Yeni Çalismalar: Türkiye hep ön planda
Maria'nin yolu tekrar ve pek çok kez geçecek Türkiye'den. Baharda cekimi baslamasi planlanan yeni bir belgeselin calismalari icinde. Konusu Izmir bölgesinden gelen Yunanli bir yazarin portresi. Maria bir anda birkaç proje üzerinde birden çalisiyor. Bu tür çalismanin kendisini daha çok motive ettigini belirtiyor. Sürekli seyyahat ediyor ve tanistigi insanlarin hikayelerini kaydediyor. Yunanistan, Turkiye ve Balkanlar ilgi alani icinde. Yeni bitirdigi kitap projelerinden bir tanesi 1809'dan 1923 yilina kadar Amerika'ya göç eden Yunanli mültecilerin agizdan agiza, nesilden nesile dolasan hikayeleri. Balkan savaslari ve Küçük Asya felaketini yasayan Yunanistan'in ve Yunanlilarin hikayesi. Yunan azinliginin çogunlukta oldugu Arnavutluk da Maria'nin uzun zaman harcadigi ve arastirmalar yaptigi bir ülke. "Arnavutluk hosuma gidiyor" diyor, "ama daha cok insanini ve dogasini seviyorum. Geçtigimiz üç seneyi orada geçirdim. Pek çok film yaptim ve çok iyi elestiriler aldim. Ancak son derece üzücü görüntülerle karsilastim. Insanlari sistem tarafindan hirpalanmisti. 50 yil boyunca kendi topraklarinda hapis hayati yasadilar. Arnavutluk'un neredeyse yari nüfusunu teskil eden Yunanlilar ise yillarca kendilerine ozgu aksanlarini, törelerini hatta bir kisim mimarilerini bile koruyabilmislerdi. Bunlari kaybolmadan kaydetmek istedim. 1992'den 1994-95 yilina kadar bu insanlarin dillerini, geleneklerini, essiz Balkan mimarisini ve hayat hikayelerini kaydedebildigim icin cok sansliyim."
TR'>Diger bir proje ise Maria'nin ilk uzun metrajli, konulu filmi olacak. Senaryosu hazir olan filmin cekimlerine onumuzdeki sene baslamayi planliyor. Kapadokya, Romanya, Yugoslavya, Üsgüp ve Yunanistan'da cekilecek filmin konusu bir Balkan Mitolojisi. Mavrikou bu film ile, her ne kadar Balkan ülkeleri içinde ve arasinda anlasmazliklar yasaniyorsa da ortak bir tarihin ve kulturun bulundugunu ve filmin bu noktalarda yogunlastigini belirtiyor.
Geçen seneki çalismalarinin içinde bir kitabin da yer aldigini belirten Mavrikou bu sene kitabi hem Yunanca, hem Turkce bastirmayi hedefliyor. Kitabin simdilik adi "Ölümcül bir aska inlemek". Bir Turk erkek ile Yunanli kadin arasinda dis engellerden dolayi yasanilamayan aski anlatiyor ve Mavrikou bu hikayeyi Turkiye ve Yunanistan arasindaki iliskiye benzetiyor. Her ne kadar birlikte olmak isteseler dahi, iliskileri, kendi cikarlarini on planda tutan daha buyuk güçler tarafindan engelleniyor. "Erkek kitapta zayif bir karakter" diyor Mavrikou ve devam ediyor:" Turkiye'de aile yapisinda kadinin, özellikle ana olarak sözü degerli. Erkek karakterin babasi yok. Dolayisiyla surekli anne ve kiz kardeslerini memnun etmeye calisiyor. Anlasilacagi üzere Yunanli kadini ogullarina istemiyorlar. Ancak ayni durum bir Yunanli aile icin soz konusu olsaydi farkli olurdu. Yuzyillar boyunca bu iki kultur birlikte, iç içe yasadilar. Birbirlerinden alip, verdiler. Evlilikler oldu, kan zaten karisti. Daha sonra tarihte yasanan acilar daha çok Yunan halki için agirlikta olmasina ragmen gene de Yunanli bir aile bir Turk`u daha kolay kabul eder hanesine. Bu da bazi seyleri asabilmeyi, ileri bir dusunce tarzini gosterir."
Buyuk asklarin devam etmedigine inanan Maria Mavrikou Turk-Yunan askini anlatan kitabini Nobel ödüllü Elitis'in su dizeleri ile noktaliyor:
"Perimeno, ta pento, ya panda
"M'akus
Monimu, stin paradiso"
"Bekliyorum, yastayim, sonsuza kadar
Duyuyor musun
Cennette tek basima"
E-mail: cmenderes@hotmail.com
Not: Bu roportaj, Isik Binyili Sonbahar 2001 sayisinda yayinlanmistir. Konu itibariyle amac'a destek veren bir ornek olmasi itibariyle, ayni zamanda Turkish & Greek Synergy sitesinde de ilginize sunuyoruz.
Maria Mavrikou, "To Taxido" (Yolculuk) adli belgeseli
ile ABDI IPEKCI BARIS ODULU'nu aldi, 2001.
http://www.turkishgreeksynergy.net/may_02/cmenderes_yolculuk.html
İÇİMİZDEN BİRİ ALİ ONAY
Sabahları şarkıyla uyanıyordum
Anılarla dolu bir ev… Aile yadigarı fotoğraflar ve eşyalarla bezenmiş eski, şirin bir Ayvalık evindeyiz. 2003 yazının en sıcak günlerinden biri yaşanıyor. Karşımızda 85 yaşında gözlerinde ve sözlerinde Büyük Mübadele'nin izlerini taşıyan Ali Onay... Duvar saatinin gongları eşlik ediyor yaşam anlatısına. Her gongun vuruşuyla tersine akıyor zaman. 22 Mayıs 1924 günü Girit Resmo Limanı'ndan kalkan Türkiye Gemisi'nin güvertesinde buluveriyoruz kendimizi, 6 yaşlarında küçük bir çocuk ilişiyor gözümüze…
Tarihe 1000 canlı tanık / 30
1918 yılı Girit-Resmo doğumlu Ali Onay ,1924 yılında Büyük Mübadele ile gelip yerleştikleri Ayvalık Cunda (Alibey) Adası'nda yaşıyor. Çocuk yaşlarda babasının kurduğu yağhanede başlar çalışmaya. Askerlik sonrası yağ fabrikasını kurar, maden işletmeciliğiyle uğraşır bir süre. 1942 yılında Fatma hanımla evlenir. Bu evlilikten üç çocuğu olur. Fatma hanımın ölümünün ardından derin bir yalnızlık hissettiği Ayvalık-Cunda'daki evinde görüştük kendisiyle…
Girit Adası Yunanistan'a ilhak olduktan sonra oradaki halk himayesiz, ortada kaldı. Ticaret hayatı sona erdi, baskılar arttı. Babam 1896 ve 1906 yılında iki sefer Ayvalık'a gelmişti ve bilhassa adaya (Cunda Adası) geleceğimizi haber aldığı zaman çok sevindi." 1923 Lozan Antlaşması'ndan sonra yaşanan Büyük Mübadele ile pek çok insanın hayatı değişir. Yunanistan'da yaşayan Türkler buraya, burada yaşayan Rumlar da Yunanistan'a gönderilirler. İşte onlardan biri de o tarihlerde beş-altı yaşında olan Ali Onay ve ailesidir:
"O zaman Girit'te komisyonlar kuruldu. Herkesin malları ve bu malların değerleri tespit edildi. Sefere çıkacağımız zaman hazırlıklar yapıldı, denkler toplandı, sandıklar tanzim edildi. O arada babamın paraları nasıl geçireceği endişesi başladı. Bizim çok yüksek bir karyolamız vardı, hiç unutmam sarıydı rengi, ayakları bu kadar (eliyle karyola ayaklarının genişliğini göstererek). Babam onların alt tekerleklerini çıkardı ve bunların içine altınları doldurdu. Karyola ayaklarını hususi bir kasa yaptı, çemberlerle bağladı, çaktı. Onları hep yanında taşıdı Türkiye'ye gelene kadar. Annem, babam, iki kardeş, halam, halamın eşi ve kızı; yedi kişi Cunda'ya geldik. Yolculuk iki-üç gün sürdü. Türkiye sahillerinde ışıklar göründüğünde, herkes geminin sahil tarafına hücum edince gemi yalpaladı. Kaptanın yolcuları uyardığını hatırlıyorum.(*) Adaya ayak bastığımızda 1924 yılının mayıs ayı cumartesi günüydü, ikinci Türkiye Vapuru'yla geldik. Adaya geldiğimizde, bizden altı ay evvel birinci Türkiye seferiyle gelenler ve Midilli'den göçenler bizi rıhtımda davullarla karşıladılar. Ve dediler ki: 'Siz 15 gün karantina altına alınacaksınız.' Sahilde o zaman ayakta duran bir fabrika vardı, Rumlardan kalma, papazın sarayı denen metruk bir bina. Bütün mübadillerin eşyaları oraya kondu. Babam o dört karyola ayağını en dibe sakladı ve sandıkları onların üzerine yığdı. Orada 15 gün kaldık. Ondan sonra bize bir ev verdiler. Öyle bir ev verdiler ki sandıklarımız bile sığmadı eve."
Bir türlü sığdıramazlar eşyalarını bu yeni eve. Kısa bir süre sonra yola çıkmadan doldurdukları mal beyanlarının ışığında verilen yeni evlerine taşınırlar: "Hükümet oradaki mallarımızı beyan ettiğimiz formüllere (belgelere) bakıp bin kök zeytin ağacı, beş-altı dönüm arazi ve hâlâ oturduğumuz evi uygun gördü. Tüm bunlar Girit'te bıraktığımız malların yüzde 40'ı kadardır. Kalanı devletin uhdesinde, devletin kasasına kaldı."
Yağhaneden fabrikaya
Babası Hasan bey Girit'teki gibi ticaretle uğraşmaya karar verir burada da. Kurduğu sabunhanede dönemin en iyi ustalarını bir araya getirir. Bir süre sonra da yağhanesini kurar: "O zaman yağhanede atla dönüyordu taşlar." Binayı Maliye Bakanlığı'ndan satın alan Hasan bey makinelerini de dışarıdan getirtir. Bu arada babasıyla çalışmaya başlayan Ali Onay eğitimine devam edemez: "İlkokulu bitirdim, paralı ortaokula gittim ama babam okulu bırakmamı istedi. Çünkü yaşlıydı. 'İşlerimizi kim idare edecek?' dedi ama çok iyi yetiştim onun yanında. Piyasa adamı oldum." 1938 yılında babasını kaybeder Ali Onay. "O günlerde babam çağırdı, 'Bak oğlum ben öleceğim. Annen, kardeşin sana emanet, sen evin büyüğüsün' dedi ve vefat etti. Tabii annem çok akıllı bir insan, hemen bize sarıldı ve ondan sonra 1940'ta benim askerliğim başladı. O zaman işin başına (babasından kalma yağhane) bir müdür koydum ve askere gittim." Askerlik dönüşünde zeytinyağı fabrikası kurar ve kardeşini de yanına alır.
Bozulan ekonomi
"Efendim, ben Cumhuriyet Halk Partisi'ne 1944 yılında iktisap ettim, başkan seçildim. Ama 1946 yılından sonra, İnönü'nün verdiği kararla Demokrat Parti kuruldu. Memleket demokrasiye kapıyı aralamaya başladı." İkinci Dünya Savaşı yıllarının ardından bir türlü düzelmeyen ülke ekonomisinin olumsuz gidişinden Ali Onay da etkilenir. "İşimizi çeviremedik. Bizim evde olaylar ancak yemekten sonra gündeme gelirdi, Masada annem 'Çocuklar dikkat ediyorum, sizin bu şartlarda borçlarınıza son vermeniz mümkün değil. Onun için mal satacağız ve borçlarınızı ödeyeceksiniz. Bir insanın onuru zedelenirse piyasada bir daha tutunamaz' dedi. Ve anneciğim hiçbir şey demeden, tıkır tıkır malını sattı ve biz borçlarımızı kapattık. O zamanın parasıyla 350 bin liraydı borcumuz. Şimdi bir ayakkabıcıya versen almaz. O zaman büyük bir servetti." Yine bu tarihlerde madencilikle de ilgilenir Ali bey:
"Yine işlerimiz tıkandı. 1949'la 1951 arasında bir ortak bulduk ve haksızlığa uğradım. Madencilikten vazgeçtim." 1999 yılında doğduğu topraklara, Girit'e gider Ali bey:
"Doğduğum evi, çiftliği aradım, Resmo'da çocukluğuma ait iz bulamadım. Bu beni çok üzdü. Doğrusu doğduğum evi görmek istiyordum. Lozan'da Nüfus Mübadelesi Sözleşmesi imzalandıktan sonra benim orada bir hakkım olmadığını anlayan biriyim. Girit benim doğduğum anam, ama yine de Girit'e en ufak bir nostalji duymuyorum." (**)
(*), (**) Bu iki bölüm Ali Onay'la yapılan bir söyleşinin de yer aldığı, İskender Özsoy'un derlediği Bağlam Yayınları'ndan çıkan "İki Vatan Yorgunları" kitabından alınmıştır.
"Girit göçü hakkında bir şey yazmadı eskiler"
"Girit'in Rumu, kemençe yapmasını bilmezdi. Bütün kemençeler Türkler tarafından yapılıyordu, bir sürü kemençeci geldi buraya. Uuu, şarkılar, efendim sirtolar, oyunlar neler neler... Ama herkes yokluğun içinde, herkes sabahı nasıl çıkaracağını düşünüyordu ilkin. Onun için o kültür devam etmedi. Girit'ten gelen Türklerin yüzde sekseni Türkçe bilmiyordu. Babam biliyordu, annem çat pat konuşuyordu. Ve ben şuna hayret ediyorum, bu kadar kültürlü insanlarımız vardı, Girit göçü hakkında bir şey yazmadı eskiler. Yazmadılar maalesef...
"Giritliler daha medeniydi..."
"Zirvede yaşadık biz çocukluğumuzu. Mesela karşı komşularımız vardı karşımızda. Babam hususi çinko tabaklar aldı ve anneme yemek pişirtiyordu, onlara her gün yemek veriyordu. Eğlenceler tertip edilirdi. Vals, polka, sirto, bunları hep Girit'ten getirdik biz. Bu kültürleri İtalyanlar bizimkilere öğretti Girit'te. Biz çok medeniydik. Mesele buraya gelen, Midillililerden yalnız bir aile pantolonluydu, diğerleri poturlu (yöresel özellikler taşıyan şalvar). Mesela Birinci Büyük Meclis'te çok Giritli vardı. Neden? Medeniydiler, yüksek tahsilleri vardı. Şimdi bakınız, ben hep şunu müdafaa ediyorum, Yunanlar ve Türkler aynı bölgede yaşadıkları için, biz aynı tabiiyete mensup insanlarız. Kanlarımız karışık, bütün huylarımız benziyor, suratlarımız benziyor. Onun için bu bölgenin insanları, mutlaka aralarındaki ihtilafları halledip kardeş gibi geçinmek zorundadırlar. Ve bakınız eğer kardeş gibi geçinmeyi sağlarlarsa harp malzemesine verdikleri trilyonlar halka kalacaktır, bünyede kalacaktır ve bölgenin en, en kuvvetli iki halkı olacaktır."
"Hayatımın en isabetli kararı"
"22 Nisan 1942 yılında düğünümüz oldu. İşte hayatımın en isabetli kararıydı bu. Karım buraya geldiği zaman büyük bir zenginliğin içine girdi tabii. Ama ondan sonra politikayla işlerim bozuldu. Ama o hep yanımda, arkamda, önümde, her yerdeydi. Bütün hayatımız böyle geçti. Üç çocuğumuz oldu. Sabahları şarkıyla uyanıyordum. Belki sizin tuhafınıza gidecek şarkıyla uyanmak! Gidip yüzümü yıkıyordum, hemen kahvaltı masasına oturuyorduk şarkıyla, anlıyor musunuz? 55 senelik evliliğimde, her sabah şarkıyla uyandım. Fatma hanım beni balkonda, pencerede beklerdi hep, şimdi geliyorum, beni bekleyen kimse yok. Çocuklarım çok iyi, gelinlerim iyi ama herkes kendi hayatını yaşıyor. Ve benim bir iddiam yok, hayır, normalini yapıyor çocuklar ama ben kendi yalnızlığıma bakıyorum, kendi durumumu nasıl tanzim edeceğimi bilemiyorum. Hiçbir şeyden şikayetim yok, tek şikayetim yalnızlığım."
GELECEK HAFTA: Nebahat Arıca, Fırat'ı anlatıyor...
TARİH VAKFI
Tarih Vakfı sözlü tarih arşivi oluşturmak için tanıklıklarınızı kaydediyor. 70 yaş üzeri 1000 kaynak kişiye ulaşmayı hedefliyor. Ünlülerle değil, içimizden birileriyle... Sizin önereceğiniz kişilerle, dedelerimiz, ninelerimizle... Köylerde, kasabalarda, fabrikalarda geçen hayatlar... Hasatlar, vardiyalar, düğünler, seçimler, yemekler, camiler, kadın matineleri... Tarihe Bin Canlı Tanık Projesi, sözlü tarih görüşmeleri ile, günlük yaşamın, toplumsal geçmişin belleklerde kalmış ayrıntılarını içeren yaşam öykülerini kaydetmeyi hedefliyor. Bugüne kadar projeye destek olan Türk Tabipler Birliği'ne, İnşaat Mühendisleri Odası'na ve Kayseri Ticaret Odası'na maddi desteklerinden dolayı teşekkür ederiz. Siz de projeye destek olun, tarihe katkı da bulunun: Telefon: 0212 327 86 58
Faks : 0212 227 37 32 e-posta: tbct@tarihvakfi.org.tr
Danışmanlar: Doç. Dr. Aynur İlyasoğlu-Doç. Dr. Esra Danacıoğlu Proje koordinatörü: Gülay Kayacan Görüşmeyi yapan: Hakan Koçak n Görüşme kayıt süresi: 4 saat n Deşifre ve redaksiyon: Sevil Üzrek Görüntü kaydı: Tamer Üstel Yayına hazırlayan: Tuba Çameli
Projeye katkılarınızı bekliyoruz:
Telefon: (0212) 327 86 58
Faks: (0212) 227 37 32
e-posta:mailto:tbct@tarihvakfi.org.tr
www.tarihvakfi.org.tr
http://www.milliyet.com.tr/2003/09/10/pazar/paz13.html
|
|
114 yıl önce Girit’i verdik ama Avrupalı olamadık
Murat BARDAKÇI
Avrupa, Kıbrıs sorununu Avrupalılaşmamızın önündeki ilk engellerden biri olarak önümüze resmen koydu ve Kıbrıs bu hafta açıklanan Katılım Ortaklığı Belgesi'nde ‘‘kısa vadeli beklentiler’’ arasında yer aldı. İşin bu hali alması bana 19. yüzyılda çektiğimiz bir başka ada derdini, Girit meselesini hatırlattı. Bugün ‘‘Önce Kıbrıs'ı halledin’’ diyen Avrupa o zamanlarda ‘‘Aramıza girecekseniz Girit işini çözün’’ diye diline dolamıştı. Bize Girit oyununda ofsayt yapılmamış, birdenbire sert bir gol atılmış, bu golden sonra adayı Yunanistan'a vermiş ama gene de Avrupalı olamamıştık.
Avrupalılaşma yolunda azimle ilerlediğimiz sırada önümüze birdenbire Kıbrıs engeli çıkıverdi ve Kıbrıs işi Katılım Ortaklığı Belgesi'nde ‘‘kısa vadeli beklentiler’’ arasında yer aldı.
Moralimizin bozulduğunu gören Dışişleri Bakanı İsmail Cem işin ‘‘gol değil ofsayt’’ olduğunu söyleyip hepimizi rahatlattı ama ben gene de bundan yüz küsur sene önce de yaşadığımız aynı Avrupalılaşma maceramız sırasında başımıza dert olan bir başka adanın, Girit'in hikáyesini düşünmeden edemedim.
İşte, bizim şimdi Kazancakis'in ‘‘Zorba’’sından ve Teodorakis'in müziğinden tanıdığımız o zamanki Girit tartışmasının ve yediğimiz golün kısa öyküsü:
SUÇLU GENE BİZ OLDUK
|
|
|
Yunanistan 19. asrın başında bağımsızlık sevdasına düşüp isyan bayrağını açmış, Avrupa ‘‘ara bulma’’ bahanesiyle var gücüyle Atina'yı destekleyince 1830'un 24 Nisan'ında ortaya bağımsız bir Yunanistan çıkmıştı.
İş bu kadarla kalmadı. Yunanistan'ın ‘‘Yunanca konuşulan her yeri sınırları içine katma’’ sevdası yüzünden Balkanlar'daki Osmanlı topraklarında peşpeşe huzursuzluklar yaşandı. Asıl büyük sıkıntı, nüfusunun üçte biri Müslüman, geri kalanı Ortodoks olan Girit'teydi: Hacı Mihail önderliğindeki Giritli isyancılar, 1886'nın 2 Eylül'ünde adayı ‘‘Yunanistan'a ilhak ettiklerini’’ açıkladılar.
Türkiye isyana karşı askeri ve idari tedbirler almaya çalıştıysa da Avrupa'nın baskısı yüzünden işi bir türlü halledemedi. İsyancılar Girit'in Müslüman halkını kılıçtan geçirmeye başladılar ama hadise dünyaya ‘‘Türkler Hristiyanları kesiyorlar’’ diye yansıdı.
Biz o sıralarda da ‘‘Avrupalı olmaya çalışmakla’’ meşguldük. 1856'nın 30 Mart'ında imzalanan Paris Andlaşması'nın yedinci maddesi bizi gerçi káğıt üzerinde de olsa ‘‘Avrupalı’’ yapıp toprak bütünlüğümüzü garanti altına alıyordu ama herşey láftaydı. İngiltere Lübnan'daki Dürziler'i, Fransa Maruniler'i, Avusturya Bosna-Hersek'i, Rusya ise Türklerle Müslümanlar dışında kalan kim varsa hepsini kışkırtmakla meşguldü. Avrupa, Avrupalılaşma çabamızın her aşamasında Girit meselesini önümüze sürdü ve tek bir çözüm gösterdi: ‘‘Verip, kurtulmak!..’’. Onlar ‘‘Girit'i bırakın’’ diye dayatıyor, biz ise ‘‘Vermeyiz!.. Hani toprak bütünlüğümüzü garanti etmiştiniz?’’ diyorduk.
Mücadele seneler boyu devam etti, Girit dünya gündeminin hep ilk sırasında yer aldı. Yunanistan'ın isyancılara açıkça verdiği destek Atina'yla Babıali arasındaki ipleri gerdikçe geriyordu. Atina'ya yapılan ihtarlar ve yollanan notalar cevapsız kalınca, Türkiye 1897'nin 18 Nisan'ında Yunanistan'a savaş ilán etti. Yunan ordusu her cephede yenildi, Atina'yı almamıza ramak kalmışken Avrupa devreye girdi.
Hatta Rus Çarı İkinci Nikola bile bizzat zamanın hükümdarı Abdülhamid'e telgraf gönderip ‘‘daha fazla kan dökülmesine mani olmasını insaniyet adına’’ rica etti ve çarpışmalar bir anda sona erdi.
Babıali kırık dökük bir barış andlaşmasıyla yetinmek zorunda kalırken asıl gariplik birkaç ay sonra yaşandı: İngiltere, Fransa, İtalya ve Rusya, Girit'e özerklik veriverdiler. Girit resmen Osmanlı toprağıydı ama bağımsızlığın ilk adımı olan özerklik Türkiye'nin toprak bütünlüğünü garanti etmiş olan Avrupa'dan geliyordu. Güçsüz ve çaresiz İstanbul kararı kabullenmek zorunda kaldı. Yunanistan'ı savaşta perişan eden Türkiye ‘‘Türk yenilirse çok şey verir ama kazanırsa hiçbir şey alamaz’’ sözünü doğrulamıştı.
ÖYLE BİR GOL YEDİK Kİ...
İşin bir sonraki aşaması adanın Yunanistan'la birleşmesiydi ve 6 Kasım 1908'de o da oldu; Girit Meclisi ‘‘Yunanistan'a ilhak’’ kararı verdi. Türkiye ise arkasına bütün Avrupa'yı almış olan Yunanistan'a karşı sadece birkaç protesto mitingi düzenlemekle yetindi. Bu mitinglerde atılan ‘‘Ya Girit, ya ölüm’’ yahut ‘‘Girit bizim canımız, fedá olsun kanımız’’ gibisinden sloganlar yarım asır boyunca hafızalarda kalacak, 1950'lere gelindiğinde sloganlardaki ‘‘Girit’’ sözünün yerini ‘‘Kıbrıs’’ alacaktı... Neticede biz ‘‘Ha bugün, ha yarın Avrupalı oluyoruz’’ hayaline dalmış giderken, Girit'te sert bir gol yedik. Sonra benzer gollerle başka topraklar da elimizden gitti, çekmediğimiz kalmadı, herşeyi yaşadık ama tek bir şeyi hariç: Bir türlü Avrupalı olamadık...
Türkiye o devirlerde Avrupa'nın gözünde ‘‘Şark meselesi’’ydi. Aynı Avrupa bize bugün hangi gözle bakıyor dersiniz?
Ayamama’daki iki barakaya 3 trilyonu kim yatırdı?
Haftalardır yazdığım Osmanlı Arşivleri'nin, altından Ayamama Daresi’nin aktığıİkitelli Çayırı'ndaki SEKA barakalarına nakledilmesi işinin gerisinden garip ilişkiler çıktı: Barakaları boyayıp ‘‘arşive benzetmeye’’ çalışacak olan şirketleri Başbakanlık görevlileri davet yoluyla seçmişler ve iş aynı kişiye ait olan ama káğıt üzerinde ayrı görünen iki müteahhitlik şirketine verilmiş. Acaba neden dersiniz?
Ermeni tasarısı Fransız Senatosu'ndan sessiz sadasız geçiverdi, hemen arkasından da Papa hazretleri Ermeni iddialarına destek veren bir bildiri yayınladı.
Bütün bunlar olup biterken Türkiye ‘‘Ermeni sorununun çözümü Osmanlı Arşivleri'ndedir’’ diyordu ama birileri dünyanın bu en zengin arşivini yüz küsur senelik mekánından alıp İkitelli'de altından derelerin aktığı bir çayıra nakletmekle meşguldü.
Haftalardır yazıyorum: Osmanlı Arşivleri elden gidiyor! Birileri 600 senelik arşivi her ne hikmetse Bayezid'deki, Süleymaniye'deki ve Sultanahmet'teki asırlık depolardan çıkartıp İkitelli'de altından derelerin aktığı, etrafında keçilerin otladığı bir çayıra taşımaya tam gaz devam ediyor.
Bu tarih cinayetini belgeler kurtuluncaya kadar yazmaya devam edeceğim ve şimdilik şu sorulara cevap bekliyorum:
1. Başbakanlık, İkitelli çayırındaki SEKA barakalarının ‘‘arşiv deposu’’ görüntüsünü kazanabilmesi için gereken tadilátı yapacak olan şirketleri açık ihaleyle değil, davet usulüyle belirlemiştir. Yapılan iş aslında kılıfına uygundur, zira yasalar güvenlik yahut gizlilik gerektiren durumlarda bu yola başvurmaya imkán tanımaktadırlar. Ama sadece adı ‘‘arşiv’’ olan ve topu topu iki barakadan oluşan çayırdaki mekánın ihalesi niçin tek bir firmaya değil de, káğıt üzerinde ayrı gözükmesine rağmen aslında aynı kişiye ait olan iki farklı firmaya verilmiştir? Başbakanlık'taki arşivden sorumlu müsteşar yardımcısı devletin hangi ‘‘álî menfaatini koruma’’ düşüncesiyle böyle bir karara imza koymuştur ve barakaların yeni imajı kaç paraya malolacaktır?
2. Arşiv belgesi dünyanın hiçbir yerinde yerinde dijital ortama alınmaz. Belge mikrofilme çekilir, bilgisayara kaydedilen ise arşivin kataloğudur. Unutmayın: Osmanlı Arşivleri gibi on milyonlarca belgeye sahip bir arşivi hálá bitmemiş tasnifi bir yana bırakarak dijitalleştirmeye kalkışmak gereksiziği bir yana tamamlanması seneler boyu mümkün olamayacak bir iştir ve birilerini vergilerimizle zengin etmeye yarayan ham bir hayaldir. Hal böyle iken pusuda bekleyen ve basına ‘‘Bu işi biz yaparız’’ diye demeçler veren bilgisayar şirketlerini kimler, niçin ümitlendirmektedirler?
Evet efendim... Arşiv konusunu yüzlerce senelik evrakın çayırda tuş edilmesine mani olana, bu kış sular ltında kalmasını önlemeye, hatta devletin denetleme kurullarıyla yetkili makamları işe müdahale edene kadar yazmaya devam edeceğim. Neticede ortaya 32 kısım tekmili birden güzel bir hikáye çıkacak, inanın...
mbardakci@hurriyet.com.tr
12 Kasım 2000, Pazar hurriyet
http://www.turksforum.nl/informatie/cyprus/cyprus_11.htm
KIBRIS'TAN ÖNCE GİRİT VARDI
MEHMET ALİ EREN
|
İstanbul'da "Girit bizim canımız, feda olsun kanımız!" diye bağırırlarken o tarihte yanında çalıştığım matbaacı Vladimiros, bir plak gibi şunu yineleyip duruyordu bana; "Hasanaki inanma sakın, Girit gitti, gider... Sizinkiler bizim kiliseyle politikacıları tanımıyorlar. Bunların ikisinin yapamayacakları yoktur; dünya alemi kandıracaklar, sizi buradan çıkaracaklardır. Bak zamanı gelecek, Vladimiros Usta söylemişti diyeceksin!" Girit'ten Anadolu'ya göç etmek zorunda kalan bir Türk'ün hatıra defterlerinden derlenerek kaleme alınan "Savaşın Çocukları-Hanya'dan Ayvalık'a" romanında Ahmet Yorulmaz bunları yazıyor.
Bugün Kıbrıs dış politikamızın en önemli maddesi olmaya devam ediyor. 1877-78 Rusya ile savaşı sonunda uluslararası sorun haline gelen Kıbrıs 1878 tarihinde İngiltere'ye geçici üs olarak verildi. Böylece Kıbrıs için bir dönem kapandı. Türkiye yaklaşık yüz yıl sonra Kıbrıs konusunda ikinci perdeyi açtı. Türkiye Kıbrıs'a giderek sorunu en zor olan askeri açıdan çözdü. Geriye uluslararası anlaşmalar ile siyasi çözüm kaldı. 1974'ten bugüne kadar Kıbrıs'ta yaşanan çözümsüzlük Türkiye'den kaynaklanmıyor. Türkiye'nin dışındaki dünya Türk dış politikasının Kıbrıs problematiğinden kurtulmasını istemiyor. Çünkü bu camiadaki esas soru 'Türk dış politikası Kıbrıs'ı çözerse sıra nereye gelecek?'
İmparatorluk Türkiyesinin Kıbrıs meselesinden önce başlayıp Kıbrıs'ın birinci dönem geçici çözümünden sonra biten bir başka konusu Girit idi. Milletlerarası literatüre Girit Meselesi olarak geçen olayların yaşandığı süreç 1821-1913 arasında cereyan etti. Türkiye'nin Girit'ten askerini çektiği tarih ise 1898'dir. Yani bundan 99 sene evvel.
Endülüs'ten Girit'e
Kıbrıs ile Girit olayları arasında kronolojik takip olduğu gibi iki adanın yüzölçümü de birbirini takip ediyor. Kıbrıs Akdeniz'in en büyük adası olma özelliğini taşırken Girit ikinci büyük ada.
Girit'in ilk sakinleri Anadolu'dan geçip M.Ö. 3000 ila 1400 yılları arasında Avrupa kültürünün temelleri arasında sayılan Minos Medeniyeti'ni kurdular. M.Ö. II. bin yılda Girit Mısır medeniyetinin tesirinde parlak bir döneme ulaşır. Daha sonraları sırasıyla adaya Akkalar, Dorlar ve Yunanlılar istila etmek için gelir. Girit'in siyasi önemi M.Ö. II. yüzyılda biter.
Roma İmparatorluğu Yunanistan'ı alınca Girit tam bir korsan yatağı olur. Romalılar korsanlığı önlemek için M.Ö. 69'da adayı zaptederler. Artık Girit Roma'nın tahıl ambarıdır.
Girit ilk Müslümanları Hz. Muaviye zamanında görür. 673'te Cünabe b. Ebu Ümeyye el-Ezdi komutasındaki Arap donanması Akdeniz'e sefere çıkar. 8259 kilometrekarelik adayı bir çırpıda ele geçirmek mümkün olmaz. Girit'in tam fethi ise Halife Me'mun zamanında olur. Endülüs Emevi hükümdarı Hakim b. Hişam devrinde Kurtuba'da bir isyana karışan binlerce kişi Endülüs'ten çıkartılmıştı. Mısır'ın yeni valisi İbn Tahir İskenderiye'ye sığınan bu mültecilerin şehri terketmelerini ister. Endülüs kökenli Müslümanlar reisleri Ebu Hafs Ömer b. Şuayb el-Belluti komutasında 40 parça gemi ile Girit'e giderler ve adayı kademe kademe zapt ederler. Girit'e yerleşen Endülüslü Arap Müslümanlar Rabazulhandek şehrini kurarlar. Osmanlılar bu şehre Kandiye, şimdi ise Yunanlılar Heraklion diyorlar. 827'den 961 yılına kadar Girit'i Ebu Hafs Ömer ve ailesi yönetir. Kendi adlarına para basarlar. Son Emir Abdülaziz b. Şuayb Girit'in tekrar Bizans'ın eline geçmesine mani olamaz ve İstanbul'a götürülür.
İslam hakimiyetinde Girit ile Endülüs arasında ekonomik ve kültürel münasebetler kurulmuş ve Kandiye önemli bir kültür ve ilim merkezi haline gelmişti.
150 sene sonra tekrar Hıristiyanların eline düşen Girit'teki Müslümanların bir bölümü adayı terk etmiş, edemeyenler ise din değiştirmeye zorlanmıştı. George I.Panagiotakis, Crete kitabında bu harp sırasında 200 bin Müslümanın öldürüldüğünden bahseder.
Girit Bizans'ın eline geçer ama IV. Haçlı Seferleri sırasında imparatorluk arazisi taksim edilirken Girit Montferrot Markisi Baniface'ye düşer ve o da adayı 100 bin gümüş karşılığı Venediklilere satar.
Girit'te Türkler
Girit'teki Venedikliler, Menteşeoğulları ve Aydınoğulları beyliği ile ticari ilişkiler kurarlar. Yıldırım Bayezit zamanında Osmanlılarla başlayan iyi ilişkiler 1449-50 yıllarına kadar devam eder. Bu tarihten sonra zaman zaman Girit sahilleri Osmanlı donanmaları tarafından vurulur. Genişleyen imparatorluk coğrafyasının ortasında Girit'in Venediklilerin elinde bulunması büyük bir tehdit oluşturur. Son olarak Sultan İbrahim döneminde Sünbül Ağa'yı Mısır'a götüren küçük bir geminin Malta korsanlarınca saldırıya uğraması ve gemiden gaspedilen eşyaların Girit'te satılması Osmanlı Venedik savaşının başlamasına sebep olur.
Çeyrek asır devam eden Girit Savaşı Kaptan-ı Derya Yusuf Paşa komutasında Osmanlı Ordusu'nun Hanya civarında karaya çıkmasıyla başlar. Hanya 54 gün süren kuşatma sonunda teslim olur. Adanın bütününü almak için ise uzun zaman gerekir. Venediklilerin Çanakkale Boğazı'nı ablukaya almaları ile Girit'e yardım gelmesini önleme gayretleri sonuç vermiş ve savaş uzamış, Girit Adası 'Devlet-i Aliyye'nin talimhane-i harbisi' haline gelmiştir. Hanya Fatihi Yusuf Paşa'dan sonra Girit kuvvetlerinin başına Deli Hüseyin Paşa getirilir. Girit Harbi Kandiye kuşatmasında kilitlenir. Kuşatmanın uzaması üzerine Osmanlı kuvvetleri Kandiye yakınlarına İnadiye denilen büyük kale yaparlar.
Osmanlı Devleti Avusturya ve Erdel meselesini hallettikten sonra çok uzayan Girit Harbini bitirmek için Sadrazam Fazıl Ahmet Paşa komutasında büyük bir kuvveti adaya gönderir. Problem 1669'da imzalanan 18 maddelik teslim anlaşması ile sona erer.
Kandiye'nin fethinden sonra yürürlüğe konan yeni vergi sistemi Venedik zamanındaki ağır vergileri kaldırdı. Girit'te yapılan ilk tahrire göre, ki vergiler buna göre tesbit edilmekteydi, 12.700 zengin, 9850 orta kazançlı ve 4170 dar gelirli olmak üzere 26 bin 700 kişi yaşıyordu. Osmanlı coğrafyası içinde İstanbul-Mısır yolu üzerinde bulunan Girit limanları önemli uğrak yeri haline geldi. Anadolu'dan iskan edilen Müslüman nüfusu ile kalabalıklaşan ada bir kültür canlanması yaşadı. Giritli pekçok şair, yazar, sanatkar, devlet adamı yetişti.
Girit'in mesele oluşu
Girit Adası Osmanlı hakimiyeti altında yaşadığı ilk 150 senede hemen hiçbir kayda değer vukuatın olmadığı bir beldedir. Ancak dünya değişmektedir. Osmanlı ülkesi içinde bulunan gayrimüslim teb'a artık bütün anti Osmanlı propaganda faaliyetlerinin odağındadır. Girit de bundan nasibini alır. Rumların kurduğu Heteria Cemiyeti'nin Girit'te başlattığı sistemli propaganda faaliyetleri adada yaşanan 150 senelik sükun ve huzur devrinin de sonu anlamına gelir. 1821 Mora isyanı kısa süre sonra Girit'e sıçrar. Aynı yılın ramazan bayramında Girit'in dağ köylerindeki Rumlar Müslüman köylerine baskın yaparlar. İsyanı bastırma görevi Babıali tarafından Mehmet Ali Paşa'ya verilir ve isyan bastırılır. Ancak 1830 senesinde üç koruyucu devlet tarafından kurulan Yunan Krallığı'na Girit'in ilhakı için tekrar gayrimüslim ahali ayaklanır fakat Mehmet Ali Paşa bu isyanı da bastırmayı başarır. Girit artık durulmamaktadır. 1841'de tekrar bir ayaklanma başgösterir. Asıl büyük ayaklanma ise 1866'da görülür. Girit gayrimüslimleri kendilerince geçici hükümet kurarak adanın 1 Eylül 1866 tarihinde Yunanistan'a ilhakını ilan ederler.
Rusya ve Fransa Girit'in Yunanistan'a bırakılmasını, hiç olmazsa Girit'e muhtariyet verilmesini tavsiye ederler. Babıali, Girit Valisi Naili Paşa'ya yolladığı fermanla müzakere için her nahiyeden Müslüman ve Hıristiyan birer adam seçerek İstanbul'a göndermesini ister. İsyancılar buna karşı çıkarlar. Bu durumda isyanın bastırılmasına Ömer Paşa memur edilir. Asilerin tenkili için harekete geçen Ömer Paşa beklemedik bir taktikle karşılaşır. Yunanistan'dan idare edilen isyanın bu safhasında köylerdeki sivil halk sahillere inerek adayı terk etmek, 'Türk zulmünden kaçmak' isterler. Sahil ve limanlarda tam bir hürc ü merc yaşanır. Batılı büyük devletlerin gemileri de bölgeye gelmiş hem asilere yardım etmekte, hem de Hıristiyan aileleri Yunanistan'a taşımaktadırlar. Yunanistan'dan da gönüllüler gelip asilere katılır.
Gittikçe genişleyen ihtilal yabancı devletlere Osmanlı devletinin iç işlerine karışma fırsatı vermişti. Rusya, İtalya ve Prusya'nın desteklediği bir teklifi Fransa Babıali'ye verir ve mütareke ilan edilmesini ister. Babıali mütarekeyi kabul eder ve Sadrazam Ali Paşa'yı Girit'e gönderir. Girit'te gayrimüslim Giritliler için yeni hakları ihtiva eden nizamname ve umumi af ilan edilerek Hanya'da asilerin temsilcileri ile görüşülür. Osmanlı Devleti hemen bütün istekleri kabul etmesine rağmen Girit durulmadı. Yunanistan adayı silahlandırmaktan geri durmadı. Osmanlı Devleti Aralık 1868'de Yunanistan'a nota göndererek gönüllü kıtaların kaldırılmasını ve korsan gemilerinin silahsızlandırılmasını istedi. Prusya'nın teklifi ile Paris'te toplanan konferanstan Yunanistan'a şiddetli bir ihtarname gönderildi. Yunanistan Babıali'nin teklifini kabul etti ve böylece Türk-Yunan savaşı önlendi.
Hazırlanan yeni nizamname de Girit'te sükunet sağlamadı. Karışıklıklar, kışkırtmalar devam etti. Durumun düzeltilmesi için Gazi Ahmet Muhtar Paşa ve Şakir Paşa gibi şöhretli paşalar adaya gönderildi. Ama sonuç alınamadı. Atina'da faaliyet gösteren ihtilal komitesi Girit'i sürekli kışkırtıyor, Yunanistan Girit'i topraklarına katmak istiyordu. Bu maksatla 10 Şubat 1897 tarihinde Yunan Prensi George'un kumandasında Girit'e asker çıkarttı. Osmanlı Devleti Yunanistan'ı protesto etti. Fransız, İngiliz, Rus, İtalyan, Avusturya ve Almanya zırhlılarından askerler de Girit'e çıkıp Yunanistan'a ortak nota verdiler. Yunanistan'ın askerlerini çekmemesi üzerine Girit ablukaya alındı. Bir buçuk sene devam eden abluka kaldırıldı. Ancak büyük devletler Osmanlı Devletine verdikleri takrirde Girit'e idari muhtariyet verilmesini istediler. Muhtariyetin olabilmesi için de adadaki Türk askerinin yavaş yavaş azaltılması gereğini öne sürdüler. Babıali buna direniyordu.
Kaçınılmaz hale gelen Osmanlı-Yunan harbinden Osmanlı Devleti 19 Mayıs 1897'de zaferle çıkmasına rağmen İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya 18 Aralık 1897 tarihinde Girit'in muhtariyetini ilan etti. Yunan kralının ikinci oğlu Prens George fevkalade komiser olarak Girit'in başına getirildi. Prens George 1906'da görevinden ayrıldıktan sonra yerine yine dış baskılarla Zaimis getirildi. Girit artık Yunanistan'a ilhak olmak için bahane arıyordu. Bu bahaneyi bulması zor olmadı. Bosna-Hersek'in Avusturya-Macaristan İmparatorluğu tarafından ilhakı ve Bulgaristan'ın istiklalini ilan etmesi üzerine harekete geçen Girit Milli Meclisi adanın Yunanistan Krallığına bağlandığını resmen ilan etti. Bu bütün Osmanlı topraklarında protesto mitingleriyle karşılandı. Ancak devletin fiilen yapacak bir şeyi yoktu. Balkan Harbi'nin başlangıcında Yunan hükümeti 10 Ekim 1912'de Girit Meclisi ile birleşme kararı aldı. 26 Ekim 1912'de Yunan Umumi Valisi Dragumis, Girit'in idaresini ele aldı. Osmanlı Devleti bu durumu hami devletler nezdinde protesto etti ve Atina'dan elçisini çekti. Balkan Harbi'nin ardından Londra ve Bükreş muahedeleriyle Girit Osmanlı Devletinin elinden çıktı. 1924'te de nüfus mübadelesi sonunda Girit'te kalan Müslümanlar Anadolu'ya geldiler. Fethi zor ve uzun zaman alan Girit adasının elden çıkması da çok zor ve uzun zaman aldı. Yaklaşık 250 sene Osmanlı idaresinde yaşayan Girit'te bugün bir tek Müslüman yaşamıyor. Osmanlı eserleri yok denecek kadar az. Birkaç minare, çeşme, bir miktar mezar taşı.
Sonu çok kötü bir hikaye. Bu hikaye böyle bitmemeliydi.
|
http://arsiv.aksiyon.com.tr/arsiv/148/pages/dosyalar/dos10.html
Dostları ilə paylaş: |