GöNÜlden esiNTİler bir hiKÂye biRÇok yorum (5) doğdular, yaşadilar, ÖLDÜRDÜler



Yüklə 1,01 Mb.
səhifə15/16
tarix28.10.2017
ölçüsü1,01 Mb.
#17893
1   ...   8   9   10   11   12   13   14   15   16

Allah râzı olsun.

Hürmetle ellerinizden öperiz…



(71) Ve.. De…

Ve aleyküm selâm Terzi Babam,



Bismillâhirrahmânirrahîm

Terzi Baba’nın, lütfettiği “doğdular, yaşadılar, hikâyesinde” yaşlı padişah mânâda Efendi Baba, tatbîkatta Terzi Baba’nın pîriyet makâmına tenezzülü. Anlatım -4- safhayla, Tevhîd üzere -4- makamı “Lâ ilâhe illâllah hüve muhammeden resûlüllah” Kelime-i Tevhîd Kelimeyi Risâlet’i ile anlatmaktadır. Padişah atası itibârıyla tanım kazanmak ister. Arzu ilâhî beyan edilmiştir. Olay, irfân olunma muhabbetiyle başladı. Kendinden kendine ayna olması lâzım, bu da mülk âlemi denilen yerde yapılacaktır.

1) Doğdular ‘Şeriat Makamı’

2) Yaşadılar ‘Târîkat Makamı’

3) Öldürdüler ‘Marifet Makamı’

4) Öldüler ‘Hakîkat Makamı’

Tasavvufta biri beşerî, diğeri manevî olmak üzere -2- doğum vardır. Beşerî doğum insanın ebeveynin ürünü olarak dünyaya gelmesidir. Spermler, yumurtaya gelince yumurtanın salgıladığı asitle ölüyorlar. İçlerinden bir tanesi seçiliyor. (Spermlerin her biri ayrı fıtrat, hangisi ile ne olacağı bilinmiyor.) Seçici olan biri var. Müthiş bir plânın parçası olarak, sperm yumurtaya duhûl ediyor. Bir sperm, spermlerin hepsinin manevîyatını taşıyor. Cisim -40- haftada meydana geliyor. Göbek bağımız kesilene kadar Rabbimiz bizi besler.

Manevî doğum, mürşide intisapla başlayan süreçtir. Bu doğumla mürid, doğan bir çocuğun, ebeveyninin bir parçası olması gibi, âdeta halîfesinin bir parçası olur. O’nun ahlâk ve özelliklerini taşır.

Allah doğuma önce ölümle başlıyor, mevti halk etti sonra yaşam başladı. Zâhiren cismânî, manevîyatından dirilmiş doğdular.

Âl-i İmrân (3/59): “Doğrusu Allah katında İsa’nın ‘yaratılışındaki’ durumu, Âdem’in yaratılışındaki durumu gibidir; onu topraktan yarattı, sonra ( ol ) dedi, ( Kün feyekun ) O da oluverdi.”

İnsanın oluşumundaki “anasır-ı erba’a” -4- unsur.

1) Toprak (Türab) (Terebe)- Varlık, Nefs-i emmâre, (Lâ ilâhe illÂllah)

2) Su (Mayi) (Abuhayat)- Yokluk, Nefs-i levvâme (Allah)

3) Hava (Nefes) (Nefahtü)- Hüviyet, Nefs-i mülhime (Hu)

4) Ateş (Nâr) (Yanar/yakar)- Hakk, Nefs-i mutmeinne (Hakk)

Beşerî benlik, nefsî benlik, izâfî benlikten mânâya geçiliyor. “Ben gizli bir hazine idim bilinmekliğimi sevdim ve bu halkı halk ettim,” Hadîs-i Kudsî’sinde belirtilen, gizli hazine zuhûra çıktı ve bilindi, müşâhede edildi gaye tamamlandı.

Âdem (a.s.) ile başlayan Allah’ı bilme seyri, yavaş yavaş yükseldi. Mûsâ (a.s.) Tenzîh mertebesinde Allah’ı görmek istedi ise de, “sen beni göremezsin,” hitabı geldi. Mûseviyette firavundan kurtulurken mânâ şeriatı zuhûr ediyor. Âdem (a.s.)’da iken Mûseviyete geldi mi ilâh, isimleri “esmâlar” çalışmaya başladı, ama şeriatı var. İsâ’yı çarmıha gerdiklerinden Hıristiyan olamadılar, tenzîhte kaldılar, teşbîh’e geçeme-diler. Mûsâ (a.s.), Muhammed (a.s.)’ı müjdelediğini anlatamadı, İsâ (a.s.)’ı müjdelerken aslında Ahmed’i müjdeledi.

İbrâhîm’de (a.s.) Tevhîd zevki için ölme hâli var. İsim olarak tektir, kesrettir. Görünmesi ve mânâsı itibârıyla vahdettir. Vahdetin görünmesi risâletin ortaya çıkmasıdır. Lâ âlemlerde kevniyet olarak görünür. İsâ (a.s.) Teşbîh mertebesinde, Allah onu kendi katına yükseltti buyurdu. İsa (a.s.) da Farisîler sinagogla Mûsâ (a.s.)’ın kötü taklidinde kaldılar. Musevi Hıristiyan karışımı bir şey oldular. Lâ ilâh levhini yapamazsan illâ’ya gelemezsin. Râzı olan arzu budur. Bir şeyin öldürülmesi için, yaşama geçmesi lâzım. Yaşama geçen mülk edinmeyi, risâlet öldürür. İsâ (a.s.), Âdem (a.s.)’da tasavvur edilen gibi yok hükmündedir, aslı â’mâ denilen noktanın görünmesidir. Nokta -6– yevm üzere çizgiyi meydana getirir. Hüviyet -4- noktadan gözükür, aslı yuvarlaktır. İblîs Âdem’e -4-noktadan tesir eder, hidâyet üzere ilerlememize hizmet eder. Secde hâlindeyken küfür, nifak, şirk, inkâr bir şey yapamaz. Secdeden kafayı kaldırınca etki başlar. Secde Âdeme değil, Âdem için yapılır. İrfân olunma programının aslı budur. Vücûdumuzda tenzîh ve teşbîh makamını yaşayarak, Muhammediyyet’e geçeceğiz.

İlim malûma tabidir, gizli olan görünür hâle geliyor. Dünya ahadiyetinin görünme yeri İnsân-ı Kâmil’in görünme yeridir. Cisim yönüyle ölmek ölüm değildir. Vücûd arzına inmiş olan Allah’ın halîfesi Âdem (a.s.) isimleri harekete geçirme noktasıdır. İkra tatbîkatı başlamıştır. Sözü dinlememe hâlinden, söz dinlemeye dönünce, öldürme olur. Kim ki bulunduğu mertebenin mânâyı hakîkatinden duyum alıyorsa, Hızır’dan (a.s.) alıyordur. Yapılan çalışmanın adı hamd’dır. Hızır (a.s.) tatbîkatını mânâyı Hızır yapmıştır. Her görünüm Muhammed’e aittir. Allah kendi ledün’ünden olana isim vermez. Muhammed’siz bir hamd olmaz. Muhammediyyet eğitimi yapılan her yerde görünen, Muhammedi- yettir. Lâ ilâhe illâllah = lâ ilâhe Mahammedün rasûlüllah, Allahın râzı olduğu arzusudur. Âdem diri, Allah bâkîdir. Biz diri ve bâkî olan Allah’la meşgulüz.

Mürşid ve mürid birbirlerinin elini öperek, mürşid ve mürid birbir-lerinde ifnâ oldular. Mürşid ve müridin birleşmesiyle, ne sen var, ne ben, var olan hakkın kendisidir.

Doğdular yaşadılar hikâyesindeki tefekkürümüzü, Yunus Emre’nin sözü ile bağlayabiliriz.

Sofiler Sohbet Gerek Doğdular,

Ahilere Ahret Gerek Yaşadılar,

Mecnunlara Leylâ Gerek Öldürdüler,

Bana Seni Gerek Seni Öldüler,

Allah râzı olsun.

Hürmetle ellerinizden öperiz…



(72) Ya… Ça…

Ve aleyküm selâm Terzi Babam,



Bismillâhirrahmânirrahîm.

Kişinin bir Muhammedî Âdem gönlüne mülâki olması o kişinin doğumudur. Yaşadılar kısmı da bu yolda yürümesidir. Kişinin nefis terbiyesindeki makbul olmayan durumların ortadan kalkması da öldürdüler kısmıdır. Ve en sonunda bu makbul olmayan durumlardan tamamen kurtulup benliğini tamamen ortadan kalkması da öldüler kısmıdır.



Allah râzı olsun.

Hürmetle ellerinizden öperiz…



(73) RE: ÖDEV (Doğdular, Yaşadılar, Öldürdüler, Öldüler.)

El…. Ha…. 10 Şubat2013 11:55:25

Aleyküm selâm El….. Kızım. Gönderdiğin yazına baktım, okudum. Oldukça güzel olmuş, ellerine, diline sağlık. Diğer yazılar da oldukça geldi. Seninkini de dosyasındaki yerine aktaracağım, sonra hepsi birlikte bir kitap olup herkese göndereceğim. Böylece herkes herkesin idrâk ve anlayışlarından istifâde etmiş ve bütün bunlardan daha gelişmiş bir bütün akıl meydana çıkmış olacaktır.

Belirttiğin adresin gerçekten ilgi çekici. Sadece onlardan dahi bağlan-tılı bir yazı ortaya çıkar. Bu âlemde hiçbir şeyin tesâdüfî olmadığı burada da görülüyor. Daha o zamandan âdeta yol haritası belirtilmiş ancak vakti geldiği zaman anlaşılıyor. Zorda ve kolayda her zaman (Heze min fazlı rabb'i) Herkese selâmlar. Nüket Annen’in de selâmları vardır. Hoşçakal. Efendi Baban.

*************

FoF Selâmün aleyküm,

Çok kıymetli Efendi Babacığım, ne tür cevap olursa olsun hepsi makbulümüzdür sözünüzden aldığım güç ile birşeyler yazmaya çalıştım… Sağlığınıza dua eder, en içten saygı ve muhabbetlerimle sizin ve Nüket Annem’in ellerinden öperim.

Bismillâhirrahmânirrahîm.

Formun Üstü Formun Üstü1. BÖLÜM.

Gönderildiler, sahiplendiler; döndürüldüler, teslim ettiler.

Sevildiler, gönderildiler; uyudular, uyandırıldılar.

Doğdular, unuttular, tattılar, bildiler.

Düş idiler, gerçek sandılar; uyandırıldılar, anladılar.

Doğdular, ayrıldılar, öldüler, kavuştular.

Gönderildiler, denendiler, döndürüldüler.

Yukarıdaki gibi birçok cümle aklımıza gelirken, hikâyeyi okuduğum ilk anda ‘'tamam bu!’’ dediğim tek bir ifade vardı: (LÂ İLÂHE İLLÂLLAH!)

 Muhakkak ki geniş idrâk ve gönül sahiplerinin ciltler dolusu kitaplar yazdığı bu ifade ile ilgili, aşağıların en aşağısında olan benim yazabileceğim, alıntı üç-beş cümleden fazla olmayacaktır. Anladığım o ki her şeyin özünde Kelime-i Tevhîd gizli. Doğum, ölüm, yaşam, varlıklar, olaylar, öfke, sevinç, sevgi, kıskançlık gibi hâlden hâle giren duygular, beynimizi hiç boş bırakmayan çeşit çeşit düşünceler, bize gösterilen ya da görmemiz istenen her oluşum, tek bir şeyi tesbîh etmekte hâl dilleriyle… “Lâ ilâhe illâllah.” İlâhlar yok, sadece Allah … Ayrı ayrı var gördüğün hiçbir şey yok, sadece ALLAH. Gizli hazine iken bilinmekliğini istediği için bu halkı halkeden Allah!... Kendi varlığından başka bir varlık olmadığı halde vehim nûruyla Hakîkat-i Muhammedî’yi kendinden ayırıp var kabul eden, bilinmekliğini sevmesi ile ilk oluşum olan Aşk neticesinde O’na “Habîbim’’ diyen, bir diğer perde ile Esmâ âlemi denilen büyük hayâl âlemini zuhûra çıkaran, ve kendinden perdelene perdelene kendinin bilinebileceği en değerli mekân olan Şehâdet âlemini zuhûra getiren ALLAH! Ve bizler… Aşağıların en aşağısına atılırken, en güzelin içinde var olduğumuzu unuttuğumuz, “ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna, “kâlû belâ,” (“Rabbimizsin”) diyerek ant verdiğimiz halde, zâhirde doğum olarak algılanır iken aslında dünyaya gelirken ölü hükmünde olduğumuzun farkında olmayan, ayniyetinden ayrılmanın acısıyla ağlayarak gözlerimizi bu dünyaya açtığımız günden itibâren çevre ve bedensel kayıtlarla kayıtlanarak ve “vücûdike zenbike” hükmü ile et ve kemik bedenlerimizin bize en büyük perde olduğu, var olanı yok, yok olanı var görerek vehmin zulmeti ile baktığımız şeyde Hakk’ı değil halkı gören bizler… Tâ ki Allah nasip etsin de bir Mürşid-i Kâmil bize Mâide sofrasından yedirsin, Kevser suyundan içirsin. İlm-i İlâhi ile bizi uyandırsın da gerçek doğumun farkına varalım.

“Ne var âlemde o var Âdemde,” hükmünce zâhirde olan tüm şeylerin bâtınımızda olduğunu düşünürsek, Peygamberimiz’e (s.a.v.) gelen tüm hitâbların bizim özümüzdeki Hakîkat-i Muhammediyye’ye de geldiği sonucuna varırız. Bu durumda; “Yâ eyyühel müddessir (müddessiru). Müddessir 1. Ey (esvabına) bürünmüş olan!” denilen Peygamber Efendimiz (s.a.v.) olmakla birlikte, aynı zamanda bu âyeti okuyandır. Âyet ona o anda nâzil olmaktadır. Nâzil olunan kişi, “beşerîyetinden soyun, ayrı ayrı gördüğün varlıklar Hakkın kendisidir… vehmin zulmeti ile hakîkatini örtme,’’ îkâzını duyarken, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.)Ümmetim hakkında en çok korktuğum şey; Allah’a ortak koşmalarıdır. Ben güneşe, aya ve puta tapacaklarını söylemiyorum. Fakat Allah’dan başkası için yapılan amelleri ve gizli arzuları kastediyorum,” sözünü de hatırlar. Kâfirûn Sûresi’ni örtücü durumunda olan vehmi benliğine okuması gerektiğini idrâk etmeye, ‘‘Estağfurullah el azim ve etübü ileyh,’’ derken, ‘‘vehmi benliğimi ört Allah’ım, dönüşümüz sanadır, ’’ diye düşünmeye başlar.

Kûl hüvallahu ahad Allahüssamed,” âyeti ile Allah’ın kendisini Ahad; yani sonsuz sınırsız Tek olarak tanıttığını fark ederiz. Bu sınırsızlığın içinde bizlerin yerinin ne olduğunu sorgulamaya başlarız. Allah’ta olduğumuz, O'ndan gayrı olmaz iken aynı da olmadığımız, Allah’ın ’’An’’ da düşündüğü, “kün feyekün,” dediğinin Ef’al âleminde sûretlenen ilmi olduğu bilgisini yine İhlâs Sûresi hatırlatır bize, ‘‘lem yelid velem yüled’’ ifadesi ile… O doğmamış, doğurulmamıştır derken ahadiyet mertebe-sinden ef’âl âlemine zuhûrun bilgisi saklıdır âdeta… Doğmak doğurulmak kesreti düşündürür bize. Doğan ve doğurulanlar vardır ve doğmamış ve doğurulmamış tespitini yapan ayrı varlıklar... ‘‘Ve lem ye kün lehu küfüven ahad’’ âyeti ile de tekrar Ahad olduğunu vurgular Allah(c.c.)…

Ahadiyet mertebesinde en güzel biçimde halkedilen insanın aşağıların en aşağısına, ef’âl âlemine, indirildikten sonra, tekrar Ahadiyet’e ulaşmanın çabası içinde olması gerektiği Sâd Sûresi ile ve bir îkâzla hatırlatılır bizlere; SÂD 82-83 de iblîs dedi ki: “İzzetin adına yemin ederim ki; bütün kullarına yollarını şaşırtacağım, ihlâslı kulların hariç olmak üzere…”

Biz gökleri ve yeri ve aralarındakileri Hakk olarak halkettik” âyeti ile her şeyin Hakk olduğu açık seçik ifade edilirken, eksik gördüklerimizin ancak bizim bakışımızdan, beşerîyet algılarımızın eksikliğinden, kayıtlanmış düşünce ve gafletimizden olduğunu fark eder, tövbe eder, Allah’ı ötelere atıp tenzîh etmek yerine yanlış ve eksik görüşten kendimizi tenzîh etmenin gayreti içine gireriz.

Allah var idi, O’nunla birlikte hiçbir şey yok idi” hadîsi de dikkat çekicidir. Hz Ali’nin “El’an’’, şimdi de öyledir” ifadesi “Lâ ilâhe illâllah’’ lâfzının şerhidir âdeta.

“Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhil aliyyil azîm,” yani, “Güç ve kuvvet sadece Yüce ve Büyük olan Allah’ındır,” dedikten sonra kendimiz-de güç ve kuvvet olduğunu zannetmenin Hakk’a zulüm olduğu ve bundan kurtulmanın yolunun mülkünde gayrıyı koymamak olduğu bilgisi gelir risâlet mertebesinden…

Hüvel evvelü vel âhiru vez zâhiru vel bâtın (bâtınu), ve huve bi kullişey’alîm (alîmun).” “O İlktir sondur zâhirdir bâtındır,” âyeti ile ayrı ayrı varlıklardan söz edemeyeceğimizin ve her şeyin O ve tek şey olduğunun, Hakk’tan gayrı olmadığının hatırlatıldığını düşünürüz biz unutanlara…

Yaşam boyunca karşılaştığımız iyilik ve kötülükler, sıkıntı ve rahatlıklar, doğum ve ölümler, sahiplenme ve kaybedişler nedir? Neyi görmemiz istenir bizim için tasarlanan ömür sahası içinde OKUnası onca hallerde? İşiten, gören, bilen, söyleyen kimdir? Bu İlâhî senaryoda herkes rolünü yaparken; “Fe eynemâ tuvellû fe semme vechullâh (vechullâhi),” “nereye dönersen dön hakkın vechi ordadır!” âyeti seslenir bize her rolden. Hz. Mûsâ’ya ‘‘len terani’’ denilirken, Muhammed (s.a.v.) ümmetine Cenâb-ı Hakk’ın en büyük ikramını idrâke çalışır gönüllerimiz, şükrederiz sevinçle!

İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn (râciûne).” (Biz Allah içiniz ve yine O'na döneceğiz.)

  2. BÖLÜM

Bundan birkaç sene önce Terzi Babam’dan dinlediğim Neml Sûresi’ nde, yaşadığımız her durumda şu âyeti okumamız tavsiye ediliyordu: ‘‘heze min fazlı rabbi.’’ O gün eşimle tartışmış, bu durumu fazla da ciddiye almamıştım. Her gelen Hakk’tan düşüncesiyle nefsimi, âyete de sığındırmanın huzuru ile âyeti tekrar ede ede uykuya dalmıştım. Rüyam-da Terzi Babam, “bu âcizliktir,’’ diye sesleniyordu bana... Duyduğum şaşkınlık, yapılan hatadan duyulan pişmanlık, ödevini eksik yapmış bir çocuğun öğretmeni karşısındaki mahcubiyetine benzer bir hal, hatamın gösterilmesinin verdiği sevinç ve güven gibi karışık duygularla yatakta doğrulmuştum. Neydi âcizlik olan?

Daha sonra sohbetin âyetle ilgili bu bölümünü, dikkatli bir şekilde tekrar tekrar dinlemiştim. Şu bilgiler netleşiyordu gönlümde… İletişimde olduğumuz her kim veya ne varsa ister hal ister idrâkle söylemiş olsunlar onlara “heze min fazlı rabbi” dedirtecek fiiller ortaya koymamız, onlara gelen faziletin Rabbin emri ile bizim elimizden ortaya çıkması için çaba harcamamız gerekiyordu. O gün yaşanan hâl pek böyle olmamıştı. Nefsime eksi gelen fiillerden dolayı karşı tarafa da zorluk yaşatmıştım.

Karşıdan gelen fiiller ister lütuf, ister zorluk olsun, onu tabiatımıza değil de rûhumuza uydurabilmek, cesedi rûh eylemek ve rûhu cesedin hükmü altından çıkarmak gereği anlatılıyordu.

Eksi olarak gördüklerimizin yanında başımıza gelen öyle çok lütuflar vardı ki, bunları bilip, her an ve her nefeste “heze min fazlı rabbi” diyerek şükretmemiz öğretiliyordu. Hâle şükretmemiştim belki!

Hâlbuki, Yüce ALLAH’ın (c.c.) bana öyle lütufları vardı ki, her duama karşılık, verendi. Şer’î kurallara çok fazla uyulmasa da Allah inancını taşıyan bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştim. Bu bir lütuftu. Helal kazançla geçinilirdi. Cennet cehennem kavramları öğretilmişti.

O zamanlar hisettiklerimi düşünürüm bazen gülümseyerek; sevaplarını arttırmak telaşıyla nasıl bir iyilik olursa onu yapmaya çalışan o çocuğu…

11-12 yaşlarında: “Şu an yaşayan herkes çok şanslı. Bizden öncekiler gibi biz de her an ölebiliriz, sonsuz bir cennet hayatı için yaşadığımız günleri iyi değerlendirmeliyiz,’’ diye sık sık düşündüğümü hatırlarım. Okulda Çanakkale Savaşları’nda, Kurtuluş Savaşı’nda verdiğimiz binlerce şehitten bahsedilirdi. En yüksek makam olduğunu öğrenmiştik şehitlik makamının. Ne şanslı insanlardı şehitler. “Bir savaş olsa ben de ölüme gider miyim?” diye kendimi tartar, “evet giderim,” derdim çocuk gönlümden… Tabi nereden bilecektim o zaman en büyük savaşın insanın nefsiyle yaptığı savaş olacağını. “Hadi bakalım şehit olmak istiyordun, ver savaşını bakalım, kolay mı olur sandın şehitlik,” diyeceğini Rabb’ül Âlemîn’in.

Ömür hızla geçiyordu. Okul hayatı, meslek hayatı, evlilik, eş, çocuk-lar derken 35’li yaşlara gelinmişti bile. Ve ben bu ömür sermayesini iyi değerlendiremediğimi görüyordum. Gönlümde boşluk ve sıkıntılar vardı. Ne yapmalıydım? O’na nasıl daha iyi bir kul olabilirdim? Kendimi O’na nasıl sevdirebilirdim? Hayatıma neleri dâhil etmeliydim? Tabi o dönem-lerde tarikat, mürşid, mürid kavramlarının anlamlarını dahi bilmiyordum. İyi bir kul olmanın yolunun, Allah’ın yap dediklerinin yapılması, yapma dediklerinin yapılmaması olduğunu ve bu yolda en güzel öğreticinin Kûr’ân olduğunu düşünüyordum. Bu düşünceyle Kûr’ân-ı Kerîm’i meâlinden okumaya, dua âyetlerini, emirleri içeren âyetleri kendime göre toparlamaya, bir deftere yazmaya başlamıştım.

Bu defteri çantamda taşırım, “ara ara okur, eksikliklerimi belki fark edip hâlimi daha güzel yapmak için gayret ederim,” diye düşünüyordum kendimce. Sayfalar dolusu âyet yazmıştım. Böyle bir uğraş içerisindey-ken ablam S… İ…. bana yeni tanıştığı tasavvufla ilgili bazı şeyler anlatmaya, öğrendiklerini benimle paylaşmaya başlamıştı. Konular ilgimi çekiyor, ancak duyduklarım hep havada kalıyordu. Bulduğum birkaç kitabı okumaya çalışmıştım. Zikir ve tesbihlerin öneminden, beyindeki açılımlardan bahsediliyordu. Ben de bir mürşidin tavsiyesi olmadan çekilen zikirlerin tehlikeli olduğunu bilmeden, kısa bir dönem “Allah” esmâsını zikretmeye başlamıştım. Bu yolun tehlikesini sonradan Terzi Babam’dan öğrenecektim…

Zül celâli vel ikram olan ALLAH...

Ablam S… İ…. bir Mürşid-i Kâmilden, vekili aracılığı ile ders almaya başladığını söylemişti. Terzi Babam’ın ismini ilk o zaman işitmiştim. Tekirdağ'daymış kendileri. Bir tevâfuktu. Seneler önce çıkılmıştı memleketten… Bunun için mi bir sıcaklık akmıştı gönlüme? “Ben de ders alabilir miyim?” demiştim ders almanın ne olduğunu sadece tahmin ederek. Böylece vekili E…. A…. Bey’i arayarak ben de Terzi Babam’a bağlanmış ve ilk dersi almıştım.

İlerleyen zamanlarda bu bağlanışın başıma gelen en büyük ikram olduğunu anlayacaktım. Cenâb-ı Hakk’a ne kadar şükretsem azdır. Beni en güzel bir öğretmenle buluşturdu. Allah, yolundan ayırmasın. “Heze min fadlı rabbi.”



*************

ADRES: El…. Ha…..

Ö….. H….. İl….. Ok….

Zeytinli m…….                             

53 nolu cadde

N….. m….. Camii yanı

Şe……- Ga……

Bir dönem oturduğum lojmanın adresi ise şöyle idi:

Ö….. H….. İl….. Ok…. Lo…..

Zeytinli m…..                             

114 nolu cadde.

Şe……- Ga……

53 nolu cadde ile 114 nolu cadde birbiriyle dik kesişmekte, kesiştiği yerde bir Cami bulunmaktadır.

16 yıl önce ta’yînimin çıktığı ve halen çalıştığım bu 18 derslikli okulun adresinde geçen ifadeler, zamanı gelince Terzi Babam’a intisâb ede-ceğimin bir işareti miydi?

     El…… Ha….. Ga…… 09.02.2013





(74) RE: dosya (doğdular, yaşadılar, öldürdüler, öldüler.)

Ay….. Öğ….. 10 Şubat 2013 11:56:22

Hayırlı günler Ay…… Kızım. Yazını indirdim, okudum. Oldukça güzel olmuş, ellerine, diline sağlık. Dosyadaki yerine aktaracağım. Epey yazılar oluştu. Ben de onları kendi kitabında düzenlemeye başladım, bittiğinde herkese göndereceğim inşeallah.



*************

Selâmlar   Efendi Babacığım ve Nüket Anneciğim, saygı ve sevgi-lerimizle ellerinizden öperiz.



*************

HAYAT(doğum+ölüm)

Hayatın en önemli olaylarından biri doğum, diğeri ölümdür. Aslında Tebâreke Sûresi 2. âyetinde “Ellezi halâkal mevte vel hayate liyeblüveküm eyyüküm ahsenü amelâ, ve hüvel aziyzül gafur” insanların doğduğunda ölüm sürecinin başladığını Rabbimiz belirtiyor. Dünya kurulalıdan beri yeryüzünde canlı görüldüğünden beri ölüm o zaman başlamıştır. Tek canlı kalmadığı zaman ölüm mahlûku bitmiştir. Ölüm bir anda oluşan bir şey değildir. Ölüm sahnenin kapanması, kişinin öldüğü anı bir anda oluşan süreç değil. Ölüm kişiyi öldürmedi; daha hayattayken gerçekleşiyor

Normalde bize ölümü yaşamın karşıtı olarak düşünmeyi öğrettiler. Ölüm olmadan yaşamın mümkün olmadığını, ölümün yaşamın var olmasının sebebi olduğunu yeni öğrendik. Aslında onun yüzünden yaşam kendini her an yeniliyor. Eski yapraklar düşüyor, yeni yapraklara yer açıyorlar. Bir kapı kapanıyor, öteki derhal açılıyor. Ölümün de süresi olan bir mahlûk olduğu belirtilmiş ve Efendimiz’in (s.a.v.) bir hadîsinde: “Kıyamet günü ölüm koyun sûretinde gelir. Koyun cennet ve cehennem arasında boğazlanır ve artık ölüm yok olur (aklımda kalan özet yorum, hadîs-i şerîfin tam metni değil),” belirtilmiştir. Ölüm yaşayanların üzerinde süreçtir. Süreci olan bir şeydir. Mahlûktur. O halde ölüm denen mahlûk “nefsi emmâre ve levvâme” üzerinde geçerlidir. Doğduğumuz zaman ölüyoruz. Ve bu arada “ölmeden evvel ölünüz” hâline gelinceye kadar ölüm süreci devam ediyor. Ölüm süreci kıyamete kadar devam edecek.

Doğduk nefes aldık, öldük nefes verdik. Nefes alıp verme hayatın ritmidir. Seyr-ü sülûkte Terzi Babamız (nefesi verdiğinde fenâfillâh, nefesi aldığında bakâbillâh) nefes seyri olarak; âlemde de çok seri olarak yaşanan her an yaşanan doğum ve ölümü “anlık seyr” olarak, “madem ki bu seyirler yapılıyor, o halde bilinçli olarak yapmaya ne mâni vardır?” diyerek de muhteşem şekilde ifade etmişlerdir. Cenâb-ı Hakk öğrendiklerimizi idrâk etmemizi, hâl etmemizi nasip etsin. Hepimiz her an doğup ölüyoruz. Algılarımız bunu tespit edemiyor. Mevlânâ Hz.’leri, üzerinde ateş yanan çubuğu hızla sağa sola hareket ettirdiğimizde ateşin sürekli yandığı izlenimi uyandırdığını söyleyerek bu örnekle bunu bize açıklıyor. Âlemin ve kendimizin devamlılık üzere olan bir hayatın içinde olduğumuzu ve öyle yaşadığımızı zannediyoruz. Elektrik kesik kesik geliyor. Biz aydınlığı tespit ediyoruz. Sık halde ölüp diriliyoruz. Hep yaşadığımız anı tespit ediyoruz.

Buraya kadar olanlar bütün âlemde geçerli husûslar. Bir de bizi ilgilendiren özel yönü var. Acaba gerçekten dünyaya inebildik mi? Âdemî mânâyı beden mülküne indirebildik mi? Yoksa sûret üzerinde etkili olan doğum-ölümle mi ilgiliyiz?

Rabbimiz Yâ’sîn Sûresi 12. âyetinde “innâ nahnü nuhyil mevta” hükmünce, bir İnsân-ı Kâmil’in elini tutup dirilmemizi istiyor. Cenâb-ı Hakk’ın izniyle bu âyetin tahtına girersek bizim de dirilmemiz gerçekleşir. Doğum-ölümün hakîkatine erebiliriz. Gerçek doğumumuz başlamış olur.

Âl-i İmrân 3/185 ”külli nefsin zaikatül mevt” (her nefs ölümü tadacaktır), hem ölümü bildiren hem de ölüm yok diyen, insanın ölmediğinin delili olan âyet. Yani ölümün olmadığı ölümü bildiren âyet. Ölümün hakîkatini bildiren âyet.

Doğum ve ölümün de her mertebede ifadesi vardır. Hakk’ta bâkî olanlar ölümü zevkle tadarlar. Bu kimseler ölmezler, çünkü ölmeden evvel ölüp bu dünyada iken Hakk ile ve Hakk’ta dirilmişlerdir. Biz beden olmadığımız için bunun dışına çıkmışsak, arabadan inme gibi olağan hâdise oluyor.

Allah ismi zıtlıkları birleştirir. Doğum ve ölüm iki zıt birleşince Allah isminde sonsuzluk olur. Her esmâ zıttıyla kâim, doğum ve ölüm birbirini tamamlıyor, birbirinin içinde. Doğduk aslında öldük; öldük aslıda dirildik. Efendimiz, “ölmeden önce ölünüz,” diyerek bir bakıma “dünyadayken ölümü öldürünüz,” diyerek bize rahmet olmuştur. Peygamberimiz “cevamiül kelim” olduğundan sözlerini her mertebeden sonsuz mânâlarda değerlendirebiliriz.

Doğdular, yaşadılar, öldüler” cümlesi sırf padişahın değil, herkesin ortak kaderi olan kelimelerdir. Her mertebelerden de değerlendirilebilir. Kendi hayat anlayışım içinde bu cümleler Zât-ı Mutlak’ın âlemde ilk olarak faaliyete geçen sıfatı “HUB” yani muhabbet sıfatı olduğunu idrâk ettirdiler. Olmakta olanı anlamaya çalışıyorlar, olanın olması gerektiği gibi olduğunu, kendilerine ait bir varlıklarının olmadığını öğrendiler, idrâk ediyorlar. Hayatlarının Hakk’ın hayatı olduğunu öğrendiler. Zıtlıkları tevhîd etmeyi öğreniyorlar. İlm-i İlâhi ile dirilmeye çalışıyorlar. Cenâb-ı Hakk’ın mertebeleri olduğunu öğrendiler, hayâl ve vehimden kurtulma yollarını öğreniyorlar, şeklinde eklemeleri yapabilirim. Özet bir kelime istenirse hûb ve sevginin ilme dönüşmesi “irfân” beni en çok etkileyen kelimelerdir. Neden hûb denirse kime baksam ne yana dönersem döneyim herkesin her şeyi sevdiğinden yaptığını görüyorum. Aslında herkesin sevdiği de farkında olmasa bile Allah’tır. Şarkılar onu anlatıyor.

Türlü sûretlerde sevilen O. Seven O. Cenâb-ı Hakk’tan ayrı olma yanılsaması kalktığında sevgi ortaya çıkıyor. Sevgi doğuştan geliyor. Ama dünyanın ve toplumun hipnozuna girdiğimizden o hûb, muhabbet çarpıtılmış halde nefret, öfke şeklinde çıkıyor. Her şey İlâhî aşkın tezahürü. Ve ya bunu hissedemeyenlerin bunalımı.

Çocukluğumu çok güzel yaşadım. Fakat çocukluğumda bana hâkim duygu anneme olan aşkımdı. Annemi neredeyse ergenlik çağına kadar büyük bir aşkla sevdim. En küçük kardeşimin doğacağı zaman öleceği söylenmişti. Gece gündüz ölmesin diye dua ederdim. Bu sevgi beni aslında hakka akort ediyordu. Mecaz hakîkatin köprüsüdür demişler. Başıma gelenleri şimdiki irfâniyet bilgisiyle değerlendiriyorum. Bu doğa daha sonraları irfân eğitimiyle dengelendi. Nefsânî sevgiler, esmâlar, ilgiler hakîkatine çevrilmeye çalışıldı. Duygularımın çoğu alındı gibi.

Çok şanslıyım, Cenâb-ı Hakk gerçek Hakk sohbetleri dinleme; sohbetlerin nûrundan, mânâsından, rûhundan faydalandırma, bunların sonucunda kapasiteme göre kendini tanıma imkânlarını sağlıyor. Yolla-rımı açtı. Bundan sonra da açar İnşeallah. Sonsuz şükürler olsun ya Rabbim! Nefesi rahmâni sürekli üfleniyor

Efendi Babamlar’la karşılaştıktan sonra hayatım huzurlu bir hâl aldı. Efendi Babamlar’la karşılaşmam bir Berat Kandili gecesi oldu. Kelime-i Tevhîd kitabına başlamışlardı. Hemen oracıkta Rahmân Sûresi ve yeni çıkmış Kelime-i Tevhîd kitabını hediye ettiler.

Efendi Babacığım ve Nüket Anneciğim, sizleri ilk gördüğümde Hz. Ali’nin (r.a.), “ilim bir nokta idi cahiller onu çoğalttılar,” sözü içimde sürekli yankılandı.

Kendini keşfetme yolculuğunu Efendi Babamız’ın ve Nüket Annemiz’ in manevî rehberliği altında huzurla yapıyoruz.

Efendi Babacığım ve Nüket Anneciğim sizlere çok teşekkür ederim. İki ellerinizden öperim. Sağlık sıhhat ve afiyetler dileriz. Allah sizlerden râzı olsun.



(75) RE: TEFEKKÜR ÇALIŞMASI.

Se….. iy….. 10 Şubat 2013 16:29:12

Hayırlı günler Se... Kızım. Yazılarını gelen mail‘inden açtım, okudum. Oldukça güzel olmuş, ellerine, diline sağlık. Şimdi dosyasına aktaracağım. Gördüğün gibi kişilere biraz ufuk açılınca, kişilerde o ufku kendi ufuklarıyla birleştirip kıyaslar da yaparak yepyeni ufuklara ulaşabiliyorlar. Bütün bunları bir dosyada tevhîd edip tamamladıktan sonra herkese göndereceğim. Böylece herkes herkesin ufkundan idrâk ve  irfâniyetinden istifâde etmiş, birliktelik üzere bir bütün akıl ortaya çıkmış olacaktır. Dünya, âhiret her işinde başarılar dilerim. Gelen yolcunuzun kendisine ve çevresine hayırlar getirmesini, giden yolcu-nuzun da kendisine kabir rahatlığı yaşamasını,  arkada kalanlarına ise sabırlar dilerim. Âdeta yazının mevzû sanki fiilen yaşanmış gibi olmuş. Herkese selâmlar. Hoşçakal. Efendi Baban.



*************

1.bölüm: Doğdular, yaşadılar, öldürdüler, öldüler.

İnsanın doğumundan ölümüne kadar geçen zaman dilimi için ciltler dolusu yazılanları özetleyen bir cümle, bu öz anlatımı beğenip tercih eden bir padişah, ve padişahın onayladığı bu cümle yerine, “hayata bakışınız doğrultusunda, siz nasıl bir cümle kurardınız?” sorusu... Hikâyenin sonunda bize sorulan bu soru ile karşılaşınca, tefekkürümüz cümlede geçen her bir kelimeyi ve bu kelimelerin mânâlarını birçok yönden ve yerden düşünmeye sevk ederek, önümüze birçok soruyu ve cevâbı çekip getirdi..

Doğdular ifadesi ile düşündük, doğum nedir diyerek. Doğum denilen olgu nasıl anlaşılmalıdır? Bâtının toprak elbisesini giymesiyle vechini şehâdet âleminde göstermesi doğmak mıdır? Her mertebe ve her âlem için bir doğumdan söz etmek mümkün olabilirken, “kün” emrinin dilenmesi ve “feyekün” ün gelmesiyle ilminde ilmiyle gerçekleşen doğum ilk midir? Doğmak olgusu için öncelik ve sonralık söz konusu mudur? Hz. Ali’nin ”el’an kemâkân” ifadesini düşündüğümüzde...

Fiiler âlemi olan şahâdet âlemine doğan olarak adlandırılan varlık bu âlemde yüzünü göstermesiyle perdelerin tamamlanması gerçekleşerek aslından, özünden perdeli olması, özünü unutması ve aşağıların en aşağısına, uzakların en uzağına atılması hâliyle, dirilmeyi bekleyen, ölü hükmüne giren midir ki, ikiz kardeşi olan Kûr’ân ile buluşmasıyla ancak dirilmesi mümkün olacaktır. Ve ilk emirdir gelen, “ikra” sözüyle. Okuması istenir, hem enfüste hem âfâkta, ve okumanın görmek yaşamak olduğuna dikkat çekilir, “Âyetlerimizi âfâkta ve enfüste onlara göstereceğiz,” âyeti ile. Esfel-i sâfiline atılması, uzakların uzaklarına gönderilmesi, gayriyetiyle ölü hükmüne sokarken, ancak uzakların uzak-ları olan bu âlemde “kün” emriyle dilenenlerin seyri, müşâhede ile şâhid olunması, gayriyetinde ayniyetini yaşaması mümkün olabildiğinden, hakîkatiyle doğabilmek ve perdeleri tanıyıp, perdeyi ve ardındakini görebilmek için gerekli ve çok değerli olan bu âleme getirilmeyi doğum olarak da düşünürüz.



Yaşam nedir? “Kün” emriyle nasıl olunması istendi ise, istenilen hâle uyarak dilenilen özelliklerin tecrübe edilmesinden ibaret midir yaşamak? Tecrübe eden kimdir? Sınırsız ve sonsuz “Ol” diyen ile sınırlı ve kayıtlı Ol-an hangi yönüyle ayrıdır hangi yönüyle aynıdır? Perdeleyen perdeden ayrı mıdır? Perdeleri açmak denilen perdeleri görmekten ibaret midir? İsim ve sıfatları olarak görünen her bir perde, perdeyi görebilen için zâtının özelliklerinin seyredilmesinden başka bir şey midir?

Zâhiren bu bedenin varlığının devamı “Hay” oluşa işaret ederken, hakîkatinde var olanın idrâkine sahip olmayan için ölü hükmüdür geçerli olan, hakîkatte hay oluşu ifade etmek hangi hâl içinde olmayı gerektirir? Sırın sırrının sırrı, özün özünün özü aşk ise, bilinmekliğini dilemesi bir yönüyle sevilmekliğini dilemesi ise, yaşamak denilen, değerli kılındığının, sevildiğinin, ilgisiyle var edildiğinin idrâk neşesi içinde şah damarından yakınlığıyla, kayıtlı özelliklerinin açığa çıkarıldığı âlemde, her şeyin, bir yandan O’ndan ayrı olmadığının ayniyetini yaşayıp, bir yandan da, kayıtlı sınırlı özellikleri taşıyan hiçbir şeyin, sınırsız ve sonsuz olan O olmadığı gayriyetiyle ayrılığının getirdiği yalnızlığın yanışını taşıyarak “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi raciun” (biz Allah içiniz ve ona dönücüleriz) âyetine sığınmak mıdır?

Zâhirde HAY olan için kullanılan yaşamak ifadesi, hareket devinim, dinamiklilik olarak ifade edilirken, hareketliliği sağlayan fiillerin oluşumunda etkin olan ise düşünceler ve duygulardır. Beynin fiili olan düşünceler, davranışlara yön vermesi yönüyle, yaydan fırlamış ok gibi sahibine attığı okun sonucunu yaşatırken, sonucundan mesul tutar. Düşünceler ve mânâları hissediş şekli olan duygular, her an yenilenerek değişen, bir yandan ölürken bir yandan dirilen hâliyle, doğum ve ölümün, iç içe olduğuna, tekliğe işaret eder.

Bâtınını, hakîkatini idrâk edemeyen, kendini sadece giydirildiği toprak elbiseden ibaret sayar ve bu elbisede her açığa çıkanda ben demesiyle, tasarruf gücüne sahip olan olarak, zâhirini düşünür, zâhir hayatın sâhibi olduğu inancını taşır, enfüste böyle olduğu gibi âfâkta gördüklerinde de durum böyledir. Oysa idrâkteki değişimi yaşayan için durum tam tersine dönüşür, mülkün gerçek sahibini bilir, ve zâhirin, bâtının özelliklerinin açığa çıkabilmesi için var olduğunu anlar, bu idrâk içinde yaşamasıyla da irâdeyi teslim eden olup, bâtının farkındalığıyla “Sen” diyerek mülk de açığa çıkanlarda sahipsizlik hâliyle ölüdür. Sahipsizlik hâliyle ölü iken, asıl sahibin müşâhedesi ile ise “şehâdet ederim ki” diyerek bâtından gelen “Ben” diliyle bu çok değerli âlemde zâhirinde de dirilendir aslında. Bâtına giydirilen zâhir ve zâhirin var olma sebebi olan bâtının birliğini yaşayarak.



Öldürdüler, öldüler ifadesiyle düşünürüz öldüren, öldürülen, ölen kimdir, ölüm nedir? Toprak bedenin fiiler âleminde dilenilen süresini tamamlamasıyla, dileyenin o birimdeki kayıtlı varlığını çekip, bâtın için varedilen zâhirde görünenin, aslı olan toprağa dönmesi midir ölüm? Asıl gaye olan diriliş için bu âlemde öldürülmesi gereken nedir? Diriliş idrâkdeki değişim ile gerçeleşiyorsa hangi idrâktir öldürülmesi gereken ve hangi idrâktir doğacak olan.

Doğdular, yaşadılar, öldürdüler, öldüler. İfadesi tüm bu düşünülenler doğrultusunda farklı yerlerden bakış itibârıyla birçok başka kelimeler kullanılarak kurulacak farklı cümlelere dönüşebilir.

Olması dilenilen kün emriyle dilendiği özellikleri duyup, bu özelliklere uyarak yaşar ve tecrübe eder dilendiği özellikleri, seyredilmesi dilendiği süresi kadar, özelliklerini seyretmesi, uyandırılması ile mümkün olacağından perdenin perdeleyenden ayrı olmadığını idrâk edip yaşayana kadar uyku hâlindedir ne yapmaya geldiğini unutmuştur hatırlatılıncaya kadar. Ve hatırlamada ilim ile gelen idrâkin değişimi ile gerçekleşir.

Kün emriyle dilendikleri kayıtlı özelliklerini duydular.

Aşağıların aşağısına uzakların en uzağına atılmalarıyla, perdeler tamamlandı ve geldikleri yeri, duyduklarını unuttular.

Unutmalarından dolayı dileyenin dilediği özelliklerini yaşamalarına rağmen bu yaşayış farkında olmadan gaflet hâlinde gerçekleştiğinden idrâkte uyku hâlindeydiler, uyudular.

Ezeli nasiplerinde var ise, bir uyanmış olan kendilerine ulaşarak venefahtü ile uyanmalarını sağladı ve ölmeden önce uyandırılıp uyandılar,

Nasipsizlerden iseler, bâkî olan sadece Allah’tır hükmünce, her nefeste sorulan “bugün mülk kimindir?” sorusunu kıyametleri kop-tuğunda duyup uyandırıldılar.

Bu uyanma arasındaki derece farkı da Mülk Sûresi 22. âyetinde "Öyleyse yüzüstü sürünerek yürüyen kimse mi daha çok hidayete ermiştir, yoksa sırâtel mustakîm üzerinde düzgün (dimdik, seviyeli) yürüyen mi?" sözlerine dikkat çekilerek belirtilir.

Padişahın uygun bulduğu ifade olan “Doğdular, yaşadılar, öldürdüler, öldüler,” cümlesine baktığımızda ise, bakmaya çalıştığımız yere göre bu ifade de doğru ve yerinde kabul edilir.

Bu cümleyi bir Mürşid-i Kâmil gözünden görmeye çalışarak şöyle düşünebiliriz: “Allah” esmâsına cami, Zâtî tecellî mahalli olan kâmil zâtların bu âlemde vehmi benliklerinden fenâ olmalarının ardından bakâbillâh üzere doğmalarıyla beraber, doğumları gerçek anlamıyla bir doğum olduğundan, DOĞDULAR kelimesi gerçek mânâsıyla doğum olgusunun yerinde kullanılmış olacaktır.

Şehâdet âleminde onların yaşamalarıda kendilerinde yaşayan Olanın varlığının kemâlâtıyla idrâki içerisinde gerçekleştiğinden ve gayriyetinde ayniyetin idrâki içinde gayrılık kalmadığından, var oluşları hep O olana işaret ettiğinden, “ben kulumu sevdiğim zaman gözünde gören kulağında duyan elinde tutan olurum” kudsî hadîsi ve “attığında sen atmadın” ve “Allah dilediğini yapar” âyetleri yaşandığından bu zâtların yaşamları da gerçek bir yaşam olarak ifade edilip gerçek anlamda YAŞADILAR kelimesi yerinde kullanılmış olacaktır

Hac bayramını yaşayarak, gönülleri bir Kâ’be hâline gelen ve gerçek hacı olma özelliğini kazanan bu zâtlar, “rabbin için kurban kes,” hükmüyle, ezeli istîdâda sahip nefislerini hakîkatleriyle tanıştırıp buluşturmak için, beşerî duygular ve düşüncelerle kayıtlı idrâkleri öldürme tasarrufuna sahip olmalarından dolayı da ÖLDÜRDÜLER olgusunun gerçek sahibi hükmündedirler. Ezeli istîdâdı müsâit olan nefisler bu zâtların tasarrufuyla vehmi benliklerinden, beşerî kayıtlanmalarıyla oluşan idrâklerinden, bir yandan öldürülürlerken, bir yandan da “venefahtü” ile diriltilirler. Ölme ve dirilme aynı anda gerçekleşir ki bu içi su dolu olan bir testinin akan bir suyun altına konulması sûretiyle bir taraftan içindeki suyu boşaltırken bir taraftan da dolması gibidir. Boşalan su kayıtlanılmış her idrâkin ölümünü ifâde ederken testiye dolan su ise “venefahtü” ile idrâkdeki diriliştir

Mürşid-i Kâmil’in irtibat hâlinde olduğu her varlık O’nun âleminde meydana gelendir ve kendi özelliklerinin “ne var âlemde o var Âdem’de” hükmünce mertebeler itibârıyla tarafından seyredilmesidir. Gerçek mânâda Âdem olanın yokluk, yalnızlık ve teklik müşâhedesi içinde kestiği kurb’anlarda bir mertebede kurb’an edilenin ölmeleri ve bir diğer mertebede “venefahtü” ile doğması hâli yine kendinde kendisiyle gerçekleştiğinden, bu ÖLÜM ve HAY vasfıyla dirilme de kendinden ayrı düşünülmeyecektir.

2.bölüm

Arkadaşı Fatma, “seni gördüm rüyamda başının üzerinde bir nûr vardı parıldayarak her yeri aydınlatıyordu,” diyerek heyecanla, kendisine sıra dışı gelen rüyasını anlatmak için durdurmuştu Onu.

Hızlı hızlı anlattığı rüyasını bir an önce iletmenin telâşı sesinde hissediliyordu. Zâten hızlı konuşan biriydi, daha da hızlanmıştı konuş-ması. Sözün arasına girmenin imkânı yoktu onunla konuşurken. Genel hâli buydu. Bazen anlattıklarına ilâve bir şey söylemek istediğinde lâfa girinceye kadar konuyu çoktan değiştirip bir başka konuyu anlatmaya başlamış olurdu. Alışmıştı onun bu hâline, söze karışıp yorum yapmanın derdine düşmeden dinliyordu söyleyeceklerini, tamamlaması için. Konuşmalarda daha çok dinleyici konumunda kalması yadırganan bir hâli de değildi zâten. “Manevîyat ile fazla mı ilgileniyorsun?” olmuştu Fatma’ nın sözlerini tamamlayan cümle. Gülümseyerek karşılık verdi arkadaşına, “ne güzel bir rüyaymış, hayırlısı olsun,” diyerek.

Önüne çıkan bilgilerle tanıştığı, adına tasavvuf denilen bir derya vardı, birkaç yıldır ilgisini çeken. Her fırsatta bir şeyler öğrenmeye çalıştığı, içine çeken bir dünya. Araştırmaya meraklıydı ilgisini çeken konularda. Ulaştığı sohbetler, tanıştığı arkadaşları olmuştu sanal âlemde, zaman zaman sorular sorarak sohbetlerine katıldığı. Târîkat-mürşid kavramlarıyla okuduğu satır aralarında gördüğü kadarıyla bir tanışıklığı olup, yaşam şekli itibârıyla uzaktı bu kavramlara. Bir mürşid bulmak gerektiğinden bile habersiz, bir şeyler öğrenmeye çalışıyordu sadece Allah ve sistemi hakkında. Öğrenmeye çalıştıkça güçlü bir özlem de oluşmaya başlamıştı, bu hâl içinde olanlara yakın olmakla ilgili ve gönülden dökülen duası yapışmıştı diline, “sevdiklerinle yolumu birleştir,” diyerek.

Birkaç gün sonra bir Mürşid-i Kâmil’e vekili vasıtasıyla intisâb etmesiyle, anlatılan rüyanın bu hâlin müjdesi olduğunu düşündü. ”Sev-diklerinle yolumu birleştir,” diyerek dilinden düşürmediği duasına karşılığın müjdesiydi sanki duyurulan. Ve sonrasında hep hatırladı kendisinin mürşidi değil, mürşidin kendisini bulduğunu ve bulanın hakîkati itibârıyla kim olduğunu. “İşte sana öğretmenin, rehberin,” demişti sonsuz lütuf sahibi. Ve lütfun yüceliğinin zamanla daha çok farkına vardı öğretmenini tanıdıkça, ilminin derinliğini okuduklarında, dinlediklerinde görüp anlamaya çalıştıkça. Bir insanın ömründe başına gelebilecek en güzel şeyin başına geldiğini her geçen günde daha çok fark ediyordu.

“Atılan oklar yerini bulur,” diyordu Efendi’si. Geçen dört yıla yakın zaman zarfında gönlündeki oluşumlarla bu sözü yaşadığını fark ediyordu. Dinlediği her sohbette duyduğu Efendisi’nin sesiyle venefahtüyle buluş-tuğunu hissediyordu. Başlangıçta anlamakta zorlandığı konular karşısın-da, “bütün bunları nasıl öğreneceğim?” tedirginliği, atılan oklara, gönlü-nü açmaya bırakmıştı kendini. Atılan ok yerini bulacaktı, ne olsa öyle diyordu öğretmeni. Sen talepkar ol kayıtlamadan idrâkini açık tut sadece. Gönlün kilitlerinin kırılıp geleceklere açık hâle getirilmesinin oluşumuydu hissedilen.

Dört yıla yakın zamanda okuyup dinleyerek öğrenmeye çalışırken, bir yandan da kendini dinleyip öğrendikleriyle bağlantılı tanımaya çalışıyordu nefsini, Rabbini. Esmâların terkibinden oluşan Se…... İç dünyasında koskoca bir âlemin cümbüşünün seyriydi daldığı. Ardı arkası kesilmeyen değişken düşünce ve duygularla çoğu zaman sallantılı. Ve gözünü açtığında seyrettiği dış âlemi. Bağlantılarına dikkat etmeye çalışıyordu içerisi ve dışarısı denilenin. Zaman zaman yazıya döktü kendinde bulduklarını.

*************

Her an bana bakıyorsun, her an beni görüyorsun ve o kadar aşikâr duyuruyorsun ki gördüğünü, duyduğunu. Her yerden seslenip kulakları sağır eden sesinle, “seninleyim,” derken “seni görmedeyim,” derken, “beni gör, beni duy, bana bak, ne kadar yakınındayım hisset,” deyişinle. Hâlim ne olursa olsun rahmetimden akar gelir bir gülümsemedir, sevgidir bir çağrıdır, buluşmadır, kucaklamamdır her yönden sarılmamdır sarmamdır. Bak yanındayım, sendeyim, seninleyim, sen benimsin, ben sendeyim ve gördüğün duyduğun her yerdeyim ve her yer dediğin her yer diye baktığında seninle senin için beni göresin benimle göresin sevdiğimi duyasın diye var ettiğim, ve hallerim var benim seyredesin diye, her an yeni şeyler söylemedeyim, her yenilenende daha çok sevmeyi ve sevilmeyi dilemedeyim sende seninle. Daha çok duyasın, göresin sevesin diye, sürekli hayretini tazelemem içindir.

Bazen özlemeni severim, özlemeni isterim beni. Bazen yakarışın hoşuma gider perdemi çekerim duymak için senin çağıran sesini, sonra her an seni duyduğumu bilmeni isterim seslenirim serinliklerimle, sevgilerimle. Güneş olur ısıtırım, yağmur olur yıkarım, kar olurum, buz olurum tüm yanışların içinde. Akmak isterim senden güzelliklerimle, beni her halde gör her an seninle olduğumu bil diye. Kayıtlamanı istemem hiçbir halle, “her hâlin sahibi benim,” derim. “Ben her halde seninleyim bunu böyle bil, böyle duy, böyle gör,” derim. Bazen canında haşmetimle canın olduğumu duyarsın da sadece can kesilirsin hissedişinle. Belki acıtır biraz canda bulduğun bu duyuşa olan teslimiyetin güçlü özlemi; vermek istersin o an neyin varsa ki hiçbirşeyin olmadığını anlarsın. Sadece, sende var olan olduğumu bilmeni isterim hissedişinle.

Öylece kuşatır, sarılırım zerrelerine, duyururum sırrımdan “ÖZLE” diyen sesimi, ve adını koyamadan uyarsın öylece. Uyarsın kulak kesildiğin sesime, bana ve sözüme, özlersin sessizce sadece özlersin, adını koymadan hiçbir şeyle. Söylediğim gibi, istediğim gibi, dilediğim gibi özlersin. İçine dalarsın da özlemin, canını tutuşunla, yakınlığının içinde özlersin sonsuz derinliklerimce. Her nefesin daha da bir büyütür, her zerren ayrı ayrı özler, varlığın teslim olmanın hevesiyle en yalın en bakir hâlime ÖZlemin kendisi olursun benimle. Adını sorsalar, aradığın özlemse “o benim” dersin. Derin bir sızıdır duyduğun. Yol yol akarım içinde, sense bırakmak istersin kendini akışıma. Bilirsin özlerken özlendiğini, ne bir çaban ne gayretin olur gidermeye, özlersin öylece. Dayanamam özlem dolu hâline, dokunuşumu duyurmak isterim, kulak kesilirsin duymak için, hayran kalırsın, “burdayım, ellerimdesin, evirip çevireninim,” deyişime. “Seninleyim derim, çok özleyenim bak yanında-yım, sendeyim, sevdiğinim duy beni,” derim ve süzülürüm yanaklarından dilediğimce, gözlerinden akan damlaların, dokunuşum olmuştur okşamak için sessizce. Biçare dudakların karşılık vermek ister, lâkin şaşırır diyeceğini, seçemez söyleyeceğini, seyreder, “beni al, benimle anlat,” diyen kelimelerin koşturan hâlini, biçare dudakların… Yarı kıpırdayan hâliyle “canım” diyebilir fısıldayarak öylece.. Usul usul akarım duyuşların derin sessizliğinde…

Bazen de “sev,” derim “özle, çok özle dediğim gibi, sev sadece sev, çok sev,” deyişimi duyarsın seslenişimde. Öylece duyarsın, “özüne sırrı-na yapışarak sev, özünde sırrında duyarak sev” sözlerimi, ve hep uyarsın bu sözlere. Sadece seversin, bana uyar, benimle duyar ve benimle seversin. Sevgin olurum, sevdiğin olurum, sevenin olurum seninle.

“Sevil, çok sevil,” derim bazen, “çok sev, çok özle,” dediğim gibi. Çok sevilmek istersin o zaman, sırrımın tüm gücü sarar, sevilmek arzusu kaplar var gücüyle, kaynağı olursun sevginin, hedefi olursun duyuruş-umla. “Aşk benim, sevgi benim,” dersin, “tüm sevmeler benim içindir, tüm sevgiler benim içindir, sevgi adına söylenen tüm sözler benim için çıkar yola, âlem ki küçücük kalır o an sonsuzluğu arzulayana, tüm sevenlerin sevdiği benimdir bilmeseler de, bana söylenir tüm sözler seni seviyorumlar, kulağa dokunmadan daha gönlümün yüz bin kulağı yakalar söylenen her sözcüğü, sevgi adına söylenen her sözü, ve benim için der, hepsi benim için, bazen korkutur seni bu hâlim, bu güçlü sahiplenişim, sonra yine benimle kıskanırsın sevgileri, kıskanırsın senden gâfil olup sevenleri, kızdığın da olur bu sevgiyi göremeyip sevmeyi bilmeyenlere ve yine için acır sevginin tek kişilik, karşılıksız olduğu, özlemin kendisi olduğu duygusuyla, ve hiç geciktirmez gözlerin eşlik eder süzülen damlalarıyla...”

*************

Efendi Babacığım, son iki hafta içinde yaşanan, aile yakınlarında gerçekleşen bir doğum ve bir ölüm hâdisesi içinde yaşam hakkındaki tefekkürlerimi öğrendiklerim doğrultusunda yazıya dökmeye gayret ettim. İkinci bölüm için ise ne yazabilirim diye düşünürken kendimi seyir içinde ve zaman zaman yaşanan haller ile yazdıklarımın birkaçını paylaşmak sûretiyle birşeyler yazıldı, biraz hikâye diliyle. Her yazılan kabulümüzdür sözünüzden cesaret alarak da gönderiliyor Babacığım.

Sizin ve Nüket Annem’in ellerinizden hürmetle, muhabbetle öperim.

Se…… İY….. –ME…..



(76) RE: TEFEKKÜR ÇALIŞMASI.

Ni….. Ma….. 12 Şubat 2013 15:47:30

Hayırlı günler N….. Kızım, Evvelâ umreden hoşgeldin. İnşeallah oldukça bereketli geçmiştir. Vakit bulduğunda hatıralarını yazdığında gönderirsin, biz de senin oralardaki duygularına ortak olmuş oluruz. Gönderdiğin yazını aldım, ellerine, diline sağlık, güzel olmuş. Yerine kopyalayacağım. Bahsedilen hikâye kitabını düzenlemeye başladım, vakit buldukça devam ediyorum. Hamdolsun şimdilik iyi sayılırız. Herkese selâmlar. Nüket Annen’in de selâmları vardır. Hoşçakal kızım. Ha….Baban. 

*************

Efendi Babacığım ve Nüket Anneciğim,

Hürmetle ellerinizden öperim. Selâm ve saygı-sevgilerimi gönderiyor-um. Vermiş olduğunuz ödevi hemen yazdım. Eksiğiyle kusuruyla kabul buyurun. Eve geldim geleli işlerimi yoluna koymaya çalışıyorum. 20 gündür yemek-iş yapmadığım için zor geldi. Dünya hayatı zormuş. Orada ibâdet tatili vardı. Hayat güzeldi. Alışıvermişim. İnşeallah buraya da alışırım. Tekrar yazmak duasıyla ellerinizden öpüyorum. Ha….. Kızınız Nu… Ar…. Uş….

*************



(1) ÖLDÜLER 2-ÖLDÜRDÜLER 3-DOĞDULAR 4-ÖLMEDİLER.

(1) "Ellezi halaka'l mevte ve'l hayate li yeblüveküm eyyüküm ahsenü amelen" âyet-i kerîme’since dünyaya geliyoruz, ama gerçekte “ölüyoruz.” Bu hâlimize en iyi gelen sûre “Yâ’Sîn” dir. Yaşayan ölülere Yâ’Sîn Sûresi her mevlidde okunur. Zâhirde ölülerimize bağışlarız ama bâtında kendimize…

(2) Efendi Babamız’ın elini tuttuğumuzda “öldürmeye başlıyoruz. Emmâre ve levvâmenin üzerimizdeki etkilerinin kalkması “öldürme” ile eş değerdir. Ki doğmaya vesile olsun.

(3) Gaflet hallerinin gitmesi; doğmaktır. Sis bulutu gibi saran ve birkaç hâl ile sınırlayan kayıtlılıktan kurtuluş; “doğmaktır.” Her esmânın yaşamasına izin vermek, onun doğuşuna izin vermektir. Bu da ancak İnsân-ı Kâmil eliyle olur. Kendimizi kazanmak, kendini kazananla olur. Tıpkı sa’yı bitirdiğimizde saçımızı, saçı kesilenin kesmesi gibi.

(4) Bir defa doğan artık ölmez. “Ölmeyen” için sürekli hayret vardır.

Çok kıymetli Efendi Babacığım. Bu dört asıl arasında yaşananlar sahifelere sığmıyor. Her demde, her adımda sizin ayak izlerinizi görü-yorum. Ama hayat böyle güzelmiş. Yoksa herkes bir hâlle yaşayıp gidi-yor. Biz evlâtlarınızı diri-hay tutan kazandırdığınız irfâniyettir. Allah râzı olsun. Dört aşamayı ancak elinizi tuttuktan sonra yaşayabiliyoruz. Yoksa “ÖLÜ geldiler-ÖLÜ gittiler” şeklinde olacaktı hayatımız… Sadece “ALLAH” diyebiliyorum.

Ha….. Kı…..

Burada şimdiye kadar gelen (76) yazı ile gelenler bölümü bitmiş olmaktadır. Ben de onları harf harf, bütün sayfaları yeniden kontrol edip düzenledim ve bir kitap hâline getirdim. Son olarak özet bir değerlendir-me yaparak bu kitabı da İnşeallah bitirmiş olacağım. Daha sonra herkese gönderip kişilerin fikirleri görüşleri ve kanaatlerinin neler oldu-ğu, okuyanlar tarafından değerlendirilecek, belki okuyanların ufukları görüşleri böylece daha açılmış olacaktır.

Bu vesile ile zaman ayırıp zahmet göstererek yazı gönderen kardeş dost ve evlâtlarımıza teşekkür ederiz, sağolsunlar, var olsunlar. Böylece hem kendileri aşama kaydetmekte hem de okuyanlar onlardan yararlanmaktadır. Bu vesile ile biz de sizlerle iftihâr etmekte ve çalışmalarımızın boşa gitmediğini görüp sevinmekteyiz.

Cümle, kısa olmakla birlikte oldukça ağır bir konu olan bu hikâye cümlesinin içindeki mânâları güzel işlenmiş. Böyle bir eğitim çalışması hiçbir grupta olmadığından, bunun kıymeti de oldukça fazladır. Belki yazılar düzenlenirken biraz sıkıntılı uğraşmalar olmuştur, ancak netice ortaya çıkınca verdiği güzellik ve huzur bu yorgunluğa değer hükmün-dedir.

Genelde bakıldığı zaman bazı yazılarda birbirleriyle bazı görüş farklı-lıkları var ise de bu, anlayışların ve cümledeki mânâların zengin-liğindendir. Ve her akıl bunlar üzerinde kendi doğrusunu ortaya koyarak bir irâde göstermiştir. İşte mühim olan bu işlenmiş irâdeyi faaliyete geçirip az da olsa değerlendirmektir.

Gerçekten hayret edilecek bir iştir ki, “dört” kelimeden oluşan bir cümleden, (158) A4 boyunda sayfadan bu çalışmalarla, ilmî bir kitap meydana gelmiştir.

Cenâb-ı Hakk’tan sizlere daha nice tefekkürler lütfetmesini niyâz ederim. Herkese selâmlar. Hoşçakalın. Terzi Babanız.

*************

Bismillâhirrahmânirrhîm.

(Doğdular, yaşadılar, öldürdüler, öldüler.)

Ana teması bu cümle olan malûm hikâye hakkında gelen bütün yazılardan, genelde bir eksiğimizin olduğunu gördüm. O da yazıların sadece “târîkat ve hakîkat” mertebesinden olduğudur. İbârenin zâhirinin “şeriat” mertebesinden olabileceğinin akıllarımıza gelmemiş olduğu anlaşılıyor. Demek eksiğimiz bu imiş. Hâdiselere sadece iç bünyeden bakmaya çalışıp dışarısının hukukunu yok sayacak bir anlayışa doğru yönelmiş olduğumuz gözüküyor. Aslında bütün mertebeler kendi bünye-lerinde geçerlidir, hiçbir mertebe diğer bir mertebenin hukukunu ortadan kaldıramaz. Yani zâhirî şeriat mertebesi dediğimiz mertebenin bâtınî “hakîkat” mertebesinden değeri az değildir. Şöyle bir sözü hepimiz biliriz.

Vücûd birdir, ancak mertebelere riayet şarttır.”

Hâl böyle olunca, o zaman bütün mertebeler Hakk’tır ve hepsi aynı değerdedir. Çünkü bu mertebelerin biri olmazsa diğerleri de olmaz. İşte gerçek tevhîd, her mertebede, her mertebenin hakkını îfâ etmektir. Çünkü Hakk olarak halkedilmiş olan bu âlemlerin hepsi “Hakk” tır. Ve gerçektir.



(Sûre-i Haşr/59/22-23)

Hüvellahülleziy lâ ilâhe illâ hu, alimul ğaybi veşşehadeh, hüverrahmânür/rahîm.

22. O, o Allah'tır ki: Ondan başka Allah yoktur. O, gizli olanı da aşirkâre olanı da bilendir. O, Rahmândır, rahîmdir.

Hüvellahülleziy lâ ilâhe illâ hu, O, o Allah'tır ki: Ondan başka Allah yoktur. “İlâh yoktur”

Ğaybi gizli-bâtın-maddenin mânâsı.

Şehadeh aşikâre, bu âlemler ve bilhassa bize göre bu içinde yaşadığımız dünya, “hazret-i şehâdet” “İnsân-ı Kâmil”in zuhûr ettiği yer.

Rahmân’dır, Görünen bütün âlemler “nefes-i Rahmâni” ile vücûda geldiklerinden ve Rahmân’ın varlıklara olan ilk rahmeti de, onlara kendinden bir vücûd vermesi olduğundan, içinde yaşadığımız ism-i zâhirinde, zuhûr yeri olan şehadet âlemi, o halde zâhiren de doğrudan Rahmân’dır ve bu âlemin kuralları da öncelik taşıyan bir husûstur. Çünkü Rahmân’ın Rahîm’e önceliği vardır. O halde bir mevzû yorum-lama hakkında ilk öncelik Rahmân’ındır. Yani, şehâdet âleminin kuralları olan şeriat mertebesine göre değerlendirilmesi lâzımdır.

alimul ğaybi veşşehadeh, Ulûhiyyet’in ilmi âyet-i kerîmede bahsedildiği gibi “gaybden zâhire şehadete” doğrudur, “gayb önde şehâdet ondan sonra”dır. Beşerîyet ilmi ise, önce şehâdetten başlar sonra gaybe doğru yol almaya devam eder. Yani, şehâdet bilgisi önde, gayb ondan sonradır. O halde kural, herhangi bir meseleye evvelâ Şehâdet (müşâhede-şâhitlik) makamından bakmak, zâhiren şeriat hukuku o mesele hakkında nasıl kural koymuşsa onları mutlak işletmek-tir, aksi halde dünya nizâmı bozulur. Daha sonra da ğaybi hakîkatlere yönelmek gerekir.

Rahîm’dir. Rahmân isminin ardından genelde Rahîm ismi gelmekte-dir, çünkü onun canı gibidir ve bütün bâtınî fa’âliyyetleri Rahîm ismi ve mânâsı kapsamında fa’âliyyet gösterir.

*************



Hüvellahülleziy la ilâhe illa hu, el melikül kuddusüsselamül mü'minül müheyminül aziyzül cebbarul mütekebbir, süb hanellahi amma yüşrikun,

23. O, o Allah'tır ki: Kendisinden başka hiçbir mâbut yoktur. Hükümran olan, mukaddes olan, selâmet veren, emniyet ihsân eden, gözeten, her dilediğine galip olan, dilediğini zorla yaptıran, büyüklükte eşi bulunmayan ancak O'dur. Allah, ortak koştukları şeylerden münezzehtir.

Melik hükümrân olan, “mâlik”. Her ne kadar âhirette cennet ehlinin de kendilerine göre bir mülkleri olacak ise de, bugün geçerli olan Hz. Şehâdet âleminde az da olsa her birerlerimizin mülklerimizin geçici de olsa bize ait olduğu gerçeğidir. Bunun için tapu kadastro müdürlükleri vardır. Ve devlet güvencesi ile kayda geçmiştir.

“Efendim, bu âlem Hakk’ın âlemidir, ben de onun kuluyum, istediğim yerde kalırım,” diye bir anlayış geçerli değildir. Bu iddiada olanı, Hakk’ın bu âlemdeki gücü olan devletin aziz cebbar gücü bulunduğu yerden çıkarıp atmaktadır.

“Efendim, ben Hakk’ın kuluyum ve kendi hakîkatim üzere vitriyyetimi idrâk edip oradan ferdiyetimi de anlayarak genelde bütün âlemlerde yaşayan benim. O halde bütün âlemler ben’im ve bu yoldan da bütün âlemler benim malım,” diyerek herhangi bir yer hakkında tasarrufta bulunmak mümkün değildir. O halde zâhiren bir mülkü kendi kuralları içerisinde diyetini-karşılığını vererek kazanmak ve kendi üzerine kaydı geçtikten sonra ancak onun üzerinde tasarruf etmek-kulanmak mümkün olabilecektir. Yani mülkte de öncelik “zâhire”dir. Her ne kadar yukarıdaki düşünce de gerçek ve mutlak ise de bu âlemde sadece “ilmi zevki” ile tadılacak ileri derecede bir tevhîd ilmidir. Fiilde ise geçersizdir ve hiçbir önemi yoktur. Bunun geçerliliği âhirete göredir. Ancak şu anda biz bu şehâdet dünyasında yaşadığımızdan, burada her şeyin fiili mânâda şahit-liği ile tasdik gördüğünden, geçerli olan bu mertebenin şahitliğidir.

Bu mertebede, Hz. Şehâdet’te, Peygamber Efendimiz’i müşâhede ile tasdik eden Hz. Ebubekir zâhir bâtın bu şehâdetiyle “Sıddîk” lâkabını ve tasdiğini almıştır. Bu şehâdet âleminde ise, daha evvel diğer insanlara göre akl-ı cüz içinde biraz daha akıllı olan “eb’ul hakem” daha sonra şehâdet etmediği için o aklı onu “eb’u cehil” yapmıştır. Görüldüğü gibi hükümde öncelik şeriat “müşâhede-şehâdet-şehitlik” âlemine göredir.



Kuddüs, mukaddes. Aynı zamanda bu Ef’âl müşâhede âlemi, şehâdetin kudsîyyetinin de içindedir.

Selâmül, selâmet. O da bu âlemin şer-î kurallarıyla başlamaktadır. Ve insanın ism-i has’larından biridir. İslâmdır ve teslimiyyettir ki, bu âlemde elde edilir ve yaşanır.

Azîz, galip. Bu âlemde zuhûrda olan ve kendilerini Hakk’tan ayrı görüp gurur, kibir, benlik içinde olanların üstünde Azîz ve galiptir, diğer şekli ile esmâlarının üstünde de galiptir. Çünkü onların hepsi zâtına aittir.

Cebbar, dilediğini zorla yaptıran. Bu âlemde zuhûrda olan ve kendilerini Hakk’tan ayrı görüp gurur, kibir, benlik içinde olanların üstünde Azîz, galiptir ve Cebbardır. Diğer şekli ile esmâlarının üstünde de galiptir ve Cebbardır. Çünkü onların hepsi zâtına aittir.

Mütekebbir, büyüklük de kendine aittir.

Aslında Cenâb-ı Hakk’ın bu isimlerin hiçbirine ihtiyacı yoktur. Karşısında bunları kullanabilecek başka aslî “İlâh’lar-Allah’lar” yoktur. Olmayan bir şey için de onun karşılığını ortaya koyacak mânâ ve fiillere gerek yoktur. O halde Allah’ın kendisini bu isimlerle vasıflandırmasının sebebi, kendinin ve kendinden meydana getirdiği zuhûrlarının içinden bilhassa mudil kaynaklı zuhûrlarının kendilerini ilâh’landırmamaları için îkâzî isimlerdir. Demek ortada bu ihtimâl vardır ki, Cenâb-ı Hakk daha baştan bu makamların da kendine ait olduğunu, emirlere uymayan zuhûrlarının bunlardan daha baştan haberleri olmasını sağlamak için Esmâ-ül Hüsnânın içinde bunların da hem de ön sıralarda olmasını istemiştir. İşte bu isimlerin de varlık sebeplerini böylece anlamaya çalışmaktayız.

Yukarıda bahsedilen “Selâm” ismi insanların zuhûr kaynağı, “Azîz, Cebbar, Mütekebbir” isimleri de Mudil isminin de zuhûr mahalleri olan İblîs ve taifesinin zuhûr kaynaklarıdır.

Zâten bilinen bu giriş bilgileri hatırlatıldıktan sonra, şimdi gelelim cümlenin kuruluşunda olan, içinde barındırdığı mertebelere.



(Doğdular, yaşadılar, öldürdüler, öldüler.)

Doğdular. Halkedildiler. Bu onların ellerinde değildi. O halde bu doğumlarından ne şekilde olursa olsun mesul değiller idi, çünkü irâdelerinin dışında olan bir hâdise idi.

Yaşadılar. Bulûğa erip beşerîyetlerini kazandılar, müstakil oldular ve mükellef oldular. Sorumlu birey varlıklar oldular.

Öldürdüler. Öldürmeyiniz hükmüne karşı geldiler, böylece isyan etmiş oldular.

Eğer bu öldürmeleri sadece şehirlerini koruma hâlinde gerçekleşti ise amel-i sâlih, şer’an geçerli ve övünç verici bir durumdur ve ölenler şehid kalanlar gazi olur.

Eğer başka şehirleri ele geçirmek için istilâ amaçlı yapılan savaşta öldü ise, kendi hürriyet sınırlarını aşarak başka hürriyyetlere müdahele etmiş olduğundan, insan katletmekle en büyük suçu işlemiş olurlar. Böylece nefs-i emmârenin memuru durumuna düşmüşlerdir.

Öldüler. Halkedildiler. Bu onların ellerinde değildi. Süreleri doldu, Öldüler. Bu da onların ellerinde değil idi. Çünkü doğum ve ölüm sadece Hakk’a ait olan işlerdir. Kulun bunlarda bir dahli ve sorumluluğu yoktur.

O halde bu dört kelimenin ifâde ettikleri mânânın ikisi ellerinde olmayıp, ikisi ellerinde idi. Yani doğmak ve ölmek Allah’a mahsustur, kulun dahli olamaz, bu yüzden bunlardan sorumlu da değillerdi.

Ancak Yaşadılar, Öldürdüler, ise kulun irâdesine bırakılmış olduğundan, yaptıklarından mesul olduklarından sorumlulukları vardır.

Gelen yazılarda cümlenin ilk yorumlanması lâzım gelen mertebenin dikkate alınmamış olduğu anlaşılıyor. Buna mevzûlara daha çok bâtınî yönden bakılmasının sebeb olduğu anlaşılmaktadır. Bundan sonra bu husûsun da dikkate alınması gerecektir. Şimdi bu husûsu bir başka anlatımla, tavaf misâliyle, daha iyi idrâk etmeye çalışalım.

Tavaf esnâsında Hacer-ül Esved’e selâm verip şavta başlanır. Orası mânâ âleminden gelen dağılım, zuhûr, tecellî mahallidir. Mültezem Mi’rac’dan iniş, Kâ’be’nin kapı hizasına gelince oradan geçiş, mânâ âleminden çıkış, ve yüzeyin tam orta yerine geliş ki İnsân-ı Kâmil namazının kılındığı son iki rek’âtinin yeri, makamıdır. Ve yine orası dünyaya iniş ve makam-ı beşerîyete geçiş yeri, Hz. Şehâdetin başladığı ve kimlik kazanılan yerdir.

Bu yeni kimliği ile kişi yoluna devam ederek nihayet ilk köşeye gelmiş olur burası İbrâhîmiyyet-şeriat köşesidir. Zâhir ismi “rüknü ıraki” yani kuzey köşedir. O köşeden dönerek şavtımıza devam ettiğimizde hicr’den geçip yine köşeye geldiğimizde burası Mûseviyyet-târîkat köşesidir. Zâhir ismi “rüknü şâmi” yani batı köşesidir. Oradan da dönüp ileriye gidince karşımıza çıkan köşe, İseviyyet-hakîkat köşesidir. Zâhirî ismi “rüknü yemâni” yani güney köşedir. Daha ileriye doğru gittiğimizde yine karşımıza çıkan köşe Muhammediyyet-marifet köşesidir, diğer ismi ise “hacer’ül esved” ya da doğu köşedir. Böylece kişi seyrini tamamlar, bir şavt bitmiş olur.

Burada tekrar selâm verip o şavt bitirmiş, yenisine beşerîyeti ve zâtı olan hakîkati ile tekrar başlanmış olur. Böylece her mertebede değişik hallerle yedi şavtın bitiminde bir tavaf tamamlanmış olur. Makam-ı İbrâhîm’in arkasında kılınan iki rek’at namaz ile de tavaf tamamen bitmiş olur. Başlangıç netice, netice de başlangıç olur. İşleri ve görevleri bitenler yine kendi beden memleketlerine dönerler.

Bu hakîkatler üzere Mevlânâ semâ yapar; Hakk’a gider semâdan sonra tekrar beşerîyetine döner.

Derviş de zikir yapar; Hakk’a gider, zikri biter, halka beşerîyetine döner. Mertebe-i şehadet mutlaktır. Kendine asâleten, Hakk’a vekâletendir. Bu kişisel benlik ile yaşanan hayat yaşayanlara göre gerçektir. Her ne kadar daha ileri aşamalardaki kimselere göre hayâl de olsa, o anlayış oranın bakışına göredir. Oranın bakışı ise buranın hükmünü oradakilere göre değiştirmez.

(Doğdular, yaşadılar, öldürdüler, öldüler.) Bu cümle terkibi padişaha getirilince “şimdi olmuş,” dediği, Hakk’ı ve halkı birlikte görmesi idi. Çünkü tam kemâlât budur. Sadece Hakk’ı görmek Halkıyyeti inkâr, sadece halkı görmek Hakkıyyeti inkâr, demek olur. Eğer Halk olmasaydı Zât-ı Mutlak A’mâ’iyyet’te kalır, hiçbir zuhûr arzusu olmaz idi. Ancak Hakk’ın dileği mutlak bir halkın olması ve onunla bilinmesi idi. Ve bu yüzden kendine eş (zevc) olarak bu âlemleri kendi hakîkatleri üzere halk etti ve Zât-ı için de Âdem’i “Ahsen-i takvim” en güzel kıvamda-biçimde halketti. “Ahsen-i takvim” ise kendisinde Zât-ı Hakk, zât-ı halîfe, zât-ı rûh, zât-ı nefs, ve zât-ı vücûd olan kimsedir. Yani, kendisinde bir ilâhî zâtın mahalli, bir de kendine ait ilâhî hakîkatinin mahalli, bir ilâhî nefs ve bunun karşılığı nefs-i beşerî ve vücûd-u mutlakın karşılığı beşer sûretli vücûd varlığıdır.

A’yan-ı sâbitedeki kazâyı mutlak, Hakk’a ait program. Kazâyı muallâk ise kendine ait programdır. Aslında her ikisi de kulda kul hükmü ile yaşanmaktadır.

İşte padişahın şimdi olmuş dediği hem halkı hem de gerçekleriyle ile Hakk’ı idrâk ederek “doğdular öldüler,” kelimelerinin hakîkatlerinin Hakka ait çünkü doğum ve ölüm Hakk’a aittir. Bu ikisi arasında olan süreç halka aittir. Yani “yaşadılar öldürdüler” halka bireye aittir. Eğer nefsi mânâda “yaşadılar öldürdüler” ise o zaman suç unsuru olduğundan cezaları gerekir. Eğer yukarıda genelde cevaplarda belirtil-diği gibi manevî yönde yaşadılar, düşleri öldürdüler ise bunun da cezası olmaz mükâfat olur, o da kendini bilmek bulmak olur.

Ete kemiğe büründüm, yunus olarak göründüm” ölüm gibi özetleyip yukarıda birçok yönleri ile bahsedilen geçmiş dervişlerin hayat hikâyelerini uzun uzun yazmadan bunları üç def’a kısaltın demesi bu hakîkatleri daha kısa ve öz anlatarak.



(Doğdular, yaşadılar, öldürdüler, öldüler.) yerine.

(Doğdular, yaşadılar, oldular, oldurdular.) şeklinde söyleyebiliriz ki, iki cümle de bir birinin aynı olup sadece hareke-nokta farklılıkları vardır. Biri Celâl tecellîsi anlatımı, diğeri ise Cemâl tecellîsi anlatımıdır.

İşte Padişah olan gerçek Ârif İnsân-ı Kâmil, bu hikâyede bizlere çok ârifane ölçüler vermiştir. Kâtipler ise yanındaki devişleridir. Bu yapılanlar onlara bir hatırlatmadır. O yazılar, dervişlerin geçirdiği evrelerdir. İleriye doğru gidildiğinde, başlardaki “cünûn” çalışmaları “fünûn” yani fiilden bilgiye geçmek olur. O zaman, şer’î, zâhirî, fıkhî bilgilerle meşguliyet azaltılır, çünkü gereken öğrenilmiştir. Yerine yeni, öz ve değeri yüksek tevhîdî bilgiler konur. Ondan sonra, yaşlar da epey ilerlemiş olduğundan yerini “sükûn”a bırakmış olur.

İşte artık ondan sonra kişi Hakk’ın, sükûn, sâkin, sekene deryasında hem kendi hem de Hakk ile kendini tevhîd edip Hakk özlü birey görüntülü Hakk olan bir varlık olarak varlık âleminde hayatının son kalan bölümünü “oldular veya oldurdular,” hükmü ile sonlandırmış olur.

Bu yaşantılara örnek çoktur, değişik şekillerde ifade edilmiştir:

Hamdım, yandım, piştim.” (Mevlânâ)

Ete kemiğe büründüm yunus olarak göründüm.” (Yunus Emre)

Nûr iken Niyazi dediler.” (Niyazi Mısri)

İnsan isen gel maşuku seyret,



Fânî vücûdu bâkîye devret,

Mahbubu Hakk’sın ilminde zevket,

Yorulma, gitme Celâle doğru.” (Nusret Babam)

Cübbemin içinde Hakk’tan başka bir şey yok.” (Cüneyd-i Bağdadî)

Ben de bir zamanlar bazı kimselerin hayat hikâyelerinden okuyarak bölümler hâlinde notlar almıştım. Bir gün Nusret Babam’a ziyarete gittiğimde bu notları okumak için izin istemiştim. O da “oku oğlum,” demişti. Ben de epey merakla okumuştum. Bittikten sonra güya iyi bir iş yapmış gibi küçükte olsa bir taltif beklerken, birden Nusret Babam:

Daha bu dedi kodularla ne kadar uğraşacaksın?



Rabb’ın sana ne dedi bana onu söyle,” diyerek

en büyük tasavvuf derslerinden birini vermişti. İşte bu yaşantı bir bakıma bu hikâyenin değişik bir şekilde çok büyük benzerliği olan gerçek bir eğitim ve gerçek bir yaşam tatbîkatıdır. Cenâb-ı Hakk hepsinden râzı olsun.

Benden de bir dörtlük ilâve edeyim.

Aç gönlünü Hakk’tan yana



Neler ulaşır bak sana

En güzel şey Allah’a

Habîb olmakmış meğer.”

Bu husûsta bir de âyeti kerîme ilâve ederek mevzûmuzu sonlandırmaya çalışalım.



Yüklə 1,01 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   8   9   10   11   12   13   14   15   16




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin