GöNÜlden esiNTİler bir hiKÂye biRÇok yorum (4) Bİr ressam hiKÂyesi necdet ardiç



Yüklə 1,28 Mb.
səhifə101/255
tarix10.01.2022
ölçüsü1,28 Mb.
#99827
1   ...   97   98   99   100   101   102   103   104   ...   255
Bi’l-kuvve: Yabancı bir kelime olmasına rağmen “potansiyel” kelimesiyle ifâde edilen bu hâl, a’yânı sâbitelerin Cenâb-ı Hakk (c.c.)’ın varlığında bi’l-kuvve mevcût olmaları hâlidir. Potansiyel sözlük anlamı olarak, “gizli kalmış, henüz varlığı ortaya çıkmamış olan, gizil” mânâsınadır ve Cenâb-ı Hakk (c.c.)’ın varlığında henüz açığa çıkmamış olan a’yânı sâbiteler için kullanılmaktadır.

Yokluk: Cenâb-ı Hakk (c.c.)’ın varlığında potansiyel olarak bulunan bu a’yânı sâbiteler henüz açığa çıkmadıkları için yokluk üzeredirler. Bu yokluk izâfi yokluktur yoksa mutlak yoklukta ezelen ve ebeden hiçbir hareket olmaz.

Örneğin bir çekirdeğin içinde bulunan ağaç izafi yoklukta ve o çekirdeğin içinde potansiyel olarak mevcuttur. Toprağa ekilip açığa çıktıktan ve ağaç olduktan sonra ancak ona ağaç denilir.

Cenâb-ı Hakk (c.c.)’ın vücût mertebeleri konuların daha iyi anlaşılması için genel olarak şu şekilde anlatılmıştır:

Cenâb-ı Hakk (c.c)’ın zâtı, yani taayyünsüzlük mertebesi,

İlk Taayyün yani Vahdet mertebesi,

Cenâb-ı Hakk (c.c)’ın zâtındaki gark olunmuşluktan, haberli oluş mertebesine tenezzülüne “ilk taayyün” denilmektedir. Bu mertebenin ismi sıfâtların ve isimlerin hepsini ve fıtri isti’dadları ve kabiliyyetleri toplamış olan “Allah”tır. Bu mertebeye “uluhiyyet yâni ilâh oluş mertebesi” denir. Bunu birimsel varlığımıza indirgeyerek bir örnek verirsek: “Gark olmuş bir haldeki insandan hiçbir faaliyet çıkmaz. Bu halde iken ne bilgisi, ne duyması, ne görmesi, ne irâdesi ne de bir şeyler yapabilme gücü faaliyyet dışıdır. Bunların hepsi kendisinde yokmuş gibidir. Kişi bu halden ilk taayyün ile haberli oluş diye bahsettiğimiz mertebeye geldiğinde bu sıfatlar ile vasıflanır. Bu mertebede kişi kendisindeki bu sıfatları sadece bilmektedir sıfatlar henüz faaliyete geçmediklerinden hepsi “tek”tirler.

İkinci Taayyün yani Vahidiyyet mertebesi,

Rûhlar mertebesi,

Mîsâl mertebesi,

Şehâdet mertebesi yâni içinde bulunup yaşadığımız dünyâ âlemidir.

Ancak şu kadar vardır ki parça parça bölünmüş ve belirli bir yerlerde veya zamanlarda veya boyutlarda bulunan veya oluşan böyle bir takım mertebeler yoktur. Bu anlatılan ifâdelerin hepsi bütünsel olarak yapılmış ve bir takım hakîkatlerin beşeri akıl tarafından algılanmasını sağlamak içindir. Yoksa bu sonsuz olan bütün âleme yayılmış ve her an her yerde faaliyette olan bu mertebeleri nicelik olarak belirleyebilmek mümkün değildir.

Cenâb-ı Hakk (c.c)’ın zâti gerekliliği olarak belirtilen a’yânı sâbiteler Cenâb-ı Hakk (c.c.)’ın zâtının gerekleri olduklarından yapılmış değillerdir yani “gayri mec’ul” dürler. Her bir aynın kendisine özel bir isti’dâdı ve kâbiliyyeti vardır ve a’yânı sâbitelerin hiçbirisi kesinlikle birbirine benzemez. A’yânı sâbite yapılmamış olunca bu a’yânı sâbitelere ait isti’dâd ve kâbiliyetler de yapılmamıştır bu nedenle a’yânı sâbitelere ait isti’dâd ve kâbiliyyet lerin te’sir edicisi Cenâb-ı Hakk (c.c.)’tır. Bu a’yânı sâbitelere ait isti’dâd ve kâbiliyetler kendi hakîkatlerinin gereği olarak neyi Cenâb-ı Hakk (c.c.)’tan talep etmiş iseler Cenâb-ı Hakk (c.c.) “Kün yani ol” emri ile onu vermiştir yani a’yânı sâbiteler üzerine “sen şu olacaksın, sen bununla bunu yapacaksın” gibi bir zorlama olmamıştır. Cenâb-ı Hakk (c.c.)’ın zâtından gelen bu veriş yani “Kün” emri güneşin ışıklarının her yere yayılması gibi aynı düzeyde olduğu gibi sonrasında gerçekleşen ilâhî tecelliler ve nefesi Rahmâni de aynı seviye üzerine gerçekleşmektedir ve a’yânı sâbitelerin hakîkatleri neyi talep etmiş iseler bu aynı seviye gelen veriş, tecelli ve nefesi Rahmâni sonrası o hakîkat onlardan açığa çıkmıştır.

Bu talep ediş insân’ın yaşamak için hava talep etmesi gibi olan bir talep ediştir. Bu talep üzerine Cenâb-ı Hakk (c.c.) Ulûhiyyet yani ilâhlık mertebesinden şu an içinde bulunduğumuz şehâdet âlemine kadar bütün mertebelerde isti’dâd ve kâbiliyetine göre onların açığa çıkmalarına tek tek değil ancak bütünsel bir hüküm ile hükmetti ve işte buna “ilâhî kaza” denilmektedir. Örneğin, Necmi’nin ilim sahibi olması, cennet ehli olması, Bekir’in ise câhil olması ve cehennem ehli olması gibi. Ancak bu hüküm zorlama ile gerçekleşecek bir hüküm olmayıp Necmi’nin ve Bekir’in ayn’ı sâbitesinin Cenâb-ı Hakk (c.c.)’a verdiği şey üzeredir ki bu durumda Cenâb-ı Hakk (c.c.) kendisi üzerine hüküm verilen olmaktadır.

Bu talep üzerine Cenâb-ı Hakk (c.c.) onların istediklerini verince bu durumda a’yân-ı sâbiteler kendileri üzerine hüküm verilen olmaktadırlar. Örneğin, bir suçtan hâkim karşısına geçen suçlu bir kişi yaptığı suç fiili ile karar verecek olan hâkîmin üzerine hükmetmektedir, hakîm de bu suç fiilinin gereği olan cezâ neyse onu vererek suçlu üzerine kendi yaptığı fiili ile hükmetmektedir ve sonuç olarak fiilinin karşılığı olan cezâyı suçlu kendisi kendi üzerine vermektedir.

İşte bu şekilde gerçekleşen “ilâhî kaza” sonucu bir takım işler “zorunlu kaza” adı altında mutlak şekilde gerçekleşir, bunların gerçekleşmeme ihtimâli yoktur ve tedbir bu tür kazâyı uzaklaştırmaz. Bir takım işler ise “muallâk kazâ” adı altında bir takım kayıt ve şartların uygulanıp uygulanmamasına göre gerçekleşir veya gerçekleşmeden kişiden uzaklaşır. “Kaza kazayı çevirir” hadis-i şerifinde işâret edildiği üzere bu şart ve kayıtların yerine getirilmesi de kazâ hükmünde olup, muallâk olan kazayı çevirir.

Kazâ şeylerin üzerine yine şeyler ile hükmeder yani ressamın ressamlığını açığa çıkarabilmesi için tablo, zâti isti’dâdı ile ressama benim üzerime resim yap, boyalarda aynı şekilde zâti isti’dâdlarıyla ressama bizi tablo üzerine sür, derler.

Örneğimizde ressamda bulunan ressamlık sıfatı zorunlu kazâ hükmü olarak kendisindedir. Bu ressamlık sıfatı gereği ressam ismi verilen kişi eğer tabloya resim çizme, onu boyama gibi ressamlık sıfatının ortaya çıkmasının gereği olan kayıt ve şartları yerine getirmez ise her ne kadar Cenâb-ı Hakk (c.c.)’ın üzerine hükmederek hakîkati olarak bu ressamlık sıfatını talep etmiş ve Cenâb-ı Hakk (c.c.)’ta bu talep sonrası kişinin hakîkati olan a’yân-ı sâbitesine hükmederek zorunlu kazâ olarak bu sıfatı kendisine vermiş ise de “muallâk kazâ” olarak bu kişi tablo çizmek, boyamak vb. gibi kayıt ve şartları yerine getirmez ise bu sıfatı dünyada hiç açığa çıkmadan kendisi ile birlikte hakîkatine döner.

Ressam zâti hakîkatinin gereği olarak Cenâb-ı Hakk (c.c.) tarafından verilen hükümle kendisine verilen ressamlık sıfatı ile önüne gelen tablolara resim yapmakta, bu resmin hayvân resmi olmasında veya bitki resmi veya başka bir çeşit resim olmasında bir yön ile bu bahsedilen şekilde bir sisteme tabiidir.

Sonrasında izahlar biraz daha karışık bir hal almaktadır çünkü her ne kadar zorunlu kazâ hükmü gereği açığa çıkan şeyler karşısında muallâk kazâ gereği hayvân, bitki, insân resmi yaparak zâti hakîkatlerinin gereklerine ulaşmak normal bir gidiş yolu gibi gözükse ve bunun yanında aynı şekilde muallâk kazâ gereği kendisine sunulan renkleri seçebilme özgürlüğü olduğu, bizzât yaşadığımız şu âlemde de idrâk ettiğimiz şekilde mümkün gibi ise de eğer “insân resmi” olarak belirttiğimiz mertebe veya isim eğer o ressam dediğimiz kişinin hakîkatinde ondan razı olmamış ise veya mâvi renk, kullanılmak için ondan razı olmamış ise ve bu ressam bu nedenle “insân resmi çizmek veya mâvi rengi kullanmak” için kendisinden râzı olunan değilse, “muallâk kaza” hükümleri insân resmi çizmesi veya mâvi rengi kullanması konusunda hangi kayıt ve şartı gerektirmiş olursa olsun, o şart ve kayıtları gerçekleştirmek fiili bu kişiden asla çıkmaz ve dolayısıyla asla insân resmi yapamaz ve mâvi rengi kullanamaz.

Bu konuda Fusûs-ul Hikem’den bir bölümü aktarmak faydalı olacaktır;



Örneğin saadet ehli ancak kendisini terbiye eden hâs ismi indinde kendisinden râzı olunan kim­sedir. Çünkü o hâs isim onun alnından tutup, kendi doğru yolu üzerinde yürütür. Ve o hâs isim onun Rabb’i olanın bu yol üzerinde yürüyüşü cebrîdir.

Yânî her bir kendisinden râzı olunan kimseye, terbiyesi altında bulunduğu ilâhî isim muhabbet edicidir. Ve o kimse muhabbet edilen olunca, o ismin gereği olarak kendisinden çıkan fiiller ve ahlâk ve sözler ve sâire hep Rabb'inin muhabbet edişidir. Çünkü mevcût ayn’ın belli başlı fiili yoktur. Çünkü şâhidi olduğumuz o "ayn"ın bağımsız bir vücûdu yoktur. Onun vücudu Rabb'i olan ismin sûretidir; ve o isim, o sûre­tin bâtını ve rûhudur. Bundan dolayı o "ayn"da açığa çıkan fiil, "ayn"­ın Rabb'i olan ilâhî ismindir. Bu şekilde her bir "ayn", kendisin­den çıkan fiillerin kendine bağlanmayacağından emindir.

Bu hakîkat bilinince, hakîkât bakışı ile bakıldığı zaman; hiçbir ferdin fiillerine îtirâz etmek uygun olmaz. Fakat şerîat bakışıyla bakıldığı zaman, Hâdî ismi Mudill isminin fiillerine îtirâz eder. Çünkü şeriat ehli olan kimse, Hâdî isminin ve kâfir ve günâhkâr olan kimse de Mu­dill isminin terbiyesi altındadır. Birinin gerekleri, diğerinin gereklerine zıttır. Ve doğru yolları ve bu yolların varış yerleri başka başka­dır. Birinin yolunun varış yeri âhiret oluşumunda cennet ve diğeri­ninki cehennemdir.


Yüklə 1,28 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   97   98   99   100   101   102   103   104   ...   255




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin