul ediyor, Allah'ın Peygamberine de ilk emri oku'dur; okumak, bilmek ve ihlaslı olmak İslâm'ın ve imanın şartıdır diyordu. Bu temel prensipten hareket eden Seyyid hazretleri, müslümanlar arasında kardeşlik ve sevginin asıl olduğunu savunuyor, yardımlaşmanın lüzumu üzerinde duruyor, herkesi ve her şeyi hoş görürken bize mükemmelin tarifini yapıyordu. O'nun bu insanlığa dönük hüviyetidir ki pek çok kişiyi tedirgin etti. Hele o'nun münevver gençlere dikkat etmesi, kurtuluşu kültür ve irfan da görmesi yobazların infialine, taassubun kendisine karşı teşkilatlanmasına sebep oldu. O kadar ki Seyyid'in ilim ve irfan sahibi gençlere, subaylara, münevverlere karşı bu yakın ilgisi yobazlar tarafından hemen istismar edildi. Kalabalık bir mutaassıb ve yobaz gurubu aralarında toplanarak Padişah Abdülaziz'e jurnal'da bulunma kararını aldılar.

Yobazların şikayet mazbatası 1285 (Miladi: 1868) yılında hazırlanıp Padşah Abdülaziz'e gönderildi. Hükümdar, şikayetin telkinini ve karara bağlanmasını şeyhül İslâmâ havale etti. Tahkikat açıldıktan sonra Zaptiye Müşiri Hüsnü Paşa müdahale etmek ihtiyacını duymuş, tahkikatı durdururken Seyyid hazretlerine bir mektup yazmış ve kendilerinin İstanbul'a gelmesini rica etmişlerdi. Bu şekilde Seyyid'in Şeyhül İslâm ile görüşmesi sağlanıyorve yobazların şikayetinin yersizliği gösterilmek isteniyordu. Hüsnü Paşa müdahalede bulunarak tahkikatı durdurmakla kalmıyor, Seyyid'in kudretini de saraya ve diyanete empoze etmek istiyordu.

Seyyid Muhammed Nûr (K.S.), Hüsnü Paşanın nağmesini aldıktan sonra durumu kavramakta güçlük çekmedi. Damadı Abdürrahim Fedai Hazretlerini de yanına alarak hemen İstanbul'a hareket etmişlerdi. Hüsnü Paşa ve diğer rical kendisini tazim ve merasimle karşıladılar. Seyyid hazretleri bu defa da İstanbul'da altı ay kaldı. Şeyhül İslâm ile de görüştü. Çeşitli ilmi sohbetlere, manevi meclislere iştirak etti. Tekke ve camilerde yapılan toplantılarda vaazlar verdi. Devrin bilginlerini, şeyhlerini hocalarını ve mümin halkı kendine hayran bıraktı. Seyyid'i tanıyan İstanbul uleması ve devlet ricali, Rumelindeki mutaassıb yobazların şikayetini haksız ve iftira olarak kabul ettiler. Seyyid bu geniş ilim ve irfan muhitinde gereken etkiyi yaptıktan ve herkesi ikna ettikten sonra tekrar Üsküp'e döndü.

1868 yılında vuku bulan bu ikinci İstanbul seyahati de altı ay sürmüştü. Ne var ki İstanbul seyahatlerinde yeni dostlar, yeni yeni müritler edinen Seyyid hazretleri sık sık İstanbul'a davet mektupları almaya başladı. Bilhassa Bosna valisi Osman Paşa ile müşir Hüsnü Paşa'nın ısrarlı davetlerine karşı koyamadı, 1869 yılı sonlarında üçüncü defa İstanbul'a gitmeye mecbur kaldı. Bu üçüncü İstanbul seyahati beş ay sürdü. Seyyid hazretleri yine İstanbul ilim ve irfan meclislerinin baş tacı omuş, herkesten hürmet görmüş, İstanbul'da yaşayan veliler ondan feyz almış, alimler O'nun sohbetlerinde huzur bulmuşlardı. Her gelişinde olduğu gibi bu sefer de geniş bir münevver gurubu Seyyid'e biat etmiş bulunuyordu.

1287 ( Miladi: 1870) tarihinde Manastır'da Ruznâmeci Hüsnü bey'in sünnet düğününe giderken bir kaç gün Tikveş'te misafir kalındı. Tikveş'teki bu misafirlik Seyyid Muhammed Nûr'ül Arabi için çok büyük bir önem taşır. Seyyid Tikveş'te bulunduğu günler büyük bir manevi mertebeye erişmiş ve 24. Eylül. 1870 (Hicri: 27 Cemaziyelahir.1287) tarihinde KUTBİYET makamı verilmiş ve o gün GAVSİYYETİ tebliğ ve ilan edilmiştir.

Manevi ȃlemin sahibliği ve kutbiyyet tecellisi Seyyid'in hayatında büyük değişiklik yaptı. O ana kadar kenarda sessiz kalmayı tercih eden Seyyid hazretleri için artık öne geçmek ve manevi futuhatı tamamlamak farzı ayn olmuştu. Hicri 1288 (Miladi: 1871) yılında yanına Şerif efendiyi alarak Şeyhül İslâm Mir Muhtar Ahmed Efendi'nin misafiri sıfatıyla İstanbul'a dördüncü seyahatini yaptı.

Bu seyahatinde İstanbul'da Haririzade'nin Boyacıköyü'ndeki yalısında misafir kalan Seyyid Muhammed Nur, burada İstanbul'un bütün velilerinin biatını alıyor, mana ve ilim sultanları, devrin arifleri O'nun nurlu varlığının etrafında pervane gibi dönüyor, her uyanık kalp O'ndan bir ilahi lema almak için çırpınıyordu. 1871 senesinde vuku bulan bu dördüncü İstanbul seyahati denilebilir ki “Üçüncü Devre Melâmiliğin Zafer Yolculuğu” olmuştur. Seyyid hazretleri bu seyahatinde bütün şeyh ve bilginleri melami olmaya davet etmiş ve hepsinden biat almıştır. Mürefte'li Hoca Abdullah Hulusi efendi, Evkaf müfettişi Hacı Tevfik efendi, Mısır mollası Kamil efendi, Mevlevihane kapusu Tarsus Rıfai şeyhi Ahmed Safi efendi gibi zevat melamiliği kabul eden bilginler kafilesi arasında idi.

1871 yılının bir kaç ay'ı İstanbul'da geçti. Seyyid Muhammed Nur (K.S.), ancak yıl sonunda İstanbul'dan ayrılabildi. Fakat Üsküp'e dönmekle beraber İstanbul ile irtibat kesilmedi ki bu devrede hazretin çeşitli kerametlerine şahit olmaktayız. Mesela manen davet ettiği bazı kimselerin Üsküp'e gelişleri, onları karşılamaya adam göndermesi gibi olaylar sık sık tekerrür eder.

Seyyid hazretleri ısrarla İstanbul'dan davetler alır. Nihayet 1873 yılında İstanbul'a beşinci defa seyahat etmek imkȃnı doğar. Hazreti Nur, bu seyahatinde de İstanbul'da beş ay kalır. İstanbul'da Melȃmet neşesi yayılmış, onun arzuladığı şekilde münevverlerin gönül çerağları yanmış, irfan ve ilim ahengi kurulmuştu. Seyyid Muhammed Nur (K.S.), Üsküp'e dönünce çok memnun ve mutlu idi. İstanbul yolculuğunun sonuçları sohbet konusu oluyor, ihvan da huzurlu bulunuyordu. Yine bu devrelerde Hazreti Nur'un değerli bazı halifelerini İstanbul'a görevli gönderdiği bilinmektedir. Üsküp'de ikamet eden Seyyid'in huzuruna gelen dostları O'nu Usturumca'ya davet ediyorlardı. Seyyid hazretleri onları kırmadı ve ihvanın isteğine tabi olarak Üsküp'ten Usturumca'ya nakli mekȃn etti. Böylece Hicri 1291 (miladi: 1874) tarihinden sonra Usturumca'da oturdu. Seyyid hazretleri melamiliğin yayılması için telkin ve vaazlarına devam ediyordu. Dünya'nın dört bucağına dağılan halifeleri O'nun fikirlerini, inançlarını ve irfanını yayıyor, kendileri de manevi irtibat halinde bu dostlar kafilesine himmet ediyorlardı. Seneler ilerledikçe ihvan da çoğaldı.

1879 yılında (Hicri: 1297) imparatorluk sınırları içindeki bütün ihvanlara Seyyid Hazretlerinin Hacc'a karar verdiği bildirildi. Kendileri de 110 seçkin ihvanı ile Usturumca'dan hareket ettiler. Hac farizasında bütün ihvanı bir araya getirmek mümkün oldu, ülkenin çeşitli bölgelerindeki melamiler tanışmak ve sohbet etmek imkȃnını da bulmuş oluyorlardı. Bu hacc'ında Seyyid hazretleri sessizce ȃlem-i beka'ya hazırlık yapıyordu. Fakat bunu çok az kimse anlayabildi. Zira bu hac dönüşünde ülkede kargaşalıklar çıkmış ve Arnavutluk'ta ihtilal patlak vermişti. Seyyid Muhammed Nur hazretleri bütün ihvanına verdiği talimatta: siyasetten uzak kalmalarını, kargaşalıklara karışmamalarını emrederek mesleğin manevi değerini ve ihvanını korumuş oldu. 1879 ihtilalinde gösterdiği basiretli tutum ve melamilerin çevredeki telkini ile olaylar fazla tahribat yapmadan duruldu. Seyyid hazretleri bu karışıklık günlerinde Rumeli'den ayrılmadılar. Ancak 1302 de (miladi: 1884) tarihinde tekrar hacc'a niyet ettiler ve 130 ihvanı ile Mekke'ye hareket ettiler. Bu hac farizası Seyyid hazretleri ve damadı Abdürrahim Fedai hazretleri için bir nevi veda hacc'ı idi. Nitekim bir yıl süren bu hac yolculuğunda Hazreti Nur'ül Arabi, bir çok ziyaretler yapmış, ihvanı ile uzun süre beraber sohbetlerde bulunmuş ve çeşitli ülkelerden gelen müritlerini uzun süre birlikte dolaştırmış, onlara son ilahi emir ve nehiyleri izah ettiği gibi melamet neşesinin tedris ve temadisi için gerekli derslerini vermiştir. Bir yıl süren bu hac yolculuğundan Üsküp'e avdet ederken Abdürrahim Fedai Hazretleri Süveyş kanalında vapurda vefât ettiler. (Hicri: 1303 : Miladi: 1885).

Usturumca'ya dönen Seyyid hazretleri 1885 yılından sonra artık Rumeli'den ayrılmadı. Yalnızlığını seviyor, ihvanından ayrılınca daima secde de ibadetiyle meşgul oluyordu. Fani hayatının sona ermekte olduğu günlerde ihvanına örnekler veriyor, İslâm dininde ilim ve irfanın yerini gösterirken Hazreti Peygamber'in şeriatına bağlılığın lüzumunu tekrar tekrar hatırlatıyordu. Nitekim bir gün gözlerinden rahatsızdır Seyyid hazretleri... Doktor getirilir ve Seyyid muayene edilir. Doktorun tavsiyesi şudur: ( Göz sargısı çıkarılmadıkça eğilmek yasak).

Doktor gittikten sonra ikindi namazı saati gelir. Seyyid hazretleri oğluna ezan okumasını ve gamet getirmesini söyler. Biraz sonra da imamet makamına geçerek ikindi namazı farzını kıldırır. Oğlu Şerif efendi bu hali görünce içinden ( Babama ne oldu? Doktor eğilmesini yasak etti. Böyle hareket etmesi doğru mu? ) gibi bir tüluat olur amma bunu edeben açıklayamaz. Fakat mümimlerin kalbinden kalbe yol vardır. Mana sırları sahibi seyyid, bu iç geçirmeyi hisseder ve duyar.

Namaz bitince selamını verir ve başını geriye çevirerek oğlu Şerif efendi'ye şöyle buyurur:

Şerif efendi, şerif efendi, biz bir rekat namaz için bin göz feda ederiz. senin sargın ve ilacın doktora kalsın.”

Eliyle gözündeki sargıyı çıkarıp atar. Tabii ki göz'de hiç bir ağrı kalmamıştır. Bu hareketi ile Seyyid hazretleri hem keramet gösteriyor, hem de namaza önem verilmesini şart koşuyor, öğrencilerine ilahi emre tebaiyetin delilini veriyordu. 1887 kışı bitmişti. Mart ay'ı gelmişti. Artık ilim ve irfan güneşi Üsküp'ten İstanbul'a, İstanbul'dan Mekke'ye kadar tüm ülkeyi aydınlatmış, üstadlar yetiştirmişti. Seyyid Muhammed Nur'ül Arabi, derin bir huzur içindeydi. Vazifesini yapmış olmanın rahatlığı O'nu daha da güzelleştiriyordu. 11 Mart 1887 Pazar günü dergah'ta fevkalade bir durum yaşandı. Seyyid, bütün ihvanını bir arada görmek istiyordu. Onlarla birlikte Allah'ın adını tekrarlamak, Resuli Ekrem Sallallahü aleyhi vesellem'i saygı ile anmak, onlara bu hayatın geçici olduğunu bir daha hatırlatmak kararındaydı.

Seyyid'in arzusu yerine geldi. Civardan ihvanlar çağırıldı. O pazar Usturumca'da fevkalade bir hava vardı. Seyyid Mısır'da doğmuştu amma hayatı hep Türkler arasında geçmişti. Türkçe konuşmuş, Türkçe yazmıştı; Damadı, torunları, evlatları, öğrencileri hep Türk'tü. Hepsine ayrı ayrı baktı, hepsinin hatırını sordu. Onlara insan sevgisinin gerçek ibadet olduğunu, dinin emirlerini yerine getirirken onun manasını anlamaları gerektiğini, taassub ve riya'dan kaçınmalarını, harama el sürmemelerini, helal rızık yemelerini, yalan söylemenin büyük günah olduğunu, ihlas sahibi olmalarını, taassub'un insanın imanını körleştireceğini, var olan her şeyin varedenden dolayı saygıya değer olduğunu hatırlattı ve sonra ( Fail Hak'tır ) dedi. (Bütün varlık O'nundur: Herşey O'ndan gelir ve O'na döner) hakikati üzerinde açıklamalarda bulundu. Ve sonra bu ezeli ve ebedi oluşun gerçek aydınlığını seyrederek tatlı tatlı tebessüm etti. Yakınlarına, artık veda anının geldiğini fısıldadı, ağlamanın İslâm'da yasak olduğunu, matem tutulmamasını tenbihledikten sonra ihvanına gidiş ve gelişin izafi bulunduğunu tekrar hatırlattı.

Herkes susuyor, kimse bir şey söyliyemiyordu. Vakit gelmişti. O'nun nurlu yüzü bu suret ȃleminden çekilecekti. Buna karşı konamazdı amma orada bulunanlar içlerinden (ah, o biraz daha kalsa) diye geçiriyorlardı.

Seyyid hazretleri hepsiyle hellaştı. Bir kısmı evlerine döndü, bir kısmı da emir almak çin bekledi. O gece sabah olmuştu, fakat ihvan içten içe ağlıyordu. Seyyid hazretleri pazartesi günü son emirlerini verdiler, son görevler yerine getirildi ve artık ebedi yolculuğa hazırlık tamamdı. Nitekim o gece 1305 senesi cemaziyelahir'in 29.ncu gecesi, miladi: 12 Mart 1887 tarihinde saat ikide vefât etti. Peygamberlerin kendi odalarında defnedildikleri gibi SEYYİD MUHAMMED NÛR'ÜL ARABİYYÜL MELÂMİ de Usturumca da vefât ettiği odasında defnedildi.

Seyyid Muhammed Nur, soy itibarıyla Seyyidlerdendir ve ve on yedinci batında Peygamber aleyhisselam HAZRETİ MUHAMMED (S.A.V.)'in torunu olmaktadır.

Seyyid hazretleri NAKŞİBENDİ tarikatından hilafet almış olduğu gibi HALVETİYYE tarikatından da hilafeti vardır. Ayrıca EKBERİYYE TARİKATI, ÜVEYSİYYE ve KADİRİYYE TARİKAT'larından da hilafet almıştır.

Seyyid'in eserlerini tesbit eden Bursalı Mehmet Tahir 46 risale ve kitap ismi vermiştir. Abdülbaki Gölpınarlı kitabında Seyyid'e ait 57 eserin ismini zikreder. Bu beyan melâmi üstadları arasında da kabul edilmektedir.

SEYYİD MUHAMMED NUR'ÜL ARABİ'NİN

ÖZELLİĞİ

Tevhid ve tasavvuf üzerine yazdığı eserlerinde Seyyid Hace Muhammed Nur, tasavvuf ve tevhid yolunun hedefi olan melâmet'i sistem içine sokmuş ve tevhid sülukunda yeni bir yol tesis etmiştir. Bu kitap onun sistemleştirdiği tevhid eğitimini, ruhsal yükseliş ve ruhsal iniş mertebelerini ilmi ve tarafsız bir gözlemle tesbit gayesini gütmüştür. Bu gaye, yeni bir felsefi - dini inanç sistemini geliştirmek, kendimize has bir düşünce sistemini oluşturmaktır. Bu felsefe, imanın tarifi ve imanın yenilenmesi hedefine yöneliktir. Çağın koşullarına uyan bir din anlayışını, İslâm inancının gerçek yönünü ortaya koymak, onu asırların hurafe ve demagojileri ile karartıldığı dehlizinden çıkarmak gayesini tahakkuk ettiren Seyyid Muhammed Nur, İslâm ȃleminin yirminci asrı hazırlayan büyük müceddididir. İlmi, hurafe ve karanlığın yerine koymakla İslâm'a dönüşü gerçekleştirmiş; Taassub yerine bilgiyi ikame etmekle İslâm ȃleminin yirminci asırda, çağın gerçeklerine erişme ve çağ içindeki yerlerini alma imkânını hazırlamıştır. İslâm ȃleminin aradığı hümanizmanın Batıdan çok kendi bünyelerinde ve dini inançlarında mevcut ve gerçek olduğunu göstermeyi başaran bu Mümtaz insan, bir bakıma unutulan insani değerleri de su yüzüne çıkarmak ve insanı kutsal yerine oturtmakla, bütün insanlığa yeni bir ufuk açmıştır.

Seyyid Muhammed Nur'un kurduğu bu sistemi asrın en büyük felsefesi olarak ilan etmek asla yanlış değildir. Bence insanlık ȃlemi, hiç bir sistem ve düşüncede melâmilik derecesinde bir insan sevgisini dile getirmemiştir. Hiç bir inanç ve görüş, hiç bir düşünce Melâmilik kadar insancıl, hümanist ve diğerkȃm olmamıştır. Bu bakımdan melamiliğin asrımızın yegȃne inanç ve düşünce sistemi olduğuna inanıyorum. Bunu basit bir tarikat gibi düşünenlerin azim bir hata içinde olduklarını kabul etmek zorunludur. Çünkü melâmilik bir tarikat değildir, bir tevhid neşesidir ve bir birlik inancı ve sevgi düşüncesidir. Esasen bizzat melami uluları da Melâmetin bir tarikat olduğunu asla kabul etmemişlerdir. Seyyid Muhammed Nur'u Pir kabul eden bütün büyük kişilerin ayrı ayrı taikatlardan olması bu düşüncemizi simgeleyen, inancımızı teyit ve tevsik eden kanıtlar olarak tarihi yerini almıştır. Örneği; İstanbul'da Fatih türbedarı ve zamanın kutbu sayılan Amiş Efendi hazretleri Halveti'dir. İstanbul'un büyük şeyhlerinden Abdül Kerim'i Rûhi hazretleri Kadiri, şeyh Safi Efendi Nakşi ulularındandır. Bu isimleri namütenahi çoğaltmak mümkündür. Biz bu kadarı ile yetinirken diyoruz ki; Melamilik bir tarikat değil, bir düşünce ve felsefe sistemidir, bir inanç akidesinin sistemleştirilmiş düşünce ve bilimidir. Ve onun içindir ki melami için tefekkür ibadet niteliğindedir ve onun içindir ki melȃmette şekil değil öz aranır.

Melâmilik seyri ve dersleri dikkatle tetkik edilince görülür ki, gaye, insandır, insanın mutluluğudur, insanın değerlendirilmesi, kutsallaştırılması söz konusudur. Böyle bir inanç ve düşünce sisteminde ise her şey insan'a doğrudur ve her şey İnsan içindir.

Seyyid Muhammed Nur'un tedris usulleri üzerinde bir nebze duran, saydığımız bu gerçeklere mutlaka varır. Birinci derste: Efal'in Hakk'a ait olduğu, hareket ve sükȗnun Hakk'ın olduğu öğrenilir. Bu ders kişiyi gururdan arındırır. Çünkü insan hep kendini üstün görür, kendi davranışını beğenir, başkalarını beğenmez, başka kişilerin hareket ve davranışlarını küçümser kendine varlık izafe ederek gururlanır. Bu hal, kişiyi bencil, egoist kılar; toplumsal yeteneklerini alt - üst ederek onu canavarlaştırır. Melami ilk dersinde kendine ait sandığı fiillerin, hareket ve sükȗnun Allah'a ait olduğu bilincine varır ve rahatlar. Bu derste: Fenai efal, cennetül efal ve tecellii efal tahakkuku olur ki, bu neşeye gark olan kişinin fiillerinden sorumluluğu, daha başka bir deyimle davranışından dolayı benliğe düşmesi gerçeği ortadan kalkar. Fiillerini, hareket ve sükûnu Hakk'a veren kişnin sıfatlarından da geçmesi gerekir. Zira fiillerin çıkış merkezi esmadır, sıfatlardır. İlk derste fiiller Hakk'a verildikten sonra ikinci ders gelir. Bu tedriste sıfatların Hakk'a ait olduğu öğretilir. Kişi tevhidi sıfat dediğimiz bu ikinci derste Sıfat ve esmanın Hakk'a ait olduğu bilincine erişir. Tevhidi sıfat diye isimlendirilen bu idrak ve tedristen murat bütün varlık ȃleminde görünen renkler, esmalar, isimler, varlıklar, suretler, görüntüler, tavırlar, kısaca her şey ( hayat, ilim, irade, semi, basar, kelam, kudret ) Allah'a aittir. O halde güzel, çirkin, doğru yanlış ayırımları izafidir. Hiç bir şey bizim değildir, her şey Hakk'a aittir. Böyle bir idrak halinde ise, insanın kendini beğenmesi, güzelliği ve varlığı ile övünmesi, çirkinliği buğz etmesi, başkalarını yüceltmesi veya küçültmesi nasıl mümkün olur? Talip, bu mertebede sıfatları tevhid eder; sonra fenai sıfat, cennetül sıfat ve tecellii sıfat zevkine erişir.

Tevhidi sıfat ile kişiye, kendi varlığından soyunması telkin edilmekte ve yaratılıştan ötürü ne övünmeye, ne sevinmeye, ne de üzülmeye ve şikȃyete gerek olmadığı öğretilmektedir. Bu öğreti, kişiyi tevazua ve başkalarını küçük görmeme şuur ve idrakine ulaştırır.

Seyyid Muhammed Nur'un fenafillȃh veya yükseliş mertebeleri, fena makamları diye isimlendirdiği ilk üç dersin üçüncüsü Tevhidi Zâttır. Allah Zâtıyla vardır, görünmez amma varlık ancak onunla mevcut. Varlık Allah'ın Zâtıyle var. Bu vücud ve zât, bize ait değil, Hakk'a aittir. Bu dersteki tevhidi zat, fenai zat, cennetül zat, tecellii zat gibi bölümler ve idrak eğitimi insanı yokluk tavrına eriştirir. Makamı zat denilen bu üçüncü derste zati tecelli olunca kişinin varlığı tamamen ortadan kalkar. Ve Kişinin bu varlıksız hali, onun bütün benliğini savurur. Artık benlikten, vücuddan, bencillikten eser kalmaz ve o kişinin hayatına insan sevgisi ve insana hizmet şuuru hȃkim olur. Kişi bu derste en büyük günahtan, vücud hȃkimiyetinden kurtulur.

Yüklə 0,96 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   23




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin