1.1.2.2. Eshab-I Kehf
Tarsus’ta Dakyanus adında bir kral varmış. Bu kral tanrılık davası görüyormuş. Kur’an-ı Kerim’de Civan-ı Mert olarak geçen bu altı kişi, bakarlar ki, bu adam da kendileri gibi biri. Yiyor, içiyor zamanı geldiğinde her insan gibi ölecek. Öldüğü zaman bu alemi kim idare edecek. Bu kral sahtekâr derler. Dakyanus’un krallığını kabul etmezler. Zamanla bu Dakyanus’un kulağına gider.
Dakyanus’a derler ki:
“Burada birkaç tane genç var, seni tanrılığa kabul etmiyor.”
Dakyanus:
“Getirin bakalım onları” der.
Bu gençleri huzura getirirler ve Dakyanus sorar:
“Siz kimi tanrı bilirsiniz?”
Gençler derler ki:
“Biz Hûdaperestiz. Sen sahtekârsın. Bizim gibi yiyorsun, içiyorsun, hasta oluyorsun. Zaman gelip öldün müydü bu alemi kim idare edecek?”
Dakyanus bunları hapse atacak olur. Bu gençler Dakyanus’un vezirlerinin oğullarıymış. Vezirler Dakyanus’a derler ki:
“Sen hemen bunları zindana atma. Nasihat eyle, belki nasihatını tutarlar.”
“Öyleyse ben sınırı dolaşıp geleceğim. O vakte kadar eğer bu sözünüzden dönmezseniz sizi zindana atarım eğer sözünüzden dönerseniz o vakit yaşarsınız.”
Dakyanus sınırı dolaşmaya gider. Bu sırada gençler, kendi aralarında konuşup düşünürler. Derler ki:
“Bu geldiğinde biz bunu tanrılığa kabul etmeyiz.”
Dakyanus’un geldiğinde kendilerine kötülük yapacaklarını bildiklerinden bir gece şehirden kaçarlar. Dağ tarafına giderler. Sabah olunca koyun güden bir çobana rastlarlar. Ona sorarlar:
“Bura bir mağara yok mu?”
“Ne yapacaksınız?”
“Gizleneceğiz. Bu şehir halkı Dakyanus’u tanrı kabul ediyor. Biz kabul etmiyoruz. Bize kötülük etmemesi için kaçtık.”
“Eee, siz nesiniz?”
“Biz Hûdaperestiz” derler.
Böyle olunca çoban:
“Öyleyse ben de Hûdaperest olayım” der.
Çoban da katılır.
“Ben burada büyük bir mağara biliyorum. Kış olunca biz oraya sığınır, soğuktan ve yağmurdan korunuruz” der.
Kabul ederler. Çobanın köpeği de arkalarından gelir. Gençler, Çobana:
“Köpeği kov. Bizim yattığımız yerde bu olursa, mağaranın yakınından geçenlere burada olduğumuzu haber verir” derler.
Çoban köpeği ne kadar kovduysa gitmez. En sonunda iki ayağının üzerine dinelir ve der ki:
“Ben de sizin taptığınız Allah’a tapıyorum. Niye beni kovuyorsunuz? Ben sizi beklerim.”
Öyle olunca sıddıkları daha da artar. Gelsin derler. Mağaraya girer ve orada yatarlar. Köpek de mağaranın ağzına yatar. Cenab-ı Allah bunlara uyku verir. Üç yüz dokuz sene uyurlar. Bu arada Dakyanus seferden döner. Gelince bunları sorar. Gençlerin babaları derler ki:
“Bizim de paramızı alıp kaçtılar. Biz de nereye gittiklerini bilmiyoruz.”
“Hadi hazırlanın arayalım.”
Ata biner, dolanır ve gezerler. Gezerken Eshab-ı Kehf’lerin yattığı mağaranın yanına varırlar. Dakyanus:
“İnin bakalım burada ne var?” der.
Kimse inmeye cesaret edemez.
“Mağaranın kapısını örün. Nasılsa havasız kalır burada ölürler” der. Vezirin birini bu işle görevlendirir.
Dakyanus gidince vezir, mağaranın girişini yalancıktan kapatır. Çünkü kendi oğlu da içeridedir. Daha sonra bulundukları yerden ayrılırlar. Oradan geçen bir çoban bu taşları davar ağılı yapmak için alır. Böylelikle havasız kalıp boğulmaktan kurtulurlar. Aradan zaman geçer. Hz. İsa dini yani Hıristiyanlık yayılır. Tarsus halkı Hıristiyan olur.
Üç yüz dokuz seneden sonra bunlar uyanırlar. Eshab-ı Kehf’leri oluşturan gençlerin adeti çobanla birlikte yedi olur. İsimleri: Yemliha, Mislina, Mernuş, Tebernuş, Sazenuş, Kefeştatayuş, köpeğin adı da Kıtmir. Evvela Yemliha kalkar, ötekileri de uyandırır. Derler ki:
“Acıktık. Bir kişi gitsin de şehirden ekmek, yemek getirsin; Ama öyle bir şekilde gitsin getirsin ki, kimse bizim burada olduğumuzu anlamasın.”
Kimse çobanı tanımıyor diye çobanı gönderirler. Yahut ta içlerinden birisi tanınmamak amacıyla çobanın elbisesini giyer. Şehre gelir ve şaşırır. Şehrin kapısına bakar aynı ama adamlar değişmiş. Adamlar küçülmüş. Fırından ekmek alır, parayı uzatır. Fırıncı:
“Yahu sen bu parayı nereden aldın, yoksa define mi buldun?”
“Yok yahu. Biz buradan dün sabah gittik. Şimdi geldim, her şey değişmiş.”
“Bu para nereden geldi?”
“Bu para Dakyanus zamanından.”
“Oo Dakyanus geçeli çok oldu. Bizim beyimiz filanca. Tarsus Hz. İsa dinine girdi. Biz sizi bekliyoruz. Cenab-ı Allah, Eshab-ı Kehf’leri İncil’de bildirdi. Hangi mağaradan hangi dağdan çıkacaksınız? Sizi bekliyoruz.”
Fırıncı bunu beylerinin yanına götürür. İncil’i okuyanların hepsi Eshab-ı Kehf’leri görmek için toplanır.
“Haydi gidelim. Eshab-ı Kehf’leri görelim” derler.
Mağaranın yanına varınca Yemliha yahut çoban der ki:
“Siz birden bire mağaraya girecek olursanız arkadaşlar Okyanus geldi sanır, korkarlar. Siz bumda durun. Ben söyleyeyim çıksınlar görüşün.”
Kabul ederler, mağaraya girmezler. Yemliha yahut çoban arkadaşlarının yanına gider der ki:
“arkadaşlar, çok vakit geçmiş, biz çok büyük kalmışız; insanlar küçülmüş. Biz şimdi dışarı çıkacak olursak aleme seyir olacağız.”
Cenab-ı Allah’a kendilerini kurtarması için yalvarırlar. Allah yalvarmalarını kabul eder. Yerin altından yol açar. Şam’a Kırklar Dağı’na giderler. Bir rivayete göre orada uyurlar. Mağaranın dışındakiler, mağaraya girer; fakat onları bulamaz. Hâlâ o mağarada uyudukları sanılmaktadır.
SELİM KARAKAYA
1.1.2.3. Şahmeran
Sultan Süleyman, her hayvana kendi cinsinden bir baş dikmiş. Yılanlara da Şahmeran’ı baş dikmiştir. Yani Şahmeran yılanların başı olmaktadır.
Tarsus’ta bir kadın ile oğlu varmış. Bunların da ihtiyar bir komşusu varmış. İhtiyar komşu, dağdan merkeple odun yapar, getirir satarmış. Kadının oğlu delikanlılık çağına gelir. Kadın komşusuna der ki:
“Ey komşu! Bizim oğlan da seninle gitsin, dağdan odun getirsin, satsın geçimimize faydası olsun.”
Komşu kabul eder. Annesi oğluna merkep, ip, balta alır; komşusunun yanına katar. Bu oğlanın adı Camesab’dır. O da komşusuyla gider, dağdan odun kesip getirir ve evin geçimine fayda sağlar. Bir gün dağda odun keserken yağmur yağar.
Yağmur yağınca ihtiyar der ki:
“Ben şurada bir mağara biliyorum oraya kaçalım.”
Mağaraya sığınırlar. İhtiyar oturur ama Camesab durmaz elindeki balta ile orayı burayı kazar. Bir de bakar ki, mağaranın tabanında işlenmiş bir taş zuhur etmekte. Camesab adamı çağırır:
“Amca, gel hele bak.”
İhtiyar adam, gelir bakar ki, hakikatten işlenmiş bir taş. İhtiyar Camesab’a “taşın kenarını aç” der. Taşı çıkarırlar. Taşın altı bal kuyusudur. İhtiyar Camesab’a der ki:
“Camesab sen bekle. Ben gideyim. Tarsus’tan tuluk getireyim, bu balı satalım.”
Tarsus’a gelir. Tarsus’tan dört tane tuluk ve helke alır. Bal kuyusunun yanına varır. Balı çeker, tuluklara doldururlar. İhtiyar balı Tarsus’a getirip satar. Camesab orada bekler. Komşu böyle böyle balı taşır. En sonunda kuyunun dibinde azıcık bir şey kalınca komşu der ki:
“Camesab ben seni indireyim. Geri kalanını temizle ondan sonra çıkarayım.”
Camesab’ı kuyunun içine indirir, helkeyi de sarkıtır. Camesab geri kalan balı helkeye doldurur, tamam bitti deyince ihtiyar helkeyi çeker ve kuyunun ağzını kapatır. Camesab’ı kuyunun içinde bırakır. Camesab ne kadar bağırdı, çağırdıysa da hiç dinlemez. Camesab’ın baldan kazanılan paraya ortak olmasını istememektedir. Eve gelir. Camesab’ın annesi:
“Yahu, ne oldu bizim oğlan?”
“Ne bileyim. Öteye, beriye vardı gitti. Ben senin oğlunu nasıl bulup getireyim?”
Camesab, kuyunun içinde kalır. Öteye, beriye bakınırken bir taşın arasından bir akrebin çıktığını görür. Akrep çıkıp geri girmektedir. Bu durumu görünce orada bir alem var diye düşünür. Üzerinde bulunan bir bıçakla o taşın kenarını açar. Taşı düşürür bir de bakar ki, öte tarafta bir alem var. O tarafa geçer. İlerlerken etrafta pek çok yılanın olduğunu görür. Yılanlar bunu tutar padişahlarının yanına götürürler. Yani Şahmeran’ın yanına götürürler. Camesab Şahmeran’a der ki:
“Aman padişahım beni yeryüzüne çıkartıver.”
“Seni yeryüzüne çıkartırsam, benim yerimi söylersin. Benim düşmanım çok seni yeryüzüne çıkartamam.”
Camesab Şahmeran’a beni yeryüzüne çıkartıver diye her gün yalvarırmış. Şahmeran’da ona evvelden böyle olduğunu ve çok pişman olduğunu anlatırmış. En sonunda Şahmeran Camesab’ı çıkartmaya söz verir.
“Bak seni çıkarırım ama beni gördüğünü söylemeyeceksin; Beni görenin vücudu ala olur. Hiç kimsenin yanında da hamama gitme” der.
Şahmeran, bunu yeryüzüne çıkartır. Camesab evine gider. Bu arada Tarsus’ta kral hastalanır. Pek çok doktora baktırırlar. Doktorlar bu hastalığın çaresi olmadığını söyler. Bir Yahudi doktor der ki:
“Bunun çaresi Şahmeran’dır. Şahmeran ele geçerse ve padişahımız onu suyundan içerse iyi olur.”
“Şahmeran’ı nasıl bulacağız?”
“Şahmeran’ı görenin vücudu ala olur. Padişahım sen bir hamam yaptır. Ben o hamamda durayım. Herkes beleşe gelsin, yıkansın. Kimin vücudu alaysa o kişi Şahmeran’ı görmüştür. Ben o kişiyi bulurum.”
Kral bir hamam yaptırır. Doktor da o hamamda durur. Herkes gidip hamamda yıkanmaktadır. Fakat Camesab vücudunu görürler diye gitmez. En sonunda Camesab’ı müzevirler, hiç hamama gitmediği duyulur. Jandarmalar Camesab’ı zorla hamama götürürler. Camesab hamama varınca soyunur. Doktor bunun Şahmeran’ı gördüğünü anlar. Doktor:
“Haydi bakalım neredeyse bize göster.”
Camesab:
“Ben görmedim.”
Doktor:
“Yok görmüşsün”
Kral:
“Eğer söylemezsen seni öldürürüm.”
“Söylerim ama, Şahmeran’a zarar vermeyeceksiniz.”
“Peki vermeyiz.”
Camesab’ı da alır, beraber Şahmeran’ın olduğu yere giderler. Camesab yılanlara Şahmeran’ı emaneten istediklerini sonra geri getireceklerini söyler. Böyle olunca yılanlar Şahmeran’ı verirler.
Şahmeran Camesab’a der ki:
“Camesab beni sen götür, başkası götürmesin.
Kabul ederler. Şehre doğru giderken Şahmeran Camesab’a:
“Bu doktor beni kesecek, sana kes derlerse sakın kesme. Benim başımın suyunu içenler Lokman Hekim olur, belimin suyunu içenler derdinden kurtulur, kuyruğumun suyunu içenler de ölür. Sen nasıl edersen et. Doktor beni kaynatırken tencereleri değiştir.”
“Peki.”
Şahmeran’ı getirirler. Doktor, Camesab’a “İlk sen kes” der.
“Ben kesmem”
Doktor keser. Bir tencereye başını, bir tencereye belini, bir tencereye de kuyruğunu koyar ve bunları kaynatır. Ocaktan indirdikten sonra doktor helaya gider. Bunu fırsat bilen Camesab tencereleri değiştirir. Soğuyunca doktor yanlışlıkla kuyruğun suyunu içer ve ölür. Krala belinin suyunu içirirler kral iyileşir. Camesab’da başının suyun içer Lokman Hekim olur.
Ancak efsaneye göre Şahmeran’ın öldüğünden yılanların hâlâ haberleri yoktur. Aradan binlerce yıl geçmesine rağmen yılanlar “Kralımız bir gün gelecek” diye beklemektedir. Krallarının öldüğünü duydukları anda yeryüzüne çıkıp, tüm insanları sokup öldürecekleri söylentisi Tarsus ve çevresinde hâlâ anlatılmaktadır.
SELİM KARAKAYA
1.1.2.4. Ağlayan Köprü
Silifke’nin meşhur Taş köprüsü hakkında şöyle bir efsane dolaşmaktadır.
Eski zamanlarda büyük bir köprü yapılacağı zaman köprünün temeline muhakkak bir adam gömerlermiş. Köprünün temelinin atılacağı gün, kim erken su doldurmaya gelirse kurban edelim demişler. Şafak yeri ağarırken köprüyü kuracak olan ustanın karısı gelir. Kadının etrafını hemen sararlar. Fakat ustanın karısı böyle olacak şeyi bilirmiş, işin nereye varacağını anlar. Bu adamlardan nasıl kurtulurum diye başlar yalvarmaya:
“Evde yavrularım kaldı. Biri beşikte, biri eşikte. Anamız gelsin diye bekleşiyorlar. Bir kere öpeyim gene geleyim.” der.
“Olmaz” derler.
“Ağılda kuzularım kaldı. Mengir mengir meleşiyorlar. Sularını içereyim de geleyim” der.
“Olmaz” derler.
“Ocakta aşım, gergefte işim kaldı” der.
“Olmaz” derler.
“Dünyada gözüm kaldı. Güneş doğsun, cihanı doya doya bir kere seyredeyim de ondan sonra geleyim” der.
“Olmaz” derler.
Bu kadar yalvarmasına karşın kadını kurban ederler. Onun için bu köprü bazı günler inler, ustanın karısı ağlar, kurban ister denilmektedir.
ŞERİFE DEMİR
1.1.2.5. Kız Kalesi
Bir padişahın çocuğu olmuyormuş. Bu duruma padişah çok üzülüyormuş. Yaşlı bir ermişe çocuğunun olup olmayacağını sormuş. Yaşlı ermiş de zamanla bir kızının olacağını, ancak kızının gelinlik çağına gelince yılan tarafından sokularak öldürüleceğini söyler. Bu habere padişah çok üzülür ve çareler aramaya başlar. Yaşlı bir zat, denizin içinde bir kale yaptırırsa yılanın buraya gelmeyeceğini anlatır. Padişah buna çok sevinir ve yaşlı kişiyi sevindirir. Zaman gelir padişahın bir kızı olur. Kızını yaptırdığı kalenin içine yerleştirir. Kızının yanına her türlü ihtiyacını veren padişah üzüntüsünden kurtulur. Bu sırada kız büyük ve talepleri çoğalır. Padişah kış mevsiminde kim üzüm yetiştirip getirirse kızını ona vereceğini söyler.
Gençlerden biri padişahın buyruğunu yerine getirip üzümü yetiştirir. Sepet içine üzümleri yerleştirip padişaha götürür. Padişah da üzümleri kızına gönderir. Üzümün güzelliğine dayanamayan kız, elini sepete uzatınca daha evvelden sepetin içine yerleşen yılan kızı sokar. Kızının yılan tarafından sokulması padişahı çok üzer. Kaderin değişemeyeceğini anlar. Böylelikle padişah ve halkı ne şartlar altında olursa olsun kadere inanılması gerektiğini öğrenirler.
SAMİ KÜÇÜK
1.1.2.6. Kuzuyu Öldürün
Geçmiş yıllarda Mersin’in Evcili köyünde toprak damlı mütevazi bir evde sade, sakin yaşayan bir aile varmış. Bu ailenin bir çocuğu olmuş. Kadının sağlığı yerindeymiş, çocuğunu da kendi sütüyle emzirirmiş.
Kısa bir müddet sonra sahibi bulundukları koyun kuzular yani doğurur. Koyun doğum sırasında ölür. Kuzu sağlıklıdır, ama anasız kalır. Analık duygusuyla kadıncağız düşünür ne yapsın, ne etsin? Kuzuyu alır, sarar sarmalar bir güzel temizler; Ama kuzu huzursuzdur. Çünkü karnı açtır. Onu doyuracak bir anası da yoktur. Kadın ne yapsın? Düşünür, taşınır kendi sütünden bir kaba sağar kuzuya bunu içirir. Bir iki gün böyle devam ettikten sonra köyde kadının kuzuya süt verdiği duyulur. Duyulur, duyulmaz Kur’an kursu hocaları tarafından bir tartışma başlar. “Bu kuzu kesilir mi, kesilmez mi?, Eti yenir mi, yenmez mi?, Helâl mi, haram mı?” Bu tartışmalar devam ede dursun, kafası çalışan birisi o zamanların alim hocası Nuri Hocaya doğru gelir:
“Hocam, böyle böyle. Bir derdimiz var. Ne yapalım?”
Nuri hoca bir taraftan dinler, bir taraftan der ki:
“Okumazlar ki, bilsinler.”
Hayvanın bir yıl diğer hayvanlar gibi besleneceğini, bu bir yıl süresince alınan gıdaların vücuttan insan sütü ile birlikte atılacağını, bu hayvana şu anda kıymanın öldürmenin herhangi bir anlamı olmadığını söyler. Ayrıca, bu hayvanın normal bir hayvan gibi beslenebileceğini, yaşını doldurduktan sonra da, kurban edilebileceğini güzelce anlatır. Nuri Hoca, her zaman yaptığı gibi güzel söyler, iyi söyler; Ama bu “Kuzuyu Öldürün” fetvası da yöre halkı arasında hiç unutulmaz.
RÜŞTÜ ATA
1.1.2.7. Şifa Taşı
Değirmendere köyünün köy içi mevkiînde şu anda bir taş var. Bu taşla ilgili anlatılan bir de rivayet vardır.
Bir çarşamba günü kadının birine bu taşın etrafında bir ermiş görünmüş. Kadına çarşamba yün eğirme demiş, sonra da kaybolmuş. Kadın bu alışkanlığına devam eder. Yine Çarşamba günü kadın yün eğirirken bu ermiş kadının karşısına çıkar.
“Sana Çarşamba günü yün eğirme demedim mi?” der.
Sonra küser ve ortadan kaybolur .O günden beri bu taşın etrafında Çarşamba günleri hasta çocuklar üç defa dolaştırılır ve bundan da şifa bulunduğuna inanılır.
RÜŞTÜ ATA
1.1.2.8. Febişahnî
Değirmendere köyünün şimdi Ören diye bilinen mevkiînde bin yıllık bir dut ağacı var. Bu ağacın karşısında da mezarlık, mezarda da orada yaşam sürdüğüne inandığımız Febişahnî diye anılan iyi bir kimse yatmaktadır. Bu iyi kimse üç yüz, dört yüz kişilik bir medresenin hocasıdır. Daha sonra aynı yere gömülür. Mezarıyla ilgili şöyle bir rivayet bırakmıştır.
“Benim mezarımın gerçek yerini bulmak istiyorsanız; mezarımın toprağından alın süte yoğurda çalın. Tutarsa bilin ki orası benim mezarımdır.”
Şimdi Değirmendere köyünde bu mezardan alınan toprakla çingillerle yoğurt çalınır, yoğurt tutturulur. Bunun gerçek olduğuna inanılır.
RÜŞTÜ ATA
1.1.2.9. Bulduklar
Şimdi Arslanköy’de yaşam sürdüren “Bulduklar” adlı bir aile vardır. Bu ailenin evveliyatı beş yüz yıl öncesine dayanır.
Tepe köy civarında o tarihte kıran adı verilen hastalık sonucu bir çok insan ölür. Bu sırada insanların yaklaşmaya korktuğu o sokaklarda bir çocuk görülür. Bu çocuk zaman zaman görülür, zaman zaman kaybolur. En son hangi evden çıktığı tespit edilir. Annesinin ölü olduğu, annesini emdiği daha sonra çıkıp dışarıda oynadığı gözlenir. Bu çocuğu bulup oradan götürür ve beslerler. Bu çocuğun soyundan gelen kabileye şu anda “Bulduklar” kabilesi denilmektedir.
RÜŞTÜ ATA
1.1.2.10. Yarık Taş
Çaparla Ayva gediği arasında “Dölek taş” denilen bir taş varmış. Bu taşın üstü harman genişliğinde ve düzmüş. Taşın ortasında da dübek varmış. Köylüler bu taşın üstünde buğday, dövme döğerlermiş. Civar köylerden de gelenler olurmuş.
Bir gün dölek taş bulgur dövmeye yabancı bir adam gelir. Adam taşın düzgünlüğü ve güzelliği karşısında hayran kalır. Taşa bakar da, bakar. Yabancı bulgurunu dövüp gittikten sonra dölek taş kırk gün inler. Köylüler taşa nazar değdi derler. Kırk gün sonra taş ortasından ikiye ayrılır. Taşın üzerindeki dübek de yana düşer. O günden sonra taşa dölek taş yerine yarık taş denir. Taşın dibinden de bir pınar çıkar. Köylüler ise o günden sonra taşa hayvan sulamaya giderler ve buraları kutsal bilirler.
RÜŞTÜ ATA
1.1.2.11. Arıklı
Binlerce yıl önceleri Rumeli olarak adlandırılan ve Hıristiyanların yaşadığı yer olan Çukurova’ya İslâm orduları Müslümanlığı yaymak için çeşitli seferler düzenlemişlerdir. Bu orduların içinde Muhittin adında bir nefer günlerce, aylarca, savaşmış ve savaşın sonunda şimdiki Arıklı köyünde şahadet mertebesine erişmiştir. Zaman geçtikçe, Muhittin Dedenin şehit düştüğü yerden geceleri göğe bir nur yükseldiğinin farkına varırlar. Şehit düştüğü yerdeki otları yiyen hayvanların hemen hemen hepsinin öldüğü köylüler tarafından gözlenir. Hayvanlarının öldüğünü gören köylüler buranın etrafını tellerle ve duvarlarla çevirerek buradaki Muhittin Dedenin türbesini koruma altına alırlar. Bu civarlara otlamak için gelen hayvanların bu otları yemediği zaman ölmediği görülür. Muhittin Dedenin türbesinin etrafını ve türbesini yaparak muhafaza altına alırlar. Zamanla köyün yerleşim alanı bu türbenin etrafında kurulunca Muhittin Dedenin türbesi köyün ortasında kalmıştır.
Muhittin Dedenin kerametlerini köy halkı şöyle anlatır:
Bir gün köyümüze dört beş kişinin zapt edemediği bir deliyi getirirler. Dört beş kişi olduğu halde bu delikanlıyı zapt edemezler. Kendini yerlere vurur ağaçlara, taşlara çarpar. Muhittin Dedenin kabrine getirdiklerinde sandukasını gördükten sonra delide bir yumuşama ve sakinleşme gözlenir. Zapt edilemeyen deli de hafif bir titreme olur ve deli kendi kendine yumuşayarak, beni bırakın der gibi kafa hareketleriyle etrafındakilere sesini duyurmak ister. Bunun üzerine deliyi tutanlar bırakırlar ve deli derin bir nefes alarak “Çok şükür, içimdeki sıkıntıyı atlattım. İçimden bir şey çıktı, gitti.” der. Kendi kendine sakinleştiğinin farkına varır. Kalkar ilerdeki çeşmeden abdest alır ve Muhittin Dedenin sandukasının başında iki rekat namaz kıldıktan sonra kendisini getirenlerle beraber huzur ve sükût içinde memleketine döner.
Diğer bir olay ise şöyledir. Bu olay da köylüler tarafından bizzat gözlenmiştir.
Yaşlı bir kadını Muhittin Dedenin huzuruna getirirler. Köylüler bu kadının kör olduğunu fark eder ve Muhittin Dedenin huzurunda kalmasını, burada yatmasını önerirler. Yaşlı kadın iki gece, iki gündüz kalır. Kör kadının gözlerinin üzerine bir tane sinek konar. Kör kadın sineği öldürmek maksadıyla gözünün üstüne kuvvetli bir şekilde vurunca gözleri açılır. O anda gözleri açılan kadın “Gözlerim görüyor, gözlerim görüyor” diye feryat eder. Daha sonra Muhittin Dedenin sandukası başında şükür duaları ederek oradan ayrılır. Muhittin Dedeye gelenler onun yüzü, suyu hürmetine Yüce Allah’tan çareler, şifalar beklerler.
DURMUŞ ER
1.1.2.12. Gülnar Hatun
Mersin’in Gülnar ilçesinin adı neden Gülnar olmuştur? Bu adı nasıl almıştır? Bununla ilgili bir efsane anlatılmaktadır.
Gülnar bir Yörük kızıymış. Dünya güzeli, gülünce yüzünde güller açılır, ağlarken gözlerinden inciler saçılırmış. Gülnar Yörük beyinin biricik oğluyla nişanlıymış. Ama Gülnar’ın gönlü bu nişanlıyı pek tanımazmış. Gülnar’a sorsalar: “Nişan ne zaman?” diye iki omzunu çekerek, belik belik saçlarını sallaya sallaya “kısmet” der, güler gidermiş. Gülnar öyle kolay kolay yakayı ele vermeyen cesur, yiğit, serden geçti bir kızmış. Yörenin Yörük beyleri:
“Bu kızın keşfi açık. Allah’ın eli onun üzerinde” derlermiş.
Günün birinde obaya genç, yağız bir misafir gelir. Bilgili, erdemli olduğu her halinden bellidir. Gelen yiğidi Yörük çadırına misafir ederler. Üç gün üç gece kalır. Yiğit konuşur, Yörük gençleri can kulağıyla dinlerler. Gülnar’ın ise yiğidi ilk görmede içinde ona karşı bir sevgi belirir. Zaten o yiğit gelmeden üç gün önce Gülnar obalarına böyle bir yiğidin geleceğini bilir.
“Zaten benim rüyalarıma girmişti.” demektedir.
Ziyaretini tamamlayan yiğit oba beyinden izin isteyip yola koyulur. Obanın ileri gelenleri yiğidi yolcu ederler. Yoluna devam eden yiğidin yolu ileride Gülnar tarafından kesilir.
“Ağam, beni yanına al, beni götür” der.
Yiğit başını iki tarafa sallayıp
“Gülnar, çadırlarınızda yattım, ekmeklerinizi yedim, ikramlarınızı gördüm. Ben bu adamlara kötülük edemem.”
“Sen bilirsin ağam, ama ben bu dünyaya senin için geldim. Sen daha gelmeden ben seni rüyamda gördüm. Benim yiğidim sensin. Senden başkası bana haram olur” der.
Yiğit söyler, Gülnar dinler; Gülnar söyler, yiğit dinler. Ama yiğit olmaz der ve reddeder. Çünkü törelerinde iyilik gördüğü yere nankörlük etmek yoktur. Gülnar’ın nişanlısı, Gülnar’ı bütün gece çadırda göremeyince aramaya başlar. Gülnar’la yiğidin yemyeşil çayırların üzerinde oturup, dertleştiğini, ağlaştığını gören nişanlısı, aldatıldığını sanarak Gülnar’ı başından tek kurşunla vurur. Gülnar pek sevinçlidir. “Madem ki kavuşmak yoktu. Yaşamak bana haramdı. Her gün bir türlü öleceğime bu gün bu türlü ölüm bana lütuftur” der. Yörük beyinin oğlu:
“Ah! Ben ne yaptım, sana nasıl kıydım?” diye feryat etmeye başlar.
Misafir yiğit, elindeki asayı yere vurup “Bu kanı yıka, bu toprağı ak et.” diye haykırınca yerden buz gibi bir pınar çıkar ve ortalık tertemiz olur. O esnada dağlar, taşlar dile gelir. “Gülnar temiz Gülnar” diye seslenirler.
Gülnar’ın öldüğü yere mezarı yapılır. Geceleri mezarın üzerine nur yağar, geceleri miski amber kokusu sarar. Gülnar’ın hikâyesi böyle devam ettiği gibi, bazı söylentilere göre güllerin en güzeli, en kokulusu, en gösterişlisi buradadır. O civarlara ait narın da en güzelinin burada olmasından dolayı gülü çok güzel, narı çok tatlı anlamında Gülnar sözcüğünün ortaya çıktığı söylenir. Ama rivayetlere göre Gülnar bir Yörük kızının adıdır. Yanakları gül gibi, dudakları da nar gibi kırmızı olduğundan dolayı Yörük beyi kızına Gülnar ismini koymuştur. İçel’in batısındaki yerleşim alanında bulunan Gülnar kazasının isminin buradan geldiği rivayet edilmektedir.
DURMUŞ ER
1.1.2.13. Muğdat Dede
Muğdat Dede, bir semtte, bir camiîye adını veren evliyamızdır. Mersin’in, Yenişehir Beldesinin, Pozcu semtinde adına layık olan Muğdat Camiîsi`nin avlusunda, türbesinde sonsuz uykusuna yatmakta olan Muğdat Dedenin Hz. Muhammed’in sancaktarı olduğu söylenir. Asıl ismi Mithat Bin Yesvet olan yüce evliyamız, Peygamber efendimizin emri ile İslam dinini Çukurova’ya yaymakla görevlendirilmiştir.
Muğdat Dedenin adı yıllarca Eğlence Dede olarak da bilinirdi. Bu isim onun eğlenceyi çok sevmesinden kaynaklanır. O tarihte kadınlar Muğdat Dedenin türbesi etrafında toplanır, semah gösterileri yaparlarmış. Muğdat Dede bir gün semah gösterisi yapan kadının rüyasına girerek:
“Yanlış yapıyorsunuz. Bana şükür edin, dua edin. Benim etrafımda oyun oynamayın” der ve kaybolur.
Kadın rüyasında gördüğünü diğer kişilere de anlatır ve ondan sonra Muğdat Dede türbesinin etrafında oyunlar oynanmaz olur.
Muğdat Dedenin kerametlerini bir kadın şöyle anlatır:
Buraya çocuğu olmayanlar, mutluluğu bulup onu korumak ya da arttırmak isteyenler evliyamızın türbesine gelip. Allah’a yalvarır, dilekte bulunurlar. Burada kesilecek adakların türü de önemli değildir.
Bu evliyamızın Kıbrıs Barış Harekatı Sırasında mezarından gökyüzüne yükseldiği, Akdeniz’e yöneldiği ve Kıbrıs’ta savaşan askerlere yardımcı olduğu dilden dile anlatılmaktadır. Hatta Kıbrıs Barış Harekatı’ndan sonra bir Yunanlı subay:
“Kardeşim biz Türk askerlerinden çok, o yeşil cübbeli, beyaz sarıklı ak sakallı yaşlılardan oluşan dev bir orduyla savaştık. Onların kim olduğunu hâlâ anlayabilmiş değilim. Eğer o yeşil cübbeli, beyaz sarıklılar olmasaydı Kıbrıs’ın bir kum tanesini Türkler alamazdı” demiştir.
DURMUŞ ER
Dostları ilə paylaş: |