Göktürkler


Kızılelma / Nevzat Kösoğlu [s.857-858]



Yüklə 12,37 Mb.
səhifə91/98
tarix03.01.2019
ölçüsü12,37 Mb.
#89182
1   ...   87   88   89   90   91   92   93   94   ...   98

Kızılelma / Nevzat Kösoğlu [s.857-858]

Araştırmacı-Yazar / Türkiye

Kızılelma, Türk milletinin tarihî ülkülerini temsil eden bir kavramdır. Türk ülkücülüğünün Kızılelması, sabit ve belirli bir şey yahut yer değildir; soyut bir ülkü kavramıdır. Her dönemin kültürü, gerilim gücüne göre onu isimlendirir, somut bir hedefle belirler ve anlamlandırır. O zamanın Kızılelması bilinen bir yer olur; ancak, oraya varıldığında Kızılelma ele geçirilmiş olmaz. Kızılelma bu defa, daha ileride ve yine belirli bir yere gider: Ona hiçbir zaman ulaşılamaz. Kültürün Kızılelma hasreti yahut hırsı, her seferinde ülküsünü yenileyerek toplumu ileri sevkeder. Türk milletinin yükseliş dönemlerinde Kızılelma, cihan hakimiyeti ülküsü olarak algılanmıştır.

Eskiden, Moskova ve Roma için de, bu isim kullanılmıştır. Mütercim Âsım’ın yazdığına göre, “Eğer aman vermeseler, bizim Yeniçeriler Kızılelma’ya kadar giderler ve Moskof nâmını sahife-i âlemden fekkederler imiş.”

Türk tarihinde, Hunlardan itibaren bir dünya imparatorluğu olma ve yeryüzüne düzen verme ülküsünün tezahürleri görülür. Türk hakanları, “Güneş bayrağımız, gökyüzü çadırımız” diyerek bu egemenlik ülküsünü dile getirir, kendilerini sınırlamazlar. Hazar civarında, Göktürk hakanı Bizans elçisini kabul ettiğinde, bu olay, Türkün dünya hakimiyetinin bir işareti olarak yorumlanır; “Atalarımızdan böyle duyduk ki, Türkler cihana egemen olacaklar, bunun başlangıcı da Batı elçisinin gelmesi olacak.” Kızılelma ülküsü, Türk topluluklarının Müslümanlaşmasından sonra kavuştukları yeni fetih ve gazâ ruhuyla tam örtüşmüştür. Özellikle yükseliş dönemlerinde açık bir ilke ve heyecana dönüşen cihan hakimiyeti ülküsü de buna katılınca, Kızılelma simgesi çok canlı ve sürekli güncel bir içerik kazanmış oldu. Kuvvetli bir fetih duygusu halinde ortaya çıkan Kızılelma, Türk boylarının sürekli olarak Batı’ya akışlarının ülküsü haline geldi. Anadolu’ya girişten itibaren hiç eksilmeyen fetihler, Anadolu’nun Türkleşmesi süreci de, bu ülküyü besleyen gerçekçi ve toplumsal gelişmeler oldu. Nihayet, i’lâ’yı kelimetullah (Allah’ın adını yüceltme) gayreti, Selçuklulardan itibaren bu ülkü ile örtüşen ve onu besleyip, ufkunu genişleten bir rol oynadı.

Yazılı metinlerde Kızılelma’nın ilk göründüğü yer İstanbul’dur. Ayasofya’nın önündeki bir sütun üzerinde, at üstündeki Justinyanus heykelinde, Bizans imparatorunun elinde kızıl bir küre yahut bir altın top varmış. Bir başka rivayete göre, bu top Ayasofya’nın kubbesinde imiş. Bu küre Bizans’ın dünya hakimiyetini temsil edermiş. XIV. yüzyılda bu heykelin yıkılması ve kürenin düşmesi, Bizans egemenliğinin sonunun geldiği ve kapılarını Türklere açıldığı şeklinde yorumlanmış. Bu heykelin yüzü Anadolu’ya dönükmüş ve Justinyanus’un, “Beni yıkacak olanlar buradan gelecek” diyerek, Anadolu’yu gösterdiği yolunda söylentiler halk içinde dolaşmaya başlamış. Evliya Çelebi’ye göre ise, Hazreti Muhammed’in doğumu ile birlikte Ayasofya’nın kubbesi çökmüş ve Kızılelma yere düşmüştür.

Anadolu’da yeniden canlanan Türk fetih ruhu için Ayasofya önünde yahut kubbesindeki bu altın top, Türklerin Kızılelması’dır. Türk tarihinin akışı, hep bu ülküyü gerçekleştirme yönünde olacaktır. Türk kültüründeki bu ülkü, Hz. Peygamber’in hadisleri ile beslenip, bilenecektir. “İstanbul bir gün mutlaka fethedilecektir; onu fetheden komutan ne büyük komutan, fetheden asker ne güzel askerdir.” hadisi, en sıradan halk kesimlerine kadar yayılacaktır. Esasen, daha sonra Anadolu’ya giriş zamanlarından itibaren, korkutucu âyetlerle Kur’ân’da övülen kavmin Türkler olduğu yorumları yapılmaya başlanmıştır.

İstanbul’un fethedilmesinden sonra Türk Kızılelması Rim Papa’ya sıçrar. Rim Papa Roma’dır. Evliya Çelebi’ye göre, Rim Papa ve Beç (Viyana) Kızılelması’nın Türklere ait olacağı bütün Nemçe, Yunan ve Latin tarihlerinde kayıtlıdır. Bu rivayetler asker ve halk içinde yayılırken Fatih Sultan Mehmed Han’ın, İstanbul’dan sonraki büyük hareketi Roma üzerine olur. Gedik Ahmed Paşa komutasındaki Osmanlı donanması Otranto’ya çıkar. Batı dünyası da bu fethi o kadar kabullenmiştir ki, İtalyan şehirlerinde Sultan Fatih’in resmini taşıyan paralar, altın madalyonlar basılır; Fatih’i karşılamak üzere tören hazırlıklarına girilir. Yahya Kemal, Ahmed Paşa’ya Gazeli’nde şöyle söyler:

Çıktı Otranto’ya pür-velvele Ahmed Paşa

Tuğlar varsa gerektir Kızılelma’ya kadar…

Fakat, tuğlar Kızılelma’ya varamamış, Sultan Fatih’in ölümü, bu hamleyi yarım bırakmıştır.

Kanunî Sultan Süleyman Han Dönemi’nde Beç (Viyana) Kızılelması canlanmış ve Yeniçeriler arasında, bir Ocak geleneği oluşturacak kadar güncel bir ülkü olarak yaşatılmıştır. “Testiye kurşun atar, keçeye kılıç çalar, Kızılelma’ya dek gideriz” deyişi Yeniçeri gülbağına kadar girmiştir.

Birinci Viyana kuşatmasından sonra, Sultan Süleyman’ın, kuşatmayı kaldırırken kale komutanına bir altın top verdiği, bunun Türklerin Kızılelması olduğu şeklinde bir söylenti, o dönem Avrupa halkları arasında yayılmıştır. Türkler ise, Ayasofya’nın kubbesindeki altın topun, Beç Kalesi’ne geçtiğine inanmışlardır. Viyana’nın adı, Alman Kızılelma Seddi olmuştur.

Yükseliş dönemlerinde, bütün insanlığa nizam vermek (nizam-ı âlem ve cihan hâkimiyeti ülküsü), Allah’ın adını yüceeltmek (i’lâ-yı kelimetullah) gibi büyük iddialar ifade eden Kızılelma ülküsü, toplumsal gerilimin düştüğü gerileme dönemlerinde sönmeye ve unutulmaya başlar. Nizam-ı Cedit ordusuna karşı çıkan Yeniçeriler, “…Harb ederiz ve kralın tahtını başına geçirip, Kızılelma’ya kadar gideriz,” diye söylenirler; ama, bu ülkünün heyecanını duydukları şüphelidir. Osmanlı’nın Viyana sefiri Ahmet Resmi Efendi, Avusturya-Rusya’ya karşı savaş isteyip, “Kızılelma’ya, Kızılelma’ya…” diye nâra atanları anlatırken, savaş taraftarlarını, sandalye üstünde Hamzanâme okuyanlara benzetip, “Kızılelma’yı, Boğdan’dan gelir al yanaklı elma zannedenler,…” diye alay eder. Gerçekten de, toplumun gerilimi düştükçe algılama gücü ve dünyası da daralır.

Yirminci yüzyılın başlarından itibaren Türkçü aydınlar, bu kavramı yeniden canlandırmaya ve Türk yükselişinin heyecan kaynağı olarak kullanmaya çalıştılar. İmparatorluğun her gün bir parçasının koparılması, her gün yeni bir felaketin yaşanması, halktan önce aydınların moralini çökertmiş, kendilerine olan güvenlerini sarsmıştı. Yeni bir hamle başlatabilmenin ilk şartı, kendine ve milletinin gücüne olan güvenlerini yeniden kazanmak ve heyecan veren bir geleceğin kurulması için çalışmaktı. İmparatorluk geleneği içinde yetişmiş, cihangir bir millete mensup Osmanlı aydınlarının, yıkılış halinde de olsalar, küçük düşünmeleri, küçük şeylerden heyecan duymaları mümkün değildi. Kızılelma olarak Turan’ı seçtiler.

Türkçülüğün öncülerinden Ziya Gökalp’ın şiir ve yazılarında Kızılelma, Büyük Türk Birliği’ni simgeleyen bir ülküdür; Turan ülküsü. Şöyle yazar: “Türk köylüsü Kızılelma’yı tahayyül ederken, gözünün önüne Türk ilhanlıkları (imparatorluk) gelir. Gerçekten, Turan mefkûresi (ülkü) mâzide bir hayal değil, bir gerçekti.” Gökalp’in, Türk köylüsünün muhayyilesi hakkında söylediklerinin ne ölçüde gerçekçi olduğunu sorabiliriz.

Ancak, Gökalp’ten elli yıl sonra, bir Gaziantep köylüsünün Dündar Taşer’e söyledikleri, bu sorunun cevabı olabilir: “Türk bir gün yeniden cihangir olacaktır. Bu husus Kitap’ta kayıtlıdır; inanmayan kâfir olur!”

Ülkülerin milletlere hız ve ilham veren dinamikler olduğuna inanan Gökalp ve arkadaşları, Türk birliğini böyle bir Kızılelma olarak kabul etmişlerdir.

Kızılelma yok mu? Şüphesiz vardır.;

Fakat, onun semti başka diyardır…

Zemini mefkûre, seması hayal,

Bir gün gerçek; fakat şimdilik masal…

Gökalp bir diğer şiirinde ise, her türlü zorluğa göğüs gererek Kızılelma’ya giden Türkü anlatır;

Demez taş, kaya

Yürürüz yaya!

Türküz, gideriz

Kızılelma’ya!

Milli edebiyatımızın diğer bir çok yazar ve şairlerinde de Kızılelma motifinin yansımaları görülür.



Türk Devlet Geleneğine Göre Devlet Adamlarında Bulunması Gereken Asgari Hususiyetler / Yrd. Doç. Dr. Bülent Atalay [s.859-867]

Trakya Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye

Bazı roman kahramanları hariç, İbn Sina’nın da belirttiği gibi, insan kendi ihtiyaçlarını tek başına karşılayamadığı için sosyal bir çevrede yaşamak mecburiyetindedir.1 Sosyal bir varlık olan insanın yeryüzünde kendi varlığını hissettirmesi, bunun tespiti yani önem ve değeri tecrübeleriyle orantılı olarak karşımıza çıkar. İnsan, var olduğundan beri tecrübelerini daha da ileriye götürmeyi istemiştir. Diğer bir ifade ile insan tecrübeleriyle birlikte var olmuştur. İnsanın, bilgisi, idealleri, planları, projeleri, keşşfettiği ve meydana getirdiği değerler bütünü ona, yeryüzünde ayrı bir ağırlık kazandırmıştır. İnsan bu ayrıcalığını diğer canlılara karşı bir avantaj olarak değerlendirirken, kendi arasında aynı durumun bir rekabet unsuru olduğunun da farkına varmıştır.2

Fârâbî’ye göre sınırsız ihtiyaçları bulunan insanın, sosyo-politik hayatının vazgeçilmezleri arasında uygarlık, din ve bilim en önde gelmektedir.3 İnsanın ihtiyaçlarını karşılayabilmek için de yukarıda belirtmeye çalıştığımız genel anlamdaki avantajlı durumunu, özel olarak kendi arasında meydana gelen rekabetlerinde de kullanmak mecburiyetinde kalmış ve bundan dolayı toplu yaşama gereğini hissetmiştir. Bu ihtiyaç ve aynı zamanda birbirleriyle olan mücadeleleri, insanları belirli bir süreç içerisinde millet olma doğrultusunda harekete geçirmiştir. İnsan böyle bir tercihi ihtiyaçlarını gidermek, ihtiyaçlarını giderirken de karşısına çıkabilecek engellere karşı koyabilme gücünü artırmak için yapmıştır.4

İnsanın sosyalleşme tarihinde bir noktaya takılıp kalmak önce aydınlatıcı olabilir. Fakat bir süre sonra bu aydınlık daha ileri bir noktayı görmeyi engelleyebilir. Yâni başka bir deyişle; “sadece bir tane ağaca bakmak, ormandaki diğer ağaçları ve başka güzellikleri görmeye engel olur”. Böyle olduğu halde bilim adamları maalesef, zaman zaman insanları sadece sıradan bir nesne olarak görmekte ve gördüklerini de aynı şekilde yansıtmaktadırlar. Böyle bir bakış açısı tamamen yanlıştır. Çünkü insanı yakından ilgilendiren durumlarda, sosyal kavramlar, kurallar ve kurumlar göz önünde bulundurulmalıdır. Aksi taktirde olumlu ve bilimsel bir sonuca varılamaz.

İnsanı sosyal bir varlık yapan temel unsurlardan olan kültür ve medeniyetler, kendilerine yönelik tehditlere karşı koyarak ve kendilerini destekleyenlerle iletişim ve etkileşim kurarak gelişirler. Çünkü Alman düşünür E. Rothacker’in belirttiği gibi; “Tarihî yaratan kavimler, kavimleri hareket ettiren ise muayyen tarzda yaşama iradeleri, yani kültürleridir”.5 Kültür ve medeniyetleri canlı tutan milletler, hatta milletlerin en ileri derecede kurumlaşmış hâli olan devletlerdir. Devletlerin ve milletlerin sürekliliği de kültür ve medeniyetin ayakta kalmasına ve acımasız rekabet ortamındaki dayanma güçlerine bağlıdır.6

Tarih, kendisine yön verenler ve kendi girdabında öğüttüğü devlet ve milletlerle doludur. Devletlerin ve milletlerin tarih sahnesinden silindikten sonra da izleri görülebilir. Ancak bunlar işlevini kaybetmiş bir organın dokuları durumundan farksız bir hâl aldıklarından dolayı,

bundan sonrası için tarihte pek fazla etkileri görülemez. Kültür ve medeniyetlerin geleceğe yönelik olarak etkilerini gösterebilmeleri için varlığı devam eden bir millet, özellikle bir devlet olmaları şarttır. Fakat Devlet olmak kolay değildir. Her toplum millet olamadığı gibi, her ülkede de devlet yoktur.7 Yeryüzünde çok sayıda bağımsızlığını kazanmış ülke vardır. Fakat bunlar aşiretten öteye geçememiş ve devlet olma özelliği gösterememişlerdir.8

O halde devlet nedir? Devlet, sınırları belirlenmiş bir coğrafya parçasında bir iktidara bağlı olarak varlığını devam ettiren bir milletin veya milletler topluluğunun oluşturduğu siyasî topluluktur. Ayrıca devlet, bireyleri, maddî ve manevî varlıkları, sistemi, iktidar alâmetleriyle bir birlikte değerlendirilmesi gereken bir akitler manzumesidir. Bu manzume, milletin ortaya çıkan kişiliğidir. Aynı zamanda milletin kimliği özelliği anlamına da gelen devlet; millet, ülke, siyasî teşkilatlanma ve devlet kudretinin bütünüdür. Devlet kudreti, hakimiyet anlamına gelip, aynı zamanda iktidar sahipleri demektir. Bunlar kuvvet ve kudret sahibi olup, emir verme yetkisini kendilerindedir. Bu güç hiç kuşkusuz fiilî olduğu kadar, devletin varlığı ve sürekliliği için de emredicidir. Burada önemli olan emir yetkisinin kimler tarafından, kimin adına ve niçin kullanıldığıdır. İktidarın, yani iktidar sahiplerinin tam anlamıyla milleti temsil edebilmesi için emredici gücün, kamu yararına kullanılması, âdil ve erdemli olması şarttır.9

Eflatun’un erdemi, adaletle bütünleşmiş durumdadır. Bu adalet, hoşgörü bünyesinde gerçekleştirilerek ideal bir özellik kazanır. Bunun için de en yüce gücün, diğer bir ifadeyle iktidarın toplandığı manevî şahsiyet olan devletler, milletler açısından zorunluluktur. Bu zorunluluk reel ve ideal gücün gerçekleştiği yer olan iktidarda canlılık kazanır. Ancak bütün iktidar sahipleri her zaman tam anlamıyla hükümet olamadıkları gibi, hükümet olsalar dahi, bundan muktedir iktidar olacaklar sonucu çıkarılamaz.10 Devleti, insan hayatının tabii bir parçası kabul eden İbn Sina da iktidar sahiplerinin erdemli olup, olmamalarının toplum düzeninin sağlanmasında başlıca unsur olduğunu belirtir.11

Millet, bireyleri çok sayıda olan bir ailedir. Bir aile büyüğünün çocuklarına gösterdiği sevgi, şefkat ve hoşgörü ile devlet adamlarının, yani iktidar sahiplerinin yönettiklerine karşı besledikleri duygu arasında fazla bir fark olmamalıdır. Şayet varsa o iktidar sahiplerinde mutlaka bir eksiklik var demektir.12 Nasıl ki bir aile içerisinde aile büyüklerinin bireyin gelişimi üzerinde büyük etkileri varsa, millet denen varlığın en üst seviyede teşkilatlanmış hali olan devlet de aynı ölçüde dünya milletler ailesi içerisinde kendi milletinin gelişiminde pay sahibidir. Hem milletin bütünü hem de birey için güven içerisinde yaşama ve kişiliklerini geliştirme şartlarını sağlayan en üst kurum devlettir ve onda söz sahibi olanlardır. İnsanın ve onun meydana getirdiği milletin en büyük endişesi korkudur. Korkudan uzak, güven ve adalet içinde yaşayan insanların ve milletlerin kişilikleri ve millî kimlikleri gelişir ve olgunlaşır.13 Bunun için Türk Devlet geleneğinde, özellikle Osmanlı Devleti’nde “kerim devlet” -yüce/ulu devlet- anlayışı hakim olduğundan halk aynı şefkatle kucaklanıyor ve devlet herkese aynı mesafede bulunuyordu.14

Hoşgörü, bir kültür birikimidir. Devlet adamı hoşgörülü olmalıdır ve düşmana dahi gösterilebilmelidir. Bunun örneğini Atatürk’te rahatlıkla görmek mümkündür. Avustralya’da bir parkta Atatürk’ün Anzak anne-babalara hitabı; “… çocuklarınız için üzülmeyin. Onlar bizim topraklarımızda genç yaşta hayatlarını kaybetmişlerdir. Onlar artık bizim de çocuklarımızdır. Müsterih olunuz” şeklindedir.15

Devleti, tam anlamıyla devlet yapan siyasî güç-siyasî iktidardır. Siyasî iktidar, toplumda mevcut olan çok sayıda -sosyal irâde, sosyal vicdan, sosyal şeref, sosyal karakter- kutsallık atfedilebilecek sosyal kavramların temsilcisi olarak da ileri çıkmaktadır. Bütün bunlar günümüzde “millî” kavramı ile özdeşleşmiştir. İktidar sahiplerinin, yurt içinde ve dışında güçlü olabilmesi ve görevini tam olarak yerine getirebilmesi için her şeyden önce, millî devletin varoluş nedeni etrafında toplanması gerekir. Bunda da iktidarın düşünce ve davranışları, devletin varoluş nedeninin dışına kesinlikle çıkmamalıdır. Bunun gerçekleşmesi de devlet düzeninin genel anlamıyla âdil bir şekilde sağlanmasıyla gerçekleşir. Çünkü “bir devlet küfr ile durabilir, ancak zulm ile yıkılmaya mahkumdur”.16

İktidarın uygulamalarını ortaya koymaya çalıştığı sistem, tarihî şartlara dayandığından, buna bağlı olarak birey-devlet ilişkilerinin ortaya çıkardığı durum, devletin işleyişini bütünüyle yansıttığından dolayı milletlerin yapılarına göre değişebilir.

Bütün iktidar sahipleri farklarının, fark edilmesi için kendilerine özgü bir yöntem bulmak ve uygulamak isterler. Aksi taktirde varlıkları tehlikeye girebilir. Fakat bunu gerçekleştirirlerken hem dünya milletlerinin, hem de idare etmeye çalıştıkları milletin asgari ortak noktalarından uzaklaşmamaları gerekir. Çünkü uç noktalar -ifrat ve tefrit- daima tehlike gösterir.17

İktidar sahiplerinin varlıkları da sosyal ve ekonomik alanda gösterdikleri başarı ile orantılıdır. Bütün iktidarlar, İlahî irâde ağırlıklı ya da insanî irâde ağırlıklı olmaları pek fark etmez; farklı siyasî düşünce ve uygulama ile başarıyı yakalamaya çalışırlar.18

Dünya tarihinde bütün milletlerde her dönemde, belli bir kurtarıcı, yol gösterici aranmıştır. Bundan dolayı insanlar bir kurumu veya bireyi güç kabul edip, bütün uygulamaları ondan gelme sayarak, yürütme eğilimi içinde olmuşlardır. Nice birey veya milletler, var olan boşluğu dolduracağı zannıyla, bedellerinin ne ile ödeneceği pek kestirilemeden, -en kötü devlet- iktidar, hiç olmamasından iyidir anlayışı ile bir güce bağlanmak istemişlerdir. Aradıkları gücü bulanlar ona tutsak olurlarken, bulamayanlar da özlem ateşiyle yanmışlardır. Böylece güç veya iktidar sahipleri, heyecanla karışık bir tabu halini almışlardır. Tabu halini alma veya getirilme noktasından önce çok dikkatli olunmalıdır. Yine bu durumun İlahî ya da insanî kaynaklı olması hiç de önemli değildir. İktidarı kim veya kimler ele geçirirse, onlar hâkim duruma gelirler. Bundan da önemlisi hâkim duruma gelenlerin millete mahkûm muamelesi yapıp yapmamasıdır. Çünkü özellikle dünyevî değerleri mistik hâle getirmek çok tehlikelidir. Bundan sonra oluşacak tiranları, -tiranları, demokratlar iktidardan kolay kolay indiremezler- demokratlar iktidardan indiremeyecekleri, için yine tiranlara ihtiyaç duyulacaktır. Bu kısır döngü milletlerin, kendi mutlulukları için harcamaları gereken güçlerinin yok olmasına sebep olacaktır.19

İnsanların ihtiyaçlarını ve meşru isteklerini düzenli ve toplu olarak devlet karşılamak durumundadır. Devleti de belirli bir dönem idare eden aslî unsur olan iktidar da kendisinin idare etmekle yükümlü olduğu insanların ihtiyaçlarını karşılayabildiği sürece ve oranda başarılı olur. Bu başarı kudreti, kudret de başarıyı etkiler ve denetim altında tutar. Çünkü Nietzsche’nin belirttiği gibi; “Kudretin arttığını hissetmek zevk vericidir”. Bu hazzın dozu iktidar sahipleri tarafından ayarlanabildiği müddetçe ve ihtirasa dönüşmedikçe var olan zaferi koruyabileceği gibi, gelecek zaferlerin de müjdecisi olacaktır. Her alanda zafer, milleti mutluluğa doğru götürür. Çünkü yine Nietzsche’nin de işaret ettiği gibi “En etkili ilaç zaferdir”.20

İnsanlık tarihine düşünürler ve somut gücü kendisinde bulunduran askerler yön ve şekil verdiklerinden, iktidar sahipleri de bunlara bağlı olarak varlıklarını sürdürmüşlerdir. Böyle olmasına rağmen pek fark edilmeyen yanlışlardan bir tanesi de siyasî fikrin ve buna paralel olarak iktidarın, yalnız ve yalnız ya fikir adamlarının, ya da aksiyon adamlarının ilgi alanına girdiğidir. Bu yaklaşım silsilesine göre; yalnız Eflatun ve Laski’nin düşüncelerini ya da Perikles ve Churchil’in eylemlerini öğrenmek yeterlidir. Halbuki sözle belirtilen veya eylemle gösterilen düşünce de, yazılı hale getirilenler kadar etkili ve geçerli olabilir.

Bütün siyasî varsayımları Eflatun ile başlatmanın yanlışlığı kadar, bilinen siyasî fikirlerin sadece Avrupa ve Amerika’da meydana geldiğini ileri sürmek de en az o kadar hatalıdır. Yunanlıların milletlerarası siyasî literatüre pek çok kavram kazandırdıkları ve bunların bugün de kullanıldığı bilinmektedir. Fakat demokrasiden bahsedilen Yunan şehir devletlerinde, adı geçen kavramın nasıl uygulandığını düşünmeyi bir tarafa bıraksak bile; bu sitelerin nüfusuna baktığımız zaman, aşağı yukarı aynı dönemlerde; Türklerin hareket halindeki ordularında bulunan asker sayısı ve bunların güçleri bunlardan fazlaydı. Her ne kadar bugün “Şark kafası -zihniyeti- Şark kurnazlığı” şeklinde doğu milletlerinin kendilerinin de küçümsedikleri doğu kültüründe de siyasî kavramların bir karşılığı vardır. Düşünce ve aksiyon adamları olarak Batı için yukarıda belirtilen isimler akla gelirken; Türk tarihinde de Mete, Yusuf Has Hacib, Nizamü’l-Mülk, Fatih, Ziya Gökalp ve bu çizgide Atatürk’ü ilk akla gelenler olarak sıralamak mümkündür.21

Türk kültür tarihi içerisinde adını rahatlıkla sayabileceğimiz düşünce adamlarından Cevdet Paşa’ya göre; Batı’da ruhanî ve cismanî hükümetler vardır. Bütün ayrılıklar da olduğu gibi bu ayrılık da pek hayra alamet değildir. Fransa’daki cumhuriyet halkı usandırmıştır. Cevdet Paşa’nın savunduğu İslâmî kuralların tam olarak uygulandığı hükümettir. Bu tam uygulama da tabii olarak rahatlıkla tartışılabilir. Ancak Padişah, -saltanatı-cismanî- ve -hilafeti-uhrevî- kendi bünyesinde bütünleştirerek, Müslümanlar’ın hâmisi ve aynı zamanda şeriatın koruyucusu konumuna gelmiştir. Böylece iktidar gücünü daha iyi hissettirme imkanı bulmuştur.22

Fakat iktidar anlayışı Batı’da olduğu gibi değildir. “Zillullahi fi’l-arz” özelliğini taşıyan Sultan, Allah’ın yer yüzündeki gölgesi olarak bütün tebaaya âdil davranmak mecburiyetindedir. Çünkü tebaa emanettir, ve “Emanete ihanet edilemez”. Türk devlet geleneği içerisinde bu durum İslâmiyet’ten önce, Gök Tanrı dininde de vardı. İktidar sahibi, gücünü İlahî bir zemine oturtarak mümkün olduğu kadar etkili bir biçimde hissettirmeye çalışmıştır. Zaten aynı zamanda Türk devlet anlayışında ideal iktidar sahibi-devlet adamı, “fenâ fi’d-devle ve’l-mille” şeklinde vasıflandırılmıştır. Batılılar açısından konuya bakıldığında durum farklılık göstermektedir. Çünkü devleti, “baba” kabul eden, “Allah devlete zeval vermesin” sözünü dilinden düşürmeyen Türkü, devletin müdahalesi, kendi zihninde bir Hitlerin, bir Stalin’in eylemi olarak şekillenen Batılının anlamasını beklemek sosyal gerçeklerle de bağdaşmaz.23 Buna karşılık Türk siyaset düşüncesinde, kendi özü ile birlikte İslâm, Fars, Hint ve eski Yunan siyaset düşüncesinin izleri vardır. Türk siyaset düşüncesi, bundan hareketle zaten evrensel bir özellik göstermektedir.24

Tabiatla fazla içli dışlı olduklarından hatta bütünleştiklerinden dolayı Türkler, genellikle “halim-selim” bir yapıda olup, baba ve yaşlılara saygı göstermeyi ilahî bir görev kabul etmekten de öte, ilahî bir kural şeklinde gördüklerinden, bunu ihlal etmemek için özen gösterirler. Buna karşılık baba da âdil olmak durumundadır. Aksi taktirde baba otorite hırsının önünü alamaz ve adaleti gerçekleştiremezse, oğullarda yukarıda bahsedilen “halim-selim” olma özellikleri yerini şiddete bırakacağından, başkaldırma hırsını kamçılamış olur. Türkler’de beylik, iktidar, çok üstün bir değer taşıdığı için, bu unvanlara sahip olanlar, sahip oldukları unvanın hakkını vermek zorundadırlar. Unvanının hakkını veremeyen, unvanını ağırlığı altında ezilen, ya unvanını terk eder veya terk ettirilir; zaten“Ya devlet başa, ya kuzgun leşe” sözü bu sosyal gerçeği ifade eder.25

Yunanın zorbalığa-kuvvete dayanan, servete tapan, maddeci ve ayırıcı hak, adalet anlayışına karşılık, eski Türk düşüncesinde âdil, faydalı, eşit, üniversal kanun hâkimiyeti ve bireye ait hürriyet üstün görülmüştür.26 Türk devlet düşüncesi sadece Türkler’i değil, bütün dünyevî varlıkların huzur ve rahatlığı için hayata geçirilmeye çalışılmıştır: “Üstte mavi gök, altta yağız yer kılındıkta, ikisi arasında insan oğlu kılınmış, insan oğlunun üzerine ecdâdım Bumin Kağan, İstemi Kağan oturmuş…”.27 Bilge Kağan: “… Babamın ve amcamın kazanmış oldukları milletin adı, sanı yok olmasın diye Türk milleti için gece gündüz oturmadım, kardeşim Kültigin ile ölesiye çalıştım…” derken; aynı şekilde Türk devlet düşüncesinde devletin, atalarımız tarafından, toprağın altında yatanlar ve üzerinde yaşayanlarıyla beraber, gelecek nesiller için, iktidar sahiplerine emânet olarak bırakıldığını bir kez daha ispat etmiştir.28 Bilge Kağan’ın şahsında tipik bir Türk devlet adamının özelliklerini görmekteyiz. Bilge Kağan amcası Kapgan ve kardeşi Köl-tigin gibi sert ve haşin karakterde olmayıp, millî menfaatlerden taviz vermeyecek kadar vakarlı ve aynı zamanda bir baba gibi şefkatli idi.29

Eflatun’un ideal devletinde ise; insanların çok tabii olan ihtiyaçlarını -nesillerini devam ettirme- bile denetim altındadır. İnsanların çocuk sahibi olmaları tespit edilmiş sınırlar içerisindedir. Buna uyulması zorunludur.30 Devlet veya iktidar kavramları ele alınmak istendiği zaman Machiavelli, Batı’da hemen akla gelenler arasında ilk sırayı alanlardandır. Machiavelli’in düşünce sisteminin özündeki insan, onu diğer varlıklardan ayıran ve insan olmasını sağlayan, insanî değerlerden tamamen yoksundur. Çünkü Machiavelli’e göre; insan medenileştikçe özünden uzaklaşarak, çok şeyler kaybeder ve bozulur, yâni yozlaşır ve soysuzlaşır. Halbuki Türk kültüründe “yozlaşmadan, uzlaşmak” insan olmanın temel niteliklerindendir. Machiavelli, insana yaklaşırken ve onu değerlendirirken, karşılıklı etkileşimin özünü oluşturabilecek sevgiyi tamamen devreden çıkarmaktadır. İnsanın özünde var olan bu özellik Machiavelli açısından hiçbir anlam ifade etmediği gibi; O’na göre insanlar zaten doğuştan kötüdürler. Bundan dolayı da hükümdarın ve dolayısıyla iktidar sahibinin ya da sahiplerinin iyi olmalarına hiç gerek yoktur. Bu düşüncelere sahip olan Machiavelli için halk ezilecek, sömürülecek kuru kalabalıktan başka bir şey değildir. Buna bağlı olarak iktidar sahiplerinde hiç kimseye, hiçbir biçimde, en ufak bir olumlu düşünce bulunması gerekmeyeceği gibi, bunlar iktidarı, sadece iktidar olduğu için ele geçirmek ve onu korumak isteyen, ihtiraslı bir şekilde iktidar paranoyası ile kavrulan, her bakımdan sorumsuz kişilerdir. Vatandaşlarını öldürmek, dostlarına ihanet etmek, acımasız ve inançsız olmak fazilet değilse de ve insana onur vermese de, insanı iktidara getirebilir. Halkın değil, hükümdarın güvenliği ön plandadır. Bunun için halka, sonsuz ihânet ve zulüm yapılabilir.31

Kısaca belirtmek gerekirse; karamsar bir yapıya sahip olan Machiavelli, hedefe ulaşmak için, hemen her şeyi mubah saymıştır. İktidar sahipleri, iktidarda kalabilmek uğruna idare ettiklerini mahzun bırakma pahasına rahatlıkla ihanet etmelidirler.32

Farabî’nin iktidar sahibinde aradıkları ise tamamen farklıdır; şerefli, cömert, âdil, istibdat ve zulümden uzak olduğu gibi, bunlardan nefret etmelidir.33 Fâni dünyada iktidar sahipleri devlet ve saltanattan lezzet ve şehvet beklememelidir. İktidardakiler, şefkatli olmalı ve şevkle hizmet etmelidir. Böyle oldukları taktirde ulvî bir zevk ve hazzı tabii olarak zaten alacaklardır. Nerede ve hangi şartlarda olurlarsa olsunlar doğruyu söylemekten ve uygulamaktan geri kalmamalıdırlar.34 Türk tarihçisi ve devlet adamı Tursun Bey, istisnasız bütün toplumların sivil bir otoriteyi kabul etmelerinin zorunluluğundan bahsederken, siyasetin hikmete dayanmasının gereğine de dikkat çekmiştir.35

Yusuf Has Hâcib de, Kudatgu Bilig adlı eserinde; iktidar sahiplerinin iktidarlarının ömürlerini, din ve devlete değil, adalet ve hikmete dayandırdıkları taktirde daha uzun olabileceğine işaret etmektedir.36 Adalet, iktidar sahiplerinde bulunması gereken başlıca meziyettir. Diğer özellikler buna bağlı olarak ortaya çıkar ve olgunlaşır. Adalet, cesaretten çok önemlidir. Adaletten uzak duran iktidar, kendisine itaat edecek kimse bulamaz. Cesaretiyle bunu sağlasa dahi, kuru cesaret aynı zamanda cehaletin de belirtisi olduğu için olumlu bir sonuç alınamaz.37 Sadece iktidarın değil, devletin devamlılığı açısından önemi bilindiğinden Türk siyasî teşekküllerinde geniş bir adalet mekanizması mevcuttu.38 Fransız inkılâbı ile ilgili olarak yapılan bir değerlendirmede; zorbalar değişti, fakat zorbalık yerinde duruyor, denilmiştir. O halde asıl olan adalettir.39

Yine Yusuf Has Hâcip açısından devlet ve dolayısıyla iktidar; millet için, huzurlu, güvenli, yani rahat bir ortamın sağlaması adına var olan bir kurum demektir. Çünkü devlet görevi milleti mutlu etmektir. Mutluluk da milletin -sırtının pekliğine ve karnının tokluğuna-, yâni şartlara bağlı olarak ihtiyaçlarının giderilmesine bağlıdır. Millet ile siyasî iktidar birbirini devamlı olarak denetim altında tutmalıdır. Bu da tabii olarak pratikte demokratik bir ortamın sağlanmasını gerektirir. Uhrevî olduğu kadar, dünyevî tedbiri de dikkate alan düşünür, rahatsızlık kaynağı millet ise; bunların düzene sokulmasına, iktidar sahipleri ise; alaşağı edilmelerinin zorunluluğu üzerinde durmuştur.40

Bugün pek çok kavram Batı çıkışlı olduğu gibi, Batılı bir gözle ele alınmaktadır. Bu da yanlış yorum ve anlamalara yol açmaktadır. Çünkü geçmişi irdelemek, bugünü ele almak ve geleceğe yön vermeye çalışmak, kısaca tarihi idare etmek sadece birilerinin ya da bazılarının tekelinde olmayıp, bugün öyle görünse dahi, bu durum hiç de sonsuza kadar böyle devam etmeyecektir. Bu yetenek kendisine üç bin yıl önce Doğu’dan miras kalmış olan Avrupa, bunu sürekli olarak elinde tutamayacaktır.41

Türk Kültür Tarihi’nde “İl” kelimesi devlet42 ve aynı zamanda barış anlamında kullanılmıştır.43 Bu da gösteriyor ki; Türkler’de barış ile devlet bir elmanın iki yarısı gibidir. Bu bütünlüğü iktidar sahipleri muhafaza etmekle yükümlüdürler. Bu yükümlülüğün sürekli olabilmesi için de, mülkün -devletin- temeli olan adaletin gerçekleştirilmesi şarttır. Adalet, iktidar tarafından sağlandıktan sonra, tescil edilip garanti altına alınmadığı zaman, yerini atalete -boşluğa- terk eder. Adaletin yerini ataletin aldığı bir ortamda, milletin temel değerleri atıl hâle gelir ve zedelenir. Bunun sonucu olarak da vurdumduymazlık baş gösterir. Böyle bir ortamda da; “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” düşüncesi, düşünce yoksulları arasında itibar görür ve “suya sabuna dokunmayan” bir anlayışla birleşerek milletin bütün değerleri kirletilebilir. Belirtilen hoş olmayan durumların işlerlik kazanmaması için adalet, Türk siyasî düşüncesinin en temel unsurlarının başında gelir. Çünkü “adalet, eşyayı yerli yerine koymaktır”. Devlet adamlarına yönelik eleştiri ve övgülerin temelinde âdil olup, olması ilk dikkati çeken husustur. Adaletin ihlali, ahaliye zulmü reva görmektir. “Zulme rıza da zulümdür”. Devletin devamlılığı adalete bağlıdır.44 Devleti idare edenler, âdil, basiretli, bilge olmalıdırlar.45 Bu özellikleri taşımayan birisinden ehliyetli olması da beklenemez. Kendisi ehil olmayan devlet adamı, devlet mekanizmasında görevlendirme yaparken buna dikkat etmez ve işinin ehli olmayanların görevlere getirilmeleri, aynı zamanda devletin felaketinin de başlancıgıcı demektir.46 Pascal, akıl ve adalete dayanmayan uygulamaları istibdat olarak nitelendirmiştir.47

Koçi Bey de, kamu hizmetinin ehliyet ve liyakate göre düzenlenmesini şart koşar ve gerekçesiz görevden uzaklaştırmayı -azli- kesin olarak reddeder. Böyle bir uygulamayı adaletsizlik şeklinde değerlendirir. “Hak edene hakkı, müstahak olana da cezası mutlaka verilmelidir”. Çünkü devletin adalet terazisinde iki kefe vardır. Bu kefenin bir tanesi hakkı -hak edileni-ödülü-, diğeri de müstahakkı -layık olanı-cezayı- temsil eder. Devlet adamları da elinde terazi tutmuş bir kimseye benzerler ve teraziyi doğru tutmaları şarttır. Böyle olmazsa âdil olmazlar.48 “Aksi taktirde ayaklar baş, başlar ayak olur”, böyle bir durumda da devlet çarkını döndürmek mümkün olamaz.49 Çünkü hakkın yerine getirilmesi mantığın gereğidir. Haksız yere kuvvetin etkili hâle getirilmek istenmesi zorla olur. Kuvvete dayanmayan hak âcizdir ve haksızlık yolunda kullanılan kuvvet ise müstebittir. Dünyada her zaman kötü niyetli insanlar bulunabileceği için kuvvete dayanmayan bir hak ve adalet, itiraz ve isyanlarla karşılaşır. Hak ve adaleti yerine getirmeyen kuvvet de töhmet altında kalır. Şu halde hak ile kuvveti bir araya getirmek şarttır; bunun için de hakkın kuvvetli olmasını, kuvvetin de adalet dairesinde işlemesini sağlamak gerekir.50

Bazı meslekler vardır ki, siyaset ile iç içe veya at başı giderler. A. Tocqueville örneğinde olduğu gibi, hem siyasetçi hem de yazarlığın bir fertte toplanması, yazarın eseri aksiyon özelliği de gösteriyorsa, iktidar için çabalamaya gerek bile duymayabilir.51 Roosvelt’de olduğu gibi istisna liderlerde, katıksız aksiyon da görülebilir. Tocqueville örneğini Türk tarihinde; düşünce ve kuvvet olarak, düşünce adamı konumunda ve yeni kurulan bir devletin -Cumhuriyet- mimarı durumunda Ziya Gökalp’ta görmek mümkündür. Teori ve aksiyonu kendi bünyesinde toplayan siyasetçi olarak akla hemen Lenin gelir. Atatürk ise özellikle milliyetler yüzyılında, yokluk içerisinde bir milletin tarih olmak üzereyken, tarihe yön vermesini gerçekleştiren bir kadronun lideri olmasından dolayı tam bir aksiyon adamıdır.

Siyaset bilimi açısından, Batı’ya göre Türk devlet anlayışının en büyük farkı, devletin varsayımlarla değil, milletin ihtiyaçlarını göz önünde bulundurularak ve günün şartlarına göre kurulması, yönetilmesi esas alınmış olmasıdır.52 Batı öncelikle teoriyi ortaya koyar, sonra onu hayata geçirmeye çalışır. Bütün milletlerin bugününü ve yarınını, kendilerini idare eden iktidar sahipleri şekillendirirler. Aynı zamanda milletlerin hayatına yön verenler yine aynı milletin içersinden çıkarlar. Bu durum gerçekleşmediği zaman o millet için genellikle felaket demektir. Çünkü -tabiat boşluğu affetmeyeceği için- bir başka millet, başsız kalan milleti yönetmeye talip olur. Bir millet, öncelikle kendinden olan iyiyi inanarak ister ve bütün gücüyle bunu hayata geçirmeye çalışır. Onu, buna yönelten kendisi için iyi bildiği unsurlardır. Bu yönelme ya da yöneltme, kendi gücü nispetinde ve varsa yönetenler sayesinde gerçekleşir.53

Emir verme, hâkim olma ve hükmetme arzusu, iktidar tutkusu, siyasî ihtiras, kültürden kültüre değişir. İktidar hırsı insanların kimliklerini dahi değiştirmelerine sebep olabilir. Dünya tarihinde bunun örnekleri vardır; Hitler büyük bir Alman olmak isteyen Avusturyalı iken, Korsikalı Napolyon’un büyük bir Fransız, Gürcü Stanlin’in büyük bir Rus, Makedonyalı İskender’in büyük bir Yunanlı olmayı istemeleri gibi. Stalin’in kendi halkına yaptığı vahşi ve anlamsız cinayetlerinin uzun vadeli sonucu adının tıpkı Hitler gibi, lanetlenmesine yol açmıştır.54

Tarihin temel dinamiklerinin öncüsü siyasî iktidardır. Siyasî iktidarda büyük bir potansiyel vardır. Bunun dinamik halde bulunması iktidar sahiplerini zinde ve güçlü kılar. Fakat aynı dinamiği olumsuz bir şekilde harekete geçirmek isteyenler olur. Bu açıdan tarih, siyasî iktidar mücadeleleriyle doludur. Bu iktidar kavgası bir milleti idare etmek için olduğu gibi, milletlerin, milletler üzerinde hakimiyet kurmak için yaptıkları mücadele olarak da ortaya çıkabilmektedir. Fakat sonuç olarak bütün dünyayı etkileyebilmektedir. Bunun en açık örneği Fransız İhtilali’dir. Bu ihtilal burjuvazinin, monarşiye, kiliseye ve seçkin aydın sınıfa karşı vermiş olduğu mücadeledir. Napoleon’un, diktatörlüğü otorite ihtiyacını ve demokratik ideolojiyi birbiriyle bağdaştırmıştır. 1789 doktrincileri insanlığa yeniden şekil vermek ve dünyayı tekrar baştan kurmak istemişlerdir. Bu durum karamsar teorisyenleri ümitlendirirken, 1799 doktrincileri kılıca teslim olmak mecburiyetinde kalmışlardır.55

Bizim demokratikleşme sürecimiz içerisinde meydana gelen gelişmelerde; Yeni Osmanlılar ile I. Meşrutiyet’te, Jön Türkler ile II. Meşrutiyet’te, sanki daha önce hiç yokmuş gibi, bazı kavramların; kardeşlik, eşitlik, hürriyet vs. Fransız İhtilali’nden ilham alınarak çığırtkanlığı yapılmıştır.56 Fakat Fransız milleti ile Türk milletinin değerleri aynı olmadığı gibi, Fransa Devleti ve Osmanlı Devleti’nin de yapılar aynı değildi. Daha önce de belirtildiği gibi, Fransız ihtilali bir burjuva ihtilalidir. Avrupa’daki feodal yapının tabii bir sonucudur.

Türk sosyal hayatında Batı’da olduğu gibi feodal bir yapı ve buna bağlı sınıflar arası mücadele hiçbir zaman söz konusu olmamıştır. Bundan dolayı da Türk sosyal ve siyasî literatürüne ve hayatına, Batı’dan empoze edilmeye çalışılan kavramlar, sağlam bir zemine oturtulamadığı için beklenen durum tam anlamıyla gerçekleşememiştir. Kavramların içi ve düşüncelerin özü tam olarak doldurulamadığından dolayı, bunların hayata geçirilmelerinde de eksiklikler ortaya çıkmıştır. Çünkü alt yapı olan kültür ile onun üzerine bina edilmek istenenler tesis edilmeye çalışılırken kullanılan ve dolgu malzemesi olarak kabul edebileceğimiz kavramlar bütünleşmediği gibi, örtüşmekte de zorlanmaktadır.57

Sonuç

Devlet, kurumlar bütünüdür; onu hiçbir kurum kendisine katacak kadar güçlü değildir ve olamaz. Ancak devletleri bir araya toplayabilecek kurumlardan söz etmek mümkündür. Kısaca belirtmek gerekirse devlet, kurumlardan oluşmuş bir sistemdir.58



Devleti temsil ettiği varsayılan iktidar anlayışı ise milletlere göre farklılık gösterir. Çünkü iktidarın var oluş amacı ve uygulamaları kültür zemininde filizlenerek, hayat bulduğundan, her milletin kendine has bir iktidar kültürünün olması normaldir. Yanlış benzetmeler, yanlış mukayeseleri ve yanlış uygulamaları beraberinde getirir. Bir ülkedeki siyasî kurumlar ile siyasî kavramlar birbirlerini tamamlarlar. Her siyasî doktrin ile o doktrinin şekillendiği tarihî süreç ve siyasî ortam çok önemlidir. Bırakınız ayrı kültürlerin ürünlerinin farklılığını, aynı kültürün yakın zaman aralığı içerisinde bile siyasî yapılanmalarında farklılıklar görmek mümkündür. Bir örnek vermek gerekirse; tam olarak birbirlerinden kesin çizgilerle ayırmak çok zor olsa da, Yeni Osmanlılar, Batı’dan aldıkları fikirlerini şeriat zeminine oturtmaya çalışırlarken, Jön Türklerin programları kendilerinden önceki kuşağa oranla daha az spekülatif ve teorik bir özellik göstermiştir.59

Toprağın üstün tutulduğu yerleşik kültür ile, devlete öncelik tanıyan bozkır kültürü arasında siyah ve beyaz

kadar olmasa da her iki rengin en yakın tonları oranında fark vardır. Hint-Avrupalı topluluklar, “baba” sıfatını vatanları için -Vaterland, Fatherland vs.- kullanmışlardır. Hatta II. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’nın savunması için fikirler üretilirken, burasının bir Vaterland mı, yoksa Kinderland mı konumunda değerlendirilmesi gereği üzerinde durulmaya başlanmıştır. Bunlar da Batı kültüründe vatan ile ilgili siyasal ve sosyal kaygıları açıkça gösterirken, bu konuyla ilgili henüz kavramların bile yerli yerine oturtulamadığı sonucu da çıkarılabilir.60

Türkler de ise bu konuda tartışmasız olarak baba sıfatı, devlete layık görülmüştür. Hint-Avrupalılar yerleşik hayatı tercih ettiklerinden, topraklarını terk etmeyerek işgale bile katlanarak, başka bir milletin hakimiyeti altında yaşamayı da göze almışlardır. Türk milleti ise bozkırda serpilip, gelişerek, bulduğu hayatını devam ettirerek, göçebelikle varlığını sürdürdüğünden, disiplin ve devlet düzeni ile hedefine ulaşmıştır. Bundan dolayı da Türkler’de devlet, topraktan daha önemli -kutsal- hâle gelmiş ve devlet, “baba” olmuştur. Toprak ise “Devlet Baba”nın koruduğu “Anavatan” şeklinde ifade edilmiştir. Devlete “baba” diyen bir düşünce tarzını, Batılının anlamasını beklemek doğru olmaz. Çünkü böyle bir beklenti bilimsel gerçeğe uymayacağı gibi, “eşyanın tabiatına da aykırıdır”.61

İktidarın, idare ettiklerine karşı müstebit ve başı boş olma hâli, milleti kendi eli ile kendisinden uzaklaştırır. İktidar milletin bütün ihtiyaçlarını hemen karşılayabilecek güçte olmayabilir. Fakat milletin zorunlu ihtiyaçlarına -asgari seviyede karnının tok, sırtının pek olmasına- cevap verebilmesi tabii bir beklentidir. Mülk ve saltanat görünür -izâfi- hususlardır. Bu durum, birbirleriyle yakınlığı olan idare edilen ve iktidar -iki müntesip- arasındaki bağlılık ve ölçüden -nispetten- ibarettir. İyi ve güzel, yani ideal bir iktidar, tatlı sert ve yumuşak muameleye dayanır. Zirâ iktidar -idare ettiklerine güvenmek durumundadır- sert davranırsa, milletin ufak-tefek kusur ve kabahatini araştırırsa, zillet bütün milleti saracağından, millet de yalana dolana yönelecek, basireti bağlanacak, ahlakî çöküntü meydana gelecektir.62

İktidarın pek çok düşmanı vardır. Bundan dolayı zaafa uğradığı andan itibaren; zayıflayan bir bedende kendini gösteren hastalıklar gibi, iktidarın düşmanları da ortaya çıkmaya başlar. Bu durumda farkında olarak veya olmayarak öyle bir noktaya gelinir ki; iktidara karşı, siyasî yolsuzluk bile savunulabilir bir hâl alır.63

İktidar sahipleri, geçmişten ders, bugünden destek ve güç alarak, geleceğe yönelik tespitlerde bulunmalıdır. Milletine hedefler göstermeli ve bunları gerçekleştirmek için de teşvik etmelidir. Gösterilen hedefler hayalî değil, tabii olarak büyük olmalıdır. Fakat bunlar ideal olduğu kadar, reel bir özellik de göstermelidir.

Kabiliyet ya da kapasite ve hedefler birbirleriyle mütenasipse -denkse-, münasip -uygun- bir başarı meydana gelir. Aksi taktirde kabiliyet, hedefin büyüklüğü karşısında yok olma noktasına gelirse; muhteris -aşırı istekli- iktidar sahipleri, “muktedir iktidar” olma vasıflarını da kaybederler. Çünkü ihtiras, itiraz edilemeyecek inkırazlara sebep olur. Bu durum da sadece iktidar sahiplerini koltuğundan değil, milletleri tarih sahnesindeki yerinden edebilir.

Tarih boyunca insanlar, idealindeki iktidarı değil, var olanı kabullenmek mecburiyetinde kalmışlardır. Batı kültüründe iktidar, kendi istikbal ve istikrarı için zulmü meşrû ve revâ görmüştür. Türk devlet felsefesinde, “Devlet-i Ebed-Müddet” için, [Mülk, vâhi’l-Kahhar olan Allah’a aittir (Mü’min Sûresi, 16. Ayet).] düsturu ile hareket edilmesi isteniştir. İktidar sahipleri, yönetimlerine talip oldukları insanlara Allah’ın emaneti olarak bakmalıdır. Emanete ihaneti etmeyi bir tarafa bırakınız, bu düşüneyi akıldan geçirmek dahi mümkün değildir. Emanet zaten ehline teslim edilmelidir. İslamiyet’ten önceki “Gök Tanrı” dininde de benzer unsur ve uygulamalar vardı.

İktidar sahiplerine, hem milletin bütünü hem de bireysel bazda idare ettiklerine, şahsî bir takım meseleleri olsa bile, adaletle hükmetmeleri [… Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi âdil davranmamaya itmesin…. Allah yaptıklarınızı hakkıyla bilmektedir (Mâide Sûresi, 8. Ayet).] emredilmiştir. Bu durum Türk devlet geleneğinde; meşrû idâreyi “eline, beline, diline sahip olmak” ve “içeride Musa, dışarıda Firavun” özelliği gösteren bir iktidar gerektirdiği hâlde, günümüzdeki uygulamalara baktığımız zaman pek hoş manzaralar göremiyoruz. Hâlbuki gelişen ve değişen dünya şartları içerisinde idare edilmeye çalışılan insanların değerleriyle çelişmeyecek, tabandan tavana doğru uzanan bir siyasî düşünce ve bunu uygulayacak iktidar kadrosunu meydana getirmek pek de zor değildir.

Günün şartlarına ayak uyduramayan kurumlar ve emperyaliste karşı verilen kurtuluş mücadelesi sonucunda, başta Atatürk olmak üzere inkılâpçı kadro tarafından kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Atatürk’ten sonra Millî Şef İnönü Dönemi’nde dünyadaki akımların ve savaş şartlarının da etkisiyle nispeten katı bir yönetim tarzı göstermiştir. Bundan dolayı iktidar ile millet arasında kısmen soğuk bir süreç yaşanmıştır.

1950’li yıllardan sonra soğuk sürecin yerini, ılık bir etkileşim almıştır ki; 1960 hükümet darbesinden sonra iktidar ile idare edilenler arasında kopma tekrar gündeme gelmiştir. Bundan sonra da ülkemizde iktidarın kutsiyeti sarsılmıştır. Günümüzde millet ile devlet birbirlerine düne nazaran biraz daha yaklaşmıştır. Fakat bu yaklaşma, “benim memurum işini bilir” düşüncesiyle yozlaşmış ve milletin devlete olan güveni yine sarsılmıştır. Halbuki bürokrat ve aydınlar, halkın içinden çıkmalı, halktan maddî ve manevî gıdasını almalı ve tekrar halk ile bütünleşerek, yine ona hizmet etmelidir.

Aksi takdirde halktan beslenmeyen, ya da dışarıdan beslenen idareciler veya halktan meşru şartlarda desteğini bulamayanlar, yolsuzluklar ile yollarını bulmaya ve dışarıdan destek almaya çalışıyorlarsa; gafletten de ileri giderek, bilerek ihanet batağına saplanıyorlar demektir. Ayrıca şunu da belirtmek gerekir ki bizde millet, devlet içindir düşüncesi hâkim kılınmaya çalışılmıştır. Aslında her ikisi de birbirlerine tercih edilemeyecek kadar kıymetli ve kutsaldırlar. Milletin olmadığı yerde, devletten bahsetmek mümkün değildir. Kanunî Sultan Süleyman, “Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi” derken, devletin büyük bir saadet olduğuna işaret etmiştir. Fakat yine aynı Kanunî, “Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi” sözleriyle de milletten de öte, bireyin bırakınız tam anlamıyla yaşamasını, hayatta kalabildiği her anın öneminin altını çizmiştir.64

Batı’da iktidar, rakiplerin birbirlerinin elinden alabilecekleri bir tür yaratıcı enerji sayılmaktadır.65 Genel anlamda Türk devlet geleneğinde olduğu gibi; Mustafa Kemal Atatürk’ün iktidar anlayışının da temel unsuru milletti. Bu durumu birçok yerde belirtti gibi, “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir”, ifadesinde de hayat bulmuştur. Ayrıca Atatürk, iktidarın kaynağı olarak gördüğü milletini ve özellikle Türk gençlerine seslenerek; iktidar sahiplerinin gaflet ve dalalet, hatta iktidar hırsından dolayı ihanet içerisinde bile bulunabileceklerine dikkat çekmiştir.66 Bunlardan da anlaşılabileceği gibi devlet-millet-fert sac ayağı sağlam bir şekilde oturtularak ve özde yozlaşmadan, uzlaşılarak, çağdaş medeniyet seviyesine ulaşılabilir.

1 İlhan Kutluer, “Fârâbî’den Taşköprîzâde’ye Uygarlık, Din ve Medeniyet”, Akademik Araştırmalar Dergisi (Osmanlı Özel Sayısı), Yıl: 2, Sayı: 4-5, İstanbul 2000, s. 16.

2 Hilmi Ziya Ülken, Tarihi Maddeciliğe Reddiye, İstanbul 1981, s. 3.

3 İlhan Kutluer, a.g.m, s. 17.

4 Komisyon, Devletin Kavram ve Kapsamı, Ankara 1990, s. 1.

5 Mehmet Kaplan, Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar 3 Tip Tahlilleri, İstanubl 1991, s. 38.

6 Arnold Toynbee, Medeniyet Yargılanıyor, (Çev. Ufuk Uyan), İstanbul 1988, s. 55-56.

7 Emin Işık, “Türk Milliyetçiliğinin Tarihi ve Sosyal Oluşumu”, Devlet Kuran İrâde, İstanbul 1988, s. 35.

8 Emin Işık, “Devletimizin Kültürel Temelleri”, aynı eser, s. 32-33.

9 Aydın Taneri, Türk Devlet Geleneği, Ankara 1981, s. 25-26.

10 Robert Paul Wolff, “Hoşgörünün Ötesinde”, Görünmeyen Diktatör, (Çev. Fatma Akerson), İstanbul 1969, s. 9-10.

11 İlhan Kutluer, a.g.m., s. 17.

12 Max Weber, Sosyoloji Yazıları, (Çev. Taha Parla), İstanbul 1993, s. 31.

13 Sâdık Tural, Kültürel Kimlik Üzerine Düşünceler, Ankara 1992, s. 177; Nevzat Kösoğlu, Millî Kültür ve Kimlik, İstanbul 1992, s. 168.

14 Çetin Özek, “Osmanlıda Siyasal İktidar-Din İlişkileri Gelişiminin Temel Nitelikleri”, Osmanlı’da Din Devlet İlişkileri, (Yay. Haz. Vecdi Akyüz), İstanbul 1999, s. 170.

15 Nejat Göyünç, “Türk Toplumu ve Hoşgörü”, Akademik Araştırmalar Dergisi (Osmanlı Özel Sayısı), Yıl: 2, Sayı: 4-5, İstanbul 2000, s. 168.

16 Komisyon, a.g.e., s. 117.

17 Orhan Türkdoğan, Kemalist Modelde Ferd ve Devlet İlişkileri, İstanbul 1982, s. 131.

18 Gaetano Mosca, Siyasî Doktrinler Tarihi, (Çev. Samih Tiryakioğlu), İstanbul 1968, s. 11-12.

19 Selahattin Ertürk, Diktacı Tutum ve Demokrasi, Ankara 1993, s. 147.

20 Friedrich Nietzsche, Seçilmiş Düşünceler, (Çev. Samih Tiryakioğlu), İstanbul tarihsiz, s. 113, 119.

21 C. Northcote Parkinson, Siyasal Düşüncenin Evrimi, (Çev. Mehmet Harmancı), İstanbul 1984, s. 7-8.

22 İbrahim Agah Çubukçu, Türk Düşünce Tarihinde Felsefe Hareketleri, Ankara 1986, s. 26.

23 Z. N., Dündar Taşer’in Büyük Türkiyesi, İstanbul 1974, s. 23.

24 Coşkun Yılmaz, “Osmanlı Siyaset Düşüncesi (XVI-XVIII. Asırlar)”, Akademik Araştırmalar Dergisi (Osmanlı Özel Sayısı), Yıl: 2, Sayı: 4-5, İstanbul 2000, s. 44.

25 Mehmet Kaplan, a.g.e., s. 22.

26 İbrahim Kafesoğlu, Kutad-gu Bilig ve Kültür Tarihimizdeki Yeri, İstanbul 1980, s. 42.

27 Muharrem Ergin, Orhun Abideleri, İstanbul 1975, s. 20.

28 Aynı eser, 25.

29 Ahmet Taşağıl, Bilge Kağan’ın Vasiyeti, İstanbul 1996, s. 24.

30 Fatma Paksüt, Platon ve Platon Sonrası, Ankara 1980, s. 201.

31 Aydın Kezer, Türk ve Batı Kültüründe Siyaset Kavramı, Ankara 1987, s. 27-31.

32 Murat Sarıca, Siyasî Düşünce Tarihi, İstanbul 1987, s. 52-53.

33 Bayraktar Bayraklı, Fârabi’de Devlet Felsefesi, İstanbul 1983, s. 123.

34 Defterdar Sarı Mehmet Paşa, Devlet Adamlarına Öğütler, (Derleyen: Hüseyin Ragıp Uğural), İzmir 1990, s. 14, 24.

35 Halil İnlacık, “Şeriat ve Kanun, Din ve Devlet”, Osmanlıda Din Devlet İlişkileri, (Yay. Haz. Vecdi Akyüz), İstanbul 1999, s. 108.

36 Bedri Gencer, “Osmanlı Siyasî Felsefe ve Rejimi-Kuruluşunun 700. Yıldönümü Münasebetiyle Bir İcmâl”, Akademik Araştırmalar Dergisi (Osmanlı Özel Sayısı), Yıl: 2, Sayı: 4-5, İstanbul 2000, s. 111.

37 Ebu’nnecîb Sühreverdî, Yönetenlerin Yönetimi, (Çev. Nahîfî Mehmed Efendi), İstanbul, s. 50-51.

38 İbrahim Kafesoğlu, Türk Millî Kültürü, İstanbul 1993, s. 280.

39 Henrı Arvon, Anarşizm, (Samih Tiryakioğlu), İstanbul 1979, s. 13.

40 Aydın Kezer, a.g.e., s. 98-99.

41 Claude Delmas, Avrupa Uygarlık Tarihi, (Çev. Nihal Önol), İstanbul 1973, s. 169.

42 Muharrem Ergin, a.g.e., s. 97-98.

43 Ziya Gökalp, Türk Devletinin Tekâmülü, (Yay. Haz. Kâzım Yaşar Kopraman), Ankara 1981, s. 3.

44 Coşkun Yılmaz, a.g.m., s. 56.

45 İmam Maverdî, Ahkâm-ı Sultaniyye, (Çev. Ali Şafak), İstanbul 1976, s. 6, 75.

46 Coşkun Yılmaz, a.g.m., s. 59.

47 Blaise Pascal, Düşünceler, (Çev. Fethi Yücel), İstanbul 1944, s. 43.

48 Sultan Murat Han, Fatih Sultan Mehmet’e Nasihatler, (Yay. Haz. Abdullah Uçman), İstanbul, s. 132.

49 Rıfaat Ali Abou-El-Haj, Modern Devletin Doğası, (Çev. Oktay Özel-Canay Şahin), Ankara 200, s. 63.

50 Blaise Pascal, a.g.e., s. 42.

51 Gaetano Mosca, a.g.e., s. 219-226.

52 Mehmet Niyazi, Millî Kültür ve Kimlik, İstanbul 1992, s. 101.

53 Doğan Özlem, Tarih Felsefesi, İzmir 1984, s. 193.

54 John Lukas, Yirminci Yüzyılın ve Modern Çağın Sonu, (Çev. Mehmet Harmancı), İstanbul 1994, s. 25, 69.

55 Pierre Gaxotte, Fransız İhtilali Tarihi, (Çev. Rasin Tınaz), İstanbul 1968, s. 332.

56 Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, İstanbul, s. 325.

57 Cevdet Küçük, “Değerlendirme”, Sultan II. Mahmut ve Reformları Semineri, İstanbul 1990, s. 203.

58 Marcel Prelot, Politika Bilimi, (Çev. Nihal Önol), İstanbul 1972, s. 128-129.

59 Şerif Mardin, Jön Türklerin Siyasî Fikirleri, İstanbul 1983, s. 12; Yeni Osmanlılar ve Jön Türkler hakkında bkz., Sina Akşin, “Jön Türkler”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, III, İstanbul 1985, s. 832-856; Şerif Mardin, “Yeni Osmanlılar ve Siyasî Fikirleri”, Aynı Ansiklopedi, VI, s. 1698-1701; İlber Ortaylı, “Bir Aydın Grubu: Yeni Osmanlılar”, Aynı Ansiklopedi, VI, s. 1702-1703.

60 Claude Delmas, a.g.e., s. 169.

61 Mehmet Niyazi, a.g.e., s. 31.

62 Süleyman Uludağ, İbn Haldun-Mukaddime, I, İstanbul 1983, s. 530-539.

63 Mete Tunçay, T. C. ’nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması (1923-1931), İstanbul 1992, s. 24.

64 Bedri Gencer, a.g.m., s. 111.

65 Peter Burke, Tarih ve Toplumsal Kuram, (Çev. Mete Tuncay), İstanbul 2000, s. 74.

66 Gazi Mustafa Kemal [Atatürk] , Nutuk, II, Ankara 1989, s. 1196.



Yüklə 12,37 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   87   88   89   90   91   92   93   94   ...   98




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin