GiRİŞ mersiN’İn tariHÇESİ



Yüklə 493,21 Kb.
səhifə1/6
tarix21.10.2017
ölçüsü493,21 Kb.
#8656
  1   2   3   4   5   6

GİRİŞ
1. MERSİN’İN TARİHÇESİ

İlk, orta ve yeni çağlarda Küçük Asya’nın en eski meskun bölgelerinden birisi KİLİKYA (Cilicie)dır. Aşağı yukarı bugünkü ÇUKUROVA da diyebileceğimiz Kilikya, coğrafi ve fiziki bakımından iki farklı kısma ayrılır.

Birisi DAĞLIK KİLİKYA’dır. (CİLİCIA TRAHEİA) Hududu Alanya’dan Limonlu (LAMUS) Çayı’na kadar uzanır.

İkincisi, OVALIK KİLİKYA (CILICIA PEDIAS)’dır ve Limonlu Çayı’ndan doğuya kadar kısmen İçel ve Adana İli’nin tamamı kaplayan bölgedir. Kilikya adı üzerinde değişik iddialar bulunmaktadır. Ancak en isabetli izahın büyük tarihçi Heredot tarafından yapıldığı kabul edilmektedir. Heredot’a göre bölgenin iskanını yapan Finikeli AGENOL’un oğlu CILIX’dır ve ona izafeten bölgeye CILICA adı verilmiştir.

Bölgede yaşayan kavimlere geçmeden önce Kilikya’da yaşanan olaylardan ve burada yaşayan önemli kişilerden kısaca bahsedelim.

Hıristiyanlığın yayılmasında en büyük etken olan SAINT PAUL Tarsus’ta doğmuştur. İNCİL’de büyük yer tutan Resullerin İşleri ve birçok mektup Paul’e aittir. Hıristiyanlıkta Azize mertebesine ulaşmış olan THEAKLA Meryemlik denilen yerde yaşamış ve orada ölmüştür.

Anadolu kıtasının genel valisi olan ANTONIUS, Tarsus’u merkez yapmış ve KLEOPATRA ile burada evlenmiştir. Tarsus’ta bir mabedde yapılan düğün törenlerine Asya hükümdarlarından birçoğu davet edilmiştir.

Arap hükümdarlarından Harun Reşit’in oğlu Me’mun Tarsus’ta ölmüştür. Haçlı seferleri ile Silifke’ye gelen Alman İmparatoru FRIEDRICH BARBAROSSA Antakya’ya giderken Göksu Irmağı’nda boğulmuştur. İsrailoğullarına gönderilen Hz.DANYAL bir süre Tarsus'ta yaşamış ve orada ölmüştür.

Hz.Peygamberin müezzini BİLALI HABEŞİ’nin makamı da Tarsus’tadır. Hz.Ömer zamanında fethedilen yerleri ziyaret eden Bilalı Habeşi, Tarsus’a da gelmiş ve şimdi makamının bulunduğu yerde ezan okumuş ve namaz kılmıştır.

Bütün dinlerde yer alan ESHAB-I KEHF olayı da Tarsus’ta cereyan etmiştir.

Bölgemizde yapılan araştırmalar, bu yörede yerleşimin Taş Devri’ne kadar gittiğini göstermektedir.

Bölge ilk çağlardan yeni çağlara kadar çok değişik devletlerin ve beyliklerin yönetiminde olmuştur. Bunların sadece isimlerini zikredeceğiz. M.Ö. 1650 yıllarında KIZVATNA Krallığı’nın hükümranlığını görüyoruz. Tarsus’ta Gözkule’de yapılan kazılarda bulunan mühür damgasından bunların Tarsus yöresinde hüküm sürdükleri anlaşılmaktadır.

Mersin’de Yumuktepe’de yapılan kazılarda Hititlerin bu bölgedeki yaşamları açıklıkla belirlenmiştir.

M.Ö. 12’inci yılında Hitit Devleti’nin yok olduğu görülmektedir. Bölgede Kueliler, Asurlular, Mısırlılar, Persler, Makedonyalılar, Kilikyalılar, Selefkoslar, Romalılar, Bizanslılar, Emeviler, Selçuklular, Ermeniler, Karamanoğulları, Ramazanoğulları gibi devletler ve beylikler zaman zaman hükümran olmuşlardır.


2. MERSİN’İN ADI NEREDEN GELİYOR?

Aşiret Adı mı?

Evliya Çelebi 1670’li yıllarda bölgemizden geçmiştir. Seyahatnâmenin bu bölümünde aynen şöyle denmektedir: “Kırk evli Hacı Alaittinoğlu Köyü’nü geçerek Gerendür Nehri’nden sonra MERSİNOĞLU denilen 70 haneli bir Türkmen köyünde misafir olduk”

Sait Uğur da kitabında “Mersin’e Mersin denilmesinin sebebi şimdiki Mersin şehrinin yakınlarında eskiden MERSİNLİ adında bir aşiret varmış. Bu aşiret Türkistan’dan gelen bir aşiretmiş. Adı bu Türk Oymağı’ndan gelmiştir. Yoksa Mersin’deki Mersin ağacından dolayı bu ismi almış değildir” der. Sait Uğur bu düşüncesine, Mersin nebatının bulunmadığı yerlerde de Mersin adı taşıyan mahaller bulunduğunu destek yapmaktadır.

Mersin Bitkisinden mi?

Mersin adının Arapların HAMBELES dedikleri MYRTUS- MURT adı verilen MERSİN bitkisinden geldiği yolundaki iddialar daha yaygındır.

VİTAL CUINET, La Turquie D’Asi Nam eserinin 51’inci sahifesinde zamanında Mersin Zephırıum adını taşırdı “Bu günkü ismi, çevresinde bol miktarda bulunan Murt ağacından kaynaklanmaktadır” diyor ve ayrıca Mersin kelimesinin Yunanca’da da Murt anlamına geldiğini ilave ediyor.

VICTOR LANGLOİS de “Eski Kilikya” isimli eserinde, Yunanca olarak yazılan diğer bir eserde Mersin’in isminin “Mersin Ağaçlarından” aldığını yazmıştır.

Osmanlı Padişahı Abdülmecit’in annesi ve İkinci Mahmud’un kadınlarından Bezmi Alem Valide Sultan’ın da şehrin adının Mersin olmasının doğru olduğunu söylediğinden bahsedilir.

Mersin adı hakkında bir de efsane vardır:

Mersin adı Kıbrıs Kralı’nın kızı MYRNA’dan gelmiş. Tanrıça Afrodit’in lanetine uğrayan Myrna, babasına açık olmuş, onun yatağına girmiş. Kral yatağına girenin kızı olduğunu görünce kılıcını çekerek onu öldürmek istemiş ancak tanrılar kıza acımışlar ve onu Mersin kıyısına çıkarmışlardır.

Mersin’in adı bu genç hanım nedeni ile MERSİN olmuştur.


3. COĞRAFİ DURUMU

Mersin; doğusunda Deliçay, batısında Mezitli Deresi, kuzeyinde Yalınayak, Arpaç ve Dorukkent, güneyinde Akdeniz’le çevrili 34-38 doğu ve 34-47,50 kuzey enlemleri arasında bir kettir. İlin kuzeyi boydan boya uzanan TOROS silsilesi ile kaplıdır. Akdeniz, büyükçe bir kavis çizerek MERSİN körfezini vücuda getirir.

Sahil şeridinde arazi, birinci sınıf tarım arazisidir. Kuzey ve kuzeybatıya doğru hafif hafif yükselen arazi, ikinci, üçüncü ve daha düşük kalitede tarım arazisidir. Daha kuzeyde toprak, değişik yaşlı kireç taşlarından oluşmuştur. Torosların Bolkar dağlarından Akdeniz’e doğru 1500 metreden başlayan mevcut platolar üzerinde halkın yaz sıcaklarından kaçarak aşağıda açıklayacağımız yaylalara göçmesi zorunluluktur.

Sahilden 25 ile 50 km arasında MANİT, TOL, TURNAZ, SUNTRAS ŞAMLAR, BOZ TEPE, KIZILBAĞ, COCAKBAŞI ve MERSİN DAĞI gibi yükseklikleri 1500-150 metre olan tepeler mevcuttur. Evliya Çelebi her ne kadar seyhatnâmeside, Silifke’den Tırmıl Tepesi’ne kadar 70 su geçtiğini yazıyorsa da, Mersin akarsu yönünden zengin değildir. Esasen mevcut olan akarsular genelde yazın susuzdur.



Akarsular:

Deliçay: Değirmendere civarının sularını toplayarak bir süre Değirmendere adını alır ve Mersin’in doğusunda DELİÇAY ismi ile Karaduvar, Kazanlı arasında denize dökülür. Tarihte SERİNCE, SELİNTİ ve ANHİYALEOS adları ile alınmıştır.

Efenk Deresi: Beypınar ve Sadiye bölgesinde Efenk adı ile doğar. Sonra Kızıldere adını alır ve MÜFTÜ DERESİ olarak denize dökülür.

Tece Deresi: Fındıkpınarı civarının suyunu toplayarak Fındık Deresi olarak güneye iner. Sonradan Tece Deresi adı ile denize dökülür.

4. İKLİMİ

Mersin’de Akdeniz iklimi hakimdir, bu nedenle de kışları ılık, yaz ayları da sıcak geçer. 1308 (1892) tarihli bir belge, Mersin’in mevkiîni, arz ve tul derecelerini belirttikden sonra iklimini söyle tanımlamaktadır: “Füsulu erbaadan (Dört Mevsim) bahar ve sonbahar mevsimleri gayet latif ve mevsimi şita (Kış Mevsiminde) yaz günlerindeki haziran, temmuz, ağustos aylarında hükmünü icra eder.


5. İDARİ YAPI

Mersin, 1830’lu yıllarda küçük bir köydür. Bağlı olduğu nahiye (Bucak) Göğcelidir.



Bucak Merkezi: Mersin köyü 1852 yılında Bucak (Nahiye) olmuştur.

Mersin Kaza Oluyor: 1864 yıllında Mersin Nahiyelikten kurtulmuş ve Tarsus’tan ayrılarak kaza olmuştur.

Mersin Liva (Mutasarrıflık) oluyor: 1888 tarihinde Mersin Mutasarrıflık olmuştur. Mutasarrıflık, Vilayetle Kaza arasında eskiden mevcut bir idari kademe idi.

Mersin Vilayeti: 1924 yıllında Mersin, Cumhuriyetle birlikte livalıktan kurtulmuş vilayet olmuştur. Adı Mersin Vilayeti’dir.

Mersin ismi 9 yıl sürebilmiş 2197 sayılı kanunla Silifke Vilayeti ile Mersin vilayeti birleştirilmiş ve vilayetimizin adı (İÇEL) vilayeti olmuştur.


6. SOSYAL KÜLTÜREL HAYAT

Mersin Devlet Opera ve Balesi:

Türkiye’nin dördüncü yerleşik Opera ve Balesi’dir. Bakanlar Kurulu’nun 27.10.1990 tarihli ve 1098 sayılı kararı ile kurulmuştur.

4.01.1997 yılında Kültür Bakanlığı’na devredilen eski Halkevi binasında hizmet vermektedir.

İçel Sanat Kulübü

Mersin’de Camiî Şerif mahallesinde bir SANAT SOKAĞI vardır. Bu sokakta bulunan üç bina sanat severleri bir araya toplayarak kültür ve sanata ışık saçar. Bu üç bine Nevit Kodallı Salonu, Teoman Ünsan Sanat Galerisi ve Lokal Binası’dır.

Bu salonlarda sergiler, konserler, konferanslar, panelle, sempozyumlar anma törenleri tertiplenir.
Flormani Derneği

Mersin’de yurt çapında ulusal ve Evrensel Çok Sesli Sanat Müziği’ni yaymak gayesiyle faaliyet veren bir dernek vardır. Bu dernek “Mersin Flormani Derneği” dir.



Türk Musikî Derneği

Mersin’de aynı konuda faaliyet gösteren iki tane Türk Musiki Derneği de Sanat Müziği sevenleri bir araya toplanmıştır.



Kütüphaneler

İl Halk kütüphanesi ve merkez çocuk kütüphanesi olmak üzere iki tane kütüphane bulunmaktadır.



Mersin’de Basın

Mersin’de halen yayın hayatını sürdüren yerel gazete ve dergiler şunlardır:

Son Haber, Yüksel, Hakimiyet, Katılım, Mersin Olay, Bulvar, Havadis Mersin- Ekonomi Politika

Dergiler

İçel Sanat Kulübü Dergisi, Deniz Ticaret Odası Dergisi, Mersin Ticaret ve Sanayi Odası Dergisi, Yurdakul Dergisi.



Giriş kısmındaki bilgiler,

Şinasi Develi,

Akdeniz’de bir inci kent Mersin, 1998 adlı kitaptan alınmıştır.

1. BÖLÜM
1.1. ANLATMAYA DAYALI TÜRLER
1.1.1. Masal

Anonim Halk Edebiyatı mahsullerinin en yaysın olanlarından biri de masaldır. Bu mahsullere ad olarak verdiğimiz kelime Habeşçe “mesl”, Ârâmice “mesla” ve İbrânice’deki “masâl”dan, Araplara “mesel, mâsal” şekli ile mukayese ve karşılaştırma mânasıyla geçtikten sonra Türkçe’ye mal olmuştur.

Bir çok yazarlar tarafından “hikaye, efsane, menkabe, kısa, fabl, atalar sözü, tekerleme vb” karşılığında kullanılmış, düşünülmüş ve tespit edilmiş olan masal bazı Türk boylarındaki lehçe ve ağızlarda ayrı ayrı isimler almaktadır. Çuvaş Türkleri’nin “hallap”, Kazakların, Kırgızların, Kazanlıların “ertek, ertepi” Teleutların “çorçek” ve Doğu Türkistan Türkleri’nin aynı kökten “çoçek” deyimini kullandıklarını biliyoruz.

Masalları hakim vasıflarına göre “Bilinmeyen bir yerde bilinmeyen şahıslara ve varlıklara ait hadiselerin macerası, hikayesi” olarak tarif edebiliriz. Sözlü edebiyat ananesinin mahsulü bu hikayelerin bilinmeyen zamanı “vaktiyle”ye karşılık bir “evvel” zamanıdır. Türk masalcılarının gramer kategorisinden “mişli geçmiş” veya “geniş zaman” ile hikaye, roman üslubu yarattığı bu zaman, varlığı ile yokluğu tereddüde düşüren “bir varmış bir yokmuş” tekerlemesinde kendini gösteren bir geçmiş zamandır. Bu zaman masal kahramanına geniş hareket imkanı verdiği için hür zamandır. İşte böyle bir zaman içinde vakit geçirmek, insanları eğlendirirken terbiye etmek düşüncesinden hareketle, hususi bir üslupla anlatılır ve yazılır. Umumiyetle kadınlar tarafından anlatılan ve sonradan bir kısmı meraklılarınca yazıya geçirilen bu mahsullerin kahramanlarının yazdıkları veya bulundukları ülkeleri tespit ve tayine imkan yoktur.

Masalların kahramanları: İnsanlar (padişah, tüccar, oduncu, keloğlan, Arap vb.); hayvanlar (aralan, tilki, at, güvercin, papağan vb.); bitkiler (ağaç, çiçek vb.); maddi unsurlar, alet ve eşya (dağ, taş, mağara, kuyu, su, sofra, seccade, değirmen, ayna, çalgı vb.); hayalî yaratıklar (dev, cin, peri vb.) yalın fikirler (akıl, zeka, iyilik, kötülük, güzellik vb.) gibi akla gelen her şeydir.

Masalcı bu kahramanları, zaman-zaman eski inanç din, kültür ve medeniyet unsurlarından gelen malzemenin kompozisyonu içinde dinleyicisi ile okuyucusuna “hikaye, dram, fıkra” biçimlerinde anlatır. Menkabe gibi “inanma” hususiyeti taşımayan masallar, bizde bir başlangıç, bir asıl masal ve bir de sonuç olmak üzere üç kısımda toplanabilir. Başlangıç bir tekerlemedir. Dinleyicinin dikkat ve alakasını masal üzerine çekmekte kullanılan “seci”li bir nedir veya manzum-mensur bir formüldür. Asıl masalın muhtevası dışında, müstakil bir hüviyet gösteren bu formüller, hadiseleri birbirlerine bağlamak ve dağılan alakayı tazelemek maksadı ile hikayenin ortasında da kullanılabilir. Sonuç, kahramanların kaderlerini tayin eden bölüm olarak tiyatrodaki perde kapısına benzer şekilde, hafızalarda kalacak kısa bir tekerleme ile nihayet bulur.

Masalcı, masalını ona dili ile tabii Türkçe ile anlatır, o, dilin zevk ve şuuruna yükselmiş bir sanatçıdır.

Umumiyetle okumanın ve yazının gelişmediği devirlerde ve muhitlerde nesillerden nesillere intikal eden ve hususiyle geceleri söylenen masalların ilk yaratıcılarını bilemiyoruz. Sonraları hafızadan hafızaya geçen bu mahsullerin “musannif” adı verilen ikinci ve üçüncü elden anlatıcıları karşımıza çıkıyor. Biz Türkçe’de bu sanatçıya “masalcı”adını veriyoruz.

İnsanlığın hayat içinde ve tabiat karşısındaki ortak duygu ve düşüncelerinin temelini işleyen masallar, söyledikleri dile göre milli karakter kazanırlar.

Hint ve Türk masalı deyişimiz bundandır. Zamana, muhite ve inançlara göre değişikliklere uğrayan; bazen eski motiflerini kaybedip yeni motiflerle beslenen bu mahsuller meraklılar ve dilcilere muhtelif usullerle tespit edilmekte, yazarlar tarafından sanat eseri haline getirilmektedir.*


1.1.1.1. Kedi Prens

Bir varmış bir yokmuş. Bir köyde fakir bir kadın ile kızı varmış. Bu kız ile kadının evine her gün kara bir kedi gelirmiş. Bu kedi üstlerine yatarmış. Bunlar bu ağırlıktan usanmışlar. Günde böyle, günde böyle...

Kedi bir gün bir yere gider. Sırtını soyunur. Kedinin sırtını içinden insan çıkar. Cebinden de bir fındık çıkartır. Fındığın içinden de hanımı çıkar. Ondan sonra kedi tekrar sırtını giyerek eve gider ve kadın ile kızın üstüne yatar. Kız, bu olan biteni görür. Sabah olunca annesine:

“Bugün ben bir rüya gördüm. Böyle böyle. Bu kedimiz gidiyor, kedi sırtını soyuyor. Cebinde de bir fındık çıkartıyor. Bu fındık kabuğundan da karısı çıkıyor. Karısı da gidiyor bir altın dağına varıyor. Altın dağından bir parça kapıyor. Gümüş dağına varıyor. Gümüş dağından da bir parça kapıyor. Bakır dağına varıyor. Bakır dağından da bir parça kapıyor” der.

Kedi adamı uyutunca karısı gider bir çadıra varır. Bu çadırda bir zenci varmış. Bu zenci ile ilişki kurar. Tekrar eve gelir ve yatar. Kız sabah olunca kediye bunları anlatır. “Böyle böyle oluyor; Ama bunları rüyamda oluyor” der. Kedi sinirlenir, tüyleri diken diken olur. Ondan sonra sırtını soyar.

“Bunu aslı varsa benimsin, yoksa seni öldürürüm” der.

Kedi içkiyi içer ve yatar. Uyur numarası yapar. Karısı yine aynı şekilde kalkar yola koyulur. Kız ile kedi adam kadının peşine takılır. Altın dağına varırlar. Kız:

“İşte, altın dağını gördün mü?”

Bayağı bir yol aldıktan sonra bakır dağına da varırlar.

“İşte, bakır dağını da gördün mü?”

“Gördüm”

Bakır dağına ,gümüş dağına yani üç tane dağa varırlar. Çadıra gelirler. Zenci adam, kedinin karısına” neden geç kaldın?”diye bağırmaktadır. Kadın kedinin evinde de nazlar,cilveler yaparmış. Daha sonra kadın zenciyle ilişkiye girer. Geri döner ve eve gelir. Kedi gözleriyle olan biteni görür. Karısına:

“Kızgın katır mı istersin, kesin satır mı?”der.

Kadını katırın kuyruğuna bağlar. Katırı sürdürür. O kızla da evlenir ve ererler muratlarına.

EMİNE BULUT
1.1.1.2. Evi Ev Yapan Kadındır

Bir padişahın kızı, babasının yanında devamlı olarak evi ev yapan kadındır dermiş. Sürekli olarak bu kelimeyi kullanırmış. Babası yani padişah buna kızmaya başlamış.

“Kızım ben insan değil miyim? Evi ev yapan kadındır diyorsun erkek insan değil mi?”demiş

Padişah bir gün baş vezirine: “Git dolaş, benim ülkemdeki en tembel delikanlıyı bul getir” der. Baş vezir memleketi dolaşmaya başlar. Orada burada derken bir armut altında iki genç yatmıştır. Tam boş verir onlara yaklaşacağı sırada armut ağacından bir armut düşer. Yerde yatan gençlerden bir tanesi:

“Üşenmesem de şu düşeni alsam yesem” der.

Yatan öbür genç:

“Bu sözü üşenmeden nasıl söyledin?”der.

Baş vezir bu konuşmaları duyar. “Tamam bundan daha tembel olamaz. Konuşmaya bile tembellik yapıyor” der ve hemen adamı yakalar padişaha götürür.

“ Padişahım durum bundan ibaret”

Padişah:

“ Nasıl?”

Vezir:


“İki genç armut ağacının altında yatıyorlardı. Bir armut düştü. Gençlerden bir tanesi, üşenmesem de şu armudu alsam yesem dedi. Ama bu getirdiğim ona üşenmeden bu sözü nasıl söyledin? dedi. Ben de en tembel bu diye bunu alıp geldim.”

Padişah:


“Tam. Olsa olsa tembel bu kadar olur. Bundan tembel bulunmaz” der. Bu adamı giydirir kuşatır. Adama:

“Allah’ın emriyle kızımı sana verdim. Kızımla evleneceksin” der.

Adam tabii itiraz eder mi? Yiyeceği yok, giyeceği yok. Tarlası, takımı yok. Bir padişah kızıyla evlenmeyi derhal kabul eder. Padişah bu genç ile kızını tam kırk gün, kırk gece davullu zurnalı düğünle evlendirir. Birkaç gün bunları evde misafir ettikten sonra, bir kese altın vererek kızına:

“Kızım Evi ev yapan kadın mı, erkek mi? Sen bir kadınsın bir ev yap da göreyim. Ülkemi terk et” der.

Kız ile oğlan uzak bir ülkeye yerleşirler. Kız orada beyine ticaretle uğraşmaya başlar. Adam, birkaç sene içerisinde hayli zengin olur. Açları doyurur. Öksüzleri, yetimleri himayesi altına alır. Böylece kendisini herkese tanıtır ve sevdirir. Tembelliği kalmaz. Nihayet o ülkede bir krala ihtiyaç duyulur. Oranın halkı bu adamı kendilerine yönetici olarak seçerler. Ülkesini idare etmeye başlar.

Padişahın kızı, babasına bir mektup göndererek ülkesine davet eder. Fakat ordusuyla gelmesini söyler. Babası bu mektubu alınca “Komşu ülkenin padişahı beni davet ediyor” diyerek, memnuniyetle bu teklifi kabul eder. Uzun bir hazırlık yapar. Ordusunu da hazırlayarak komşu ülkeye sefere gitmeye karar verir. Tabii padişah, gelenin kayınpederi olduğunu bilmektedir. Hanımı da babası olduğunu bilir; Ama kendilerini belli etmezler. Babalarının kendilerini tanımamaları için kılık değiştirirler. Günlerce padişah ve ordusunu yedirir, içirir ve besler. Nihayet bir gün padişahın kızı babasına:

“Babacığım, sizin bir kızınız varmış. Sizin yanınızda her zaman, Evi ev yapan kadındır dermiş. Siz de ona kızarmışsınız. Kendi ülkemizden tembel bir gençle onu evlendirmişsiniz. Hududunuzun dışına çıkarmışsınız. Doğru mu?” der.

“Doğru olmaya doğru ama, siz bunu noksansız olarak kimden öğrendiniz? Nasıl biliyorsunuz böyle olduğunu?”

Bu arada padişahın kızı ve tembel damadı, tanımamak için giydikleri giysileri çıkarırlar. Kız:

“Baba benim. Ben senin kızınım. Evi ev yapan kadındır diyen kızın benim” der.

Padişah:

“Haklıymışsın kızım.”

Sarılır, öpüşürler ve mutlu olurlar. Onlar mutlu olur, bizim de masalımız burada son bulur.

ARİF ZEKİ DEMİRCİOĞLU


1.1.1.3. Çöpten Kız

Evvel bir kadıncağızın hiç çocuğu olmazmış. Evleneli altı yedi sene olmuş. Kocası da zenginmiş, ama çocukları olmuyormuş. Kadın Allah’a yalvarmış:

“Ey Allah’ım bir çöp ver” demiş.

Aradan zaman geçer. Kadın hamile kalır. Yeşil çöpten bir kız dünyaya getirir. Kadın kocasına: ”Git biraz pamuk al çocuğun üzerini örtmek için yorgan yapalım” der.

Kadın kocasına çocuğun yüzünü göstermezmiş. Adam “Nasıl yapabilirim, çocuğun yüzünü nasıl görebilirim?” diyerek ilerler. Pamuğu alır getirir. Hanımına:

“Hanım git bunu bakkaldan tarttır gel. Ben bunu tarttırmadım. Parasını vermemiz lazım” der.

Kadıncağız saf bir kadın olduğu için buna kanar. Bakkala pamuğu tarttırmaya gider. Adam hele şu çocuğun yüzünü bir görelim diyerek beleği çözer. Bakar ki, bir gök çöp. Bu çöpü döndürür, döndürür dışarıya fırlatır. O çöp bir meydanlığa düşer ve orada yarı yeri gümüş bir ağaç olur. Kadın eve gelir. Bakar ki, çöp yok. Ağlar, sızlar. Kocası karısına kızar:

“Sen serseri misin? Beni de kandırdın. Bundan çocuk olur mu? Bir de bana pamuk aldırdın” der.

O sırada bir padişahın oğlu evleniyormuş. Kendisine eş olarak da amcasının kızını alıyormuş.” Gerdeğe girmeden önce herkesin ziyaret ettiği yarı yeri altın, yarı yeri gümüş ağacı ziyaret edelim, gerdeğe öyle girelim” der.

Ağacın dibine gelip bir çadır kurdurur. Çadırın yanına da iki tane muhafız verir. Bunlar padişahın oğlunu bekleyeceklerdir. Akşam olur. Yemeklerini yer ve yatarlar. Akşamdan artan yemekleri de tabaklara koyarlar. Padişahın oğlu muhafızlara:

“Dikkat edin” der.

Onlar yattıktan sonra ağaç yarılır. Ağaçtan dünya güzeli bir kız çıkar. Tabaklara konulan artık yemekleri yer. Padişahın oğlunun ayağının ucuna altın, başının ucuna gümüş koyar. Yerine girer ve ağaç kapanır. Padişahın oğlu sabah kalkar bakar ki, ayağının ucunda altın, başının ucunda gümüş var. Tabaktaki yemek de yenmiş. Muhafızları çağırır.

“Gelin bakalım. Yahu siz beni beklemediniz mi?”

“Evet.”


“Bunları kim koydu?”

“Ne bilelim”

“Allah Allah!”

“Gene aynı yerde bekleyin bakalım” Beklerler. Ertesi akşam yine yatarlar. Ama adam hiç uymaz. Gene kız yemeği yer. Bu sefer baş ucuna altın, ayak ucuna gümüş koyar. Tam gideceği sırada padişahın oğlu kızı tutar. Karyolaya atar. Ortaya da kılıcını koyar ve yatarlar. Sabah olur. Kız daha uyanmamıştır. Her ikisi de baygın yatmış. Vakit bayağı ilerlemiş. Adam o gece gerdeğe girecek. Oğlan etrafındakilere

“Hadi bakalım gidelim. Ama çadırı yıkmayın” der. Atlara biner ve giderler. Kız da kalkar bakar ki, gün öğlen olmuş. Ağacın yanına gider; ama ağaç açılmaz.

Padişahın oğlu saraya gelir. Devamlı olarak kızı düşünür. Padişah:

“Oğlum ne düşünüyorsun?”

“Hiç”


Adam vezirlerine sorar, “Bu oğlan neden böyle düşünüyor?” diye.

“Böyle böyle oldu.”

Padişah kızı bulmak amacıyla ne kadar insan varsa evin önünden geçsin emrini verir. Onlar gece dursunlar. Öteden bir çoban gelmekte. Oğlan çobana:

“Üstündeki giysilerini bana ver. Ben de kendi giysilerimi sana vereyim. Davarlarını da bana ver. İstediğin kadar altın ve gümüş vereyim” der.

Çoban kabul eder. Giysileri değiştirirler. Oğlan bu insanların arasına katılır. Her geçen” O kız bendim” ya da “O kızı ben gördüm” demektedir. Oğlan yalan söylediklerini anlar. O esnada bir çoban gitmektedir. Onu da çağırırlar. Oğlan çobana

“Yollarda ne gördün”der.

Çoban:

Meydanlıkta bir kız:



“Yeşil çadır kurulu gördüm

Altın maden yanılı gördüm

Ne ettim,ne ettim

Ben yarimi ne ettim”

diyerek ağlıyor der. Oğlan bu sırada tıraş olmaktadır. O akşam gerdeğe girecektir. Tıraş oluncaya kadar çobanı söyletir. Oğlanı akşam gerdeğe katarlar. Gelin oğlanın karşısında süzülür. Kendisini istemediğinin farkındadır. Oğlan kızla yatamaz. Kızdan dışarı çıkmak, yani helaya gitmek için izin ister. Kız aslında dünya güzeli kızdır. Oğlan kızın yüzü örtülü olduğu için tanımaz. Kız:

Kaçacaksın.”

Oğlan:

“Yok ya!”



Oğlan ibriğe bir ip bağlar. Kıza “Çektiğinde ses geliyorsa ben buradayım. Eğer gelmiyorsa ben kaçmışımdır” der. Oğlan dışarı çıkar. Kız ipi çeker. Tangır tungur ses gelir. Oğlan odaya döner. Kız oğlanın niyetini anlar.

“Beni bırakıp gidersen kendimi öldürürüm” der.

Oğlan bakar ki, kendini öldürecek. Bu esnada sabah olur. Oğlan kızın yüzünü açar. Bir de bakar ki, dünya güzel i kız karşısında. Tabiî çok sevinir. Annesiyle babasını çağırır.

“İşte benim alacağım kız” der.

Amcasının kızını da çeyiziyle birlikte evine gönderir. Kırk gün, kırk gece düğün yapılır. Oğlan kızı alır.

MEHMET AKDAĞ


1.1.1.4. Sıçan Adası

Bir kadının bir oğlu varmış. Babası ölünce oğul annesine demiş ki: “Anne babam ne iş yapardı? Bana o işi söyle de babamın işlerini ben yürüteyim”.

Annesi söylememiş. Babasının bakkal dükkânı varmış. Annesi bakkal dükkânını batırır diyerek söylemek istemez. Daha sonra dayanamaz ve söyler. Çocuk dükkânı açar. Bakar ki, dükkânda pirinç eksik. Bunun üzerine annesine:

“Bana yüz lira ver de pirinç alayım, geleyim” der.

Annesi de verir. Yola koyulur. Baksa ki yolda çocuklar bir köpek tutmuş dövüyor.

“Niye dövüyorsunuz?”

“Bizim yüz liralık etimizi yedi.”

“Alın size yüz lire” der ve köpeği alır, gelir. İkinci defa annesinden pirinç için yüz lira ister. Annesi daha önce verdiği parayı harcadığı için çıkışır. Dayanamaz sonunda verir. Gelse ki aynı çocuklar bir kedi tutmuş dövüyorlar. Elindeki yüz lirayı da vererek bu kediyi de alır. Eve gelir. Annesinden yine pirinç için yüz lira ister. Annesi çıkışarak da olsa parayı verir. Yola koyulur. Aynı yere geldiğinde bir de bakar ki, çocuklar bir yılan tutmuşlar. Ateşi de yakmışlar. Bu yılanı yakmak istiyorlar.

“Aman yakmayın, niye yakıyorsunuz?” Eline bir taş alır. “Zaten Beni kandırdınız” diyerek çocukları kovalar. Yılanı ateşten kurtarır. Yılan:

“Benim arkama düş insanoğlu. Ben gideceğim, sen arkadan geleceksin.” Bir taşın kovuğuna varır. Der ki:

“Şimdi ne kadar yılan varsa sana hücum eder. Babam padişah şöyle bir daire çizer. O dairenin dışına çıkma ve hiç korkma. Şimdi vardık mı, Babam:

“Altın vereyim, para vereyim” der. Sen de deki:

“Parmağındaki yüzüğünü dilerim. Başka bir şey almam.”

“Olur.”


Deliğe giderler. Ne kadar yılan varsa hücum eder. Tabii babası bir daire çizer.

“Oğlum kızımı kurtarmışsın. Ne istersin? Bir terkep altın mı, öteberi mi istersin? Sana vereyim” der.

Yok bir şey istemem. Parmağındaki yüzüğü versen tamam.”

“Oğlum parmağımdaki yüzüğü ne yapacaksın? Sana bir terkep altın vereyim götür evinde kullan”

“Yok”

Mecbur olur, yüzüğü verir. Oğlan “Allahaısmarladık” der ve oradan ayrılır. Kız da arkasında yürür. Yılan:



“Nereye gidiyorsun kızım?”

“Baba yolu tarif edeyim. Yolu bilmez.”Dışarı çıkarlar. Yılan kız:

“Bu yüzüğü yaladığın zaman bir Arap gelir. Emret Ağa! Yakalım mı, yıkalım mı bu dünyayı? Sen emret” der.

“Sen ne emredersen getirir. Korkma. Oğlan eve varır. Annesi:

“Hani pirinç?”

“Gelecek anne. Şimdi yüklettik arabaya gelecek”. Akşam olur. Karanlık çökünce yüzüğü yalar. Bir Arap gelir.

“Emret Ağa!”

“Hiçbir şey emretmeyeceğim. Şimdi bana acele bir araba pirinç getir” Beş dakika içerisinde pirinç gelir. Dükkan, kiler her yer pirinç ile dolar. Oğlan daha sonra annesine:

“Anne padişahın üç tane kızı var. Küçük kızına bana dünür ol” der.

“Oğlum padişah bize kız verir mi? Bir kel ahırımızdan başka hiçbir varlığımız yok”

“ Ya! Sen git bir dünür ol” Annesi saraya verir. Merdivenden yukarı çıkar. Büyük kız kadına bir tepik atar. Kadın tangır tungur aşağı yuvarlanır. Ağlayaraktan eve gelir.

“Yavrum böyle böyle. Demedim mi sana?”

“Ana bir daha git”. Kadın gene gider. Merdivenden çıkar. Bu kez ortanca kız bir tepik atar. Kadın yuvarlanır. Ağlayarak eve gelir. Oğlan:

“Ana bir daha git. Varınca altın sandalyeye otur. Öyle yere mere oturma” diyerek tembih eder. Kadın tekrar saraya varır. Tam, küçük kız niye geldin? diyecekken; padişah kadını görür ve kızını durdurun. Kadın varır, altın sandalyeye oturur. Padişah içinden bak bak, yere oturmuyor altın sandalyeye oturuyor diye geçirir.

“Ne o, teyze. Hayrola, niye geldin?”

“Allah’ın emriyle, küçük kızına dünürüm padişahım”

“Olur olur. Yalnız benim sorayım gibi bir saray isterim. Kırk gün içinde yapılacak. Önünde bahçesi, havuzu her şeyi olan bir saray. Kırk gün sonra davullar başlayacak. Oğlun isteklerimi yerine getirirse, kızımı veririm”

Kadın, “Biz bunu nasıl yaparız?” diye ağlayarak ve söylenerek eve gelir. Oğlan:

“Ne dedi?”

“Böyle böyle”

“Hiç korkma.” Oğlan keyiflenir. Günler geçer. Otuz dokuzuncu gün gelir. Kırkıncı gün, istekleri yerine getirmezse oğlan idam edilecektir. Otuz dokuzuncu günün gecesi oğlan kalkar. Yüzüğü yalar. Arap gelir.

“Şu meydanlık yer var ya. Buraya padişahın sarayından güzel bir saray yap. Her tarafı pırıl pırıl, önü bahçeli ve havuzlu olsun” der.

“Tamam”

Padişah:


“Hanım, hanım! Kalk hele kalk”

“Ne var?”

“Yahu, namazı geçirdik. Gün ağarmış.”

Kalkar bakarlar ki, saat daha namaz zamanı değil. Saat on iki. Karşılarında her yanı pırıl pırıl bir saray var. Evin ışığı etrafa yayılıyor. Kendi saraylarında güzel. Ertesi gün padişah oğlanı çağırtır.

“Tamam oğlum. Kızımı verdim gitti.”

Oğlan, kırk gün kırk gece düğün yapar ve kızı alır. Bunu bir Yahudi oğlanı sezeri. Nasıl bir günde ev yapılır, padişah kızını nasıl verir?” diye düşünür. Gerdek gecesinin sabahı bir sepet incir getirir. Sarayın önünde bağırır.

“İncir alan, incir alan” kış günü incir olur mu? Bunu bir yerden bulmuş satacak. Taze gelin pencereden atılır.

“Kardeş, inciri koca veriyorsun?”

“Ya, kolay abla.”

Oğlan bakkal dükkanındadır. Yahudi bakkal dükkanına gitmiş, oğlanın elinde yüzük olmadığını görmüştür. Yahudi yukarı çıkar.

“Kolay, senden belki para bile almam.”

“Olur.”


Tabii kadın bunun kötü biri olduğunu bilmez.

“Ne vereceğiz incire?”

“Şu masanın üstünde yüzük var ya.”

“Evet.”


“O yüzüğü ver. İnciri sepet ile sana veririm.”

“Yahu, ne yapacaksın yüzüğü? Para iste para vereyim.”

“Yok. O yüzüğü ver bana.”

Kadın yüzüğü verir. Adam da gider. Bu arada yüzüğü masada unuttuğu kocasının aklına gelir. Kimsel almaz diye düşünür. Nasılsa evde hanımdan başkası yok” der.

Eve gelse baksa ki, masanın üstünde yüzük yok. Tekrar dükkana gider. Bu orada akşam olur. Yahudi yüzüğü yalar. Arap gelir.

Emret Ağa! Yakalım mı, yıkalım mı bu dünyayı? Sen emret.”

“Bak, sana bir şey diyeyim Arap. Dünkü evlenen aileyi sıçan Adası’na götüreceksin.”

Sıçan Adası da dünyanın bir ucuymuş.

“İçinde hanım ile beraber o evi öylece alacaksın, Sıçan Adası’na götüreceksin.”

Akşam adam eve gelir. Baksa ki, ne ev, ne bir şey var. Bunun üzerine annesinin yanına gider. Annesi:

“Oğlum sen daha dün evlendin. Niye geldin buraya?”

Oğlan hiç seslenmez. Annesi de önceden gidip bakmış, evin yerinde olmadığını görmüştür. Ne yapacağız, ne edeceğiz diye düşünmeye başlarlar. Aradan beş, on gün geçer. Bu sırada köpek ile kedi kendi aralarında konuşur. Köpek der ki:

“Yahu, kedi kardeş. Bu adam yüz lira verdi. Bizi kurtardı. Bu adamı arayalım on gündür yok adamcağız.”

Bu arada padişah, kızıyla sarayın gittiğini anlar ve damadını hapse atar. Kedi:

“Her tarafı arayalım. Daha sonra bir yerde buluşalım.”

“Olur.”


Köpek, kasabın önüne varır. Kasabın önüne atılan kemikleri yemeğe başlar. Arama işlemine katılmaz. Ama kedi her tarafı arar. Bunlar sözleştikleri yerde buluşurlar.

Kedi:


“Nereyi aradın?”

“Filan yeri aradım.”

“Nere kaldı?”

“Bir hapishane kaldı.”

“Orayı da arayalım.”

Kedi hapishanenin kapısına gelir ve miyavlamaya başlar. Tabii yirmi beş, otuz gün geçmiştir. Adam gardiyancıya:

“Arkadaş, şu miyavlayan kedi var ya.”

“Heye.”


“Onu getir buraya bir göreyim. Kediye bir laf söyleyeceğim. Daha sonra kedi çıkıp gidecek.”

“Olur.”


Kedi gelir.

“Ne oldu ağa. Nedir senin vaziyetin?”

“Böyle böyle.”

“Olur. Ben onu bulurum.”

O arada bir sıçan gidiyormuş. Kedi bu sıçanı tutar. Sıçan:

“Dur ağa dur. Beni yeme. Sana aradığını bulurum.” Kedi kabul eder.

“Senin aradığın Sıçan Adası’nda”

Kedi köpeğin yanına verir. “Köpek kardeş böyle böyle” der.

Sıçanı da olarak, denizin kenarına varırlar. Kedi köpeğin üstüne, sıçan da kedinin üstüne biner. Denizde yüzerler. Sıçan adasına varırlar. Sıçan kediye:

“Bana üç gün izin ver. Sana dördüncü gün o yüzüğü getireceğim” der.

“Olur. Sen yüzüğü getir. Bir hafta gene veririm.”

Sıçan yola koyulur. İki günde Yahudi’nin kapısına gelir. Daha sonra da pencereye varır. Adamın ağzında yüzüğü görür. Adam, yüzüğü kaybetmemek için dilinin altına koyar, öyle yatarmış. Sıçan bunu görür. Daha sonra kedinin yanına gelir.

“Ağabey, bana bir gün daha izin vereceksin. Yüzüğü buldum; Ama almaya imkân yok.”

Bir gün daha izin verirler. Sıçan tekrar Yahudi’nin evine gelir. Kuyruğunu ıslar ve birer çanağına sürer. Adamın burnuna kuyruğunu çeker. Adam “Tuh!” deyince yüzük de düşer. Sıçan yüzüğü aldığı gibi kaçar. Kediye getirir.

“Al kardeş. Beni gayri bırak.”

“Tamam ağa.”

Köpek:

“Ağayı sen buldun. Yüzüğü sen buldun. Ben seni tövbe karşıya geçirmem.”



“Yahu, senin ağzın, büyük bir balık, malık tutar. Onu yiyeceğim derken yüzük düşer. Sen bunu etme. Ben götüreyim.”

“Olmaz. Denizi geçirmem.”

Kedi kabul eder. Denizin ortasına varınca, balık köpeğin ayağını tutar. Köpek ayağını kurtarayım derken yüzük düşer. Öteki tarafa geçerler.

Kedi:


Köpek kardeş. Yüzüğü ver de, ağaya yetiştireyim.”

“Balık ayağım tuttu. Kurtarayım derken yüzük düştü.”

Orada dövüşür ve ayrılırlar. Kedi “Şimdi yüzüm yok. O tarafa gidemem” der ve bir balık tutup yemeğe başlar. Köpek de kasapların yanına gider. Balıkçılar balık tutar ve balığın içinden yüzük çıkar. Kedi bunu görür ve yüzüğü alır. Kedi köpeği bulur.

“Köpek kardeş, köpek kardeş. Yahu, ben yüzüğü buldum.”

“Aman, aman. Kedi kardeş sen götür.”

Hapishanenin oraya varırlar. Kedi miyavlar. Ağası duyar. İçeri girer ve yüzüğü ağasının dizinin yanına koyar. Adam:

“Hadi gidin. Allah’ın izniyle, akşam varırım ben.”

Adam, hapishanede altı sene yatmış, gülmemiş. Kedi gelince güler. Arkadaşları sorarlar.

“Yahu, niye güldün?. Sen beş, altı senedir gülmemiştin. Niye güldün?”Gırgır geçerler.

“Hadi. Sen de ya!”

Akşam olur. Adam yüzüğü yalar. Arap gelir.

“Emret ağa! Yakalım mı, yıkalım mı?”

“Beni buradan çıkarı ver. Bütün arkadaşları da evlerine dağıt.” Arap denilenleri yapar.

“Hapishaneyi yık. Taşını, toprağını denize dök bakayım.” Onu da yapar.

“Sıçan Adası’nda evi de getir bakalım.”

Arap evi de getirir. Adam, baksa ki, Yahudi oğlanla hanımı yatıyor. Bu arada padişah bunu görür.

“Hapishaneden nasıl çıktın? Tutun şunu öldürün”

“Gel, gel. Şu kızının yaptığını görüyor musun?”

Padişah baksa ki, Yahudi oğlanla kızı yatıyor.

“Senin kızın bana bunu yaptı.”

Adam onları kaldırır. Ellerini bağları “kırk satır mı istersiniz, kırk katır mı?”

“Kırk katır isteriz” derler. Katıra onları bağlar. Parça pinik olurlar. Oğlan padişaha ortanca kızını alacağım” der. Davullu zurnalı düğün yaparlar. Kızı alır. Gökten bir elma düştü. Onu da ortaya böldük. İşte böyle bitti.

MEHMET AKTAĞ


Yüklə 493,21 Kb.

Dostları ilə paylaş:
  1   2   3   4   5   6




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin